(ö. 832/1429'dan sonra) Klasik Türk edebiyatının kurucularından sayılan divan şairi,
Kaynaklarda hakkında yer alan bilgiler karışık ve yetersizdir. Germiyanoğulları Beyliği'nin merkezi olan Kütahya'da doğdu. Latîfî'ye göre I.Murad zamanında dünyaya geldi. Yeni çalışmalarda, 818 (1415) yılında Çelebi Sultan Mehmed'in gözünü tedavi ettiğinde Hekim Sinan lakabıyla meşhur olduğu bilgisinden (Hoca Sâdeddin, I, 278-279) hareketle o tarihlerde kırk-kırk beş yaşlarında olması gerektiği belirtilerek I. Murad'ın saltanat döneminde (773-778/1371-1376 yılları arasında) doğduğu ileri sürülmüştür. Adı divanındaki bazı şiirlerinde, kaynaklarda ve yeni çalışmalarda ise Sinan, Yûsuf Sinan ve Yûsuf Sinâneddin şeklinde gösterilmekte, Sicill-i Osmâni'de ise yanlış olarak Şeyhî Senâî diye verilmektedir.
Babasının adı Ahmed Mecdüddin’dir. İlköğrenimine Kütahya'da başladı; divan şairi Ahmedî'den ve diğer âlimlerden ders aldı. Daha sonra İran'a giderek Seyyid Şerif el-Cürcânî ile ders arkadaşı oldu. Burada edebiyat, tasavvuf ve tıp alanlarında tahsil gördüğü anlaşılan Şeyhî memleketine döndükten sonra göz hekimliği yaptı. Kaynaklarda mahir bir göz hekimi olduğu anlatılır. Latîfî, Şeyhî'nin İran'dan Kütahya'ya dönerken Ankara'ya uğradığını ve Hacı Bayrâm-ı Velî'ye intisap ettiğini, Bursa'da Seyyid Nesîmî ile buluştuğunu söylemektedir (Tezkiretü'ş-şu'arâ, s. 337). Daha sonraki çalışmalarda şairin bu sebeple "Şeyhî" mahlasını aldığı ileri sürülmüş ve görüş kabul görmüştür. Onun şeyhlik yapıp yapmadığı bilinmese de eserlerinde tasavvufî unsurlara sıkça rastlanmaktadır.
Şeyhî, Kütahya'ya döndükten sonra Germiyan Beyi II. Yâkub Bey'in hizmetine girerek onun musahipliğini ve özel tabipliğini yaptı. Osmanlı hanedanıyla ilk tema-ı Emîr Süleyman Çelebi zamanında başladı. Daha sonra Çelebi Sultan Mehmed'in gözünü tedavi etmesinin ardından Osmanlı Devleti'nin ilk reîs-i etıbbası oldu. 831 (1428) yılında Edirne'ye gelen II. Yâkub Bey'e mihmandarlık yapan, daha sonra ölümü üzerine bir mersiye yazan Şeyhî'nin II. Murad'la da görüştüğü, ancak onun yanında uzun süre kalmadığı anlaşılmaktadır (Âşıkpaşaâde, s. 116-117), Hayatının son yıllarını nerede geçirdiği tam olarak bilinmemektedir. Muhtemelen II. Yâkub Bey'in yanıma dönüp Kütahya'da vefat etmiştir. Ölüm tarihi konusunda da kesin bilgi yoktur. Faik Reşad hiçbir kaynağa dayanmadan vefat yılını 826 (1423) diye göstermiş, Bursalı Mehmed Tâhir ve İbrahim Necmi (Dilmen) bu tarihi tekrarlamıştır. Sicill-i Osmaniye 829 (1426), Mecelletü'n-nisâb'da 855 1451) tarihleri verilmiştir. M. Fuat Köprülü ve İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Şeyhî'nin 832'de (1429) ölen Yâkub Bey'e mersiye yazdığını, dikkate alarak bu tarihten sonra öldüğünü belirtmişlerdir. F. Kadri Timurtaş bu bilgilerden hareketle Şeyhî'nin 834 (1431) yılında vefat ettiğini ileri sürmüş, daha sonraki çalışmalarda bu görüş kabul görmüştür. Mezarı bugün Kütahya'ya 7 km. mesafedeki Dumlupınar'dadır (Erdem, s. 24) ve 1961'de Oktay Aslanapa'nın çizdiği plana göre yaptırılmıştır. Son dönemde, 947 (1540) yılında vefat eden Müdâmî'nin Divançe'sinde bulunan bazı beyitlerden ve aynı şairin Menâkıb-ı Emîr Buhârî adlı eserinden hareketle Şeyhî ve Şeyh Sinan'ın aynı kişiler olduğu, Şeyhî'nin Emîr Sultan'a intisap ettiği, 833 (1430) yılında Alaşehir'e gittiği, 870'te (1465-66) Şeyh Sinan Camii'ni yaptırdığı ve 887'de (1482) vefat ettiği, mezarının bu camide bulunduğu, babasının adının Mahmud Fakih olduğu ileri sürülmüşse de (Bilgin, bk. bibi.) Şeyhî hakkında bulunan son belgeler bu bilgilerin yanlışlığını ortaya koymaktadır (Şeyhî Divanı, s. X).
Kaynaklarda "Hüsrev-i şuarâ, pîşterîn-i şuarâ-yı Rûm, şeyhü'ş-şuarâ, emlahu'ş-şuarâ" gibi sıfatlarla anılan Şeyhî ününü daha çok mesnevi alanında kazanmıştır. Eski edebiyatın kurucularından biri olduğu kabul edilen şair, Hüsrev ü Şîrîn ve Harnâme adlı eserleriyle Türk edebiyatında mesnevi sahasının önemli simaları arasında yer almıştır. Mesnevi yazmayı bir şehir kurmaya benzeten Şeyhî eserlerinde oldukça akıcı bir dil kullanmış, tasvirlerinde ve konuyu işleyişinde başarılı kabul edilmiştir. Sehî onun, "şiir güzeli"nin omzundan eski Acem elbisesini çıkarıp Türkî elbise ve yeni hil'atler biçip giydirdiğini söyleyerek (Tezkire, s. 170) mesnevi tarzındaki başarısını dile getirmiştir. Latîfî de Şeyhî'nin mesnevide övülecek bir üslûba sahip olduğunu, Hüsrev ü Şîrînine birçok nazire yazıldığını, fakat hiçbirinin Şeyhî'nin yanına yaklaşamadıklarını ifade etmiştir (Tezkiretü'ş-şu'arâ, s. 339). İznikli Hümâmî'nin Sînûme, Münîrî'nin Mihr ü Müşteri, Tâcîzâde Cafer Çelebi'nin Hevesnâme, Halîlî'nin Fürkatnâme ve Fuzûlî'nin Leylâ vü Mecnûn adlı mesnevilerinde Şeyhî'nin adının geçmesi onun daha sonraki yüzyıllarda da unutulmadığını göstermektedir. Cafer Çelebi Hevesnâme'sinde bu eseri dolayısıyla Şeyhî'yi belagat kurallarına uymamak, fasih olmamak ve yeni mânalar bulmamakla eleştirmiş, fakat Divan'ında Şeyhî'yi kendisine Şeyh olarak kabul ettiğini söylemekten geri durmamıştır.
Âşık Çelebi ve Hasan Çelebi, Şeyhî'nin gazel sahasında mesnevide olduğu kadar başarılı sayılmadığını ifade ederken Gelibolulu Âlî Mustafa nazım dilini ve edasını tenkit etmiş, ancak gazel ve kaside nazım biçimlerinde güzel örnekler verdiğini söylemiştir. Şeyhî, kasidelerinin nesîb bölümündeki canlı tasvirleriyle dikkat çekmekte, gazellerinde hayal zenginliğine rastlanmaktadır. Bu dönemde daha çok basit vezinler kullanılırken Şeyhî şiirlerinde genellikle aruzun mürekkep ve tek düzelikten uzak kalıplarını tercih etmiş, o dönemde hemen her eserde görülen imâle ve zihaf kusurlarına rağmen zamanında aruzu iyi kullanan şairler arasında yer almıştır. Şiirleri Türkçe kelimeler bakımından zengin sayılan Şeyhî kullandığı deyimlerle Necâtî Bey'e giden yolu açmıştır. Şiirlerinde tasavvufu mecazi aşkla birlikte ele almış, tasavvuf remizlerinden geniş ölçüde faydalanıp diğer divan şairleri gibi bunları duygu ve düşüncelerini ifade etmede bir araç olarak kullanmıştır. Şeyhî ayrıca Ahmedî, Nesîmî ve Şîrâzî'ye nazireler yazmıştır. M. Fuad Köprülü, Şeyhî'nin çağdaşlarına göre zarif bir dile, zengin bir hayale ve canlı bir tasvir kabiliyetine sahip bulunduğunu, dinî ilimler yanında İran edebiyatına da vâkıf olduğunu, Hâfız-ı Şîrâzî, Nizâmî-i Gencevî, Senâî, Ferîdüddin Attâr, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî gibi şair ve mutasavvıflardan etkilendiğini belirtir (Türk Edebiyatı Tarihi, s. 363).
Eserleri.
1. Divan. On beş kaside, dört terciibend, iki terkibibend, bir mesnevi, iki müstezad ve 202 gazelden oluşan eser Ahmedî ve Ahmed-i Dâî'nin divanlarından sonra Anadolu sahasında tertip edilmiş en eski divanlar arasında önemli bir yere sahiptir. On iki nüshası tesbit edilen eserin Millet Kütüphanesi'ndeki nüshasını (Ali Emîrî Efendi, Manzum, nr. 238) Şeyhî Divanı: Nüsha Farkları ve Tarama Sözlüğü adlı çalışmasıyla birlikte tıpkıbasım halinde neşreden Ali Nihad Tarlan (İstanbul 1942), Şeyhî Dîvanını Tetkik adlı eserinde (İstanbul 1934, 1964) divanı edebî ve fikrî yönden incelemiş, Mustafa İsen ve Cemal Kurnaz da eserin İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi'ndeki yazmasının (TY, nr. 2084) tıpkıbasımını bir inceleme ve divanın Latin harflerine çevirisiyle birlikte yayımlamıştır (Şeyhî Divanı, Ankara 1990). Halit Biltekin eser üzerine bir doktora çalışması yapmıştır (bk. bibi).
2. Hüsrev ü Şîrîn*. 6944 beyitten oluşan eser Türk edebiyatında yazılan ikinci Hüsrev ü Şîrîn mesnevisi olup Faruk Kadri Timurtaş tarafından neşredilmiştir (İstanbul 1963, 1968, 1980).
3. Harnâme. Divan edebiyatında hiciv ve mizah sahasının en güzel örneklerinden olan 126 beyitlik mesnevi aruzun "feilâtün mefâilün feilün" kalıbıyla yazılmıştır. Küçük bir eser olmasına rağmen mesnevide bulunması gereken tevhid, na't, padişaha övgü, konunun işlenişi ve dua bölümlerini içeren Harnâme'de, çalışmaktan yorulmuş zayıf bir eşeğin besili öküzleri görüp onlara imrenmesi ve boynuz ararken kulağından ve kuyruğundan olması anlatılmaktadır. Hasan Özdemir'e göre Şeyhî bu hikâyeyi Arapça bir atasözünü, Emîr Hüseynînin Zâdü'l-müsâfirîn'inde geçen bir eşek hikâyesini, İbranî geleneğindeki eşek hikâyesini ve Ezop masallarındaki varyantlarını değerlendirerek yazmıştır. II. Murad'a sunulan, sosyal hiciv bakımından Türk edebiyatının en güzel eserlerinden kabul edilen ve dilinin sadeliği yanında canlı tasvirleriyle dikkat çeken Hamâme'yi, Tahir Olgun (Germiyanlı Şeyhî ve Harnâmesi, Giresun 1949) ve Faruk Kadri Timurtaş (Şeyhî'nin Harnâmesi, İstanbul 1971) yayımlamıştır.
Nicholas N. Martinovitch'e göre Şeyhî'nin Ferahnûme adlı bir mesnevisi daha bulunmaktadır (bk. bibi).
Osmanlı Müellifleri'nde Şeyhî'ye Kenzü'l-menâli' fî ahvâli'l-emzice ve't-tabâyi adlı bu kitap isnat edilmekteyse de (Yücel, s. 34) eserin üslûp, muhteva ve dil açısından Şeyhî'ye ait olmadığı kabul edilmektedir (bk. Şeyhî ve Hüsrev ü Şirin'i, s. 100). Osmanlı Müelliflerinde Şeyhî'ye atfedilen Dürerü'l-akâid adlı eserin Şeyhî mahlasını kullanan Şemseddin Sivâsî'ye ait olduğu Abdülbaki Gölpınarlı tarafından ileri sürülmüştür (M, XI, 423). Yine Osmanlı Müelliflerinde Şeyhî'nin Ferîdüddin Attâr'a ait Hâbnâme'yı nazmen tercüme ettiği ve Neynâme adlı bir eserinin daha bulunduğu belirtilmiş ve bunların kayıtlı olduğu kütüphaneler zlkredilmişse de bu eserler henüz ele geçmemiştir.
Halit BİLTEKİN, İslam Ansiklopedisi, 39.cilt
ŞEYHÎ
Edebiyat tarihçilerimiz Şeyhî’yi ilk mizahçı şahsiyet diye kabul etmişlerdir. Memlekete resim girmeden evvel yaşamış büyüklerimizin maddî varlıklarını bilmeyiz. Minyatürcülerimiz de, dinî yasaklar yüzünden, kudretlerini, tabiat manzaralarına harcadıkları için, eski şairlerimizi, eski kahramanlarımızı, arkalarında sönmez şöhret güneşleri bırakmış değerlerimizi hakiki simalarıyla tanımak imkânından mahrumuz.
Fikret bile Âveng-i Tesâvir'inde Cenab, Hâmid, Ekrem gibi çağdaşlarından yanına, Fuzûlî, Nef’î, Nedim’i katarken, hayalinin fırçasını kullanmış ve onlara eserlerinden aldığı ilhamla birer şekil ve suret vermişti.
Eser, sahibinin içyüzünü gösteren bir ayna olabilir. Fakat bu aynada maddî varlığın aksini görmeye çalışmak, çok yanıltıcı bir gayrettir. Nitekim kılıç ve kalemi, eş bir kuvvetli kullanan meşhur Gazi Giray, cüssece çelimsizmiş. Onun:
Râyete meylederiz kaamet-i dilcû yerine
Tuğa dil bağlamışız kâkül-i hoş-bû yerine
matia’lı gazeline bakanlar, hele:
Olmuşuz cân ile billâh gazaya teşne
İçeriz düşmen-i dînin kanını sû yerine
beytiyle karşılaşanlar, onu Zâloğlu Rüstem ayarında bir pehlivan sanırlar.
Bunları bildiğim içindir ki ben, Şeyhî’nin portresinde bu yola girmeyeceğim. Varsın dış yüzü, tarihin keşfedeceği vesikalara kavuşacak bahtiyar nesle kalsın.
Mizahın, güneşe benzer bir yanı vardır. Güneşe kavuşmak için, nasıl bütün bir gecenin karanlığını geçmek lâzımsa, mizahçı olmak için de ıstırap çöllerinden aşmak gerekir.
Şeyhî’nin hayatını karanlıktan kurtaran vesikalı bir esere henüz kavuşmuş değiliz. Germiyan’da nasıl yaşadı? Sultan Yakup’a intisabının derecesi ne idi? Ceddanî tevârüsleri, hayatının akışı nasıldı? Bilmiyoruz!
Osmanoğulları’nın sarayında iken de tam bir huzura kavuştuğu söylenemez. Orada esen kıskançlık fırtınalarından, onun sık sık sarsılıp incindiğini sanıyorum. Hünkârın her ihsan ve iltifatını etrafın homurtusu bulandırıyor, duyduğu hazzı yarım bırakıyordu.
Bence Şeyhî, işte bu işkenceler içinde mizahçı oldu. Çünkü mizah çekilmiş çilelerin bilediği bir fikir hançeridir. Bu zekâ kılıcını, işkence çarkları keskinleştirir.
Dünyanın bütün şöhretli mizahçılarını sıkı bir tetkik eleğinden geçirirseniz, hepsinin gamlı bir ömür köprüsünden geçtiklerini görürsünüz. Mizah, âdeta mustarip bir mazinin intikamını alan bir silâhtır.
Dün kendisine zulmedenleri, sanatkâr, gülünç bir tarafından yakalayarak çırılçıplak soyar. Onların yaldızlarını döker, özlerindeki cevhersizliği belirtir. Yalnız talih, sade tesadüf himmetiyle yükselişlerdeki mânâsızlığı ortaya kor. Bu, onun tesellisi olduğu kadar, hayatın ibretle seyredilecek bir cilvesidir de.
Mizahı, gelişigüzel bir mizaç, tabiat ve yaradılış meselesi gibi mütalâa etmek asla doğru neticeler vermez. Ruh ve fikirde bu istidadın doğması, beslenip büyümesi, tırnaklı ve yırtıcı bir hüviyet alabilmesi için yaşayışı birinci planda gelir.
Ne yazık ki biz, Şeyhî’yi bu mükemmel ölçü içinde tetkik edemeyeceğiz. Çünkü karanlıktayız. Elimizdeki tek ışık onun yarattığı Harnâme'dir.
Harnâme, Şeyhî’nin rakipleri tarafından uğradığı bir soygun üzerine yazılmış imiş. Padişahın göz ağrılarını dindirmekle hekimlik ve eserleriyle de şairlikteki liyakatini takdir ettikten sonra, zekâsının ganimet kervanı ile memleketine dönerken pusuya düşürüldüğü söylenir.
Şair işte bu vaka üzerine Harnâme'yi kaleme almış.
Mevzu bir hayli gariptir. Düşünün ki sanatkâr, kendini eşek ve rakiplerini öküz yerine koyuyor.
İlk bakışta, Şeyhî’nin bu kıyası nasıl kabul ettiği pek de anlaşılmaz. Okuyan, sanır ki “Sebeb-i rızk kıldı ol Hallak” mısraıyla övdüğü öküz, manevi nimet olan şiiri verenin timsalidir. Fakat eserin sonuna doğru “Benim ol miskin har” dediğine rastlayınca şaşalar.
Hikâye şu: Sıska bir eşek var, oduna, suya gide gele imanı gevremiştir. Bir deri bir kemik kaldığını gören sahibi, onu beslensin diye bir otlağa salıveriyor. Eşek, oraya varınca, şişman öküzlerle karşılaşıyor. Ve:
Boynuzu bazısının ay bigi
Kiminin halka halka yay bigi
Onların başına bu taç neden?
Bize fakr u ihtiyaç neden?
diye soruyor. Zavallının halledemediği sır şudur: Bunlar da kendisi gibi dört ayaklı birer mahlûkturlar. O halde onlar niye şişman, rahat, bahtiyar ve o niçin böyle aç ve perişandır!
Bu sırrı tek başına çözemiyor ve Nuh’un gemisinden çıkarken kuyruğu ile İblis’e köprülük yapan ihtiyar ve ferasetli eşeği hatırlayarak ona koşuyor.
Vardı yüz sürdü dedi: “Ey server
Sen eşekler içinde kâmilsin
Akil ü şeyh ü ehl ü fâzılsın
…
Müşkilim var keremden etgil hal.
Bugün otlakta gördüm öküzler
Geruben yürür idi göğüsler.
Her birisi semiz ü kuvvetli
İçi vü dışı yağlu vü etlü
Niçin oldu bulara erzanî
Bize bildir bu tac-i sultanı,
Yok mudur gökte bizim ulduzumuz
K’olmadı yeryüzünde boynuzumuz
…
Barkeşlikte çün biziz fâik
Boynuza niçün olmadık lâyık?
Böyle verdi cevap pir eşek:
“Ey bela bendine esir eşek,
Bu işin aslına işit illet
Anla aklında yoğ ise kıllet
Ki öküzü yaratıcak
Hâllâk Sebeb-i rızk kıldı ol rezzâk.
Dün ü gün arpa buğday işlerler
Anı otlayıp anı dişlerler
Çün bular oldu ol azize sebeb
Verdi ol izzeti bulara Çalab
Tâc-ı devlet konuldu başlarına
Et ü yağ oldıî iç ü dışlarına
…
Bize çoktur hakikî buyrukta
Nice boynuz, kulağ u kuyruk da...
Aldığı cevabı eşekçe anlamış ve kendi kendine:
- Kolay öyle ise!
demişti. İşlemek zor fakat dişlemek kolaydır. O da gövermiş bir ekin tarlasına dalar. Dişleri orak gibi işleyerek mahsulü harap eder. Karnı doyunca da yuvarlanmaya, anırmaya başlar.
Hikâyenin sonu, kendiliğinden anlaşılır sanırım. Tarlanın sahibi odunu kaparak koşuyor ve eşeği adamakıllı dövüyor. Ama hırsını bununla da alamadığı için bıçağını çekip kulakla kuyruğunu da kesiyor.
Kaçar eşek acıyarak cam
Dökülüb yaşı yerine kanı
…
Batıl isteyü Hak ’tan ayrıldım
Boynuz umdum kulakdan ayrıldım
son tazallumlarıdır.
Harnâme'nin kabataslak mevzuu bu işte.
Edebiyat tarihlerindeki şöhretini hangi zarif nüktesiyle ödediğini de ben pek kestiremiyorum. Bana öyle gelir ki mizaha mebde olarak bunu alacağımıza, aynı çağın Şathiyat-ı Sofiyane'si üstünde çalışsaydık, daha ince ve daha derin bir kemal mahsulü eserlerle karşılaşırdık.
HAKKI SÜHA GEZGİN, EDEBİ PORTRELER