Kullanıcı Oyu: 5 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin
 

 

AHMED HİKMET MÜFTÜOĞLU KİMDİR?

(1870-1927)

Edebiyatçı ve fikir adamı.

3 Haziran 1870’te İstanbul’da Süleymaniye semtinde doğdu. Müftüler yetiştirmiş Moralı bir aileden gelmektedir. Dedesi Trapoliçe müftüsü Abdülhalim Efendi şiirle meşgul olmuş, 1820 isyanında şehri isyancılara teslim etmek istemeyen ahaliye önderlik ettiği için isyancılar tarafından öldürülmüştür. Değişik vilâyet ve sancaklarda kapı kethüdâlığı yapan babası Yahyâ Sezâi Efendi basılmamış bir divançe sahibidir. Moralı bir Halvetî şeyhinin kızı olan annesinin soyu Niyâzî-i Mısrî’ye kadar ulaşır. Yedi yaşında iken babasını kaybettiği için ağabeyi Refik Bey’in himayesinde yetişti. Rüşdiyeyi bitirdikten sonra Galatasaray Sultânîsi’ne yazdırıldı. Bu okuldan mezun olunca Hariciye Nezâreti Şehbenderlik Hizmetleri Kalemi’nde memuriyete başladı (29 Ağustos 1889). Marsilya başşehbenderliği kançıları olarak tayinine kadar (11 Ekim 1893) Matbûât-ı Dâhiliyye Kalemi memurluğu ve Takvîm-i Vekāyi‘ İdaresi mütercim yardımcılığı görevlerini de yürüttü. 1893-1895 yıllarında Atina, Pire, Poti ve Kerç’te şehbender vekilliği ve şehbenderlik yaptı. Aralık 1895’te tayin edildiği Şehbenderlik Hizmetleri Kalemi sermüsevvidliği göreviyle İstanbul’a döndü. Serhalifeliğe kadar yükseldiği bu görevi Ekim 1908’de sona erdi. Buradan Ticaret ve Nâfia Nezâreti Ticaret Müdürlüğü’ne, ardından Hariciye Nezâreti Umûr-ı Ticâriyye Şubesi Müdürlüğü’ne nakledildi. Ayrıca Galatasaray Sultânîsi’nde imlâ, kıraat, Türkçe, kitâbet ve edebiyat öğretmenliği yaptı (1898-1909). Araları açık olduğu için Tevfik Fikret’in bu okula müdür olarak gelmesinden sonra oradan ayrılıp Dârülfünun Edebiyat Fakültesi’nde hocalığa başladı. Burada edebiyat tarihi dersleri okuttu (1910-1912). Galatasaray Sultânîsi’ndeki öğrencileri arasında Ahmed Hâşim, Abdülhak Şinâsi (Hisâr) ve Hamdullah Suphi de (Tanrıöver) bulunuyordu. 1912 Eylülünde tayin edildiği Budapeşte Başkonsolosluğu’nun Mütareke’nin ilânıyla lağvedilmesi üzerine İstanbul’a döndü. İki yıl sonra, daha önce ısmarlanmış olan savaş malzemeleriyle ilgili bir komisyonun başkanlığı göreviyle yurt dışına gitti. Budapeşte, Viyana ve Berlin’de iki yıl kadar kaldı. Dönüşünde son halife Abdülmecid Efendi’nin başmâbeyinciliğine getirildi (Kasım 1922) ve halifeliğin lağvedilmesine kadar bu görevde kaldı (Mart 1924). 1926’da Ankara’da önce Hariciye Vekâleti’nin Konsolosluk Hizmetleri ve Ticaret Umum Müdürlüğü’ne, ardından bu vekâletin müsteşarlığına tayin edildi. Sağlık problemleri sebebiyle Ankara’dan ayrılmak zorunda kalınca Anadolu-Bağdat demiryolları ile Elektrik Şirketi Yönetim Kurulu üyeliklerine getirildi. 19 Mayıs 1927’de vefat etti ve Maçka Şeyhler Mezarlığı’nda defnedildi. Ahmed Hikmet, Galatasaray Sultânîsi’nde bazı çalışmalarını hocası Muallim Nâci’nin eleştirisine sunmuş, ilk yazısı Sezâizâde Abdülhalim Hikmet imzasıyla Pâyidar gazetesinde yayımlanmış (1887), Nâmık Kemal’in ölümü üzerine bir mersiye yazmıştır. İlk neşredilen eseri Parmantiye yahut Patates adıyla çevirdiği bir fen kitabıdır (1890). Dördüncü sınıfta ödev olarak hazırladığı Leylâ yâhud Bir Mecnunun İntikamı adlı uzun hikâyesi de basılan ilk telif eseridir (1891). Fen alanındaki çevirileri dolayısıyla adı Servet-i Fünûn sayfalarında görünmeye başlamış, “Roman Fabrikası” adlı makalesiyle derginin ilk yazarlarından biri olmuştur (1893). Aynı yıl Hazîne-i Fünûn dergisinde çevirileri ve yazıları çıkan Ahmed Hikmet, yurt dışından döndüğü 1896’da Servet-i Fünûn’da bir araya gelen edebiyat topluluğuna (Edebiyât-ı Cedîde) katılmıştır. Servet-i Fünûn’da tercümeleri ve yazıları, özellikle de hikâyeleriyle dikkat çekmiştir. Sonradan Hâristan ve Gülistan adlı kitabında bir araya getirdiği bu hikâyeler onun iki dönem halinde ele alınan yazarlığının dil ve duyarlılıkta Edebiyât-ı Cedîde zevkine büyük oranda bağlı kaldığı birinci dönemini temsil etmektedir. Bu devirde ferdî duyuş ve estetik kaygı ön plandadır. Dilde Arapça ve Farsça kelime ve terkiplere açıktır. İkinci döneminde Türkçülüğü belirginlik kazansa da onda millî benliği oluşturan psikolojinin kökleri yurt dışındaki ilk görev yıllarına kadar iner. Edebiyât-ı Cedîde devri Servet-i Fünûn’una Türklük cereyanının ilk işaretleri Mehmed Emin’le (Yurdakul) beraber Ahmed Hikmet’le gel-miştir. Bu dönemde Servet-i Fünûn’da yayımlanan “Nakiye Hala”, “Yeğenim” ve “İki Mektup” hikâyeleri onun millî ve içtimaî meselelere duyarlılığını göstermektedir.

. Meşrutiyet’in ardından Türkçülük cereyanının en hararetli taraftarlarından biri olmuş, bu sırada kurulan Türk Derneği’nin üyeleri ve Türk Yurdu Cemiyeti’nin kurucuları arasında yer almıştır. 1912’de Atina’da yapılan XVI. Milletlerarası Şarkiyatçılar Kongresi’ne Türk dili ve edebiyatıyla ilgili fikirlerini Fransızca bir bildiri ile sunmuştur. Türk Ocağı’na üye olarak faaliyetlerini desteklemiştir. Macaristan’da bulunduğu sırada birçok konferans yanında milletlerarası kongrelere katılmış, Türk-Macar dostluğunun kuvvetlenmesine büyük katkılar sağlamıştır. Budapeşte’deki faaliyetleri içinde Türkçe öğretimi için dershanelerin açılması, Türkçe bazı oyunların sahnelenmesi, bir cami yaptırılması ve Gülbaba Türbesi’nin onarılması da bulunmaktadır.

Eserleri. A) Telifleri. 1. Leylâ yâhud Bir Mecnunun İntikamı (İstanbul 1308). 2. Hâristan ve Gülistan (İstanbul 1317). Hâristan adıyla da yayımlanan eserin (İstanbul 1324) yeni harflerle iki baskısı bulunmaktadır (İstanbul 1969, 2005). 3. Kadın Oyuncak Değildir (İstanbul 1335). 4. Çağlayanlar (İstanbul 1338). Türkçülük anlayışına uygun olarak yazdığı hikâyelerden meydana gelmektedir. Hikâye tekniği bakımından mükemmel sayılmasa da içinde taşıdığı derin millî heyecan ve bu duyguların çerçevesini çizen fikirleriyle en fazla sevilen eseri olmuştur. 1940’tan başlayarak yeni harflerle de yayımlanmış, Fethi Tevetoğlu’nun hazırladığı baskıya yazarın kitaplarına girmemiş bazı hikâyeleri dahil edilmiştir (İstanbul 1971, 1987). 5. Gönül Hanım. Tasvîr-i Efkâr gazetesinde tefrika edilen bu romanı (1 Şubat - 13 Nisan 1920) Fethi Tevetoğlu yeni harflerle yayımlamıştır (İstanbul 1971; Ankara 1987). 6. Bîgâne Durmayın Âşinânıza, Müftüoğlu Ahmed Hikmet’in Mektup, Şiir ve Günlükleri (haz. M. Kayahan Özgül, Ankara 1996).

B) Tercümeleri. Antoine A. Parmentie, Parmantiye yahut Patates (İstanbul 1307); Alexandre Dumas Fils, Bir Riyâzînin Muâşakası yâhud Kâmil (İstanbul 1308); Baronne de Staff, Tuvalet ve Letâfet-i Âzâ (İstanbul 1309; Müftüoğlu bu esere Türkler’in giyim kuşamıyla ilgili bir bölüm eklemiştir).

Müftüoğlu’nun ölümü üzerine Türk Yurdu (nr. 191-30, Haziran 1927) ve Güneş (nr. 11, Haziran 1927) dergilerinde onunla ilgili özel bölümlere yer verilmiştir. Ahmet Tetik, Ahmet Hikmet Müftüoğlu’nun Hayatı, Eserleri ve Fikirleri Üzerine Bir Araştırma adıyla doktora tezi hazırlamıştır (1999, MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü).

BİBLİYOGRAFYA:

“Ahmet Hikmet Bey”, Nevsâl-i Millî, İstanbul 1330, s. 63-65; Fethi Tevetoğlu, Büyük Türkçü Ahmet Hikmet Müftüoğlu, İstanbul 1951; Hikmet Dizdaroğlu, Müftüoğlu Ahmet Hikmet, İstanbul 1964; Bilge Ercilasun, “Ahmet Hikmet Müftüoğlu”, Büyük Türk Klâsikleri, İstanbul 1990, X, 76-79; a.mlf., “Ahmet Hikmet Müftüoğlu’nun Orhun Abideleriyle İlgili Romanı: Gönül Hanım”, Yeni Türk Edebiyatı Üzerine İncelemeler, Ankara 1997, I, 380-390; Florinalı Nâzım, “‘Hâristan’ ve ‘Çağlayanlar’”, Süs, sy. 21, İstanbul 1339, s. 4-6; Ercüment Ekrem [Talu], “Ahmed Hikmet’e Dâir”, Güneş, sy. 11, İstanbul 1927; Fevziye Abdullah Tansel, “Ahmet Hikmet Müftüoğlu: Hayatı ve Sanatı”, TM, IX (1951), s. 1-34; Recep Duymaz, “Yeğenim Yahut Batıdan Gelen”, Yönelişler, sy. 10, İstanbul 1982, s. 31-34; a.mlf., “Saflığın Bedeli”, Yedi İklim, sy. 56, İstanbul 1994, s. 9-11; Ramazan Kaplan, “Türk Romanı ve Dış Türkler: Gönül Hanım”, MK, sy. 71 (1990), s. 50-51; Adnan Akgün, “Osmanlı Arşiv Belgelerine Göre Edebiyatçılarımızın Hal Tercümeleri XV: Ahmet Hikmet Müftüoğlu”, Yedi İklim, sy. 42, İstanbul 1993, s. 47-49; a.mlf., “Ahmet Hikmet Müftüoğlu’nun Eserlerinin Kronolojik Listesi”, Doğu Akdeniz Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Dergisi, sy. 1, Gazimağusa 1998, s. 125-146; a.mlf., “Ahmet Hikmet Müftüoğlu’nun Memuriyet Hayatına Dair Ek Bilgiler”, İlmî Araştırmalar, sy. 7, İstanbul 1999, s. 285-312; a.mlf., “Ahmet Hikmet Müftüoğlu’nun Edebiyat ve Dil Hakkındaki Görüşleri”, TUBA, XXVII/1 (2003), s. 23-46; Ahmed Hamdi Tanpınar, “Ahmed Hikmet”, İA, I, 183-184; Mustafa Kutlu, “Ahmed Hikmet Müftüoğlu”, TDEA, I, 65-66; M. Kayahan Özgül, “Ahmed Hikmet Müftüoğlu”, Türk Dünyası Edebiyatçıları Ansiklopedisi, Ankara 2002, I, 162-163.

 Âlim KAHRAMAN (İSLAM ANSİKLOPEDİSİ-cilt: 31,  sayfa: 508-509)

 


AHMET HİKMET MÜFTÜOĞLU-2

 

HAYATI: Ahmet Hikmet 1870’de İstanbul’da doğdu. Büyükbabası, Yunanistan henüz bir Türk ülkesi iken, Mora Müftüsü idi. Onun oğlu Yahya Sezai Efendi de zamanının bilginlerindendi. Ahmet Hikmet’in Mora Müftüsü olan büyükbabası, Yunanlılar tarafından pek vahşice öldürülmüştü. Bu acı anıyı hiç olmazsa kendi aile çevresinde yaşatmak için Ahmet Hikmet, büyüdükten sonra, yazılarında «Müftüoğlu Ahmet Hikmet» imzasını kullandı. Bu bakımdan o, soyadı kanununun çıkışından çok uzun yıllar önce, soyadını kullanmış ilk Türk aydınıdır.

Ahmet Hikmet ilköğrenimini Aksaray’da Mahmudiye okulunda ve Soğukçeşme rüştiyesinde yaptı. Galatasaray Lisesi’ne yazıldı. İlkyazı denemelerine burada iken başladı. Galatasaray’ı bitirdikten sonra hariciye mesleğine girerek Fransa’da Marsilya, Yunanistan’da Pire, Kafkaslar’da Poti’de elçilik kâtipliği' ve konsolos yardımcılığı yaptı. Konsolosluğa yükseldi. Servetifünun topluluğunun kurulduğu yıllarda yurda dönerek Hariciye Nazırlığı merkez teşkilâtında görev aldı. İlk belirli yazılarını bu topluluğun organı olan Serveti-fünun’da yayımlamaya başladı. 1908 yılma kadar dış göreve gitmeyerek hep merkezde kaldı.

İkinci Meşrutiyetken sonra hâriciyeden ayrıldı. Nafia (Bayındırlık) Nazırlığında ve Ticaret Genel Müdürlüğü’nde görev aldı. Bir süre Galatasaray Lisesi’nde edebiyat dersi okuttu. İstanbul Darülfünun’unda batı edebiyatları profesörlükleri yaptı. 1912 yılında yeniden hâriciyeye geçip Budapeşte başkonsolosluğuna atandı. Burada altı yıl kadar kaldı. Birinci Dünya Savaşı sonunda, bu konsolosluğun kaldırılması üzerine, 1918 yılı sonlarında Türkiye’ye döndü. Mütareke yıllarında bir komisyonun başkanlığı göreviyle tekrar Budapeşte, Viyana ve Berlin’de bulundu. Padişahlık kaldırıldıktan sonra son veliaht Abdülmecit Efendi halife ilân edilmişti. Ahmet Hikmet, kısa bir süre bu halifelik makamının başmabeyinciliğini yaptı.

Cumhuriyet’in ilk yıllarında Dışişleri Bakanlığı Genel Sekreterliğine getirilen yazar, bu son görevinde uzun süre çalışamadı. 1927 yılında, tedavi edilmek üzere gönderildiği İstanbul’da öldü. Maçka’da Taşlık denilen semtin arkasındaki küçük mezarlıkta gömülüdür.

EBEDÎ KİŞİLİĞİ: İlk hikâyesini «Hazine-i Fünun» adlı dergide yayımlayan Ahmet Hikmet, asıl edebî kişiliğini Servetifünun’da göstermeye başladı. Bundan sonra uzun süre o dergide yazdı ve o topluluğun bir elemanı olarak kabul edildi. Ne var ki onun gerek hikâyelerinde, gerek öteki çeşitli yazılarında, Servetifünun’culardan ayrılan çok belirgin yönler bulunmaktaydı. Konuları, sanat ve estetik anlayışı kadar dildeki tutumuyla da bu berikilerden büyük ayrıcalıklar gösteriyordu. Bununla birlikte Servetifünun’cular kendisini —meselâ öteki çağdaşları bulunan Ahmet Rasim, Hüseyin Rahmi, Mehmet emin gibi— büyük bir yadırgama ile karşılamadılar.

Ahmet Hikmet, özellikle 1908’deki dilde ve konuda ulusal benliğe yönelme hareketinden sonra, gerçek edebî kişiliğini buldu. Kendi anlayışına daha yatkın ve sıcak gördüğü bu yeni havaya ve ortama katılarak edebiyatta kendisini yeniledi. Konularını ya eski Türk yaşamından ya da günümüz Anadolu’sunun ortak törelerinden, temalarından ve sorunlarından seçmeye yöneldi. Zaman zaman sanat kaygısını ikinci plana atarak Türklük ve Türkçülük ülküsüne doğruldu. Dilde durulaşmanın ve özbenliğe dönmenin zorunluluğuna ilk inananlardan biri oldu. Bazı eserlerinde kullandığı çok duru ve katıksız kelimeler, kendisinden uzun yıllar sonra dilimize alınmak istendiği zamanlar bile, çeşitli yadırgamalar ve direnişlerle karşılanmıştır. Sade bu durum bile onun dildeki büyük öncülüğünü ispatlar.

Belki güçlü ve derin bir sanatçı olmayan Ahmet Hikmet’in Türk diline ve edebiyatına en büyük hizmeti dilde, konuda, ruhta ve anlamda yaptığı bu olumlu aşamalar ve atılımlardır. O batılı metodlara dayalı, ışığını, yolunu ve düzenini batıdan alan; fakat özbenliği ile bütünüyle yerli ve bizim olan bir Türk edebiyatının oluşup gelişmesine inanmış ülkücü bir yazardı. Kendisinin edebiyatımızdaki değerli yeri işte bu özelliğinden ileri gelmektedir.

BAŞLICA ESERLERİ: Ahmet Hikmet, sayıca az eser veren yazarlarımızdandır. Çeşitli gazete ve dergilerde kalmış sohbetleri, makaleleri henüz derlenip bir araya getirilmemiş, öylece kalmıştır. Yine bir gazetede tefrika edilen bir roman denemesi de, ölümünden çok uzun yıllar sonra, kitap halinde yayınlanmıştır. Ahmet Hikmet Müftüoğlu’nun kitap halindeki üç eseri şunlardan ibarettir:

Hâristan ve Gülistan (hikâyeler, monoloğlar, anılar); Çağlayanlar (ülkücü hikâyeler, anılar); Gönül Hanım (roman).

Şemseddin Kutlu


AHMET HİKMET (MÜFTÜOĞLU)-3

Yazar, hikâyeci (1870 - 19 Mayıs 1927). İstanbul'da doğdu. Ortaöğrenimini Galatasaray Sultanisi'nde tamamladı (1888). Ha­riciye Nazereti'ne girerek, Poti, Pire, Marsilya, Kerç konso­losluklarında (1888-1895), Nezaret Umur-i Şehbenderiye ka­lemi mümeyyizliği görevlerinde bulundu (1895 - 1908). Uzun süre Galatasaray'daki edebiyat öğretmenliğinden sonra Da­rülfünun, Alman ve Fransız edebiyatları müderrisliğine atan­dı (1910-12). Balkan ve Birinci Dünya Savaşı yıllarında Peşte'de başkonsolosluk yaptı (1912-18). Bir süre de Peşte, Viya­na ve Berlin'de dışişlerine bağlı komisyon başkanlığında bu­lundu. Cumhuriyetten sonra kısa süre Halifelik Başmabeyinciliği, Hariciye Vekâleti, Umur-i Şehbenderiye ve Ticariye Müdürlüğü ve müsteşarlığı yaptı (1924-26). Son görevi Ana­dolu-Bağdat demiryolları İdare Meclisi üyeliğidir. Hazine-i Fünun (ilk öyküsü Tevcih-i Vecih, 1893) ve Servet-i Fünun (1895'ten sonra) dergilerinde yayımladığı öykülerle tanındı. Bu döneminde «şairane» betimlemelere aşırı eğilim duydu; yabancı sözcüklerle süslü üsluba özenen Edebiyat-ı Cedide' nin öteki yazarlarından ayrı bir özellik göstermedi. Cevdet Kudret'in belirttiği gibi «mensur şiir» havası taşıyan bu öy­külerde doğa ve kişi betimlemeleri, olay, ruh hallerinin anla­tılması söz kalabalığı arasında arka planda kaldı. İkinci Meşrutiyet'ten sonra «Millî Edebiyat» akımının amaçlarını benimseyerek, Türk Yurdu dergisinde yazdı. «İnkılâb-ı Lisan» adlı yazısında, Cenab Şehabettin gibi «Servet-i Fünun» anla­yışında ısrar eden eski arkadaşlarının görüşlerine karşı dilde özleşme ilkelerini savundu. Ancak bu dönemde de yazdığı öy­külerde isim ve sıfat tamlamalarından temizlediği dilini bu kez de hiç alışılmamış öz Türkçe sözcüklerle bezeyerek gene süs­lü anlatım merakından kurtulamadı.

YAPITLARI: Öykü: Hâristan ve Gülistan (1901, 3. bas. 1969), Çağlayanlar (1922, son bas. 1968). — Roman: Gönül Hanım (Tasvir-i Efkâr gazetesinde tefrika edildi, 1.2.1920 - 20.3.1920). KAYNAKLAR: Fethi Tevetoğlu (Müftüoğlu Ahmet Hikmet, 1951), Hikmet Dizdaroğlu (Müftüoğlu Ahmet Hikmet, 1964). Cevdet Kudret (Türk Edebiyatında Hikâye ve Roman, 2. bas. 1971).

 

 

KAYNAKLAR: Şükran KURDAKUL, (Şairler ve Yazarlar Sözlüğü).


EDEBİ PORTRELER KİTABINDAN

AHMET HİKMET-

Altınordu'sunu Selanik’te, Türkçülüğün beni yakıp kavurduğu coşkun günlerde okumuştum. Gıcırdayan kağnılar, tok tok ses veren kargı çatışmaları, nal parıltıları, savaşçı naraları muhayyilemin boşluğunda uğulduyordu. Bu yazıyı okurken, kılıç çakıntılarının altında uçan yeleler, uçan kuyruklar ve hız rüzgârıyla dolup yelkenlenmiş cepkenler görüyordum.

Ahmet Hikmet işte bu eserle gönlüme girdi. Sonra Üzümcü, Türk Halısı gibi eserlerinde Türk aşkının ne yüksek bir şuurlu varlık halini aldığını görünce sevgim arttı.

Belki yirmi sene oluyor; bir gün muharrirler bir cemiyet kurmak hevesine düşerek toplandılar ve o zaman veliaht bulunan Abdülmecid Efendi’den bu cemiyeti himayeleri altına almasını istemeye karar verdiler.

Rahmetli Ahmet Şükrü, Osman Kemal ve ben gidip bu lütfu isteyecektik.

Dolmabahçe Sarayı’nın sol yakasındaki mermer direkli geniş merdivenleri çıkarken bizi uzunca boylu, kibar gülüşlü, zarif bir adam karşıladı.

Bu adam, Ahmet Hikmet’ti. Siyah gözleri gür kirpiklerin hızla çarpan yelpazesiyle üflenmiş gibi parlıyordu. Gövdesince yapılı, fakat pek mütenasipti. Şakaklarını dolduran akların yanında kaşları daha gümrah ve daha siyah duruyordu.

Konuşurken, düzgün ve bembeyaz dişlerinin temiz aydınlığında sanki sözleri yıkanıp berraklaşıyordu.

Bizi aldı. Salonlardan, divanhanelerden, altın oyalı, billur âvizeli sofalardan geçirerek veliahdın oturduğu yere götürdü. Kapıya yaklaşırken:

-    Biz bir saraya ilk defa giriyoruz, usul bilmeyiz. Utanılacak bir merasim hatasına düşmeyelim. Lütfedin, bizi tenvir buyurun, dedim.

Sıkıldı, duraksadı, sonra kibar gülüşüyle:

-    Türk’ün asaleti merasimin üstündedir. Hiçbir hata yapmazsınız, cevabını verdi. Ve girdik.

Onu işte böyle üzüntülü bir saray ziyareti, ipek, yaldız, billûr ve derin bir sessizlik dekoru içinde tanıdım.

Edebiyat-ı Cedide’cilerdendir. Fakat onlardan ayrı bir ruh taşır. Türkçülüğü kendi davası yaptı. Turan denilen büyük rüyayı coşkun gönlünün ufuklarında gördü. Hiçbir gün buna utopi demedi. Hiçbir gün dizlerinde yorgunluk titremedi. Hiçbir kere bu mübarek ve engin mefkûreyi bir megalo idea haline düşürmedi.

Servet-i Fünun’da sanat, kendi çevresinden çok, başka ufukların muhacir kuşlarıdır. Ahmet Hikmet, bilhassa olgunluk çağma doğru bu yoldan ayrıldı.

“Üzümcü” her vakit ibretle okunacak bir yazıdır.

-    Dantelâ kordelâaaaa!

-    Patlıcan, domateeees! de birer satış sesidir.

-    Çavuuuş!

-    Karpuuuuz! da.

Fakat Ahmet Hikmet burada Osmanlı halitasının başka başka örneklerini ruhî kudretleri, gövde ve göğüs kabiliyetleriyle ne güzel canlandırır.

Türk, gürlediği vakit, uzak yamaçlara kadar her yerden ürkek kuş bulutları havalanır. Bu ses, vatan ufuklarını halka halka kuşatır.

Ötekilerinde bu kahraman yaratılış yoktur.

Kur’a Neferi’nde Türk’ün bu eşsiz ruhuyla birlikte tarihimizin de çağlar arasındaki esrarlı akışı duyulur.

Değerli sanatkâr Kara Urba’nın kuzuyu nasıl arslan yaptığını, daha doğrusu asker urbasının asker ruhunun muazzam heykeline nasıl bir kaide kurduğunu ne güzel anlatır.

Macar payitahtında yazdığı “Halı”, yine Türklüğün bir başka kudret halinde tecellisini gösterir. Gür bir sesin âhenginde millî destanın tohumunu, mayasını bulan Ahmet Hikmet, ipek bir halının erişinde, argacında, çiçeklerinin şeklinde, yapraklarının renginde Türk ün gönül ve ruh yanını, şair ve ressam tarafını ortaya koyup işler. Millî cevheri bu iki başlı işleyiş, kim diyebilir ki gayesiz, hedefsizdir?

Bizim kahraman bir millet olduğumuzu düşmanlar bile inkâr edemez. Fakat öteden beri acı bir iftira yapışkanlığıyla yüzümüze attıkları bir şey vardı. Bizi yalnız silâh eri, kılıç ve mızrak ustası sayarlar, barbar derlerdi. İlme, sanata, fen ve medeniyete hizmetimiz şöyle dursun, hattâ istidadımız söylenmemiştir.

Ahmet Hikmet bir halının şahitliğinden işte bu sanatkârlığımızın beratını alıyor.

Siyasî hayata karışması, yabancı ülkelerde vatan bekçiliği edişi, ona sanata harcayacak çok az zaman bırakmıştı. Kıt yazışı bu yüzdendir. Yoksa milliyet aşkı gibi coşkun bir kaynağa eren ruh, Müftüoğlu nu pek zengin eser hâzinelerinin sahibi etmeye yeterdi.

EDEBİ PORTRELER KİTABINDAN, HAKKI SÜHA GEZGİN