Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

AHMED HAŞİM KİMDİR?

Şair (1884-4 Haziran 1933). Bağdat'ta doğdu. Fizan Muta­sarrıfı Arif Hikmet Bey'in oğludur. 12 yaşlarında annesinin ölümü üzerine babasıyla birlikte İstanbul'a geldi. Bir yıl ka­dar Nümune-i Terakki Mektebi'nde okudu; sonra Mekteb-i Sultani'ye (Galatasaray) geçti (1896). Ortaöğrenimini bu okul­da tamamladı (1906). Kısa süre Tütün Reji İdaresi'nde çalıştık­tan sonra Maliye Nezareti'nde mütercimlik görevinde bulun­du (1912-14). Dört savaş yılını yedek subay olarak ordu saf­larında geçirdi. Sivil hayata dönünce iki yıl kadar işsiz kaldı; ancak 1920'de Güzel Sanatlar Akademisi'nde estetik öğretmen­liğine atandı. Son görevleri, Düyun-i Umumiye İdaresi'nde, Osmanlı Bankası'nda memurluk, Akşam gazetesinde fıkra yazarlığıdır. Haşim'in, Hâmit ve Fikret etkisinde görünen gençlik şiirleri Mecmua-i Edebiye (ilk şiiri Hayal-i Aşkım, 1900), Âşiyan, Musavver Muhit (1900) dergilerinde çıktı. Ye­tiştiği yıllar Fecr-i Âti topluluğuna katılarak, öteki şair ve yazarlarla birlikte Servet-i Fünun'da (1909-12) Resimli Kitap, Rebap (1912) dergilerinde yazdı. Daha sonra Dergâh'ta topla­nan sanatçılar arasına katıldı (1921-22). Bu derginin ilk sayısında «Bir Günün Sonunda Arzu» şiiriyle göründü. Aynı yıl yayımladığı Göl Saatleri (1921) kitabını Abdülhak Şinasi, Nurullah Ata (Ataç) Yarın ve Dergâh dergilerinde övgüyle kar­şıladılar. 9'u dörtlük, 9'u serbest müstezat olmak üzere 34 şiirden oluşan Göl Saatleri döneminde de Haşim, Tevfik Fik­ret etkisinden kurtulamamıştır. Dili yine eskidir. Şiirlere sem­bolist eğilimlerden çok empresyonist (izlenimci) eğilimler ege­mendir. Kimi şiirlerdeki «altın ufuk», «gümüş kaya», «kan­lı ziya», «melûl manzara», «durgun su», «gölgeden kuş» tü­ründen tamlamalar göz önünde tutularak şairin doğaya de­ğişik gözle bakmak istediği söylenebilir. İkinci kitabı Piyale' de insan hareketinden bağımsız bir dünya kurma isteği daha belirginleşmiştir. Bu dönem şiirlerinde renk ve durum belir­ten sözcükler ve bu sözcüklerle yapılan tamlamalar, gece saatlerindeki izlenimleriyle ırmakların, göllerin, ağaçlarla kuş­ların bulunduğu gölgeli bir evren yaratırlar. Şairin dil beğe­nisi de değişmiş, yapı dengeye kavuşmuş, ayrıntılardan arı­narak yoğunluk kazanmıştır. 1918'lerde anlamın ve ahengin birbirine karışmasından meydana gelecek olan bir şiir ara­dığını belirtirken bu döneminde sembolizm eğiliminin ağır bastığı görülür. Piyale önsözünde şu görüşlere yer vermiş­tir: «Şiirin dili anlaşılmaktan çok duyulmak üzere vücut bul­muş, musiki ile söz arasında, özden çok musikiye yakın aracı bir dildir. Şiirde her şeyden evvel, ehemmiyeti olan kelime­nin manası değil, cümledeki telaffuz kıymetidir. Şiirde ba­zı kısımların şüphe ve müphemiyette kalması bir hata ve ku­sur teşkil etmek şöyle dursun, bil'akis şiirin bediiyatı nokta-i nazarından elzemdir.»

ESERLERİ:

Şiir:

  • Göl Saatleri (1921)
  • Piyale (1926, 1928)

Fıkralar:

  • Gurabâhâne-i Laklakan (1928),
  • Bize Göre (1928, 1960),

Diğer Kitapları:

  • Frankfurt Seyahatnamesi (1933, 1947)

Düz­yazılarından oluşan üç yapıtı Prof. Mehmet Kaplan tarafın­dan basıma hazırlandı (1969).

KAYNAKLAR: Şükran KURDAKUL, (Şairler ve Yazarlar Sözlüğü), Yakup Kadri (Ahmet Haşim, 1934), S. K. Yet­kin (Ahmet Haşim ve Sembolizm, 1938), Cemil Sena Ongun (Sanat Sistemleri ve Ahmet Haşim'in Sembolizmi, 1947), Şe­rif Hulûsi (Ahmet Haşim, Hayaitı, Sanatı ve Seçilmiş Şiirleri, 1947, 1967), Nazan Güntürkün (Ahmet Haşim'in Ruh Ülkesin­de, 1965), Abdülhak Şinasi Hisar (Ahmet Haşim, Şiiri ve Ha­yatı, 1867), Asım Bezirci (Ahmet Haşim, 1967, 1972, 1979), Şükran Kurdakul, (Çağdaş Türk Edebiyatı - Meşrutiyet Dö­nemi, 1. bas. 1977). 

AHMET HAŞİM

Ahmet Haşim’le Çanakkale kavgasının berbat bir gününde Arıburnu eteklerine tırmanırken tanışmıştık. Üstünde ihtiyat zabiti üniforması, başında kabalak vardı.

Gürültüden konuşmak kabil değildi. Bir daha görüşüp görüşemeyeceklerini kestiremeyenlerin o garip bakışmaları içinde ayrıldık.

Bir sene sonra, ben Muğla’ya geçerken Aydın’da tekrar karşılaştık. Bu defa üç gün kadar ahbaplık ettik. Kendi çevresinden koparak ruh, fikir yabancılıkları içine düşenler, içlerinden biri ile karşılaşınca çabuk ısınıp kaynaşırlar.

Haşim’le benim üç günde otuz yıllık arkadaş haline gelişimiz de işte bu yüzdendi.

Halep çıbanlarının insafsızca kemirdiği kırmızı ve etli bir yüz. Renkleri çiy fakat bakışları zeki iki göz, çizgileri titremiş bir burun, geniş, ihtiraslı bir ağız. Yağlı bir deri içinde kalın ağır kımıldanışlı bir gövde. İşte Ahmet Haşim.

Karşıdan bakanlar, bu kaba zarfın içinde onunki kadar ince ve duygulu bir ruhun bulunabileceğini ummazlardı. Hele yemek yerken... Pandeli’de doyuncaya kadar değil, çeneleri yoruluncaya, dişleri çiğnemekten kalıncaya kadar ver. Sonra hazmın ağırlığı altında gözleri süzülünce de niye oburluk ettiğine içerlerdi.

Ben, bazen onun bu pişmanlığına sataşır:

- Haşim, derdim, sen kamış olmak istiyordun. Bu vücut ve bu iştiha ile görüyorsun ki buna imkân yok. Bari göllerde kamış olmak iddiasını bırak da, ormanda baobap olmayı dile!

Böyle şaka ederdim, ama onun içi gerçekten bir ney kamışının sesini verirdi. Hayır, hayır onda mahzun bir ney değil, yalçın bir av borusunun keskin iniltileri vardı.

Kıskançtı ve sanıyorum ki dünyada hiç kimse ona bu kıskançlık kadar işkence etmemiştir. Haşim, bu duyguyu etleri içinde kilitlenmiş bir çift kaplan çenesi gibi taşıdı.

Kalbindeki haset, kınını kesen bir kılıçtı.

İstidatlardan ürker, onları yarınki düşmanları sayarak saldırırdı.

Dostluklarında ölçüsüzdü. Midesi Pandeli’de, ihtirası dedikodu masalarında doyardı. Hafızasında ne kadar şahıs ismi varsa, o kadar adamla kavgalı idi. Ama hepsiyle birden değil. Sıra ile.

Çok kere, onun neden böyle olduğunu düşünmüş ve bir sebebe bağlamaya çalışmışımdır. Vardığım netice şu: Haşim’in kıskançlığını, alelade bir ruh düşüklüğü saymak doğru olmaz.

Mahpus bir kartal, üstünden geçen kanat seslerine karşı nasıl kıskanç çığlıklar savurursa, Haşim de öyle kıskanır, öyle acılar duyarak hırpalanırdı. İyinin, güzelin ve büyüğün tek mahfazası olmak isterdi. Bunların başkalarında görünmesini çekemeyişi, bayağı bir kıskançlık değildir.

İyinin, güzelin, büyüğün başkasında görünüşü, kendisine onların sığmaması demekti. Söyleyişleri bundan, haksız hücumları bundan, dostsuz ve tesellisiz kalışı bundandı.

Haşim kendisine ait olmayan her güzel şeyde, kendi noksanını gören bir bedbaht, bir gurur kurbanıdır.

Sanatkâr tarafına gelince:

Onun bugün elimizde Göl Saatleri, Piyâle, Gurebahâne-i Laklakân, Frankfurt Seyahatnamesi eserleri ile eski İkdam'da çıkan Bize Göre başlıklı yazıları var.

İlk ikisi manzum, ötekiler mensurdur. İstefan Malarme, Fernan Greg gibi şahsiyetlerle başlayan sembolizm tülü, Haşim’in nazmında koyu sis halini alır. Vezne, kafiyeye hâkim olamaz. Bu çelimsizlik belki de haberler getirdiği âlemin enginliği ile insan ve şair dili arasındaki nispetsizliktendir.

Bu zaafı kendi de görmüş olacak ki Piyâle'nin başına bir müdafaanâme koyuyor. Güzel yazılmış, iyi boyanmış bir müdafaanâme. Fakat fikirle okununca yaldızı dökülüp gidiyor. Nitekim aynı şahsiyeti nesirde eşi az bulunur bir kudret yüksekliğine ermiş görüyoruz. Hisle dil arasında mutlaka bir nispet ayrılığı varsa aynı kalemin nesrindeki derin duygulara sağlam birer çerçeve oluşunu nasıl izah edeceğiz?

Doğrusu şu ki Haşim’in nazmı zayıftır. Gümüş’ü, uyumuş’a kafiye yapacak kadar zayıf.

Kendisi kimseyi beğenmez, herkese şifahî hücumlar yapar, hattâ acayip hareketlerde bulunurdu. Nitekim bir gün beni bir resim sergisine davet etmişlerdi. Güzel şeyler gördüm, hoş vakit geçirdim ve gazeteme yazdım.

Ertesi gün Haşim gelerek bizim Asım’a:

-    Yahu, sizin Hakkı Süha, gazeteyi aşklarına posta yapıyor. Anlayamıyor musunuz? gibi bir şey söylemiş. Meğer o da oradaymış. Hâdise de yirmi sene evvele aittir. İlk karşılaştığım gün bu garip yaradılışlı dostu:

-    Merhaba harem ağası! diye selâmladım. Şaşırdı:

-    Bu ne demek? diye sordu.

-    Sergi sarayında oynadığın kıskanç harem ağası rolünden haberim var, cevabını verdim. Münakaşaya girişmedi.

İşi şakaya vurarak:

- Ne hainsin mon bon poet! dedi.

Bunlar şöyle bir tarafa bırakılırsa, Haşim seyrek bulunur çapta keskin duygulu bir sanatkârdı. Menşur gibi süzdüğünü renk ve ışıkla pırıldatan bir üslûbu vardı. Frankfurt Seyahat-namesi son eseri olduğu halde, onda da gittikçe olgunlaştığı hissolunur. Daha yaşasaydı, demek tekâmülü artacak ve daha büyük bir Ahmet Haşim’le karşılaşacaktık. Asıl bu türlü ölüle¬re acımalı.