Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

AHMET REFİK-EDEBİ PORTRELER

 Yuvarlak bir baş. Şişkin, yüksek bir alın. Kumral kaşlar altında süzgün mavi gözler. Düzgün çizgili, titrek kanatlı bir burun. Dolgun dudaklar, keskin bir çene. Yanık, mat bir ten. Orta boy. Azıcık pürüzlü, derinlik hissi veren bir ses.

Konuşma onda zemberek kuruluşu gibi bir şeydi. Ağzı ile birlikte boynu, başı ve kolları da işlerdi.

Ahmet Refik’i, ilk defa Babıâli’deki Evrak Mahzeni’nde gördüm. Rahmetli Muallim Cevdet ile beraberdik, o, Evkaf kayıtlarına bakıyor, hazine tomarlarının çetrefil siyakatleri ile uğraşıyor, ben Enderun sicillerini tetkik ediyordum.

Ahmet Refik, o zamanlar Cem hakkında vesika topluyormuş. Kâğıt, mürekkep ve nem kokularının birleştikleri bu hava içinde biraz da aynı çileyi çekenlerin ortak duyguları ile birbirimize kaynaşarak tanıştık.

Sonra Ayasofya Kütüphanesi’nde ve Bahriye Müzesi’nde de sık sık görüştüğümüz olurdu. Fakat yollarımızın ayrılığı, aramızda bir engeldi. Uzun ve sürekli bir içli dışlılığa kavuşamadık. Ama Ahmet Refik, kalender yaradılışı ile geniş, hattâ engin bir ruhtu. Gönlünün ısındığı adamlara karşı, bir dakikada bütün samimiyeti ile açılır, derdini döker, karşılık beklemeden sır verirdi.

 

 

Onunla konuşup da kanının kaynadığını duymamak hemen hemen imkânsızdı. Hangi mevzu ile uğraşır, tarihin hangi çağında çalışırsa, bütün benliği ile o devre girer, o devrin yaşayışını benimserdi.

Çok kere Ahmet Refik’i, tetebbu ettiği devrin dâüssılası içinde gördüm. Hele Lâle Devri’ni yazdığı günlerde.

Onda büyük aktörlerin temessül kabiliyeti vardı.

Bizde Tanzimat’ın yetiştirdiği tarihçiler az değildir. Fakat bunların hemen hemen hiçbiri, kendini büsbütün tarihe vermemiştir. Arada sırada başka mevzulara da kuvvet harcamışlar, verimlerini azaltmışlardı.

Ahmet Refik böyle yapmadı. Yolunu bulduktan sonra, artık bir daha tarihten başka sahalara akmadı. Şiir ve edebiyata olan merakını, bir münevverlik alâmetinden başka şeye veremeyiz.

Batı dünyasının büyük müverrihlerini yakından tanırdı. Onların eserlerini, tuttukları yolları, usullerini, hâdiseleri inceleyişlerini Ardö grupe denilen tasniflerini kavramış ve benimsemişti.

On dokuzuncu asrın yetiştirdiği büyük müverrihlerin bazılarını asıllarından, bazılarını da tercümelerinden okurdu. En beğendiği şahsiyet Ernest Lavisse idi. Onun umumi tarihini, bu yolda yazılmış eserlerin en muhteşemi diye övdüğünü bilirim.

Meşrutiyetin ilk yıllarında bunu örnek tutarak büyük çapta bir cihan tarihi yazmaya başlamış ve eğer aldanmıyorsam, altı cildini de çıkarmıştı. Bilhassa Mısırlılara ait kısmı değil yalnız bizde, Balkanlarda da fikir dalgalanışları uyandırmıştı. Ne yazık ki bu eser, uğrunda harcanan emeğin karşılığını göremedi ve yarım kaldı.

Bu sürümsüzlüğün en fena tesiri, artık Ahmet Refik’in büyük ve silsileli esere başlamak kudretini kırmak oldu. Hiç şüphe etmiyorum ki o, şayet kalabalık bir okuyucu yığınına yahut istikbal için sermaye yatırmaktan çekinmeyen bir basıcıya kavuşsaydı, daha geniş çalışmalara dalacak ve bıraktığından daha zengin eserler verecekti.

Yukarıda muhit alâkasızlığının zararlarından bahsettim. Bu gevşeklik, bir yandan memleketi İlmî zenginlikten uzaklaştırırken; bir yandan da Ahmet Refik’in ruhuna yeisin karanlığını doldurdu. Onu içkiye, derbederliğe sürükleyen âmillerden biri de işte bu yeistir.

Sık sık Cenyo’da, Cambeta’da görülmeye başlar. Onu tanıyanlar ve değerini yakından bilenler, söz açıldıkça:

- Yazık! Çok içiyor! diye hayıflanıyorlardı.

Gerçekten de çok içiyordu. Hele Ada’ya taşındıktan sonra, içkiye düşkünlüğü bir kat daha artmıştı. İlminin durgun havasını sık sık coşturan bu alkol fırtınalarının yanı başında, küllenmiş eski bir ateş de tekrar parlamaya başlıyordu. Bu ateş şiir heyecanı idi. Hemen her gün yeni bir şarkı yazıyor, daha garibi, bunları kendi kendine bestelemeye de kalkışıyordu.

Onu son görüşüm, içimde hâlâ kanayan bir yara açmıştır.

Bir dostumu görmeye gidiyordum. Ada vapuru tenha idi. Yerliler, büyük bir aile gibi, lâubâli konuşmalarla, yolun uzunluğunu gidermeye çalışıyorlardı.

Bu aralık, alt kamara merdiveninden Ahmet Refik belirdi. Yüzü kıpkırmızı, gözleri mosmor ışıklı idi. Bakışlarında ispirto alevini andıran çakıntılar pırıldıyordu. Ağır ağır çıkıyor, elin-dekini dökmekten çekinenlerin itina ve ihtiyatıyla basıyor gibiydi.

Yarı beline kadar yükselince, bunun sebebini anladık. Elinde soyulmuş bir hıyar vardı ve dimdik tutuyordu. Nef’inin:

Hem kadeh, hem bade, hem bir şûh sâkîdir gönül mısraını:

Hem kadeh, hem bade, hem bir şûh sâkîdir hıyar şeklinde okuyordu.

Yaklaşınca, bu değiştirmenin sebebini anladık. Hazret, hıyarın içini oymuş, rakı doldurmuşmuş. Hem içiyor, hem kenarını ısırarak meze ediyordu.

Son günlerinde büsbütün harâbatîleştiğini, gece gündüz içtiğini, hiç ayık gezmediğini söylüyorlardı. Nihayet zavallı gövdesi, bu taşkın ruhun ve kaynak kafanın aşırı yaşayışına dayanamayarak devrildi gitti.

Ahmet Refik böyle perişan yaşamasaydı, elbette bugünkünden daha büyük bir müverrihle karşılaşmış olacaktık. Fakat bu derbederlikte biraz da muhitin tesiri, suç payı vardır. Onun bu dağınık ömrüne sığdırdığı eserler de, adını torunlarımıza kadar götürecek altın bir beyin zinciridir.

HAKKI SÜHA GEZGİN, EDEBİ PORTRELER

SON EKLENENLER

Üye Girişi