Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

 

NEYZEN TEVFİK

Sazlı sözlü bir topluluktan dönüyordum. Kalamış koyunda sular henüz ağarıyor, yıldızlar soluyordu. Kuşlar da, rüzgâr da daha uyanmamıştı. Havada içli bir kubbe hassasiyeti vardı. 0 kadar ki ben bile bu tatlı sessizliği bozmamak için yerlere sert basamaz olmuştum. Sabahı çiçeklerle yaprakların nasıl gerinerek, gerginleşerek karşıladıklarını ilk defa o gün gördüm. Her fidan bir buhurdandı.

Kızıltoprak’la Kadıköy’ü birleştiren köprüden geçerken ansızın irkildim. Papazın Bağı’ndan çok tatlı, derin, manâlı bir ney sesi geliyordu. Bu ses yıldız akışlarını andıran kavislerle yükseliyor ve hava sanki onun etrafında pervâneleşiyordu.

Zaman mı ulvî, yer mi güzel, benim içim mi dertliydi, bilmem! Şu kadarı var ki düşünmeme, karar vermeme vakit kalmadan, uykusunda gezen bir hasta gibi, o sesin kıblesine doğruldum. Bahçe sümbül renkli bir tan aydınlığı içinde idi. Yapraklar altında, sağ omzuyla başı ağacın gövdesine dayalı bir gölge seçiliyordu. Parmaklarımın ucuna basa basa yürüdüm. Artık tâ yanı başına varmıştım. 

Bilmediğim, tanımadığım hattâ hiç görmediğim orta boylu, geniş omuzlu, kalın boyunlu bir adamdı. Büyük, yuvarlak başındaki saç yerine sanki şerâreden bir yele vardı. Gözleri kapalıydı. Koyu renkli dudaklarından kamış parçasına dökülen nefes, perdelerden ateş olup fışkırıyordu. Bazen derin derin hıçkırıyor, bazen şimşeklenerek çaka çaka göklere yükseliyordu. Hele karara doğru, kabalara inerken, o kamış parçası içinden Tanrı sesleniyor sandım ve bütün benliğim ürperdi. Gözlerini açınca da beni görmedi. Bakışları hâlâ biraz evvel nağmeden kanatlarla uçtuğu gönül arşının hayaliyle par par yanıyordu.

Karşı dallarda bir bülbül uzun birkaç notla hıçkırdı. Ney’de sanki gülün sesini dinlemişti. Yapraklar hışırdadı. Bir kanat çırpıntısı duyuldu. Sonra yine ney’le bülbül karşı karşıya kaldılar.

Neyzen Tevfik’i, ben işte böyle bir günde, böyle bir yerde şişesi, Mansur’u ve bülbülleriyle yan yana iken tanıdım. O vakitten beri yirmi beş yıl geçti. Bu geniş zaman onu bana bin türlü ruh görünüşü içinde gösterdi. Evet, bin türlüdür; fakat bin fasetalı bir pırlanta gibi...

Çok kimse, hattâ olgun gönüllü saydığımız adamlar bile onu belâsı çok bir sevgiliye benzetirler. Evet, Neyzen yangın gibi pahalı bir ışıktır. Fakat bu aydınlıkta seyredilen öyle hârikalar var ki insanı fedakâr olmaya sürükler. Onun hiddeti başka türlü güzel, bedduası, bühtanı, küfrü, hicvi başka türlü güzeldir.

Şimşeğe niye göz kamaştırıyor diye kızılır mı? Ateşi okşamak isteyenler avuçlarına tahammülün sırlı eldivenini giyer, ruhlarını velilerin sabrıyla zırhlarlar. Neyzen de şimşek gibi, ateş gibidir. Ham ruhla ona yaklaşılmaz. Dilediği vakit keseni, istediği zaman gücünü, kuvvetini ona bağışlayacak, nazını çekecek, küfrüne eyvallah diyeceksin. Gökle çamur onun hamurudur. Şimdi bir ufuktan bir ufka altın mahyasını kuran bir şahap, biraz sonra vıcırdayarak fışkıran bir çamur fıskiyesidir. Diyojen’in hiç olmazsa bir fıçısı vardı. O, yeryüzünde mekân seçmek külfetine katlanamaz, cihana sığmayan bu feza gibi adam, mekâna sığar mı?

Neyzen’in ruhuna diktiği İstiklâl bayrağını, ne insanların paşası ne tabiat kanunları indirebildi. Hürriyeti dehası gibi sınırsızdır:

Felsefemdir kitab-ı imanım;

Taparım kendi ruhumun sesine;

Secde eyler hakikatim her an 

Gönlümün âteş-i mukaddesine!

kıtası, yeryüzünde de bir altıncı kıtadır. Kendini bu yolda tarif edenler çok; fakat bütün ömürlerince bu tarife sadık kalanlar yok. Neyzen, zelzele gibi kanunsuz yaşar. Arzı yele gibi silken o görünmez aslan karşısında tabiat ve medeniyet ne ise, Neyzen’in önünde de kanun odur.

Bu yaradılışta olanlar vefa torbasına girer, dostluk zindanına sığar mı? Menfaat prangasına ayak, korku yıllarına boyun verir mi? Tevfik, kendini bütün mevzuların üstünde görür. Para kadar şeref de, şöhret kadar kepazelik de ona vız gelir. En karanlık günlerinde:

Hancıya şu borcu versem artık,

Meyhaneye postu sersem artık;

Âlem mi ne der? Ne derse boştur

dememiş miydi?

Minneti biz insanlığın bir lâzımesi sayarız. O buna güler. Kendisini aylarca tedavi eden meşhur bir doktora, vizite ücreti olarak:

Bir hazâkatzedeyim midemi tıp tepti benim 

Kırk katır tepse yıkılmazdı bu sağlam bedenim

kahkahasını savurmuştu. Bu kahkaha kim bilir kaç asır tıbbın kulağında çınlayacak!

Vaktiyle rahmetli Mehmed Akif’e de böyle hücum etmiş ve baytarlığından ilham alarak:

Hem-cinsini kurtar şu vebâ-yı bakarîden!

demişti. Hâlbuki Akif ona hocalık etmiş, faizle para alarak yardımda bulunmuştu.

İstiklâl mücadelesinin bütün mucizesini bir tek beyte biriktirerek:

Bir belâsın itilâfın kuvvet-i mağruruna

Bir kırık kağniyle çıktın fennî harbin turuna

dedi ve bu mısrada kağnıyı Apollon’un Altın Şar’ından daha parlak bir zafer güneşi haline koydu.

Onun şiirdeki büyüklüğünü ispat eden şiirler ne yazık ki neşredilemeyecek şeylerdir. Bu engin fırtınası kanunun havsalasına sığmaz. Sazdaki dehasına gelince:

Neyzen, gönül denilen hayale bile sığmaz kâinatı kamış parçasına doldurmuş bir sihirbazdır. Ney onunla başka bir sese, başka bir belagate kavuştu. Dünya harbinde onu da askere almışlar ve mehter başı yapmışlardı. Kırk elli davul, zurna, klarnet arasında onun nısfiyesi bir hava fişeği gibi süzülür ve hiç sönmezdi.

İçkiye düşkünlüğü mey’in ney’e kafiye olduğundandır. Kendini tarif ederken “Meyde Bektaşi göründüm, ney’de oldum Mevlevi!” der.

Tevfik bütün ömrünce bu tarife sadık kaldı. Bir gün İstanbul’a Dresden Operası müdürü gelmişti. Neyzen’in şöhretini kim bilir nereden duymuş, dinlemek istedi. Neyzen ona, Dede Efendi’nin “Sultanîyegâh Beste”sini çaldı. Neyzen üflerken Alman sanatkâr yazıyordu. Eser bitince:

-    Lütfen bir daha tekrarlar mısınız? dedi.

Yar misal ikinci kere çalındı ve ikinci kere yazıldı. Opera müdürü:

-    Bu adam yalnız yazmıyor, aynı zamanda besteliyor! hükmünü verdi.

Gerçekten de öyledir. Tevfik bir peşrevi, bir saz semaisini, bir besteyi çalarken esere kendi ruhunu, kendi üslûbunu sindirir.

Bir akşam saza gitmiştik. Çalanlar onu görünce coştular. Rumeli havaları söyleniyordu. Sıra Alişim’e gelince:

-    Lütfen bunu birlikte çalalım! diye yalvardılar.

Neyzen de aralarına karıştı ve saz ansızın bir şimşekle parladı. Bu türküyü belki bin kere dinlemiştim. Meğer hiçbir zaman onun sırrına erememişim. O akşam seslerin mânâsı değişti. Mısraların enginliği başka türlü çağıldadı. Öyle ki sazlar birer birer sustular. Kimi tanburunu, kimi yayını başına dayadı. Klarnet sustu, ud sustu. Yalnız ney dil oldu, sesler harf oldu, söz oldu. Gözümüzde savrulan söğütleri, köpüren kıyıları, çağlayan sularıyla tuna canlandı. O nağme adesesinin arkasında biz, örgülerini uçuran rüzgârlara, “Alişimi gördünüz mü?” diyen canfes şalvarlı kızı gördük.

Tevfik işte böyle bir neyzendir.

Marifetlerinin İçinde Neyzen

Büyük yuvarlak bir kafa üstünde şerare saçlar. Bu saçlar sanki altlarındaki kaynayan beynin ateşinden böyle şahlanıp kıvrılmıştır.

Çile sapanıyla sürülü alın, derin, büyük düşünceler altında katlanıp bükülmüş. Beyazlan biraz kanlı gözler. Bakışlar şimdi alev gibi, biraz sonra kadife gibidir. Niçin kızar? Öfkesini kim ve ne yatıştırır? Bilinmez.

Üflerken, ney’inde semalar seslenen bir ilâhtı. Nağme zenginliği, istif harikası, seyir yaracılığı kimseye benzemezdi. Zaten hiç kimse onun çıkardığı seslerin belâgatine sahip olamamıştır.

Varlık endişesi nedir? Bilmedi. Ömründe bir kerecik bile, “Yarın ne olacağım?” diye düşünmedi.

Bizlerin tesellimiz olan sevgiler, ümitler, onun gönlüne uğramazdı. Böyle küçük şeylerle kaybedilecek vakti yoktu. Dostları “zaman” gibi akıp giden varlıklardı. Seçmeye tenezzül etmediği için kayboluşları da yüreğinde iz bırakmazdı:

Aşkın Leylâ’sını gördünse söyle

Mecnun’dan duyup da rivayet etme

çerçevesinden bakardı. Hicivlerinde mürekkep yerine zehir kullandığını hep bilirsiniz.

Okumadığını, musikiyi de Çingenelerden öğrendiğini söyleyenler, kendi cehaletlerinin fetvasını verdiler. Tevfik burada Musa Kâzım, Elmalılı Hamdi, şair Akif’ten, Mısır’da da Tefsir’deki hamlesiyle meşhur müftü Abduh’tan okudu.

Arapçası kuvvetliydi. Kusursuz gazeller yazacak kadar Acemceye hâkimdi. Onun hem dil kudretini hem de korkunç zekâsının keskinliğini gösterdiği için size şu fıkrayı anlatayım:

Neyzen Farsça şiirlerini Muallim Feyzi’ye gösterir, fikir danışırmış. Hoca hiç düşünmeden kaleme sarılır ve gazelleri rasgele düzeltmeye kalkışırmış. Şiirlerinin bu tashihlerle berbat edildiğini görünce Muallim’e tuzak kurarak bir gün yine bir gazel sunmuş. Hoca bermutad kaleme davranmış, mısraları karalamaya başlamış. Birkaç beyit harabeye çevrildikten sonra, Neyzen, etekleri tutuşan bir adam telâşıyla:

-Aman, aman, diye bağırmış, yanlışlık oldu. O gazel benim değil, Hâfız-ı Şirazî’nindir.

Zavallı Muallim’in halini artık siz düşünün. Bir daha Ney-zen’i görmeye bile takati kalmamış.

Atatürk onu dinlemek istemiş. Bana geldiler; sokulduğu “in”leri bildiğim için arayıp buldum. Alıp götürdüler. Sonra şu macerayı anlattılar:

Atatürk’e uzun uzun aşkla üflemiş. Sofrada kendinden geçmeyen kimse kalmamış. Paşa duyduğu hazzın borcunu ödemek isteyerek:

-    Tevfik Bey, demiş, bu akşamın hâtırası olarak size ne gibi bir hizmette bulunabilirim?

Neyzen’in cevabı:

-    Hiç! olmuş.

Paşa ısrar edince:

-    Ha, demiş, öyle ise iki şey isterim.

-    Bu iki şey nedir?

-    Birisi... Benim nüfus tezkerem yok. Bana bir kafa kâğıdı çıkart!

Paşa hayretle sormuş:

-    Canım nasıl olur, siz kaç yaşındasınız?

-    Altmışa yaklaştım.

-    Peki bugüne kadar nüfus çıkartmadınız mı?

-    Çıkartmadım. Çünkü biat edecek hükümet bulamadım. İlk defa senin hükümetine biat ediyorum.

Paşa bu ince, nükteli ve zarif alkışa son derece memnun olarak sormuş:

-    Güzel! Ya İkincisi?

-    İkincisi... İkincisi... Ha, bir kardeşim var. Bana eza ediyor. Sen de onu cezalandır!

Neyzen’in bu cevabı zavallı Şefik [Kolaylı] için tehlikeli olabilirdi. Fakat bilenler araya girip anlatmışlar.

Vakadan sonra ilk görüştüğüm gün:

-    Bre melun, kardeşine kastın ne? Senin kahrını çekmekten başka hangi günahı var ki Ata’ya gammazladın? diye çıkıştım.

Güldü:

-    Ne yapayım, dedi, ikinci isteğimin ne olduğunu unutmuştum. Aklıma Şefik geldi, öyle söyledim işte!

Bir gün de Mevlevi dergâhlarına sövüyordu.

-    A nankör, sen de orada yetişmedin mi? dedim.

Gözleri yaşardı.

-    Bakma, dedi, ben o kapının köpeğiyim. Bazen cibilliyet iktizası böyle havlıyorum.

Bir gün yüksek bir zatın ziyafetine gidiyorduk. Onu da aldık. Vapurda içmek için para istedi.

-    Canım orada her şeyin en nefisi bizi bekliyor. Biraz sabırlı ol! dedik, vermedik.

Küstü, somurttu. Bu sırada vapur da Kadıköy iskelesine yanaşmaya başladı. Ansızın kaynaşan kalabalığın içinde Ney-zen’i kaybettik. Salondan çıkarken kulağımıza ney’inin sesi geldi. Biz ilerledikçe sesler daha kuvvetleniyordu. İskeleye çıkınca ne görsek beğenirsiniz? Tevfik çımaların yanına bağdaş kurmuş, önüne de mendil açmış, çalıp parsa toplamıyor mu? Göz göze gelince ağzını yayarak küfretti ve mendildeki paraları göstererek:

-    İşte bana vermediklerinizi bu kirli mendile doldurdum! dedi ve sonra bağırdı:

-    Yuha sizin ziyafetinize!

HAKKI SÜHA GEZGİN EDEBİ PORTRELER

 

İLGİLİ İÇERİK

ŞİİRLER

NEYZEN TEVFİK'İN ŞİİRLERİ...

NEYZEN TEVFİK HAYATI ve ESERLERİ

 

SON EKLENENLER

Üye Girişi