Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

BİR GAZEL ANLAMBİLİMLE NASIL ANLAŞILIR- DURSUN ALİ TÖKEL

“Şâir sözü bî-rûh ola insâf degüldür”
Nev’î

Günlük dilde kullanılan kelimeler, alışık olunandan daha farklı bir yapı ve dizgeyle girerler şiire. Şâir, kelimeleri eleyen, ayıklayan, ona, bilinenden daha farklı bir görev ve işlev yükleyebilen insandır. Bu yüzden şiir dili, her ne kadar tanıdık kelimelerden oluşsa da bir bakışta hemen anlaşılması kolay olmayan bir başkalığa sahiptir. Bu başkalık, şiiri oluşturan dilin bildiğimiz dizge içinde kullanılmaması, sözcüklerin sahip olduklarından daha değişik fonksiyonlar yüklenmesinden kaynaklanır. Şâir, başkalaştırır, dönüştürür, var olandan olması muhtemel bir başka var olan ortaya koyar. Kendilerini bir yerlerden çok iyi tanıdığımız sesler, hiç de tanımadığımız anlam ilişkileriyle geliverirler önümüze. Bir Fransız şâiri kendi şiir diliyle ilgili olarak şunları söylüyor: “Kullandığım sözcükler, sizin her gün kullandığınız sözcüklerdir, ama aynı değildir... Bu çiçekler sizin çiçeklerinizdir, ama siz onları tanımadığınızı söylüyorsunuz. Bakın bu ayaklar sizin ayaklarınızdır, ama ben onlarla denizin üzerinde yürüyorum.”1 Tabii ki her başkalaşmış sözler bütününe şiir denemez, ancak şiir, oldukça yoğun bir oranda başkalaşmış sözler bütününe sahiptir. On yedinci yüzyılda yazılmış bir gazel, başkalaştırmayı ve bilinen düzeneği kırmayı esas alan şiir dilini ne derecede gerçekleştirebildiği ölçütünden yola çıkılarak incelenmeye çalışılsa ve bunun için de modern bir adlandırma olan Anlambilimin terimleri kullanılsa acaba nasıl bir metin ortaya çıkar? Bu yazı, böylesi bir sorunun olası cevaplarından birini ortaya koymak amacıyla kaleme alınmıştır.

Edebiyatla ilgili olarak sanat, edebî metni ortaya koyan güç, bilimse bir sanat eseri olarak ortaya konan eseri inceleyen ve onun esaslarını ortaya koymaya çalışan eylemin adıdır. Sanatta bireysellik ve duygusallık ağır basmakla beraber, bilimde akılcılık ve evrensellik daha baskın bir rol oynar. Bu yüzden bilimsel çalışmalar duygudan ziyade aklın kontrol ve denetiminde yapılması gereken bir eylem olmalıdır.

Bir sanat eserinin anlaşılmasına yöneltilen bilimsel çalışmalar o eserin tür niteliklerini ve ana yapı taşlarını ortaya koyduğu, eseri edebî kılan nitelikleri araştırdığı kadar, aynı zamanda metinde kullanılan malzemenin nitelik, nicelik ve zenginliğini arama ve bulmaya yönelik de olabilir/ olmalıdır. Sanat eserleri bilimsel metotlarla incelenip ortaya kondukça sanatın gücü ve etkisi daha ayrıntılı olarak tespit edilecek, onlardan faydalanmak isteyen insanlara daha doyurucu, tatmin edici ve genel geçer bilgiler verilmesi sağlanacaktır.

İşte bu esasları dikkate alarak, bir gazel üzerinde semantik bir gazel çözümleme denemesi yapmak istiyoruz. Şüphesiz teoriler bir uygulama sahası bulmadıkça boşlukta kalmaya mahkûm iddialardır. Anlambilim bir metin çözümleme tekniği değil, dilbilimin alt dallarından biridir. Doğrudan sanat eserini değil, dilin öz söz varlığını inceler (incelediği metnin sanat eseri olması şartı yoktur. Bu yazıyla amacımız, edebi eser çözümlemesi değil, her edebî eserin ana malzemesi dil olduğuna göre o eseri oluşturan dil yapısını semantik açıdan ele almak ve incelemektir. Bu tür bir çalışmanın (örnekleri az olduğundan) hatadan uzak olması düşünülemez. İyi niyetle böyle bir çalışmanın da olabileceğine, böylesi incelemelerin sayısı arttıkça dilin ifade gücünün zenginliğinin daha da iyi anlaşılabileceğine ve bu metotlarla tekrar gözden geçirilen edebî eserlerin insanlarımızın daha dikkatini çeker hale geleceğine inandığımızdan böyle bir çalışma yapmayı uygun bulmaktayız.

Bir milletin edebî varlığının önem ve zenginliği sadece sayısının bolluğuyla değil, aynı zamanda onlara yönelen araştırıcı, sorgulayıcı meraklı gözlerin sayısının oranıyla da ilgilidir. Ayrıca edebî eserler üzerine yoğunlaştırılan bilimsel çalışmaların insanların tecessüslerini de kamçılayacağına inandığımızdan bu tür çalışmaların sayılarının artması temennisinde bulunmak istiyoruz.

Ana hatlarıyla söylenecek olursa anlambilim; bir dili oluşturan bütün birimlerin anlam yönünden incelenmesi, onların çok çeşitli kullanım ve özelliklerinin aydınlatılması konusunu ele alıp inceleyen bilim dalının adıdır. Bir başka tanıma göre anlambilim, “iletilerin bağlam dışı özelliklerini ve bağıntılarını inceleyen bileşendir.”2 Pierre Guiraud ise Anlambilimi çok daha kısa bir şekilde tanımlar: “Anlambilim ya da semantik sözcüklerin anlamını inceler.”3
Kadim çağlara kadar uzanan dil çalışmaları içinde dille ilgili pek çok konuya el atılmış olmakla beraber, doğrudan anlam konusuna eğilen ve bu çalışma sahasını da anlambilim adıyla bir bilim dalı haline getiren çalışmalar oldukça yeni sayılabilir. Batıda retorik, Doğu’da ilmü’l belaga adı verilen, iyi ve etkileyici konuşmayı sağlayıcı bilgiler bütünü de bugün anlambilim çerçevesi içine giren çeşitli konulara el atmışsa da, dilin doğrudan doğruya anlam yönüne eğilen bir inceleme alanı olarak anlambilimin doğuşu, Alman dilcisi H. Reisig sayesinde olmuştur. 1826-27 yıllarında Latin Dilbilimi Üzerine Dersler’i hazırlarken Yunanca semasia (anlam) sözcüğünden türettiği Semasiologie terimiyle bu alanı adlandıran Reisig, konuya ilişkin sorunlar üzerine uzun uzadıya durmuştur. 19. Yüzyılda Arsene Darmesteter de Sözcüklerin Yaşamı (La Vie des Mots) adlı yapıtında anlam konusuna geniş yer vermiş, biçim sorunuyla iç içe olarak anlam olayları, anlam değişmeleri üzerinde çalışmıştır.
Daha sonraları Fransa ve Almanya’daki çalışmalarda yapısalcılığın anlambilime uygulanması, bu alanda yeni kavram ve görüşlerin ortaya konmasını sağlamıştır. Chomsky’nin 1965’te yayımlanan Aspects adlı eseriyle, bundan sonraki çalışmalarla ve özellikle Katz ve Fodor’un katkılarıyla bir yorumlayıcı anlambilim (interpretative semantics) akımı belirmiş oldu.4

Anlambilim alanında Türkiye’de yapılan çalışmaların, Batı ile kıyaslandığında yeterli seviyede olduğu söylenemez. Bir dilin söz varlığının, anlam varlığıyla ilişkilerinin düzeyinin belirlenmesi açısından anlambilim çalışmalarına hız verilmesinin gereği ortadadır. Doğan Aksan’ın anlambilimle ilgili olarak yayımladığı eserlere bakacak olanlar, konuştukları dilin ne kadar girift ve çok yönlü bir ilişkiler ağı içerisinde olduğunu biraz da hayretle göreceklerdir. Türkçe bu açıdan üzerinde çalışılmayı bekleyen bakir bir alan olarak durmaktadır. Biz de bu alana bir katkı olması açısından, bir dilin kullanım alanının en yoğun olduğu şiir dilinden bir örnek üzerine çalışmak istiyoruz. Seçtiğimiz metin, Şeyhülislam Yahya’nın bir gazeli olacaktır. Modern bir terminolojik adlandırma olan anlambilim açısından bir gazelin değerlendirilmesi, aslında metnin zamandan bağımsız bir söz ve anlam varlığı olarak incelenebileceğinin en iyi göstergesi olacaktır. Gazel’in dili, metnin anlam dünyasına girebilmek amacıyla, anlambilimin kullanmış olduğu çeşitli terimler aracılığıyla incelenecektir.

Hemîşe merdüm-i çeşmim ızâr-ı yâre bakar
Gözüm o pencereden sahn-ı lâlezâra bakar

Zaman gelür yine zerrin kadeh alur eline
Çemende nergis-i şehlâ heman bahara bakar

Nesîm-i lütfunadır intizârı fülk-i dilin
Çok oldu sâhil-i mihnette rüzgâra bakar

Seni gelür işidüp bâğa yâsemen cânâ
Çıkup o şevk ile divâr-ı rehgüzâra bakar

Ne i’tibâr bu evzâa merd olan Yahyâ
Ne zillete nazar eyler ne i’tibâra bakar

Merdûm-ı çeşm (gözbebeği) halk arasında da kullanılan, benzetmeye dayalı bir addır. Gözün merkezinde bulunan yuvarlak, küçük daireye bu ad verilir. Ona bebek vasfının verilmesi küçüklüğünden kaynaklanmış olabilir. Temelinde, alışkın olduğumuz bir benzetme vardır. Fakat ikinci mısrada geçen pencere sözcüğü pek de yaygın olmayan bir kullanımdır. Bir ad aktarması olarak karşımıza çıkar. Şâir, gözünü sabit bir noktaya dikmiş bakmaktadır. Baktığı yer bir lâle bahçesidir. Bu eylem gözle yapılmasına rağmen şâir kendisini başka bir konumda var sayar ve gözünü bir pencere nitelemesiyle vasıflandırır. Aslında burada pencereye benzeyen bir delik gibi olan gözbebeğidir ve konumu itibariyle bir pencereyi andırır.

Yine birinci beyitte çok güzel bir tasarım örneğine rast gelinmektedir. Şâir, sabit bir halde sevgilinin yanağına baktığı halde nasıl oluyor da bir lâle bahçesini seyrettiğini söylemektedir? Bu, aklen mümkün değildir, zira göz, ancak bir noktada sabitlenebilir. Sözcükler, şüphesiz sadece bir anlamdan ibaret değildir. Onların temel anlamlarının dışında yan anlamları olabileceği gibi, bazen de çeşitli nitelikleri itibariyle bizde değişik çağrışımlar uyandırabilir. Divan şiiri estetiğinde, sevgilinin yüzü aynı zamanda bir bahçe düzeni içerisinde de düşünülmektedir. Sevgilinin dudakları gonca, yanakları gül, boyu servi, gözleri nergis, saçları sümbüldür. Bu tam bir bahçe manzarasıdır. Şâir, burada yüzü bir lâle bahçesi tasavvuruyla düşünmektedir. Sevgilinin kıpkırmızı dudak ve yanakları, renk itibariyle bir lâle bahçesini andırmaktadır. Bu çağrışım renkten kaynaklanacağı gibi, şekliden de kaynaklanabilir. Dolayısıyla sevgilinin yanağına bakan göz, çağrışımsal olarak aynı zamanda lâle bahçesine de bakmaktadır.

İkinci beyitte geçen zerrîn kadeh adlandırması, temel anlamıyla altın kadeh anlamına gelirken değişik bir deyim aktarmasıyla yeni bir anlama bürünür. Zerrin kadehi eline alan nergis çiçeğidir. Mısrada aynı zamanda bir kişileştirme örneği de verilmektedir. Çiçeğin bir insan gibi elinde kadeh tutması düşünülemez, burada kastedilen, adı geçen çiçeğin şekil yönünden aynı bir kadehe benzemesidir. Bu yapısal benzerlik şâirin onu bir kadeh olarak vasıflandırmasına yol açmaktadır. Çiçeğin bir kadeh olarak görülmesi, rengi dolayısıyla da (sarı renk) altına benzemesi, şiir dilinde onun altın kadeh olarak anılmasına sebep olur. Yine aynı beyitte geçen nergis-i şehlâ tamlaması da hem bir kişileştirme, hem de bir deyim aktarması örneği oluşturur. Şehlâ, hafif ve tatlı şaşı bakan, güzel ve baygın göz anlamında sevgili için kullanılan bir sıfatken, burada çiçeğe ait bir kullanım gözlenmektedir. Bu bir kişileştirme örneğidir. Yine nergisin bahara bakması, yani baharı beklemesi bir başka kişileştirmeye örnektir. Bu beyitte nergisin durumuyla ilgili çağrışımsal bir anlam özelliğinden bahsetmek de mümkündür. Nergisin doğal yapısı bakanda (şâirde) değişik tasarımlara/ çağrışımlara sebep olmaktadır. Nergis, ilk bakıldığında renkli bir çiçek görüntüsü verirken, daha dikkatli bir bakış sanki onda, gerçekten baygın bakan bir çift gözün sûretini görebilmektedir. Bu durum, sıradan bir insan için her hangi bir şey ifade etmezken, şâir ona baktığında sevgilinin baygın bakışlarını hatırlamakta, nergisin doğal yapısı, sergiledikleri özellikleri nedeniyle şâirde çeşitli çağrışımlara neden olmaktadır. Burada bahar sözcüğünün çeşitli duygusal değerlerini de hesaba katmak gerekmektedir. Zira şâirdeki bu coşkunluğa ve anlam zenginliğine sebep olan esas faktör, baharın doğal zenginliğidir.

Üçüncü beyit anlambilimde alışılmamış bağdaştırmalar adı verilen sapma örnekleriyle bir hayli zengin bir içerik arz etmektedir. Şiir, daha önce de söylediğimiz gibi dili, olağan kullanımın dışında değişik bir tarzda kullanma esasına dayanmaktadır. Ya sözcüklerde veya kullanılan kelimelerin anlamlarında çoğu zaman aykırılığa kaçma, şiirin temellerini oluşturan unsurlardan biridir. Sapmalar, dilin en aykırı kullanımlarını ortaya seren bir dil olayıdır. Sapmayla dile getirilmek istenen, şâirin kullandığı öğeyi, bilinen anlam ve yapının aksine okuyucuya/dinleyiciye başka bir tarzda sunma olayıdır. Deniz kayığı gibi bir tamlama hiç de yadırganmazken ve hemen dil dizgesinde anlamlandırılabilirken gönül kayığı şeklindeki bir kullanım muhatapta hemen bir doğal tepki oluşturur. İşte bu tür anlam sapmalarına üçüncü beyitte bolca rastlamaktayız.

Bunlardan birincisi, nesîm-i lütf tarzındaki kullanımda gözlemlenmektedir. Nesîm; rüzgâr, esinti anlamına gelir; lütf ise bağış, ihsan demektir. Fakat iki kelimenin yan yana gelişi pek de alışılmamış bir bağdaştırma örneği gösterir. Tabii bunu, yine aynı beyitte geçen fülk-i dil tamlamasıyla beraber düşünmek gerekmektedir. Bu tamlama da alışılmamış bir bağdaştırma örneğidir. Yine ikinci mısrada geçen sâhil-i mihnet alışılmamış bağdaştırmasıyla üçlü bir yapı ortaya koymakta, bu alışıklığı bozan durumun deşifresi için her üç öğenin beraber ele alınması zorunlu olmaktadır. Alışılmamış bağdaştırmalar temelde birer deyim aktarması örnekleridir; bunun temelinde de benzetmeler yatmaktadır. O halde, beyitte bu alışılmamış unsurları çözmek için önce benzetmelerin ortaya konması gerekiyor.

Şâir, kalbini bir gemiye benzetmektedir. Bu benzerlikte temel faktör, gönül-gemi arasındaki benzer yanlardan kaynaklanmaktadır: Gemi dalgalarla boğuşur, gönül ise aşk girdapları, aşk acıları ve sevginin verdiği ıstıraplarla; gemi kararsızdır, dalgalarla kâh yükselir, kâh alçalır; şâir de kimi zaman sevgili tarafından bir lütfa mazhar olur sevinir (yükselir), kimi zaman azara, ilgisizliğe uğrar üzülür (alçalır). Gemi dayanıksızdır, bir kayaya çarpıp parçalanabilir; gönül de tıpkı onun gibi, eğer ilgisizliğe, vefasızlığa uğrar, sevgili tarafından bir yakınlık görmezse parça parça olur.5 Geminin gitmesi için (eskiden) muhakkak bir rüzgâra ihtiyaç vardır. Gönül de bir gemiye benzediğine göre onun rüzgârı ne olacaktır? Tabii ki bu rüzgâr da gönül gibi soyut olmalıdır. Şâirin rüzgâr için kullandığı tabir lüftur. Rüzgârlar gemiyi götürür, bunun gibi lütuf da sevgiyi yaşatır, aşığın sevgi deryasında yol almasına sebep olur. Her geminin vardığı bir sahil vardır, dolayısıyla gönül gemisinin de bir sahili olacaktır. Burada şâir, bildiğimiz kumdan bir sahil yerine mihnetten bir sahili düşünmektedir. Gerçekten de aşkın doğasında olan en baskın hal mihnet ve elem halidir.

Soyut olan gönül, soyut olan lütuf rüzgârıyla tabii ki yine soyut olması gereken mihnet sahiline çıkacaktır. Bütün bu kullanımlar temelde, bir başka anlam olayı olan somutlaştırmaya örnektir. Anlatımı daha güçlü kılmak, dile getirilmek istenileni muhatabın zihninde daha etkin bir şekilde canlandırmak için şâir/şâirler böylesi bir yola başvurmakta; gönül, lütuf, mihnet gibi soyut kavramları somutlaştırarak anlatıma zenginlik ve çeşitlilik kazandırmaktadır.

Dördüncü beyit, kelime boyutunda olmasa bile bütünüyle anlam boyutunda bir anlam sapması göstermektedir. Eski dilde hüsn-i talil adı verilen anlam sanatı, değişik bir kullanımla burada da karşımıza çıkmaktadır. Normalde tabiattaki varlıklar doğal işlevlerini yapmaya devam ederler. Arı bal yapmaya, sular akmaya, bahar gelince çiçekler açmaya, taş yuvarlanmaya, güneş doğudan doğup batıdan batmaya devam edip durur. Bu faaliyetler varlığın doğası gereğidir, varlığın kendisine mahsus fonksiyonlarıdır. Fakat şiire gelince iş değişir; sular akmak için akmaz sevgiliyi aramaya çıkmıştır, başlarını taşlara vura vura sevgiliye doğru akıp gitmektedirler6, taşlar yokuş aşağı yer çekimi gereği yuvarlanmazlar, aşktan bağırlarını parçalamaktadırlar, aşk sarhoşu olmuşlardır.7 Bulutlar yağmur damlaları indirmez, âşığın perişan hali için ağlamaktadır vs. Çoğu zaman bu tür anlatımlar kişileştirme örneği teşkil eder. Şâir, kelimeler üzerindeki tasarrufunu bazen eşyanın nitelikleri üzerinde de kullanır. İşte bu beyitte de yukarıdaki örneklere benzeyen bir kullanım göze çarpmaktadır.
Normalde doğal bir işlev olarak yasemin (yasemin çiçeği) zamanla büyür ve bahçe duvarının üzerinde var olabilir. Bu tabii bir hal iken şâirin gözünde bu tabiilik bir başka anlam boyutuna kayıverir. Aslında çiçek uzadığı için bahçe duvarına tırmanmamıştır, aksine sevgilinin bahçeye geleceğini duymuş, yola bakarak onu gözlemek için duvara tırmanmıştır. Bu çok güzel bir kişileştirme örneğidir ve aynı zamanda da bir anlam sapmasıdır. Bu tür bir anlatım, anlamı zenginleştirdiği gibi, aynı zaman da orijinal bir buluş olarak da nitelendirilebilir. Aynı beyitte geçen cânâ kelimesi bir ad aktarmasına örnektir. Can, temelde hayatiyeti sağlayan içsel varlığın adıdır. Burada ünlem yoluyla sevgili yerine kullanılmaktadır. Sevgili candır, zira o olmaksızın âşık bir ölüden ibarettir.

Bu beyitte hüsn-i ta’lil olarak adlandırdığımız sanatın temelinde çağrışımların olması kuvvetli bir ihtimal olarak görünmektedir. Duvardan yol tarafına aşmış bir çiçek görüntüsü, şâirde duvara tırmanıp birini gözleyen bir insan figürünü çağrıştırmış olmalıdır. Bu benzerlik şiirde anlam kuvvetliliği ve duygu yoğunluğu için yan unsur olarak kullanılmaktadır. Yasemin çiçeğinin duvara çıkması kadar, sevgilinin geleceğini işitmesi, görmeden dolayı şevklenmesi ve sevgiliye bakması da kişileştirmenin (teşhis sanatı) örneklerindendir. Bütün bunlar beyitte büyük bir anlam genişliği doğurur.

Beşinci beyitte geçen merd sözcüğü temel anlamıyla yiğit, cesur, kahraman anlamlarına gelirken burada yan anlam ilişkisiyle, aldırış etmeyen, ne sıkıntıya ne de zillete değer veren mânâlarına kullanılmıştır. Yine nazar eylemek bakmak anlamına gelirken, şiirde yan anlamıyla değer vermeyen, aldırış etmeyen, önemsemeyen anlamlarına gelmektedir.
Şiiri anlamanın belki de sonsuzla nitelendirilebilecek yolları vardır. Bu yollar ne tükenir, ne de tekil bir bakış ile sınırlandırılabilir. Söylemek kadar anlamanın da biçimleri vardır. Bir metin, kurucusunun ve ona bakanın bile tahmin edemeyeceği kadar anlam yollarına sahiptir. Biz bu yazıda onlardan birini kullanmaya çalıştık. Epigraf olarak aldığımız mısrada, şâir Nev’î, şâirlerin sözlerinin ruhsuz olmasının kabul edilemeyeceğini söylüyor. Bu ruh nasıl ortaya çıkarılabilir? Yazabilmek için çırpınıp duran şâir kadar olmasa bile, ortaya konanı anlamak için ona yakın bir ıstırap çekmekle ve “buldum, işte o ruh bu!” kesinlemesiyle değil, “bu da olabilir mi?” olasılığını her zaman yedekte tutmak şartıyla. Zira metinden yola çıkarak söylediğimiz, metnin söylediği mutlak şey değil, bizim ulaşabildiğimiz büyük bir ihtimalle muğlak olan şeydir.

1 Aktaran, Özdemir İnce, Şiir ve Gerçeklik, Broy Yay., 1985, s. 99.

2 Sabahat Tura, “Anlam ve Yorum”, Dilbilim ve Dilbilgisi Konuşmaları I, TDK. Yay., Anakara 1980, s. 104123.

3 Pierre Guiraud, Anlambilim, (Çev: Berke Vardar), Kuzey Yay., Ankara 1984, s. 1.

4 Anlambilimin tarihçesiyle ilgili bilgiler Doğan Aksan’ın şu eserinden alınmıştır: Doğan Aksan, Her Yönüyle Dil Ana Çizgileriyle Dilbilim, TDK. Yay., Ankara 1990, C. 3, s. 145. Anlambilimle ilgili olarak daha geniş bilgi için ayrıca Doğan Aksan’ın şu eserlerine de bakılabilir: 1) Anlambilim, Anlambilim Konuları ve Türkçe’nin Anlambilimi, Engin Yay., Ankara 1999; 2) “Türk Anlambilimine Giriş-Anlam Değişmeleri”, T.D.A.D. Belleten 1965, s. 167-184.;

3) Anlambilim ve Türk Anlambilimi, Ankara 1971.; 4) Şiir Dili Türk Şiir Dili, Be-Ta Basım Yayın, Ankara ; 5) Dilbilim Açısından Şiir, Türk Dili, No 271, S. 558-573, Ankara 1974 (Aynı makale, Dil Dergisi (TÖMER), Sayı 16, Şubat 1994’de yenden yayınlanmıştır.)

5 Burada Şeyh Galib’in o ünlü beytini anmak gerekiyor:
Yine zevrak-ı derûnum kırılıp kenâre düşdü
Dayanır mı şîşedir bu reh-i sengsâre düşdü.
(Bir kayığa veya şişeye benzeyen gönlüm kırılıp kenara düştü. Bir sırça şişe gibi olan bu gönlüm nasıl dayansın, taşlık bir zemine düştü.)

6 Tam da bu başkalaştırmaya güzel bir örnek olmak üzere Fuzûlî’nin Su kasidesindeki bir beyit zikredilebilir. Beyitte şâir, suyun akışını doğal bir olay olarak görmez ve onun, peygamberin ayağının toprağına ulaşmak için başını taşlara vura vura gezdiğini söylemektedir:
Hâk-i pâyine yetem der ömrlerdir muttasıl
Başını taştan taşa urup gezer âvâre su

7 Varlığın bildiğimiz determinist bağlantıların dışında, daha aşkın bir fonksiyonu imleyen görüntüsüyle ilgili farklı betimlemelere Kur’an’da da işaret edilmektedir. 2/74. âyet buna bir örnek olarak verilebilir. Ayete göre “Allah korkusundan yuvarlanan taşlar vardır. ” Divan şâirinin simgesel dilinin çözümünde, aslında Kur’an dilinin simgeselliğine başvurmanın, bizi değişik sonuçlara götüreceği ayrıca düşünülmesi gereken bir konudur.

Kaynak: “Bir Gazel Anlambilimle Nasıl Anlaşılır”, Dergah Dergisi, Ağustos 2002, S.150, s. 10-11-23.

 

SON EKLENENLER

Üye Girişi