Kullanıcı Oyu: 5 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin
 

AHMED MİDHAT

Romancı (1844-28 Aralık 1912). İstanbul'da doğdu. Küçük yaşta, babasının ölümü üzerine bir aktarın yanma çırak ve­rildi. Bir süre sonra üvey ağabeyinin bulunduğu Vidin'e gön­derildi. Orada ilköğrenimine başladı (1853). Ağabeyi, görevi gereği İstanbul'a dönünce, Tophane Sıbyan Mektebi'ne gir­di (1859); Niş'e atanınca da Niş Rüştiyesi'nde okuma fırsatı bu­larak ortaöğrenimini tamamladı (1863). Tuna Vilâyeti Mektebi Kalemi'nde memuriyete başladı. Doğu kültürü üzerindeki çalışmalarıyla birlikte Fransızca dersi aldığı bu yıllar bir yan­dan da Tuna gazetesinde yazılar yayımlıyordu. Bu yazılarıy­la Tuna Valisi olan Mithat Paşa'nın ilgisini çekti. Sandık Eminliği görevine getirildi. Paşa, Bağdat Valiliği'ne atanınca onu da birlikte götürdü (1869). Orada vilâyete bağlı Zevra ad­lı gazetenin yayımını sürdürürken ilk kitapları olan Hâce-i Evvel ile Kıssadan Hisse'yi çıkardı. Ağabeyinin ölümü üzeri­ne ailesini geçindirebilmek amacıyla İstanbul'a geldi (1871). Evinde küçük bir basımevi kurarak gazeteciliğe, yayımcılı­ğa başladı. Bir yandan da Ceride-i Askeriyye ve Basiret ga­zetelerine makaleler yazıyordu. Dağarcık, Kırk Anbar dergileriyle Devir ve Bedir gazetelerini bu yıllarda yayımlamıştır (1873-1876).

Abdülaziz'in Meşrutiyet yönetimini benimseyen aydınları çe­şitli baskı yöntemleriyle sindirmek istediği bu yıllar o da Dağarcık'ta darvinizm üzerine yayımladığı bir inceleme ya­zısında dinsizlik propagandası yaptığı savı ile Rodos'a sürgün edildi (1873-1876). Meşrutiyetin ilanıyla İstanbul'a döndük­ten bir süre sonra da tahta çıkan II. Abdülhamid’i kuşkulan­dıracak hareketlerden uzak kaldı. Giderek bu padişahın 33 yıl süren döneminde Takvim-i Vekayi ve Matbaa-i Amire Müdürlüğü (1877), Karantina Başkâtipliği (1885), Meclis-i Umur-i Sıhhiye İkinci Reisliği (1895) görevlerinde bulundu, Tercü­man-ı Hakikat gazetesinin yayımını sürdürdü. II. Meşrutiyet­ten sonra da İstanbul Kız Muallim Mektebi'nde ve Darülfünun'da tarih ve felsefe öğretmenliği yaptı (1908-1912). İlk roman çalışmalarına Rodos'ta sürgün bulunduğu yıllarda başlayan Ahmet Mithat, 1874-1908 yılları arasında her türe örnek gösterilebilecek olan 28 roman yazmıştır. Serüven (Ha­sam Mellah), gezi (Acaib-i Âlem), korku (Çengi), tarih (Arnavutlar-Solyotlar), bunlar arasındadır. Ayrıca duygusal (Yer­yüzünde Bir Melek) ve gerçekçi (Henüz 17 Yaşında) romanla­rı da vardır.

Dil konusunda «Bir kelimenin Türkçesi, fakat maruf olan Türkçesi varsa, onun yerine Arapça ve Acemce bir söz kulla­nılmasa, lisanımızın sadeliği bir kat daha artar...» biçiminde görüşler ileri sürmesine karşın sadeleşme amacına uygun bir yazı dili kuramamıştır.

Yaşamı boyunca matematik, fizik, kimya, ekonomi, felsefe, tarih, coğrafya, hukuk ve eğitim konularında yüzlerce makale yazan, çeviriler yapan Ahmet Mithat Efendinin halkın oku­ma alışkanlığı kazanmasında büyük katkısı olduğu kabul edilir.

ESERLERİNDEN BAZILARI: Kıssadan Hisse (öykü, 1870/71), Durûb-i Emsâl-i Osmaniyye Hikemiyyâtının Ahkâmını Tasvir (1874/75, roman), Hasan Mellâh - yahut - Sır içinde Esrar (1874/75), Hüseyin Fellâh (1874/75), Dünyaya İkinci Geliş - yahut - İstanbul’da Neler Olmuş (1874/75), Felatun Bey ile Rakım Efendi (1875, 1966), Karı Koca Masalı (1875), Paris'te Bir Türk (1876), Süleyman Musulî (1877, Musullu Süleyman adıyla günümüz Türkçesine aktarılmış bas. 1971), Çengi (1877), Yeryüzünde Bir Melek (1878/79), Henüz 17 Yaşında (1880/81, 1949, basıma hazırlayan Hakkı Tarık Us), Karnaval (1880/81), Vahi (1881/82), Acâib-i Âlem (1881/82), Dürdane Hanım (1881/82; 1948, basıma hazırlayan, Hakkı Tarık Us), Cellât (1884), Esrar-ı Cinâyât (1883/84), Hayret (1884/85), Haydut Montari (1887), Arnavutlar-Solyotlar (1887/88), Demir Bey - yahut - înkişaf-i Esrar (1887/88), Gürcü Kızı Yahut İntikam (1888/89), Müşâhedât (1890/91), Papazdaki Esrar (1890/91), Ha­yal ve Hakikat (1891/92), Ahmet Metin ve Şirzad (1891/92), Taaffüf (1895/96), Gönüllü (1896/97), Eski Mektuplar (1897/ 98), Jön Türk (1908).

KAYNAKLAR: Mustafa Baydar (Ahmet Mithat, 1954), Cev­det Kudret (Ahmet Mithat, 1962). Münir Süleyman Çapanoğ­lu (İdeal Gazeteci, Efendi Babamız, 1964), Doç. Dr. Orhan Okay (Batı Medeniyetleri Karşısında Ahmet Mithat Efendi, 1975), Şükran KURDAKUL, (Şairler ve Yazarlar Sözlüğü).

 


AHMED MİDHAT EFENDİ

(ö. 1844-1912)

Yazar, gazeteci, romancı ve nâşir.

Rus işgali üzerine 1829’da Kafkasya’yı terke mecbur kalan bir anne ile, Anadolu’dan gelip İstanbul’a yerleşmiş bir babanın oğlu olarak Tophane semtinde dünyaya geldi. Orta halli bir esnaf ailesi içinde ve güç şartlar altında yetişti. Babasının ölümü üzerine, ağabeyinin memuriyette bulunduğu Vidin’e gitti (1857). Orada başladığı sıbyan mektebini Tophane’de bitirdi (1861). Midhat Paşa’nın Niş valiliği sırasında yine ağabeyi ile Niş’e gitti, rüşdiye tahsilini orada tamamladı. Mithat Paşa’nın Tuna valiliği üzerine Rusçuk’a giden Ahmed Midhat, Vilâyet Mektûbî Kalemi’nde ilk memuriyetine başladı (1864). Kendi adını bu zeki ve kabiliyetli gence veren Midhat Paşa, onu Fransızca çalışmaya teşvik etti ve imkânlar sağladı. Böylece Ahmed Midhat’a Batı kültürünün kapıları açıldığı gibi o sayede Tuna gazetesinde muharrir (1868), bir yıl sonra da başmuharrir olarak yazı hayatına başlamış oldu.

Bağdat valisi olan Midhat Paşa, yeni vazifesine giderken kalabalık maiyeti arasında, ağabeyi ile birlikte Ahmed Midhat’ı da götürdü (1869). Burada Zevrâ gazetesinin müdürü olan Ahmed Midhat, Bağdat’ta kendisini kültürlü bir çevre ve oldukça programlı bir sohbet meclisi içinde buldu. Bu çevrede Ahmed Midhat Efendi’ye, ressam Osman Hamdi Bey Batı kültürü, Muhammed Feyzî ez-Zühâvî din ve medrese kültürü, açık fikirli, yarı meczup, feylesofmeşrep bir adam olan ve Arapça, Farsça, Hintçe, İbrânîce, İngilizce bilen Şirazlı Bakır Can Muattar Doğu ilimleri ve çeşitli felsefî kültür sahalarında tesir ettiler. İlk kitapları olan Hâce-i Evvel serisi ile Kıssadan Hisse’yi burada yazdı.

Bağdat mutasarrıfı olan ağabeyinin ölümü üzerine memuriyetinden ayrılarak İstanbul’a döndü (1871). Ağabeyininki ile beraber çok kalabalıklaşan ailenin geçim sıkıntısı omuzlarına yüklendi. Cerîde-i Askeriyye’ye başmuharrir oldu. Bunun yanı sıra, Tahtakale’de oturduğu evde kurduğu matbaada, aile fertlerinin de katılmasıyla kendi kitaplarını neşre başladı. Bu neşriyatta muharrir, mürettip, dağıtıcı olarak kendisinden ve ailesinden başka yardımcısı olmadı. Bir yıl içinde matbaayı genişleterek önce Sirkeci’ye, sonra Beyoğlu’na nakletti. Aynı yıl, arka arkaya kapanan Devir ve Bedir mecmualarından sonra on sayı devam eden Dağarcık’ı yayımladı. Bu dergide çıkan “Duvardan bir Sadâ” adlı yazısında ortaya koyduğu, ancak daha sonra vazgeçtiği (aş. bk.) materyalist düşüncenin izlerini taşıyan ifadelerinden dolayı Basîret gazetesi tarafından İslâm aleyhtarlığı ile suçlandı. Muhtemelen bu sebepten 1873’te, Genç Osmanlılar’ın arasında, onlarla ilgisi olmadığı halde Rodos’a sürüldü. Üç yıl devam eden bu sürgün devresinde Rodos’ta çocuklar için bir “Medrese-i Süleymâniyye” kurdu ve orada ders verdi; ders kitaplarını ve ilk romanlarını neşre başladı. Otuz dört sayı devam edecek olan Kırkanbar dergisi için de buradan yazı gönderiyordu. V. Murad’ın padişah olmasıyla affedilerek İstanbul’a döndü. Gazetecilik, romancılık ve neşriyat faaliyeti bundan sonra daha yoğun olarak devam etti. Gazetecilik tarihimizin en uzun ömürlü gazetelerinden olan Tercümân-ı Hakîkat’i çıkarmaya başladı (1878).

Geçim imkânlarını çok defa kendisi sağlayan, bununla birlikte II. Abdülhamid devrinde sarayın himayesinden de mahrum kalmayan Ahmed Midhat, ölümüne kadar Takvîm-i Vekayi‘ ve Matbaa-i Âmire müdürlüğü, Meclis-i Umûr-ı Sıhhiyye âzalığı ile reisliğinde ve çeşitli hocalıklarda bulunmuş, 1889’da Stockholm’de toplanan Şarkiyatçılar Kongresi vesilesiyle iki buçuk ay süren bir Avrupa seyahati de yapmıştır. II. Meşrutiyet’ten sonra emekli olarak bir müddet Dârülfünun, Medresetülvâizîn ve Dârülmuallimât’ta genel tarih, dinler tarihi, felsefe tarihi, eğitim tarihi gibi dersler okuttu. 28 Aralık 1912’de fahrî olarak hizmet ettiği Dârüşşafaka’da öldü. Mezarı Fatih Camii hazîresindedir.

Ahmed Midhat Efendi, çağdaşları olan diğer Tanzimat yazar ve düşünürlerinden bazı önemli özellikleriyle ayrılır. Birtakım siyasî düşünceleri olmakla birlikte, devletin o asırda gözle görülür bir buhran halini almış olan sıkıntılarından kurtuluş çaresini, meselâ Genç Osmanlılar gibi bir rejim değişikliğinde görmüyordu. Çok yakından tanıdığı ve samimiyetle bağlı bulunduğu devrin hükümdarı II. Abdülhamid gibi, eğitim ve kültürün belli bir seviyeye gelmediği milletlerde rejim meselelerinin ön plana getirilmesinin zararlı olacağına inanmıştı. Bundan başka, geçen yüzyılda Osmanlı aydınları arasında yaygın olan Batı hayranlığı da Ahmed Midhat’ta farklı bir görünüştedir. O, hemen bütün edebî ve fikrî eserlerinde, Doğu ve Batı medeniyetlerini mukayese ederek, sathî de olsa bir tenkit süzgecinden geçirmiş, o devir için dikkate değer bir sentez oluşturmaya çalışmıştır. Bu maksatla roman, hikâye, tiyatro gibi edebî karakterdeki eserlerinde ve bunların dışındaki inceleme-mâlumat mahsülü kitap ve yazılarında, hemen her konuya duyduğu ilgi ve tecessüsünü okuyucuya da aşılamaya çalışmıştır. Romanlarında, çok defa tenkit edilen ve hatta alay konusu haline getirilen “istitrat” kabilinden bilgi verme tavrını ve okuyucusu ile diyalog kurma alışkanlığını biraz da bu endişesi ile izah etmek doğru olur.

Ahmed Midhat ilk olarak 1896 Haziranında Tercümân-ı Hakîkat’te yayımlanan “Dilde Sadeliği İltizam Edelim” başlıklı yazısında ve bunu takip eden diğer yazılarında, oldukça yaygın ve ciddi tepkilere rağmen dilde sadeliği savunmuş ve sadeleştirmenin nasıl olabileceğini anlatmaya çalışmıştır. Edebiyat hakkındaki düşünceleri, çağdaşları olan yazarlardan fazla farklı değildir. İyi vakit geçirtirken ibret vermek şartıyla ve eski edebiyatımızla herhangi bir ilgisi olmaksızın, örnek daima Batı edebiyatıdır. Ona göre roman ve tiyotroya, önce Batı’yı taklit yoluyla başlamak, daha sonra mahallî ve millî bir karakter vermek gerekir. Ahlâk yönünden ise kendi millî ve içtimaî gerçeklerimiz aksettirilmelidir. Ahmed Midhat, bu düşüncelerini hikâye ve romanlarında uygulamakla birlikte, belki farkına varmadan, edebiyat geleneğimizden gelen birtakım unsurları da ilâve etmiştir. Orta oyunu, karagöz, bilhassa meddah hikâyelerinin tahkiye ve diyalog tarzı, yer yer Ahmed Midhat’ın romanlarını süslemiştir. Batı edebiyatından, kendi macera ve aşk romanlarına örnek olarak çok defa ikinci sınıf Fransız yazarlarını seçmiştir (A. Dumas, O. Feuillet, P. De Cock gibi).

Sayısı altmışı aşan büyük hikâye ve romanlarından pek çoğu Tanzimat devrinin karakteristik düalizmini sergiler. Doğu medeniyetinin ahlâk ve geleneklerine bağlı, Batı kültürünü benimsemiş müsbet tiplerle, millî örf ve âdetlerimize ilgisiz, Batı’nın sadece serbest ve rahat yaşama tarzını benimsemiş menfi tipler arasındaki çatışma, hemen bütün romanlarının temelini teşkil eder.

Hilmi Ziya Ülken’e göre, Türk fikir hayatında ilk defa onunla Batı’nın felsefe problemleri üzerinde düşünülmeye başlanır. O, gençlik çağında yayımladığı yazılarında-İslâmî inanç sistemiyle çatışmayacağı kanaatini muhafaza etmek kaydıyla-birtakım materyalist ve pozitivist bilgileri benimsemiş, fakat zamanla daha spiritüalist görüşleri desteklemiştir. Buna paralel olarak İslâm ahlâkına ve doktirinine gittikçe artan bir bağlılık göstermiştir. Dağarcık’ta yayımladığı “Felsefe ve Filozoflar” başlıklı yazılarında filozof kelimesinin dinsiz ve kayıtsız insan anlamına geldiği şeklindeki avamî telakkiyi eleştirerek filozofun da dindar olabileceğini savunmuş ve müslüman filozoflardan intikal eden eserleri buna delil göstermiştir. Ahmed Midhat, bu suretle felsefenin önemini kabul etmek ve bu disipline saygısını korumakla birlikte, hakikati arama yolunda felsefe ile aynı gayeye yöneldiğine inandığı dinin, toplumu yönlendirmek bakımından felsefeden daha etkili olduğunu düşünmüştür. Din felsefesinde sadakatle İslâm’a bağlanan ve felsefî görüşlerini bu temele dayandıran Ahmed Midhat, Schopenhauer’ın kötümser felsefesini, Draper’in din ile ilmin çatıştığı yolundaki görüşlerini eleştirdi. Ateist Buchner’i savunan Bahâ Tevfik ve arkadaşlarına karşı cephe aldı. Bununla birlikte o, aydınlanma düşüncesine bağlılıkta ve bilgiyi halka yaymada örnek bir düşünce adamı sayılmıştır.

Ahmed Midhat Dağarcık’ta yayımladığı “Hürriyetin Mahiyeti” başlıklı yazılarında ise insan hürriyetini bütünüyle reddeden mekanist görüşleri tenkit etmekle birlikte kayıtsız şartsız bir hürriyet görüşünü de kabul etmemiştir. Ona göre metafizik bakımdan mutlak hürriyet sadece Allah’a mahsustur ve insan için bu genişlikte hürriyetten söz edilemez. O, bu sınırlı hürriyet görüşünü siyaset ve ekonomi alanlarına da uygulamış, hürriyetçilik akımının siyasî ve ekonomik bakımdan, Sultan Abdülaziz döneminin son yıllarında tehlikeli sonuçlar doğurduğunu görerek birçok yazısında kontrolsüz ve sınırsız hürriyet anlayışını eleştirmiştir. Ahmed Midhat’ın II. Abdülhamid yönetimini savunmasının temelinde bu hürriyet anlayışı vardır.

Bilgi, mülâhaza, müşahede ve incelemeye dayanan büyüklü küçüklü 150 kadar basılmış eseri arasında, ders kitapları (Hâce-i Evvel, Medrese-i Süleymâniyye); ansiklopedik tarih ve coğrafya külliyatı (Kâinat, Mufassal); Abdülaziz devrinin bir nevi siyasî tenkidi olan Üss-i İnkılâb ve Zübdetü’l-hakayık; Hıristiyanlığa karşı İslâmiyet’in müdafaası mahiyetinde Müdâfaa, İstibşâr, Beşâir, Nizâ-ı İlm ü Dîn; Batı felsefesinin Türk cemiyeti için yıkıcı taraflarını ele alıp tenkit ettiği Şopenhavr’ın Hikmet-i Cedîdesi, Volter, Beşir Fuad; Avrupa seyahatinden elde ettiği müşahede ve intibalarını ihtiva eden Avrupa’da Bir Cevelân; gençlik ve sürgün yıllarına ait bir otobiyografi olan Menfâ zikredilebilir.

Ahmed Midhat’ın roman ve hikâyelerinde ortaya koyduğu millî ve İslâmî tavır da, yukarıda ifade edilen davranış tarzıyla paralellik arzeder. Onun doğrudan doğruya dinî-didaktik bir konuyu işleyen romanı yoktur. Ancak bu romanlarda idealize ettiği tipler, Türk-Osmanlı İslâm düşünce ve hareket tarzının temsilcileri gibidirler. Meselâ, Paris’te Bir Türk romanında Nasuh, Demir Bey’de Mustafa, Acâib-i Âlem’de Subhi ve Hicâbî, Ahmed Metin ve Şirzad’da Ahmed Metin, Mesâil-i Muğlaka’da Abdullah Nahîfî bu tiplerden dikkate değer birkaç örnektir. Aşk romanlarında bu gibi kahramanlarla gayri müslimlerin veya geleneklerinden kopmuş Osmanlılar’ın mücadelelerine, Doğu-Batı kültür ve medeniyetlerinin, örf ve âdetlerinin mukayesesi üzerine tartışmalara rastlanır. Ahmed Midhat, bilhassa dinî müsamaha, başka dinden olanların inanç ve ibadetlerinde hür olmaları konusunda İslâm ve Osmanlı usul ve örfünün, Batı’nınkinden her zaman üstün olduğunu ifade eder. Müslüman bir erkeğin ihtida etmemiş hıristiyan bir kızla evlenebileceği, bu durumda karısının ibadetlerini yerine getirmesinde ona yardımcı olacağı motifi de birkaç romanında (Paris’te Bir Türk, Demir Bey) işlenmiştir. Buna karşılık bazı romanlarında da (Süleyman Muslî, Kafkas) aynı konuda hıristiyanların katılığı dile getirilir.

Ahmed Midhat’ın çoğu 1883-1900 yılları arasında kaleme alınmış bu karakterdeki fikrî ve edebî bir seri kitabının yazılmasında, muhtemelen devrin pozitivist ve materyalist yazarı Beşir Fuad’ı tanımasının ve onun intiharına şahit olmasının tesiri vardır. Bu hadise onda, yeni Türk aydınları arasında Batı’dan gelen ve tehlikeli gördüğü cereyanlara eğilmek ve genç nesilleri uyarmak fikrini doğurmuş olmalıdır.

Ahmed Midhat Efendi’nin Mûsâ Kâzım Efendi ile müşterek olarak bir tefsir ve Kur’ân-ı Kerîm’in Felsefesi adıyla yedi veya on cilt tutan çalışmalarından bahsedilmişse de bu çalışmanın âkıbeti hakkında bilgi edinilememiştir.

Belli başlı eserleri şunlardır:

Hikâye ve Romanlar: Letâif-i Rivâyât (25 kitap, 1870-1893), Hasan Mellâh (1874), Hüseyin Fellâh (1875), Felâtun Bey’le Râkım Efendi (1875), Paris’te Bir Türk (1876), Süleyman Muslî (1877), Kafkas (1877), Karnaval (1881), Acâib-i Âlem (1882), Arnavutlar-Solyotlar (1888), Demir Bey (1888), Müşâhedât (1891), Ahmed Metin ve Şirzad (1892), Taaffüf (1895), Mesâil-i Muğlaka (1898), Jön Türk (1910). Diğer eserleri: Ekonomi Politik (1874), Menfâ (1876), Üss-i İnkılâb (1877-1878), Kâinat (1871-1881, I-XV), Mufassal (1885-1887), Müdâfaa (1883-1885), Şopenhavr’ın Hikmet-i Cedîdesi (1887), Beşir Fuad (1887), Hallü’l-ukad (1889), Ahbâr-ı Âsâra Ta‘mîm-i Enzâr (1890), Avrupa’da bir Cevelân (1890), İstibşâr (1892), Beşâir (1894), Nizâ-ı İlm ü Dîn (John W. Draper’in History of the Conflict between Religion and Science adlı eserinin Fransızca’sından [Les de la Science et la religion] yaptığı küçük boy dört ciltlik tercüme 1895-1900). Ahmed Midhat, yaptığı açıklama ve tenkitler dolayısıyla esere İslâm ve Ulûm adını da vermiştir. Sayısı iki yüzü bulan eserlerinin tam listesi Hakkı Tarık Us’un hazırladığı Ahmed Midhat’ı Anıyoruz adlı kitapta bulunmaktadır (s. 169-171).

BİBLİYOGRAFYA:

Mustafa Nihat Özön, Türkçede Roman, İstanbul 1936, s. 186-332; Kâmil Yazgıç, Ahmed Midhat Efendi, Hayatı ve Hâtıraları, İstanbul 1940; Hakkı Tarık Us, Ahmed Midhat’ı Anıyoruz, İstanbul 1955; Ahmet Hamdi Tanpınar, XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul 1956, s. 433-466; Münir Süleyman Çapanoğlu, İdeal Gazeteci Efendi Babamız Ahmed Midhat, İstanbul 1964; Orhan Okay, Batı Medeniyeti Karşısında Ahmed Midhat Efendi, Ankara 1975; Hilmi Ziya Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, İstanbul 1979, s. 107-121, 216, 224; Sabri Esat Siyavuşgil, “Ahmed Midhat Efendi”, İA, I, 184-187.

 M. Orhan OKAY (İSLAM ANSİKLOPEDİSİ, cilt: 2,  sayfa: 100-103)

 

 


EDEBİ PORTRELER KİTABINDAN

AHMET MİTHAT EFENDİ

Fikret ondan, “Yalnız koca bir fem... Bir dağ gibi âdem...” diye bahsetmişti.

Ben kendinden önce eserlerini gördüm. Hasarı Mellah, Hüseyin Fellah, Dağarcık, Hâce-i Evvel çocuk muhayyilemi kamaşmalar içinde bırakıyor, içimde anlayabilmenin o tatlı heyecanını duyuruyordu.    .

Meşrutiyetten sonra bir gün Selanik’teki ittihat ve Terakki

Mektebi’nde vakitsiz zil çaldı. Sermubassır Hasan Efendi, muavinler, sınıfları dolaşarak.

-    Bahçede toplanıp sıra olunuz, konferans var! dediler.

Dört köşe bahçeyi kuşattık.

Fısıltıların arkası kesilmiyordu:

-    Kim konferans verecekmiş?

-    Acaba ne söyleyecek?

-    Yeni bir şey var galiba!

-    Cebirden kurtulduk ya, sen ona bak!

Bu aralık karşımızdaki müdür odasının kapısı açıldı. Beyaz sakallı, iri yapılı, redingotlu bir adam çıktı. Arkasından müdür, muavinler, hocalar yürüdüler. Tam ortaya bir de kürsü koymuşlar, üstünü al çuha ile örtmüşlerdi.

Müdür Midhat Şükrü, efendiyi bize takdim etti ve koca bir kütüphane dolduracak kadar eser sahibi bu muhterem adamın bizimle konuşmak lûtfunda bulunacağını bildirdi.

Ahmed Midhat Efendi, ağır fakat muhteşem ve heybetli adımlarla yürüyordu. Başını önüne eğdikçe, göğsünün üstünde sakalı, bir ipek yelpaze gibi yayılıp açılıyordu. Tâ kulaklarının içinden fışkırıyormuş hissini veren bu sakal, bana Mürebbiye’deki Şem’i Efendi’yi hatırlatmıştı. Ne söylediğini, hangi mevzu üstünde konuştuğunu pek hatırlayamıyorum. Yalnız başlangıç hâlâ aklımdadır:

- Çocuklar, buraya gelirken bir konferans vereceğimi düşünmemiş, hazırlanmamıştım. Fakat sizin karşınızda ilhama nail oldum.

İşte Ahmed Midhat’la ben böyle bir dekor içinde karşılaştım. Geniş yüzü, daha çok şimal Türklerini andırıyor, gür, sert kaşları, alnında bir balkon çıkıntısı yapıyor ve gözlerini gölgeliyordu. Sesi, kalın ve dokunaklı idi.

Bundan sonra onu bir daha hiç görmedim; fakat eserleriyle temasım kesilmemişti. Allah’ım, ne kadar da çok biliyor, nelerden bahsetmiyordu. Yalnız şunu itiraf edeyim ki, Frenk kitaplarıyla tanıştıktan, gerçek sanat eserleriyle dostluğum başladıktan sonra, Ahmed Midhat Efendi’nin eserlerindeki tılsım bozuldu. Onlar, bana artık yaldızları dökülmüş, sevimsiz görünüyordu. Bu nokta, benim hayatımda bir dönüm yeri olduğu kadar, Dağarcık sahibinin hayatında da bir durak yeridir.

Evet, bir ilk mektep hocasını çocuklar bir zaman sonra nasıl bırakıp ayrılırlar, hattâ nasıl onda kendilerini doyuracak manevi gıdalar bulamazlarsa, Ahmed Midhat’ın okuyucuları da boylece dağılırlar. Zaten o kendini bu uğurda harcamıştır Kırkambar, Dağarcık, memlekette bir seviye yaratmak, halkı kitaba alıştırmak için yazılmış şeylerdi.

Mürebbiye’deki genç Şem’i Efendi değil ihtiyar Dehri Efendi kast ediliyor olmalı.

Ahmed Midhat’ın ecdadına irfan borcu yoktur. Kendisine nur mirası kalmadı. Fakat o, kendisiyle bir hanedan başlatmak; hem kendi evlâdına, hem memleket çocuklarına irfan mirası bırakmak saadetine ermiştir.

Çok çetin, pek zahmetli bir çocukluk çağından sonra yine sarp bir gençlik devrinin ağır nasibini taşımıştı. Kendisini kalabalığın uğultulu kaynaşmasından kurtarıncaya kadar hayli hırpalandı. Fakat bu dikenli başlangıçtan sonra refah baharına, şöhret iklimine erdi. Alkış çiçekleri derdi.

Ömründe bin tarafı yoklamıştı. Kitapları birer fıkır ve his bonmarşesi sayılabilir. Bu sürekli değişme içinde, kılına hata gelmeyen şey, üslûbu idi. Ahmed Midhat Efendi ona dokunmadı. En çapraşık davaları da, Kırkambar'ın sadeliği içinde halle çalıştı. Tanzimat şahsiyetleri arasında sadeliği kendine bayrak yapmış kimseye rastlayanlayız.

O, galiba sanatı ferdî bir süs değil, içtimai bir kanat şeklinde görüyordu. Yaşadığı zaman içinde doğrusu böyle bir inanış değerlidir. Bugün Efendi’yi muhakeme ederken, vardığımız ilk büyük netice, bu memlekette okuma zevki yaratma olmuyor mu? Onu bu yüzden alkışlayarak tarihe geçirmiyor muyuz?

Romanları, roman olarak hiçbir kıymet ifade etmez. Çoğuna artık tahammül bile edemeyiz. Fakat yine bu kitapların elimize verdikleri anahtarlarla bize muayyen çağın cemiyetini tanıtacak kapıyı açabiliriz. Yarınki medeniyet tarihçisi, bu eserleri birer meşale gibi kullanacak. Bunların aydınlığında halkın içyüzünü, fikir seviyesini görüp gösterecek.

Roman, hikâye, makale, risale, forma hep birer vasıta olarak onun elinde kullanıldı. Gaye, okutmak, öğretmek, uyandırmaktı. Bu yüzdendir ki meselâ romanda bir harp sahnesi bütün ihtişamıyla sürüp giderken en heyecanlı yerinde, vakayı durdurur ve meselâ topun nasıl yapıldığını, kısımlarının nelerden ibaret bulunduğunu, tarihçesini anlatmaya başlar, ama hikâye harap olup gitmiş. Kimin umurunda. Halka topu anlattı öğretti ya bu kadarı da ona yeter. Bir damla gülyağı, damla,’ zerre olarak kaldıkça keskin bir kokudur. Fakat o damlayı koca bir havuza atarsanız, elinizde kokudan eser kalmaz. Ahmed Midhat, çok kere yarattıklarının kıymetlerini böylece yıkmaktan çekinmemiştir. Zevki faydaya feda etmeye katlanmıştır. Bu noktadan onu ayrıca takdir etmek yerinde bir hareket olur.

Romanda müşahedeye ehemmiyet vermez. Meselâ bir genç kıza, Dempsey’nin1 yumruklarından on kere daha büyük bir kuvvet ıhsan eder. Onu esâtir kahramanları kadar cesur ve atılgan gösterir. Korkunç kavga sahnelerinde ona başrolü verir.

Paris'te Bir Türk'ü, Paris’i görmeden yazdı. Avrupa’da Bir Cevelan, bir kongreye gidişin yadigârıdır. İlme, felsefeye, mantığa, tarihe, dine dair yüzlerce musahabeler kaleme aldı.’ Tabiyesi de gayet basittir. Hangi mevzuu işleyecekse, o mevzuun sayılı adamlarını evine çağırır. Söyler, söyletir, münakaşalar yaptırır. Ertesi gün de bu topluluğun mahsulü makale zinciri çıkmaya başlardı.

Fayda bakımından Ahmed Midhat Efendi’yi ön safa alışım işte bu yüzdendir.