Kullanıcı Oyu: 5 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin
 

MEHMET AKİF ERSOY KİMDİR?

Mehmet Akif, İstanbul'un Sarıgüzel semtinde, Sarı Nasuh mahallesinde 1873 yılında dünyaya geldi. Babası, İpek kasabasında doğmuş Hoca Tahir Efendi, annesi ise Emine Şerife hanımdır. Babasına temizliğe olan fazla düşkünlüğünden dolayı Temiz Tahir Efendi derler. Temiz Tahir Efendi, İpek kasabasında bir müddet tahsil yaptıktan sonra İstanbul'a geldi. Burada Yozgatlı Hacı Mahmut Efendiden dinî dersler almağa başladı.

 Emine Şerife Hanım Şirvan'lı Derviş Efendi ile evlenmişti. Bir müddet kocasıyla birlikte Amasya'da kalan Emine Şerife Hanım sonradan İstanbul'a gelerek yerleşti. İki erkek çocuğunu, bir müddet sonra da kocasını kaybederek dul kaldı. Temiz Tahir Efendi, Sarıgüzel'de kocasından kalan evde oturan bu iyi ahlâk sahibi ve güzel dulun medhini duymuştu. Allahın emriyle onu istetti ve evlendi. Bu evlenmeden de Mehmet Akif dünyaya geldi. Temiz Tahir Efendi okur-yazar, tarikat sahibi bir adamdı. Şeyh Feyzullah Efendiden ders alıyordu. Aynı zamanda bu şeyhin çömezi idi. Anne ve baba dünyaya gelen çocuklarından dolayı büyük bir sevinç içinde idiler.

 Tahir Efendi yeni doğan oğluna Ebced hesabı ile doğum yılını içine alan (Ragıf) adını koydu. Bu isim (Gerde) adlı bir nevi ekmek manasına geliyordu. Lâkin Osmanlı dilinde böyle bir isim yoktu. Bu yüzden zamanla babasının kendisine taktığı bu isim unutuldu ve (Akif) e çevrildi. Tahir Efendinin sonradan bir de kızı dünyaya geldi. Ona da Nuriye adını taktılar. Sonradan Nuriye Hanım Arif Hikmet Beyle evlendi. Akif dört yaşına basınca mahalle mektebine devama başladı. Aile durumu yüzünden mektebine zorlukla devam ediyordu. Mahalle mektebini bitirdikten sonra Fatih'de Emir-i Buharî'deki mektebe devama başladı. Burayı da bitirdikten sonra Fatih Merkez Rüştiyesine yazıldı. Bu mektepte en çok sevdiği hoca, Kadri Efendi ismini taşıyan Türkçe hocası idi. Bu hoca, küçük Akif üzerinde önemli bir tesir bıraktı. Kadri Efendi Abdülhamit’in baskısına fazla dayanamadı. Evvelâ Mısır'a kaçarak orada Kanun-u Esasi ismini taşıyan bir gazete çıkarmağa başladı. En sonunda hürriyet taraftarlarının sığındığı Paris'e kaçarak orada hayata gözlerini yumdu. Onun hayatını takip eden Mehmet Akif, hürriyet taraftarı olan ve kendisini çok seven bu hocasını hayatı boyunca hiç unutmadı.

 Mehmet Akif'in olgunlaşmasında babasının tesiri fazladır. Arapçayı ve dine ait eserleri Mehmet Akif hep babasından öğrenmiştir. Baba, oğlu ile birlikte camiye giderken yolda ona bilmediği lûgatları ezberletmiş, dine temas eder bir takım bilgiler vermiştir. Bu yüzden Mehmet Akif babası için «O benim hem babam, hem de hocamdır. Ben hayatta ne öğrendi isem ondan öğrendim» demiştir. Babasından aldığı bu derslerden başka Mehmet Akif, Fatih baş imamı Arap hoca ile birlikte de kur'an ezberlemekte ve ondan bu sahada ders almaktadır. Rüştiyeye devam ettiği sıralarda Fatih camiinde Selanik’ti Esat dededen Acemce dersler almağa başlamıştır. Arapça derslerini de ayrıca ona Halis Efendi vermektedir.

 Mehmet Akif, şimdi Fatih rüştiyesini bitirmiş ve mülkiye mektebinin idadî kısmına yazılmıştır. Burada da üç yıl okuyarak şahadetnamesini alan Mehmet Akif, bu sefer Mülkiye'nin yüksek kısmına devama başlamıştır.

 1887 yılında babası Temiz Tahir Efendi hayata gözlerini yummuştur. Bu acı yetmiyormuş gibi bir müddet sonra da Sarıgüzel semtindeki ailenin sığındığı biricik ev, çıkan bir yangında kül haline gelmiştir. Bu sefer zaten zorluk içinde geçinen aile daha sıkışık bir duruma düşmüştür. Akif, artık gündüzlü olarak bir mektebe devam edemeyecek durumdadır. O sırada şimdiki gibi yatılı mektepler bol değildi. Tam bu sırada talih, Mehmet Akif'in imdadına yetişmiş ve Halkalı'da ki sivil Baytar (Veteriner) mektebine yatılı talebe olarak kaydolunmuştur.

 1888 senesinde girdiği bu baytar mektebinde Mehmet Akif hep başarı ile sınıf geçmektedir. Ailesinin kendisine muhtaç olduğunu ve bir an evvel hayata atılması lâzım geldiğini Mehmet Akif düşünebilecek bir çağdadır. Bu yüzden bütün gayretlerini derslerine vermiştir. Baytar mektebini birinci sınıf mevcudu 19 kişidir. Mehmet Akif bunlar arasında çalışma ve başarma yönünden birinci gelmektedir. Bu sıralarda Orman mektebi talebeleriden Isparta'lı Hakkı'nın ısrarıyla Fransızca dersleri almağa başlamıştır. Baytar İbrahim Bey ona Fransızca dersler vermektedir. Mehmet Akif hayatının sonuna kadar baytar İbrahim Beyin bu iyiliğini unutmamış ve «benim sebebi hayatım odur» sözleriyle İbrahim beyi hürmetle anmıştur. Baytar mektebinde 1891 yılı aralık ayında tez imtihanları başlamıştır. Bu imtihanların neticesinde elde bulunan listede sınıf mevcudu 17 olmasına rağmen Mehmet Akif bunlar arasında üçüncü gelmektedir. 1893 de baytar mektebinden şahadetnamesini alan Mehmet Akif mektepten birinci olarak mezun olmuştur. Bu sıralarda Şevket ve Babanzade Naim Beylerle birlikte Arapça parçalar üzerinde çalışmış ve bu dile ait bilgilerini genişletmiştir.

 Mehmet Akif baytar mektebini bitirdiği yıl, yani 1893 de, Tophane-i Âmire veznedarı Emin Beyin kızı İsmet hanımla evlenmiş ve Mehmet Akif'in İsmet hanımdan iki kızı ile dört oğlu dünyaya gelmiştir.

Mehmet Akif, baytar mektebine devam ettiği sıralarda Tanzimat devri son bulmuştur. 0 sıralarda sair Abdülhak Hamit yeni parlamağa başlamıştır. Yine bu devrin meşhur romancılarından Sami Paşa zade Sezai ise kendisine o zamanlar büyük bir ün kazandıran (Sergüzeşt) isimli romanını henüz yazmamıştır. Yeni yetişen nesilden, Cenap Şebabettin, Tevfik Fikret, Hüseyin Siyret, Hüseyin Suad, Ali Ekrem, Mehmet Rauf ve arkadaşları ise henüz pek silik ve pek yenidirler. Bunlar «Mektep» ismini taşıyan biri derginin etrafında toplanarak kendilerine bir muhit yapmağa çalışıyorlardı. Roman ve hikâyeleri ile edebî kapasitesini belirtmeğe başlayan Halit Ziya Uşaklıgil ise İstanbul'un edebî çevresinden uzak, İzmir'de bulunmakta ve Hizmet gazetesinde yazılarını yayımlamaktadır.

 İstanbul'da yeni yetişen yukarıda isimlerini saydığımız gençlerle, onların arkadaşları ise, Abdülhamid'in istibdat idaresinden göz açarak Recai zade Mahmut Ekrem'in etrafında bir türlü toplanamıyorlardı. Bu sırada (Servet-i Fünun) edebî mektebi kurulmak üzere idi. Gerek tanzimatçılardan hâlâ hayatta kalanlar ve gerekse yeni yetişen nesil Türk edebiyatında bir yenilik yapmak, doğunun tesirinden kurtularak, batının egemenliğine girmek istiyorlardı. Muallim Naci taraftarları ise bunun aksi bir fikir taşıyorlardı. Onlar batının egemenliğini kabullenmekle beraber, yıllardır devam eden Arap ve Acem edebiyatının terk edilemiyeceğini de iddia ediyorlardı. Bunlara göre yüz yıllarca bağlı kaldığımız doğu medeniyetini hiçe saymak, bu medeniyetten faydalanmamak akıl kâri değildi.

 İşte Mehmet Akif 14–15 yaşlarında iken İstanbul'da edebî durum bu merkezde idi. Ortada doğu ve batı diye iki taraf vardı. Tanzimatçılardan arta kalanlarla, yeni yetişen nesil; Muallim Naci taraftarlarıyla fikir yönünden çarpışma halinde idiler. Muallim Naci, Mehmet Akif'in mülkiyeden hocası idi. Bu yüzden Mehmet Akif, Muallim Naci'nin tarafını tutuyordu. O yeni olduğu halde, yenilik isteyenlere katılmadı. Yaşadığı muhit ve gördüğü tahsil hayatı onu tabiî olarak Muallim Naci'ye bağlıyordu. Muallim Naci, gazel vadisinde, yeni tarzda bir takım güzel şiirler de yazıyordu. Mehmet Akif, Muallim Naci'nin yalnız gazel vadisindeki şiirlerini taklit etti ve o şekilde şiirler yazmağa başladı. Lâkin sonradan bu ilk yazılarını beğenmeyerek yayımlamaktan vazgeçti ve yırtıp attı. Buna rağmen o bir türlü hocasının tesirinden kurtulamamıştı. İstanbul darülfünununa profesör olduğu zaman bile Muallim Naci'nin (Tevhid) adlı şiirini talebesine yazdırmış ve bütün bir ders boyu bu şiiri açıklayarak Muallim Naci'ye olan bağlılığını ve hayranlığını ispat etmiştir.


 

Veterinerliği

Mehmet Akif baytar mektebini bitirince Ziraat Nezareti (şimdiki Tarım Bakanlığı) baytarlık işleri şubesinde vazife aldı. Bir müddet İstanbul'da Bakanlıkta masa başında çalıştıktan sonra baytarlıkla Rumeli, Anadolu ve Arabistan'ı dolaştı. Gezdiği yerlerde bulaşıcı hayvan hastalıkları üzerinde incelemeler yaptı.

 Mehmet Akif, ilk şiirini 1895 de yayımladı. Bu şiir (Servet-i Fünun) adlı dergide çıkan (Kuran'a Hitap) adını taşıyan bir şiirdir. Servet-i Fünuncuların en güzel yazılarını meydana serdikleri bu sırada Mehmet Akif, yazı ve fikir arkadaşları olan Herekli Arif Hikmet, Sami Rıfat, Mehmet Kemal, Musa Kâzım, Ahmet Mithat gibi imzalarla, Halil Edip'in çıkarmakta olduğu «Resimli Gazete» de şiirler yazmağa başladı. Mehmet Akif'in bu dergide yayımlanan şiirleri gazel biçiminde ve Muallim Naci yolunda yazdığı bir takım eski şiirlerdir ki, yukarıda da söylediğimiz gibi o bu şiirlerini kitap halinde yayınlamamış ve yırtıp atmıştır. Bir taraftan da Servet-i Fünun dergisine Acem edebiyatından tercümeler yapıyordu.

 

 1898 yılından sonra Abdülhamit devrinin baskısı arttı. Bu yüzden Servet-i Fünun dergisi etrafında toplanan genç neslin sesi çıkmaz oldu. Hele 1901 – 1908 yılları arasında bu dergide edebiyata ait yazıya hemen hemen rastlayamaz olduk. Mehmet Akif de devre uyarak bu sıralarda mecburen sustu.

 

 

Öğretmenliği

 

4 Ekim 1906 da, esas baytarlık vazifesine ek olarak Halkalı Ziraat mektebi hocalığını da üzerine aldı. 25 Ağustos 1907'de de Çiftçilik Makinist mektebi tahrir hocalığını yapmağa başladı.

 

 11.11.1908 de İstanbul Darülfünunu umumî edebiyat profesörlüğüne tayin edildi. 14 Ağustos 1908 de çıkmağa başlayan Sırat-ı Müstakim dergisi, Mehmet Akif için beğenilir bir yayım aracı oldu. Bundan sonra çok sevdiği bu dergiye muntazaman yazılar yazmağa başladı. Aynı yılda Şiraz'lı Sadi'nin yazılarına karşı büyük bir alâka gösterdi ve onun tesirinde kaldı.

 

 Mehmet Akif'in en çok eser verdiği yıllar 1908–1910 yıllardır. Mehmet Akif'in 1908 yılında Sırat-ı Müstakim dergisinde 29 manzumesi, 1909 da 5 manzumesi, 1910 da 7 manzumesi yayımlandı. Mehmet Akif bu dergide çıkan bütün şiirleri - dördü hariç olmak üzere - 1911 yılında çıkardığı «Safahat» adlı şiir kitabında yayımladı.

 

 Mehmet Akif manzum hikâye vadisinde çok lirik bir üslupla bize en güzel, içtimaî ve tarihî hikâyeler verdi. Onun 1908 yılından sonra nesir sahasında da büyük bir ilerleme gösterdiğine şahit oluyoruz.

İslam birliği

Mehmet Akif İslâm Birliği mefkûresine bağlı idi. Bu mefkûresinin ışığını biraz da Muhammed Abdû'dan alıyordu. Bu zat İslam Birliği mefkûresinin yayıcısı idi. Ve Mısır'da yetişmişti. Muhammed Abdû'nun İslâmlık idealinin ana hatları şunlardı:

 

 a) İslâm dininde reform yapmak,

 b) Arap dilini yenileştirmek,

 c) Hükümete karşı halkın haklarını tespit etmek,

 d) Batı medeniyet dünyasına kargı, İslâm ülkelerini birleştirmek.

 

 Bu esaslar, Mehmet Akif'in 1908 den sonra belirmeğe başlayan ve Balkan Harbi ile Cihan Harbi sıralarında inkişaf eden İslamcılık mefkûresinin kaynağı idi. Bu dört esastan Mehmet Akif yalnız (b) maddesindeki «Arap dilini yenileştirmek» esasını benimsememişti. Diğer üçü kendi gayesinin bir kopyası olarak kabullendi.

 

 Mehmet Akif geceleri Şehzade başındaki İttihat ve Terakkinin İlmiyye kulübünde Arapça dersleri veriyor ve fırsat buldukça da Arapçadan çevirmeler yapıyordu.

 

 Mehmet Akif İslâm Birliği idealistlerinin çizdiği yolda yürümeğe 1911 yılından sonra bağladı. Fikirlerini evvelâ Beyazıt, Süleymaniye camilerinde verdiği vaazlarla etrafa yayıyordu.


 

Milli Mücadele

Mehmet Akif, 1918 yılından sonra bütün ümitlerini kaybederek kötümser olmağa başlıyor. Çünkü Arapların İstiklâl uğrunda çarpışmaları boşa çıkmış, İslâm âlemi çökmeğe yüz tutmuştur. İslâm âlemini kurtaracak en aydınlık yol, Müslümanların el birliği ile mücadeleleridir.

 

 Mehmet Akif'in İslâm Birliği ideali sarsılmıştır. Lâkin onu yeniden aydınlığa ve nura kavuşturacak hamle, imkânları da belirmeğe bağlamıştır. Mehmet Akif, Balkan Harbi ve Umumî Harp sıralarında kalemi ile yaptığı gibi, şimdi yine ayni şekilde mücadele hayatına atılmıştır. Mehmet Akif, aslında ruhen kötümserdir. Lâkin görünüşte vazifesinin Türk milletini yeniden ayaklandırmak ve hamleye sevk etmek olduğunu idrak etmektedir. Kurtuluş Savağı onun bu ayaklanma ve hamle ümitlerini besleyen bir kaynak olmuştur. Çünkü İslâm memleketlerinden biri olan Osmanlı İmparatorluğu içinde mücadeleden vaz geçmeyen ve direnen, kuvvetli bir yığın bulunduğu göze çarpmaktadır.

 

 İşte Mehmet Akif asil Türk milletinin kalbi olan bu kuvvete yardım edecektir. Onu gayesine ulaştıracak yolda yeni ışıklar parıldamağa başlamıştır. Eğer Türkiye kuvvetlenirse muhakkak ki diğer İslâm memleketleri de uyanacak ve Mehmet Akif'in Ümit kestiği İslâm Birliği hülyası yeniden canlanacaktır. Şimdi Mehmet Akif için biricik kurtuluş yolu Türkiye'nin kendini toplaması olacaktır. Bu kararını tatbik mevkiine koyan Mehmet Akif Millî kuvvetlere katılmak arzusu ile 19 Ekim 1920 tarihinde İstanbul'dan Kastamonu'ya doğru yola çıkıyor. Onu Kastamonu halkı parlak bir şekilde karşılıyorlar. Kastamonu'da Nurullah camiinde ve civar kazalarda Kasım ve Aralık aylarında Mehmet Akif Millî Mücadeleye katılmanın lüzumunu belirten birçok vaazlar veriyor. İstanbul'da yayımlanmakta olan Sebilürreşat şimdi Kastamonu'da çıkmağa başlamıştır.

 

 Onu bizzat dinlemek bahtiyarlığına ulaşamayanlar, vaazlarını bu dergide okumak suretiyle millî heyecanlarını körüklüyorlar. Bu yazıları heyecanla okuyan El-Cezire kumandanı Nihat Paşa, Mehmet Akif'i tebrik ediyor. Nihat Paşa, Mehmet Akif'in bu vaazlarını Diyarbakır'daki Cami-i Kebir de cuma namazında okutmuş ve bununla da yetinmeyerek onları matbaada binlerce nüsha halinde bastırarak Diyarbakır, Bitlis, Van illeri ile civar mutasarrıflıkları halkına dağıtmıştır. Biz Nihad paşanın bu telgrafından onun hitabelerinin ne geniş yankılar uyandığını ve millî mücadeleyi ne kadar kuvvetle desteklediğini öğreniyoruz. Padişahlık hükümeti, Millî kuvvetlere katıldı diye Mehmet Akif'in İstanbul'daki vazifesine son veriyor. 25 Ocak 1920 de Kastamonu'dan Ankara'ya hareket eden Mehmet Akif, yolda Yunan ordularının Ankara'ya yaklaşmakta olduğunu duyunca tekrar Kastamonu'ya dönüyor ve burada yeniden tesirli vaazlarına devama başlıyor. Kurtuluş Savası, Mehmet Akif'e yatan mefhumunun ifade ettiği manayı bütün heyecanıyla duyurmuştur. Şimdi onda İslâm'ı duygularla, vatan duyguları atbaşı gitmektedir.

 

 Mehmet Akif 1921 de İstiklâl Marşını yazdı. Açılan müsabakada bu marş birinciliği kazandı. İstiklâl Marşı 17 Şubat 1921 de Sebilürreşat dergisinde basıldı. 1 Mart 1921 de Büyük Millet Meclisi kürsüsünde okunarak 21 Mart 1921 de Büyük Millet Meclisi toplantısında millî marş olarak merasimle kabul edildi.

 

 Mehmet Akif Büyük Millet Meclisinin birinci devresinde Burdur'dan milletvekili seçildi. Bu sıralarda ona Kur'an'ı Kerim'in tercümesi teklif edildi. Tercümeyi Akif, tefsiri ise merhum Hamdi Aksekili yapacaktı.

 

Mısır Yılları

Bu sırada Mehmet Akif Mısır'a bir seyahat yapmağı düşünüyor. Yaptığı çevirmeleri Mısırdan kısım kısım Hamdi Akseki'ye yollamakta, Hamdi Akseki de eline geçen çevirmeleri hemen tefsir etmektedir. Lâkin Mehmet Akif bu çevirmeleri zamanında yetiştirememektedir. Bu yüzden Diyanet İşleri Başkanlığı Mehmet Akif'e çevirmeyi tamam olarak göndermesini yazıyor. Baskı altına girmeyi kabul etmeyen Mehmet Akif üzerine aldığı bu işi zamanında yetiştiremeyeceğini bahane ederek eseri Diyanet İşleri Başkanlığına, bu hususta aldığı para ile birlikte iade ediyor.

 

 Kurtuluş Savaşı sonunda kurulan Yeni Türkiye ve dayandığı lâik esaslar, onun yıllardan beri ümit bağladığı İslâm Birliği idealini sarsmıştır. Beklediği şeyi elde edemeyeceğini anlayan Mehmet Akif büyük bir hayal kırıklığına uğramıştır. Bu yüzden Mısır seyahati onu oyalıyor. Bu gibi ruhî haller içinde bulunan Mehmet Akif Mısır'dan Ankara'ya geliyor. Bu yılın baharını İstanbul'da geçiriyor. Ve aynı yılın Ekim ayında Abbas Hilmi Paşa ile birlikte Mısır'a gidiyor. Kışı Mısır'da geçiren Mehmet Akif bahara yine İstanbul'a dönüyor.

 

 1924 ve 1925 yıllarına ait kış mevsimlerini yine Mısırda geçiriyor. Baharları ise İstanbul'a dönüyor. 1926 yılında Mısır'a gidince o bahar İstanbul'a dönmüyor ve bundan sonra Mısır'da daimî olarak kalıyor. Ona Mısır hükümeti Camiatül Mısıriyye Darülfünunda Türk Edebiyatı veya Türk Lisanı profesörlüğünü vermiştir. Mehmet Akif 1936 yılına kadar bu vazifede bulunuyor. Bu sırada Kahire'ye oldukça uzak Hilvan adı verilen küçük ve sessiz bir köyde oturmakta ve derslerini vermek üzere haftanın iki günü Kahire'ye inmektedir. Bir gün Hilvan'da yalnız bir hayat yaşarken adı ve adresi belli olmayan bir kimse ona Hindistan şairi Muhammed İkbal'in iki kitabını yolluyor. Bu kitapları zevkle okuyan Mehmet Akif kendisi ile İkbal arasında bir benzerlik bularak bundan sonra İkbal'i çok seviyor.

 

 Mehmet Akif (Safahat) isimli büyük şiir kitabının son cildini teşkil eden «Gölgeler» i 1933 yılında Mısır'da bastırdı. Bu, onun 1918–1933 yılları arasında yazdığı 42 parça şiirinden meydana gelen son eseri idi. Bu sırada Abbas Hilmi Paşanın ölümü Mehmet Akif'i çok sarstı.


 

Son günleri

Mehmet Akif'i hastalıklar artık sık sık yokluyordu. 1935 yılı temmuz ayında, hava değiştirmek maksadıyla Aliye yakınında, Sükel-Garp köyüne çekildi. Lübnan çamlıklarında onu yakalayan sıtma hastalığı kendisini çok sarsmıştı. İdealinin yıkılmasıyla manen harap okluğu gibi, vücutça da bitkin ve haraptı. Bu sırada Antakya'dan Beyrut'a gelen arkadaşı Ali Hilmi Bey onu bu sessiz hayattan bir müddet olsun çekip kurtarmak için kendisini Antakya'ya çağırdı. Antakya halkı Mehmet Akif'i candan karşıladılar. Bereket Zade Cemil Bey Mehmet Akif'i konağında misafir etti. Mehmet Akif Antakya'dan, Mısır'a dönünce sıtmanın geçmediğini gördü. Şu hale göre kendisine sıtmadan başka bir hastalık daha var demekti.

 

 Artık hayatı evham ve kuşku içinde geçiyordu, ihtiyarlamıştı. Zayıf ve dermansız kalmıştı. Manevî hayatı gibi, maddî hayatı da sönmeğe yüz tutmuştu. Şimdi onun içini kavuran en büyük hastalık yurt ve vatan hasreti idi. İstanbul'a dönmek ve orada ölmek istiyordu. Mısır'da öleceğinden korkuyordu. 1936 yılı yaz mevsimi başlangıcında Mısır'dan İstanbul'a geldi. Vapurdan çıkar çıkmaz davet edildiği Prenses Emine Abbas Halim'in konağına gitti. Bu konakta üç dört gün misafir kaldıktan sonra tedavi edilmek üzere Nişantaşı’ndaki Sağlık Yurduna götürüldü.

 

 İstanbul'a döner dönmez hükümet tarafından kendisine 170 lira tekaüt maaşı bağlanmıştı. Onu İstanbul parlak bir şekilde karşıladı. Bu hususta hakkında güzel yazılar yazıldı. Bir ay kadar Nişantaşı Sıhhat Yurdunda tedavi gören Mehmet Akif, hastalığın günden güne şiddetlenmesi yüzünden, Dr. Fuat Şemsi'nin tavsiyesiyle sıhhat yurdundan çıkarılarak Mısır apartmanına götürüldü. Tedavisini Profesör Burhanettin Tuğan üzerine aldı. Burada da bir müddet kaldıktan, sonra Prenses Halim'in Alem Dağındaki Baltacı Çifliğine gitti. Daha Mısır'da bulunduğu sıralarda en büyük arzusu son günlerini bu çiftlikte geçirmekti. İşte bu muradına da kavuşmuştu. İstanbul semtine kanında toplanan suyu aldırmak üzere İstanbul’a iniyordu. Günden güne artan bu acılarla kıvranan Mehmet Akif, İstanbul'a döndükten sonra çok sevdiği memleketinin havasını ancak 6 ay kadar teneffüs edebildi. 1936 yılı Aralık ayının 27 inci Pazartesi gecesi tam saat 7,45 de gözlerini yumdu.

 

 İşte sahifelere dar gelen «İstiklâl Marşı» şairimizin, ölümsüz hayatı...

 

Eserleri

 

1. "Safahat Birinci Kitap": İçinde 44 manzume vardır. Toplamı 3 000 dize kadardır. Konularını toplumun acı çeken çeşitli kesimlerinden, hürriyet, istibdat gibi siyasal olaylardan, şairin mistik duygularından ve bu dünyevi vazifelerden almaktadır.

2. "Safahat İkinci Kitap": Süleymaniye Kürsüsünde Süleymaniye Camii'ne giden iki kişinin söyleşilerini içeren bir başlangıçla kürsüde Seyyah Abdürreşit İbrahim'i konuşturan uzun bir bölümden oluşmaktadır. 1 000 dizedir.

3. "Safahat Üçüncü Kitap": Hakkın Sesleri Toplumsal felaketler karşısında insanları uyarmak için gerçek İslami mesajı yansıtmaktadır. Toplamı 500 dize tutan 10 parça manzumedir. Manzumelerde Akif, partizanlığa, umutsuzluğa, ırkçılığa ve ateizme çatmaktadır.

4. "Safahat Dördüncü Kitap": Fatih Kürsüsünde İki arkadaşın Fatih yolundaki konuşmalarını içeren bir bölümle, Fatih Camii Kürsüsü'ndeki vaizin konuşması olarak verilen uzunca metni içermektedir. 1 800 dizedir. Toplumsal ve siyasal bir yergidir. Tembellik, gerilik ve batı mukallitleri hedef alınmıştır.

5. "Safahat Beşinci Kitap": Hatıralar Tümü 1 600 dizedir. Manzumelerde toplumsal felaketler karşısında Allah'a yakarılmakta, İslamiyet’i gerektiği gibi ve geri kaldığı için tembel halk ve aydınlar suçlanmakta, Akif'in gezdiği yerlerdeki izlenimleri anlatılmaktadır.

6. "Safahat Altıncı Kitap": Asım 2 500 dizelik tek parçadan meydana gelmektedir. Savaş vurguncuları, köylülerin durumu, geçmişe bakış anlayışı, eğitim-öğretim, medrese, ırkçılık, batıcılık, gençlik gibi birçok konu üzerinde durmakla birlikte, Akif'in gerçek görüşünü temel alır. Hocazade(Akif) ile Köse İmam arasında karşılıklı konuşmalar biçiminde geliştirilmiştir.

7. "Safahat Yedinci Kitap": Gölgeler Akif'in 1918–1933 yılları arasında yayımlanmış manzumelerini içermektedir. Bunların toplamı bir kısmı kıta olmak üzere 41'dir. Manzumelerin üçü ayet yorumu olarak kaleme alınmıştır. Yazdıkları dönemin Akif üzerindeki etkilerini yansıtmaktadır.

8. "Son Safahat": Ölümünden sonra, damadı Ömer Rıza Doğrul tarafından Akif'in basılmamış şiirleri bir araya getirilerek bu ad verilmiş ve 1943'teki toplu basımın sonuna konmuştur. 16 manzumedir ve birçoğu kıtadır. Safahat'ın daha sonraki basımlarında Son Eserleri başlığı altında verilmiştir. M.Ertuğrul Düzdağ'ın tertip ettiği 8. Basımda bunlara 11 yeni manzume eklenmiştir.

9. "Safahat (Toplu Basım)": 6 Safahat'ın ve Son Safahat'ın yeni harflerle toplu basımıdır. Ömer Rıza Doğrul tarafından basıma hazırlanmış, bir mukaddime, indeks ve önsöz konulmuştur.

Nesir türünde

1. "İttihat Yaşatır, Yükseltir, Tefrika Yakar Öldürür" : Mehmet Akif ile Aksekili Ahmet Hamdi Bey'in, İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin Şehzadebaşı Kulübü'nde yaptıkları birer konuşma Mev'aziz-I Diniye Birinci Kısım adıyla bastırılmıştır. Buradaki 54–60. Sayfalar Mehmet Akif'in konuşmasını kapsamaktadır.

2. "Kastamonu'da Nasrullah Kürsüsü'nde" : Akif'in Kastamonu Nasrullah Kürsüsü'nden yaptığı konuşmasıdır. Akif, Sevr Anlaşması'nı anlatmaktadır.

3. "Kur'an'dan Ayetler ve Nesirler": Üç bölümlük eserin birinci bölümünde Kur'an Tefsirleri, ikinci bölümde Milli Mücadele döneminde yazılmış üç tefsiri ile Kastamonu ve ilçelerindeki vaazları üçüncü bölümde ise edebiyat yazıları, hasbıhalleri yer almaktadır.

4.  "Mehmet Akif Ersoy ( Safahat ve İstiklal Marşı Şairi), Kur'an -I Kerim'den Ayetler (Meal-Tefsir)- Mev'izeler (Balkan Harbi'nde-Milli Mücadele'de)": Hazırlayan: Suat Zühtü Özalp. Birinci kısımda Akif'in yorumladığı ayetlerin Kur'an yazısı ve Latin harfleriyle okunuşu, meali ve tefsiri veriliyor. Bunların sayısı 32'dir. İkinci kısım da sekiz konuşma vardır. Bunlardan üçü Balkan Savaşı yıllarında yapılmıştır. Zağanos ve Nasrullah Camiileriyle Kastamonu ve ilçelerindeki konuşmalarından oluşur.

5. "Mehmet Akif, İstiklal Marşı Şairimizin İstiklal Harbindeki Vaazları": Hazırlayan: Hasan Boşnakoğlu

6. "Babanzade Ahmet Naim, Profesör Abbas Mahmut Akkad, Mehmet Akif: İman ve Ahlak": Hazırlayan: Süleyman Fahir

7. "Mehmet Akif Ersoy Hutbeler": Sadeleştiren: Maruf Evren

Çeviri

1. "Müslüman Kadını": Mısırlı Ferid Vecdi'den tercüme edilmiştir.

2. "Hanoto'nun (Hanotaux) Hücmuna": Muhammed Abduh'un İslami Müdafaası Fransız Dışişleri Bakanlarından Hanotaux, yazdığı bir makalede, İslam’ın medeniyeti kabule elverişli olmadığını ileri sürmüş, Muhammed Abduh da buna bir cevap vermiştir. Akif'in bu çevirisi, daha sonra kitap haline getirilmiştir.

3. "İçkinin Hayat-ı Beşerde Açtığı Rahneler": Abdülaziz Çaviş'ten çevrilmiştir.

4. "Anglikan Kilisesi'ne Cevap": Abdülaziz Çaviş'ten tercüme edilmiştir. Kitap ayrıca Hazreti Ali'nin Bir Devlet Adamına Emirnamesi adıyla da Mehmet Akif'in çevirisinden yayımlanmıştır.

5. "Mehmet Akif Külliyatı": Hazırlayan İsmet Hakkı Şengüler. Akif'in çevirilerine ayrılmıştır.6.Orani: (Kamil Flamaryon'dan)

7. "Hadika-i Fikriyye": (Ferit Vecdi'den)

8. "Müslümanlıkla Medeniyet": (Ferit Vecdi'den)

9. "Medeniyet-i İslamiye Tarihi'nin Hataları": (Şiblinnumani'den) Corci Zeydan tarafından yazılan Medeniyet-i İslamiye Tarihi adlı eserin hatalarını göstermek amacıyla Hintli Şiblinnumani'nin yazdığı eserlerdir.

10. "Asr Suresi Tefsiri": ( Muhammed Abduh'dan)

11. "Alemi İslam": Hastalıkları ve Çareleri:         (Abdülaziz Çaviş'ten)

12. "Müslümanlık Fikir ve Hayata Neler Bahşetti?": ( Abdülaziz Çaviş'ten)

13. "Kavmiyet ve Din, İslam ve Medeniyet":         (Abdülaziz Çaviş'ten)

14. "Esrar-ül Kur'an": (Abdülaziz Çaviş'ten) Bu eserin çoğu bölümünü Mehmet Akif Ersoy tercüme etmiştir.

15. "İslamlaşmak": (Sait Halim Paşa'dan) Fransızcadan çeviridir.

 

 

Kaynak: http://www.meb.gov.tr/belirligunler/istiklal_marsi/index_istiklal.html

 


 

 MEHMET AKİF-EDEBİ PORTRELER

Orta bir boy, geniş ve yuvarlak omuzlar. At sırtından inmemiş eski Türk akıncıları gibi, gövde kısmı bacaklardan daha uzun. Makine ile kesilmiş saçlar. Hayretle kalkık kaşlar. Kestane renkli derin gözler. Öfkeli zamanlarında bile kadife parıltıları yapan yumuşak bakışlar.

Onu ilk defa rahmetli Enver’in evinde görmüştüm. Balkan Savaşı’nda vatanın uğradığı felâkete şiirleriyle tek başına ağladığı günlerde idi. Her hafta bir başka mersiyesini ana toprağın bir yarasına sarıyordu. Herkesin sustuğu, dillerin tutulup kalemlerin uyuştuğu bu facia ortasında o ruhun ve vicdanın İlâhi bir meşalesini eline almıştı.

Ben Akif’e, bu muhteşem heyecan divanhanelerinden geçerek kavuştuğum için, ilk görüşmemizin hafızamdaki izi ölünceye kadar silinmeyecektir.

Sarıgüzel’de, yumuşak sedirli mert bir dost evinde, pencereleri çok renkli bir bahçeye bakan bir odada idik. Tek tük ak düşmüş siyah sakalı, konuşurken dişlerinin parıltısını arttırıyordu. Kendi evini, Rumeli’yi kaplayan kan sellerinden kurtulmuş göçmenlere verip bir dostuna misafir olmuştu.

0 gün vatandan başka hiçbir şey konuşulmadı. Kanım kaynamıştı. Aramızda mefkûre ayrılığı yoktu. Ancak ona giden yollar başka başka idi. Ona candan bağlandım ve tabutunu omzumda taşıdığım güne kadar da içimin sevgisi arttı, eksilmedi.

Evet, o İslamcı, ben Türkçü idim. Ben, onun tuttuğu yolda çürüklükler görüyordum. O Türkçülüğü, imparatorluğu parçalayan bir tehlike sayıyordu.

Kendisine, Arap, Arnavut ve Kürt davalarını anlatmak istedim.

-Artık Türk’ün de kendini düşüneceği zaman gelmiştir, dedim.

Yüzüme kızgın ve yaralı gözlerle baktı. Cevap vermedi.

Evet, vatan saadetini dilemekte birdik ama millî inanışta, millî mefkûrede uzlaşmamıza imkân yoktu. Yalnız onun imanındaki temizliğe, hasbîliğe de hürmeti borç bilirim.

Şair Âkif de büyük bir varlıktır, ama insan Akif’in büyüklüğünü dile sığdırmak çok güç. Ona dair yazılan kitaplarda çok hayranlık, çok sevgi, çok saygı var. Fakat dedim ya insan Âkif, bir engindir; dil, bir kadeh.

Süleyman Nazif, Mehmed Âkif isimli eserinde onun sanatını bir sanatkâr heyecanıyla anlatır. Bence bu büyük adam daha az coşkun bir gönül ve daha sakin bir beyinle incelenmelidir. Akif’in sanatkârlığı, eskilerin “sehl-i mümteni” dedikleri cinsten bir şeydir. İlk bakışta derinliği göze çarpmaz.

Dil, sanki balmumudur. Söz, onun sanat potasında su gibi erir ve kalıplanırken hiç pot vermez. Bundan ötürüdür ki onun üslûbundaki pürüzsüzlüğü görenler, Davud’un mucizesini hatırlarlar. 0, sesinin yakıcı âhengiyle demirleri yumuşatıp zırh yaparmış, Akif’in elinde de söz o hale gelir.

Aruz, eskiden beri gem taktırmaz azgın bir küheylan olarak tanınmıştır. Divan edebiyatını dolduran aksaklıkları, zarureti vezin mazereti reçetesiyle örterler. Bu büyük sanatkâr, vezin içinde yalnız sözün hâkimiyetini kurmakla da kalmamış, aruzu kalemine köle etmiştir. En bulanık, en çetrefil, en akıcı düşünceler, duygular onun huzurunda dize geldi. Bu müjde, hattâ Safahat alınmaya lâyık tutulmamış ilk manzumelerinde bile görülür.

Onda en çok imrendiğim şey, kendini başkaları için harcayışıdır. Bütün eserlerinde şahsî bir derdine rastlayamazsınız. Sanihası, ilhamı, duyuşu, sezişi hep vatan ve millet içindir.

Ömürlerinde hürmetten, alkıştan başka bir şey görmedikleri halde vatana ve millete küsen şairlerimiz var. Âkif küçüğünden büyüğünden haksız tarizlere uğradığı halde şiirine bunların gölgesini düşürmedi. Çünkü o, sanatıyla olduğu kadar’ kalbiyle, vicdanıyla, şuuruyla ve feragatiyle de büyüktü.

Mısır’a gidişini ne mânâsız şeylere verdiler. Şapkadan ürktüğünü söylediler. O, şapkadan ürkecek adam mı idi? Bana inanmazsanız şu beytini dikkatle okuyunuz.

Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum

Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boynum

hakikatin ne olduğunu görürsünüz.

Anadolu’da İstiklâl kavgası başladığı vakit, koynunda üç günlük nafakası yokken yayan yollara düştü. Bu tarihte Araplar ayrılıp ayrı devlet kurmuş, Arnavutlar başlarına bir kral geçirmişlerdi. İstiklâl Savaşı, yalnız Türk’ün dâvâsı idi. Ona “molla” diyenler, “softa” diyenler, İstanbul da yan gelip müstevlilere boyun eğerken, Âkif ruhunun kılıcını çekmiş ve gaza meydanına atılmıştı.

İstiklâl Marşı’nın ilk mısraındaki müjde, orada dövüşen kahramanlar için değil, burada titreşen zavallılar için yazılmıştır.

Vatan felâketini olduğu kadar, millî şerefi de onun kalemi besteledi.

Balkan faciasına ağlayan mısralardan sonra, Çanakkale harikasının destanını da o yazdı. Hamasî lirizmin en kaynak örneklerini o verdi.

“Bülbül”, “Secde” şiirlerinde ise bir insan kalbinde kopması mümkün olan fırtınaların en coşkunlarıyla karşılaştık. Âkif, yalnız bu iki manzumenin sahibi olsaydı, yine şanında hiçbir eksiklik bulunmayacaktı. Bir şair ruhunun ne engin kanatlı bir varlık olduğunu bu şiirlerde bütün ihtişamıyla gördük.

Mısır’da çıkardığı Safahat'ın son cildi Âkif’in nasıl gittikçe olgunlaştığının ne büyük bir şahididir.

Boğaziçi orada hiç sönmeyecek bir fikir ve ruh şenliği halinde yaşıyor. Mevlid dekoru bir harikadır.

Mehmed Âkif, kuyruklu yıldızlar gibi asırda bir doğan, fakat tek başına bütün bir ufku dolduran bir bahtiyardı. Sanatının elmas sorgucu bütün iftiralar, anlamamazlıklarla lekelenmeye çalışılsa bile, yarınki nesiller onu gönül dünyasının bir fatihi gibi alkışlayacaklardır.

Geniş omuzları, dolgun göğsü ile ortadan kısa görünen bir boy. Bembeyaz bir sakal, dolgun bıyıklar. Bu beyazlıkla bir türlü uzlaştıramayacağınız derecede genç, gergin, pürüzsüz bir yüz. Altından sanki temiz ruhunun güneşi doğacakmış hissi veren pembe bir ten. Tombulluğundan umulmaz, çevik harı ketler. Yaylı gibi keskin ve âni kımıldanışlar. Sarı elâ gözler çocuk bakışlarının gölgesiz aydınlığı ile doludur. Onlara bakınca, içinizde derin bir emniyetin, büyük bir ferahlanışın tadı duyarsınız. Dokunaklı, ılık, yumuşak bir sesi vardır. Ağzım söz, nezaketle kanatlanır. Tevazuyla büyüktür; kibarlığa, insanı ürkütmeyen sıcak ve cana yakın bir eda verir.

Ben, onu yirmi beş yıl evvel, Türk Ocağı’nda, Türklüğün havarileri arasında tanıdım. Kendi mefkûresinin çerağını on meşalesinden yakanlar, Türk şairini canlı bir azizlik halesi gibi sarmışlardı. O vakitler coşkun bir gençlik vardı. Mefkûre beslenirdik. Onunla giyinir, onunla süslenir, onunla övünürdük. Gönüllerimizin tahtını mefkûre sultanına vermiştik. Mehmed Emin’le işte böyle heybetli bir dekor içinde tanışmıştım yamanda bizi birbirimize bağladı. İşten artan saatlerimiz Ocak’ta geçer, peynir ekmeğimizi orada yer, orada dertleşir, taşkın muhayyilelerimizi tutuşturan emellerden orada konuşurduk.

Ocak büyük değildi. Hattâ merdiven basamaklarında bile yer kalmadığı olurdu. Fakat biz samanlığı seyran yapan bir gönül erginliği içindeydik. Aramızda rütbe, mevki, para, refah sözü geçmezdi. İhtiras nedir bilmezdik.

En çetin mevzulara çarıklarımızla girer, en büyüklerin önünde öz duygumuzu söyler, düşüncelerimizi dile getirirdik. Bu münakaşaları, Mehmed Emin bir velî gülümseyişiyle dinler ve galiba bunlarda biraz da kendi eserini görür gibi olurdu.

O vakitler ben, Beşiktaş’ın Haşan Paşa Deresi denilen semtinde otururdum. Üstadın evi de yirmi adım daha ötede idi.

Hemen her gece orada toplanır, geç vakitlere kadar şiir okur, dünyanın meşhur vatan şairleriyle baş başa kalırdık. Hamdullah Suphi, Doktor Haşan, rahmetli Remzi, Reşit Galip, Bestekâr Yekta bu mefkûre turunun Musa’larıydı.

Mehmed Emin’in bir cephesi işte budur. Herkesin kendi hava ve hevesinde gezdiği demlerde o:

Ben bir Türk’üm dinim, cinsim uludur

Sinem, özüm ateş ile doludur.

diyecek bir uyanıklık göstermiş ve yıllarca bu izsiz mefkûre dağlarında tek başına dolaşmıştı.

Gaye yolunda, hayır hayır, gaye kayalığında, gaye sarpında tek kalmak herkese nasip olmaz. Ruhunda ideal ordularının uğultulu karargâhını sezmeyenler, bu muhteşem yalnızlığa katlanamazlar.

Türk Sazı'na “kaval” diyenler oldu

Bende esir yaratmayan bir Tanrı’ya iman var

dediği vakit, etrafındakiler bunun mânâsını henüz anlamamışlardı. Düzme edebiyatların, sahte hassasiyetlerin şiirden kovduğu Türk sözlerini, o, öksüzlükten kurtardı. Aruzun yabancılığıyla kaynaşmamasını beceriksizliğine verenler bile olmuştu. Bütün bunları duydu. Aldırmadı. Kanayan sanatkâr kalbini, mefkûresinin eleğimsağmadan sargısıyla sararak avundu. Her tariz, ona Kızılelma yolculuğunda yeni bir basamak oluyor, biraz daha yükseldiğini, ufkunun bir parça daha genişlediğini seziyordu.

Nihayet beklediği gün geldi. Ona “Millî Şair dediler. Kendi elemini, kendi derdini, öz ıstırabını, beşerî zaaflarını, aşkını, çocuklarını sazına sokmamış, bütün sanatını vatan ve millete vakfetmiş, bu hakkı, bu şerefli adı ömür süren bir feragatin mükâfatı olarak kazanmıştı.

Beranje’yi Fransızlığın en cana yakın şairi yapan sadelik, bizim Mehmed Emin’imizde de var. Kıymet hükümlerimizi zaman çerçevesi içinde vermeliyiz.

Mehmed Emin, hayatında nasıl her ihtirası yenerek bütün gücünü Türklüğe harcamışsa, sanatını, sanatkârlığını da yine o uğurda feda etmiştir.

Derin şair, kuyumcu sanatkâr, âhenk yaratıcısı olmaya özenmedi. İnceliği, yüksekliği, güzelliği birer yıldız ve mefkû-reyi bir güneş şeklinde gördü.

“Ey Türk Uyan” derken, düşündüğü şey yalnız anlaşılmaktı. Mısralarının kadife kınlı, zümrüt kabzalı süs kılınçları gibi değil, akıncıların çıplak fakat muzaffer kılınçları gibi olmasını istedi. Onun açtığı ruh gazasında bu sadelik ve bu ferâgat gerektir.

HAKKI SÜHA GEZGİN, EDEBİ PORTRELER