Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

Bu Konuyu Facebook Profilinde Paylaş

 

MİLLİ MARŞIMIZ

Osmanlılar, Selçuklulara hürmette kusur etmediklerini göstermek için İstanbul'un fethine kadar onların nevbetini vurdururlardı.

Bu da bize mehterin Selçuklu döneminde de bulunduğunu göstermektedir; tabii aynısı değildi; eski devletlerimizde tekamül asıldı. Peçevi'nin şu kaydından da anladığımız üzere savaşlarda askerimizi galeyana getirmek için mehter marşı çalınırdı; "Mohaç Savaşı'nda Osmanlı askeri yaklaştı, kösler vurulup çeng-i harbiler çalındı ve iki tarafın askerleri birbirine tokuştular ve karıştılar." Evliya Çelebi de bir savaş sahnesinde mehterin vurulduğunu, "Yedi yerden sancak beyleri tabıl, kudüm, çeng-i harbilerini döverek dağlar ve beller inil inil inleyerek" diye belirtiyor. Budin'in Kızıl Elma Sarayı'nda da her akşam mehter çalındığını kendine has sevimli üslubuyla anlatıyor. Kayıtlardan anladığımıza göre hükümdarın, şehzadelerin, ordunun taşradaki yetkililerinin mehter takımları vardı. Yeniçeri ile özdeşleştiği kanaatiyle onunla birlikte kaldırıldı, Batı ülkelerindeki bando örnek alınarak Mızıkay-ı Hümayun kuruldu. I. Dünya Savaşı'ndan önce Askerî Müze'nin müdürü Ahmet Muhtar Paşa'nın emriyle Celal Esat'ın (Arseven) öncülüğünde tarihi özelliklerini taşıyan bir mehter takımı oluşturuldu, Cumhuriyet'in ilk yıllarında kaldırıldı; 1953'te tekrar sembolik olarak ihya edildi.

Mehterin canlı, çok etkili bir müziği olduğu şüphesizdi; onu uzaktan dinleyen Mozart'ın, tesirinde kaldığı, sonraki eserlerinde mehterden esintiler bulunduğu erbablarınca ifade edilmektedir. Ona "Türk Marşı"nı da yazdırmıştır. Askerî bandoların resmi geçidinde tribünde bulunan Wagner'in yanındakilere nasıl bir müzik yapmak istediğini anlatırken, sıra mehter takımına geldiğinde, köslerden çıkan sesi duyunca "İşte! Benim yapmak istediğim müzik bu!" dediği kitaplarda yer almaktadır. Ne hikmetse biz hep değiştirmenin peşindeyiz; bir de geliştirmenin peşinde olsak işler farklılaşacak, ama onu idrak edemiyoruz.

Batı'da ve bizde krallar ve hükümdarlar devleti ve milleti temsil ettiklerinden onlar adına marşlar yazılırdı. İlk olarak Donizetti Paşa tarafından II. Mahmud için "Mahmudiye Marşı" bestelenmiş; onu diğer padişahların ve ilk Meşrutiyet'in adına yapılan marşlar takip etmiştir. Öyle zannediyorum ki Fransa'da ihtilalle krallık kaldırılıp millet ön plana çıkınca milli marş kavramı da oluşmaya başladı. Bizde de Ankara'da Meclis kurulunca, Padişah ve Halife işgal altındaki İstanbul'da bulunduğu için oradaki oluşumu sembolize etmek maksadıyla milli marşımızın yazılması gündeme geldi. Hamdullah Suphi'nin başında bulunduğu Milli Eğitim Bakanlığı "Anadolu mücadelesinin ruhunu aksettirebilen" bir marşın yazılması için yarışma açtı. Birinci olana beş yüz lira ikramiye verileceği belirtildi; o dönemde Ankara'da 140 liraya çiftlik alındığına göre ciddi bir para idi.

Bakanlığa 724 şiir gönderildi; aralarında Doğu cephesi Kumandanı Kazım Karabekir'inki de bulunuyordu. Hatta tavassutu için Başbakan Rauf Bey'e mektup yazdığı şiiri şöyle başlıyordu: "Ya istiklal ya ölüm / Ya istikbal ya ölüm / Vatanım milletim sancağım evim / İstiklalsiz yoktur yerim."

Şiirlerin hiçbiri yetkilileri tatmin etmedi, nesiller boyunca heyecanı duyulacak, elde kalan yurdun ufuklarındaki kara bulutları dağıtacak bir metin aranıyordu. Hamdullah Suphi'nin kanaatince de bu marşı ancak Mehmed Akif yazabilirdi; fakat araları pek iyi değildi. Mehmed Akif'in yakın dostu Hasan Basri Çantay'ı devreye sokmak istedi. Çantay'ın, yarışmada para olduğu için Mehmed Akif'in yazmak istemediğini söylemesi üzerine Hamdullah Suphi, "O halde siz de yarışmanın dışında bir şiir yazmasını temin edin" dedi. Çantay'ın cevabı şu oldu: "Mademki bu şekilde düşünüyorsunuz, Akif Bey'e hitaben vekil olarak bir tezkere yazınız, ben de nezdinde teşebbüse geçeyim." Hamdullah Suphi, çok nazik bir mektup yazdı; fakat Çantay, Mehmed Akif'in ne derecede ilke adamı olduğunu bildiğinden mektubu vermedi. Bir kenara çekilip güya kendisinin de yazmaya çalıştığını gören Akif; "Ne yapıyorsun?" diye sorar. Çantay, "Milli Marş" yazdığını söyler; "Para için marş mı yazıyorsun?" diye çıkışınca; "Üstadım artık ikramiye kalktı" sözü üzerine, "Öyleyse biz de yazalım." dediği belirtilmektedir. Taceddin Dergâhı'nda çok kısa sürede o abidevi şiiri kaleme alır. 17 Şubat 1921'de "Kahraman Ordumuz'a" ithafıyla Sebilürreşad dergisinin ilk sayfasında yayımlanır.

Kurulan jürinin tasdikinden geçtikten sonra Meclis'e sevk edilir. Oturumda Hamdullah Suphi, metni kendisine has üslubuyla okuyunca alkış tufanı kopar, Akif'in mahcubiyetinden gizlenmek için yer aradığı gözlerden kaçmaz.

Bilindiği gibi marş "Korkma!" kelimesiyle başlar. Peygamber Efendimiz'le Hz. Ebubekir mağaradayken müşriklerin yaklaştıklarını gördüklerinde herhal de endişelendiğini sezdiği için Efendimiz; "Korkma ya Ebubekir" der. O "korkma" sanki sadece Hz. Ebubekir'e değil, bütün ümmete söylendiğinden Mehmed Akif de İstiklâl Marşı'mıza "Korkma" ile başlamıştır.

Bizler için M.Akif çok yönüyle ideal bir örnektir, ama tevazuu hepimize rehber olmalıdır. O abidevi eseri hakkında şu değerlendirmeyi ancak o yapabilirdi: "İstiklâl Marşı'nın şiir olmak itibarıyla bir kıymeti yoktur; ancak tarihi bir değeri vardır." Bu cümlesi, milletimizin niçin onu çok sevdiğini veciz bir şekilde anlatmaktadır. Yattığı yer nur olsun.

Mehmed NİYAZİ

Zaman Gazetesi,12 Mart 2012

 

SON EKLENENLER

Üye Girişi