Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

İSTİKLAL MARŞI TİYATROSU

(I Perdelik Piyes)

OYNAYANLAR: (Öğretmen, Atilla, Nur, Mete, Serpil, Ateş, Güneş, birinci öğrenci, ikinci öğrenci, üçüncü öğrenci, dördüncü öğrenci.)

İSTİKLÂL MARŞI

MECLİS: l (Öğretmen ve Öğrenciler )
DEKOR: (Bir sınıf. Duvarda Atatürk'ün ve Mehmet Akif'in resimleri ve bir bayrak.)

ÖĞRETMEN- Sevgili çocuklar! Bugünkü dersimizin ne olduğunu biliyorsunuz değil mi?

ÖĞRENCİLER- İstiklâl Marşı ve onu yazan şair Mehmet Akif...

ÖĞRETMEN- Sizlere İstiklâl Marşı'mızı ve onun şairi hakkında büyüklerinizden bir şeyler öğrenmenizi, bazı şiirlerini ezberlemenizi söylemiştim. Bunu yaptınız mı?

ÖĞRENCİLER- Yaptık öğretmenim!

ÖĞRETMEN- Aferin size! Şimdi sen söyle Atilla! İstiklâl Marşı ne demektir?

ATİLLA- Milletimizin kurtuluşunu, kuvvetini, birliğini anlatan ve bütün millet tarafından beğenilip benimsenen, törenlerde söylenen marştır.

ÖĞRTEMEN- Sen söyle Nur! Türk'lerin İstiklâl Marşı'nı Mehmet Akif nerede ve hangi yılda yazdı?

NUR- Ankara'da 1921 yılı Şubat ayında yazdı. Bu şiir 12 Mart 1921 tarihinde Büyük Millet Meclisi'nde resmen Milli Marş olarak oy birliği ile kabul olundu.

ÖĞRETMEN- Aferin sana... Sen cevap ver Mete! Mehmet Akif nasıl bir şairdir?

METE- Mehmet Akif vatanını seven büyük bir şairdir. Yaşadığı çağlarda Türk ulusu birçok savaşlara girmiş, bozgunlara uğramış, büyük topraklar kaybetmişti. O halkın çektiği ıstırabı haykırdığı gibi zaman zaman kazanılan büyük zaferleri de güzel şiirlerle övmüştür. Mehmet Akif, Türk ulusunun yirmi beş asırlık büyük bir ulus olduğunu, her zaman hür yaşamış olduğunu söyler ve asla esir ve güçsüz olmadığını haykırırdı. En umutsuz günlerde bile bu inancını kaybetmedi. İstiklâl Savaşı'nda da Anadolu'ya geçerek sonuna kadar şiirleri, yazıları ve sözleri ile çalıştı. Vatanın kurtuluşuna yardımcı oldu.

ÖĞRETMEN- Doğru! Şimdi onun Birinci Dünya Savaşı'nda yazmış olduğu ve millet tarafından en çok sevilen ve tutulan şiiri hangisidir? Bunu kim biliyor?

ÖĞRENCİLER- "Çanakkale Şehitleri!" şiiri.

ÖĞRETMEN- Bunu bildiniz! Şimdi Çanakkale Savaşı hakkında bilgi vermek isteyenler parmak kaldırsın! (Bütün parmaklar havaya kalkar.)

ÖĞRETMEN- Görüyorum ki bunu hepiniz anlatmak istiyorsunuz. Ama hep birden konuşacak olsanız bir şey anlaşılmaz. Sen Serpil bu savaşı anlat! Böylece Mehmet Akif'in o şiiri niçin yazmış olduğunu öğrenelim.

SERPİL- Birinci Dünya Savaşı'nda Türkler hemen hemen bütün dünya ile savaş halinde idiler. Bir tarafta Türkler, Almanlar, Avusturyalılar ve Bulgarlar el eleydi. Karşımızda da İngiltere, Fransa; İtalya, Rusya ve komşuları gibi büyük devletler yer almışlardı. Düşmanlarımız bizi çökertmek için deniz yoluyla Çanakkale Boğazı'ndan girmek, İstanbul'u almak ve Karadeniz yoluyla zor bir duruma düşmüş bulunan Rusya'ya yardım göndermek istiyorlardı. Onun için Çanakkale Boğazı'nın önüne yüzlerce savaş gemisi yığdılar. Karaya da büyük kuvvetler çıkardılar. Boğazı zorlamaya başladılar. Ama Türkler orada çok büyük bir kahramanlık göstererek düşmana adım attırmadılar.
Birçok düşman gemilerini top ateşi ile batırdıkları gibi karaya çıkan düşman ordularını da denize döktüler. Çanakkale'de Türklerin kazandıkları zafer düşmanlarımız tarafından bile övüldü..
.
ÖĞRETMEN- Doğru!... Demek oluyor ki Şair Mehmet Akif de Türklerin Çanakkale'de kazandıkları bu büyük zafer üzerine o şiiri yazmış.

SERPİL- Evet öğretmenim!

ÖĞRETMEN- Bu şiiri kim biliyor?

ATEŞ- Ben biliyorum. Benim dedem orada şehit olduğu için babam bu şiiri bana küçük iken ezberletmişti. Kendisi de her zaman söyler!.

ÖĞRENCİLER- Peki Ateş! Ortaya çık ve şiiri oku! (Ateş ortaya çıkar, şiiri okur.)

ATEŞ- "Vurulup tertemiz alnından uzanmış yatıyor."
"Bir hilâl uğruna Yarab ne güneşler batıyor."
"Ey bu topraklar için toprağa düşmüş asker."
"Gökten ecdat inerek öpse o pak alnı değer."
"Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?"
"Gömelim gel seni tarihe desem sığmazsın:"
"Bu taşındır diyerek Kâbe’yi diksem başına:"
"Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına"
"Sonra gök kubbeyi lâhdine yapsam da tavan"
"Yedi kandilli Süreyya'yı uzatsam oradan"
"Tüllenen mağribi akşamları sarsam yarana"
"Yine bir şey yapabildim diyemem hatırana!"
(Öğretmen ve öğrenciler Ateş'i alkışlarlar...O da selâm vererek yerine geçer.)

ÖĞRETMEN- Aferin Ateş! Çok güzel okudun!

ATİLLA- Mehmet Akif'in bu şiirini de ben okumak istiyorum izin verir misiniz? ÖĞRETMEN- Bu şiir ne hakkında yazılmış?

ATİLLA- Bilgisizliği yeren; halkı çalışmak için şevke getiren, başımıza gelen felâketlerin hep bilgisizlikten doğduğunu anlatan bir şiir efendim.

ÖĞRETMEN- Bu şiiri ne zaman yazmış?

ATİLLA- Balkan Savaşı'ndan sonra...

ÖĞRETMEN- Peki oku da dinleyelim!

ATİLLA- (Ortaya çıkar ve "Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" dedikten sonra şiiri okur:)
"Olmaz ya... Tabii... Biri insan. Biri hayvan"
"Öyleyse cehalet denilen yüz karasından"
"Kurtulmaya azmetmeli baştanbaşa millet"
"Kâfi mi değil yoksa bu son ders-i felâket?"
"Son ders-i felâket neye mal oldu düşünsen?"
"Beynin gözyaşı olup akardı gözünden"
"Son ders-i, felâket ne demektir? Şu demektir;"
"Gelmezse eğer kendine millet, gidecektir."
"Zira yeni bir darbeye artık dayanılmaz."
"Zira bu sefer uyku ölümdür, uyanılmaz."
(Öğretmen ve öğrenciler kendisini alkışlarlar.)

ÖĞRETMEN- Sen de şiiri güzel okudun! Yalnız şair bu şiirinde ne demek istemiş? Bize bunu da açıklarsan şiiri daha iyi anlarız.

ATİLLA- Mehmet Akif Türk milletinin o zaman uğramış olduğu bozgun ve felâketin sebebini milletçe geri kalışımızda, bilgisizlikte buluyor. Bu bozgunun bize bir ders olmasını, herkesin çalışmasını, bilgice yücelmesini istiyor. Milletin ancak o zaman kurtulabileceğini söylüyor.

ÖĞRETMEN- Balkan Savaşı hakkında bize kim bilgi verecek?

GÜNEŞ- Ben vereyim öğretmenim!

ÖĞRETMEN- Bize vereceğin bilgiyi nereden öğrendin?

GÜNEŞ- Benim dedem Balkan Türkleri'nden imiş. Balkan Savaşı'ndan sonra göçmen olarak gelmiş. Ben daha küçükken bana hep oralarını anlatır, Rumeli Türküleri'ni söylerdi. Oralar çok güzel yerlermiş... Topraklan çok verimli imiş. Hepsini düşmana bırakıp kaçmışız.... Atalarımızın kanlarını dökerek aldıkları bu topraklardan, inanılmaz bozgunlara uğrayarak çekilmek zorunda kalmışız...

ÖĞRETMEN- Balkan Savaşı'nda hangi uluslar bize karşı birleştiler?

GÜNEŞ- Yunanlılar; Bulgarlar, Sırplar; Karadağlılar!...

ÖĞRETMEN- Bu savaş hangi yılda oldu?

GÜNEŞ- 1912 yılında öğretmenim!

ÖĞRETMEN- Peki bildiklerini kısaca anlat!

GÜNEŞ- O sıralarda Türkler dünyada hemen hemen yalnız imişler. Bütün büyük milletler Osmanlı İmparatorluğu'nu parçalamak, topraklarını paylaşmak için planlar kuruyorlarmış. İşte Rumeli'yi almak için Balkan devletlerini silâhlandırıp kışkırtan onlar olmuş. Savaş başlayınca da hangi taraf kazanırsa kazansın, eski sınırların değişmeyeceğini ilân etmişler. Asırlar boyunca geri kalmış olan memleketimiz; bunun acısını bu savaşta ilk defa görmüş. Bilgisiz komutanlar; silâh kullanmasını bile bilmeyen erler, koca Rumeli'yi bir yıl içinde düşmana bırakarak geri çekilmek zorunda kalmış. Memleket içindeki sen ben kavgaları da halkı ikiye bölmüş olduğundan felâket felâketi kovalamış. Bu savaştan bir yıl önce İtalyanlar bugün Libya dediğimiz Trablusgarp ile On iki Adaları baskınla alıp donanmamızı da yakmış oldukları için çok zor durumda kalmışız.

ÖĞRETMEN- Güneş doğru şeyler anlattı... İşte Şair Mehmet Akif Ersoy bu büyük bozgunun sebebini herkesten iyi anlamıştı. Türk ulusunu bu felâkete sürükleyen şey, birbirine düşmüş olması, bilgisiz ve geri kalması idi. Avrupalılar bilgisizliği çoktan yenmişler, fabrikalar kurmuşlar; yollar yapmışlar, çok ilerlemiş ve kuvvetlenmişlerdi. Biz ise onlardan alabildiğine geri kalmıştık. Bir memleket böyle geri kaldı mı komşuları onun topraklarına mutlaka göz koyar. Onu ortadan kaldırmak için ellerinden gelen her şeyi yaparlar. Peki çocuklar. Türkiye'nin kurtarıcısı Atatürk nerede doğdu?

ÖĞRENCİLER- Selanik’te...

ÖĞRETMEN- Selanik şimdi hangi milletin elinde?

ÖĞRENCİLER- Yunanlılar ‘in elinde...

ÖĞRETMEN- Sen söyle Güneş! Selânik'i ne vakit kaybettik.

GÜNEŞ- Balkan Savaşı'nda...

ÖĞRETMEN- Demin bir şey söylemiştik. Avrupalı büyük devletler Balkan Savaşı'ndan sonra, hangi taraf kazanırsa kazansın sınırların değişmeyeceğini bildirmişlerdi. Bu sözlerinde durdular mı?...

GÜNEŞ- Durmadılar öğretmenim. Topraklarımızın paylaşılmasına razı oldular. Hattâ düşmanlar güzel Edirne'yi bile almışlar. İstanbul'a da yaklaşmışlardı. Sonra aralarında anlaşmazlık çıkınca; Türkler son bir gayretle toparlanıp ileri atıldılar ve güzel Edirne'yi düşmandan kurtardılar. Mimar Sinan'ın en güzel ve en usta eseri olan Selimiye Camisi'ni Türk bayrağına kavuşturdular. ÖĞRETMEN- Sen Balkan Savaşı'nı iyi öğrenmişsin Güneş... Tarihin bu acı olaylarını her Türk'ün iyice bilmesi ve bellemesi şarttır. İnsanlar geçmiş felâketlerden ders almasını bilemezlerse onları yeni felâketlere uğramaktan kimse kurtaramaz. Şimdi İstiklâl Savaşı'na geçelim. Savaş, sen bize bunu kısaca anlat bakalım.

SAVAŞ- Birinci Dünya Savaşı'ndan da yenik çıkmıştık. Bizimle el ele olan devletlerden, önce Bulgaristan sonra Avusturya ve Almanya düşmana boyun eğince, biz de çaresiz olarak yenildiğimizi kabul etmek zorunda kaldık. Düşmanlarımız Versay'da bize çok ağır barış şartları imzalattılar. O koca Osmanlı İmparatorluğu'ndan geriye pek az yer kalması... İstanbul ve Boğazlar bile elimizden alınmıştı... Mersin, Adana; Gaziantep, Maraş, Fransızlar, Antalya ve çevresi İtalyanlar; Karadeniz kıyıları kısmen İngilizler ve Pontus Rumları tarafından, İzmir ve Ege de Yunanlılar eliyle işgal edilmişti. Ordularımız dağıtılmıştı. Hainler düşmanlarla işbirliği yapıyordu. Doğu Anadolu'da da bir Ermenistan hükümeti kurulmak isteniyordu.

ÖĞRETMEN- Sonra ne oldu?

SAVAŞ- Bütün dünya Türk ulusunun artık bir daha dirilmemek üzere çöktüğüne inanıyordu. İşte bu sırada Atatürk Samsun'a çıktı. O ve arkadaşları. Türk ulusunun hiç bir zaman ölmeyeceğine inanıyordu. Memleket toprakları yabancı ordular tarafından çiğnenirken yer yer vatansever insanlar kendiliklerinden cepheler kurmuşlar ve karşı koymaya başlamışlardı. Atatürk bunların başına geçti. Memleketin bütün vatansever insanlarını çevresine topladı... Kurtuluş Savaşı açarak bütün dünyaya meydan okudu. Düşmanları silip süpürdü. Ankara'nın önlerine kadar gelmiş bulunan Yunan ordusunu denize döktü. Vatanı kurtardı.

ÖĞRETMEN- İyi özetledin. Peki, Atatürk Samsun'a hangi tarihte ayakbastı?

SAVAŞ- 19 Mayıs 1919'da...

ÖĞRETMEN- İstiklâl Savaşı, Türklerin bütün tarihleri boyunca en zor şartlar içinde kazanmış oldukları en büyük zaferdir. Atatürk'ün hizmeti yalnız vatanı kurtarmak mıdır?

SAVAŞ- Hayır öğretmenim!... O zaferden sonra cumhuriyeti de kurmak, Türkiye'yi bir Orta Çağ devrinden kurtaracak devrimleri yapmakla da Türk ulusuna hizmet etmekten geri kalmamıştır.

ÖĞRETMEN- Eğer bugün özgür bir vatanda yaşıyorsak, memleketimizde okullar, üniversiteler: fabrikalar açılmışsa: Türkiye’nin sözü hür dünyada şerefle geçiyorsa, bütün bunlar Atatürk'ümüzle olmuştur. Şimdi başka bir şey soracağım. Ateş, sen cevap vereceksin. Şair Mehmet Akif Anadolu'ya ilk olarak ne zaman geçti?

ATEŞ- Yunanlılar İzmir'e çıktıkları 15 Mayıs 1919'dan hemen sonra...

ÖĞRETMEN- İlk olarak nereye gitti?

ATEŞ- Balıkesir'e... Ege halkı hemen bu Yunan saldırısına karşı koymaya başlamıştı. O da kendilerini teşvik etmek için gitti. Oralarda güzel söylevler verdi. Sonra İstanbul'a dönerek burada da millî uyanışı destekleyen şiirler, makaleler yazdı. Bir yıl sonra ise zaferin sonuna kadar dönmemek üzere yeniden Ankara'ya gitti. Ankara'da ve Kastamonu'da çalıştı. Bütün cephelerde dolaştı... Büyük Millet Meclisi'nde de hizmet etti.

ÖĞRETMEN- Mehmet Akif, İstiklâl Marşı'nı zaferden önce mi sonra mı yazdı? Cevap ver Serpil!

SERPİL- Önce yazdı...

ÖĞRETMEN- Pekâlâ! Bu marş nasıl yazıldı? Söyle bakalım!...

SERPİL- Milli ordu kurulmuş, ufuklarda zafer ümitleri belirmişti. Büyük zafer için son hazırlıklar tamamlanmak üzere idi. Yunan orduları ilk yumrukları yemiş, Türk'ü yere sermenin; Ankara'yı ele geçirmenin bir hayal olduğunu anlamaya başlamıştı. İşte bu sıralarda ordular ve halk için bir istiklâl Marşı isteği belirdi Hükümet de İstiklâl Marşı için şairler arasında bir yarışma açtı. Birinciliği kazanacak olan şiirin sahibine beş yüz lira mükâfat da konulmuştu. O zaman için bu büyük bir para idi.... Millî Eğitim Bakanlığı tarafından idare edilen bu yarışmaya yedi yüz kadar şiir geldi.

ÖĞRETMEN- Mehmet Akif bu yarışmaya katıldı mı?

SERPİL- Hayır öğretmenim.... O bu yarışmaya katılmadı.

ÖĞRETMEN-Niçin?...

SERPİL- Onun yaradılışı bu çeşit yarışmalara katılmasına uygun değildi. Sonra işin içinde para mükâfatı oluşu da hoşuna gitmiyordu.

ÖĞRETMEN- Peki sonra ne oldu?

SERPİL- Gönderilen yedi yüz şiir içinde güzelleri vardı. Fakat hiç biri tam olarak Meclis'e güzelliği hakkında inanç veremiyordu. Öyle bir şiir isteniyordu ki, milletin kükreyişini; Türk ulusunun yüceliğini tam olarak belirtsin. Bunu düşünen o zamanki Millî Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi; bu işi ancak Mehmet Akif'in yapabileceğini anladı. Ona giderek bu marşı yazmasını kendisinden istedi. Mehmet Akif'te bunun üzerine İstiklâl Marşı'nı yazdı. Bu şiir Büyük Millet Meclisi'nde okunduğu zaman bütün Milletvekilleri heyecana kapılmışlar ve Şair Mehmet Akif'i uzun uzun alkışlamışlardır. Aranan şey bulunmuştu. Şair Mehmet Akif o günün hayatının en mutlu günü olduğunu söylemişti. Sonra da 12 Mart 1921 tarihinde bu şiir İstiklâl Marşı olarak resmen kabul edildi. Daha sonra da bunun bestelenmesi için yarışma açıldı. Zeki Bey adında bir bestecinin eseri birinciliği kazandı. İşte bugün söylediğimiz millî marşımızın yazılışı ve bestelenişi bu şekilde olmuştur, öğretmenim... Onu yazan Şair Mehmet Akif; besteleyen ise Zeki Üngör’dür

ÖĞRETMEN- Aferin Serpil! Görüyorum ki bugünkü dersinizi hazırlamak için hepiniz çok iyi çalışmışsınız. Peki, bu marşı Mehmet Akif kime armağan etmişti?

SERPİL- Kahraman ordumuza...

ÖĞRETMEN- Bu da doğru! Şimdi hepiniz sıra ile bu marşın birer dörtlüğünü okuyacaksınız. Böylece Türk ulusu yaşadıkça anılacak ve söylenecek olan bu şiirin bütününü okumuş olacağız! Haydi Atilla! Sen başla! Sıra ile ortaya çıkarak birer birer okuyacaksınız!

ATİLLA- (Ortaya çıkar:)
"Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak."
"Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak."
"O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;"
"O benimdir, o benim milletimindir ancak."
(Atilla çekilir, Nur gelir.)

NUR- "Çatma, kurban olayım çehreni ey nazlı Hilâl!"
"Kahraman ırkıma bir gül. Ne bu şiddet, bu celâl?"
"Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helâl;"
"Hakkıdır, Hakk'a tapan milletimin istiklâl."
(Nur yerine geçer, Mete gelir.)

METE- "Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım."
"Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!"
"Kükremiş sel gibiyim: Bendimi çiğner, aşarım:"
"Yırtarım dağları, enginlere sığmam taşarım."
(Mete yerine geçer, Serpil gelir.)

SERPİL- "Garbın afakim sarmışsa, çelik zırhlı duvar;"
"Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var."
"Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar."
"Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar?"
(Serpil, yerine geçer, Ateş gelir.)

ATEŞ- "Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma sakın;"
"Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın."
"Doğacaktır sana va’dettiği günler Hakk'ın..."
"Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın."
(Ateş yerine geçer. Güneş gelir.)

GÜNEŞ- "Bastığın yerleri toprak diyerek geçme, tanı."
"Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı."
"Sen şehid oğlusun, incitme yazıktır, atanı:"
"Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı."
(Güneş yerine geçer, Birinci öğrenci gelir.)

BİRİNCİ ÖĞRENCİ- "Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?"
"Şüheda fışkıracak toprağı sıksan, şüheda!" "Canı, cananı, bütün varımı alsın da Hûda," "Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda"
((Birinci öğrenci yerine geçer, ikinci öğrenci gelir:)

İKİNCİ ÖĞRENCİ- "Ruhumun senden İlâhi şudur ancak emeli:" "Değmesin mabedimin göğsüne namahrem eli;"
"Bu ezanlar-ki şehadetleri dinin temeli-"
"Ebedi yurdumun üstünde benim, inlemeli."
(İkinci öğrenci yerine geçer, Üçüncü öğrenci gelir:)

ÜÇÜNCÜ ÖĞRENCİ- "O zaman vecd ile bin secde eder -varsa- taşım."
"Her cerihamdan ilahî, boşanıp kanlı yaşım," "Fışkırır ruh-u mücerred gibi yerden na'şım!"
"O zaman yükselerek arşa değer, belki, başım." (Üçüncü öğrenci yerine geçer, Dördüncü öğrenci gelir:)

DÖRDÜNCÜ ÖĞRENCİ-"Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı Hilâl!" "Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl." "Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlal:"
"Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet;" "Hakkıdır, Hakk'a tapan, milletimin istiklâl."
(Çocuklar alkış tutarlar. Sonra hep birlikte İstiklâl Marşı'nın bestesini söylerler

 


İSTİKLAL TİYATROSU

(Perde)

KİŞİLER
ADALI HÜSEYİN (30 yaşında) - İHTİYAR Köylü (70 yaşında) - KAZA KAYMAKAMI (40 yaşında) - HAPİSHANE MÜDÜRÜ (60 yaşında) - SAVCI (35 yaşında) - ADLİYE MÜFETTİŞİ (45 yaşında) - BİR ECNEBİ SUBAY (30 yaşında) TERCÜMAN (50 yaşında) - İKİ JANDARMA.

SAHNE
(Akdeniz kıyılarında bir kaza merkezinin hapishanesinde müdür odası. Sağda ve solda iki kapı.. Bir köşede bir yazıhane, telefon, birkaç sandalye.. Vakit gece.. Hapishane müdürü yazıhanenin başında uyukluyor.. Bir köşede bir hasır sandalye üstünde aksakallı bir ihtiyar köylü, başını elleri arasına almış, dalgın dalgın düşünüyor.. Dışarıda köpeklerin uluduğu işitilir... Sonra bir araba sesi...)

BİR JANDARMA (Kapıdan girerek müdüre) — Müdür bey, Kaymakam, beyle Savcı bey geldi... Yanlarında bir de yabancı var...

MÜDÜR (Yerinden fırlayıp üstünü başını düzelterek) buyursunlar... buyursunlar...
(Kapıya doğru koşar.) (Savcı, Kaymakam ve Adliye Müfettişi sahneye girerler.)

KAYMAKAM (Müdürü Müfettiş'e takdim eder) — Hapishane Müdürü Arif efendi... (Müfettişi göstererek) adliye Müfettişi beyefendi... Gece yarısından sonra kasabaya teşrif ettiler...

MÜDÜR — Sefa geldiniz beyefendi... Gece yansından sonra teşrif ettiğinize nazaran hiç uyumamış olacaksınız.

MÜFETTİŞ — Evet efendim... öyle oldu... Kasabanın bir heyecanlı gecesine rastgeldik...

KAYMAKAM (Müdürü süzerek) — Siz de pek uyumuşa benzemiyorsunuz.

MÜDÜR (Gülümseyerek) — İyi keşfettiniz Kaymakam bey... Bendeniz de uyumadım... On beş seneden beri kasaba hapishane müdürüyüm... İlk defa idam cezasına tesadüf ediyorum... (İçini çekerek) Düğünler gibi bu işler için de az çok hazırlık lazım geliyor... Geçerken belki görmüşsünüzdür... Cami meydanında darağacım kuruyorlar... Ara sıra çıkıp nezaret ediyorum...

SAVCI (Gülerek Müfettiş'e) — Mesleğine pek uymaz amma hapishane müdürümüz şairdir... Eski tarzda gazeller yazar... Böyle bir vakanın kendisini ne kadar müteessir edeceğini tahmin buyurursunuz...

MÜDÜR — Müteessir olmamak elde değil... Maamafih bendeniz o kadar yufka yürekli bir insan değilim... Bilhassa vazife başında... Yani bendenizi öyle zayıf, iradesiz, aciz, korkak bir insan olarak tanımamanızı rica ederim Müfettiş bey...

MÜFETTİŞ (Gülümseyerek) — Ne münasebet efendim... İdam, cezaların en ağırıdır... Bu çirkin ölüm en taş yüreklileri bile müteessir eder... Fakat ne yaparsınız ki zaruri... Umumun selamet ve emniyeti için ara sıra bu çareye başvurmak lazım geliyor...

KAYMAKAM — Maalesef öyle Müfettiş bey... Mesela biraz sonra asılacak adam memleketin en uslanmaz bir çapkınıydı... Bütün kasaba halkı ondan yaka silkerdi... Birçok kimseler onun asılmasını bir bayram addediyorlar.

MÜDÜR — Hakikaten öyle Müfettiş bey... Adalı Hüseyin denen bu adam iki günde bir vukuat çıkarır, buraya gelirdi... Birkaç gün yahut birkaç ay yattıktan sonra hapishaneden çıkarken dilim döndüğü kadar, nasihat ederim... Sözlerim bir kulağından girer, bir kulağından çıkardı... "Pekâlâ Müdür bey, pekâlâ... Uslu otururuz amma insanlık halidir... Sen yine ihtiyaten benim odayı hazır tut" derdi... Hâsılı Adalı burasını otele çevirmişti...

KAYMAKAM — Ona nasihat eden sade Müdür bey değildi... Ben de senelerce bu çapkınla uğraştım... Hatta bu başına gelecek şeyi evvelden kendisine haber verdim; "Adalı! Sen bu gidişle galiba darağacında can vereceksin" dedim...

SAVCI — Ne yapalım, kendi düşen ağlamaz...

MÜFETTİŞ (Kaymakama) — Benim, meseleden haberim yok... Bir kadın meselesi demiştiniz değil mi efendim?

KAYMAKAM — Evet bir kadın meselesi... Yolsuz bir kadın için memleketin en kahraman, en temiz bir delikanlısına kıydı...

SAVCI — Kanaatimce kimsenin ölümü bu serserininki derecesinde haklı olamaz.

MÜFETTİŞ (Köşedeki düşünen ihtiyarı görerek) — Bu adam kim?

HAPİSHANE MÜDÜRÜ — öldürülen biçarenin babası.

MÜFETTİŞ — Burada ne arıyor?

KAYMAKAM — Dün ayaklarıma kapandı... "izin verin oğlumu öldürenin nasıl öldüğünü gözümle göreyim" diye yalvardı...

MÜFETTİŞ (İhtiyara doğru yürüyerek merhametle) — Baba keşke sen gidip yatsan... Bak ihtiyarsın... Oturduğun yerde uyukluyorsun... Hasta olacaksın...

KÖYLÜ (Yavaş yavaş yerinden kalkar) — Ben mi uyukluyorum bey?.. Aylardan beri bir gece gözüme uyku girdi mi sanıyorsun? Çocuğum gözümün önünden gidiyor mu ki gözlerim kapansın...

MÜFETTİŞ — Hakkın var baba... Allah sana sabır versin. Demek istediğim şu ki, senin beklemene lüzum yok... İntikamın alınacağından emin değil misin? Oğlunun katili biraz sonra cezasını çekecek...

KÖYLÜ — "Onun ipini bana çektirin" diye yalvardım, razı olmadılar... Bari gözümle göreyim ölüm kolay mı imiş... (Göğsüne yumrukla vurup içini çekerek ve ağlayarak) Ah, bey... benim oğlumu göreydin sen de yanardın ya... Ne filiz gibi delikanlıydı! İki elim koynumda kaldı... Yazık değil mi bu yaşta bana?..

KAYMAKAM (Müfettişe) — Bu adamın hali hakikaten yürekler acısıdır... Dediği gibi oğlundan başka kimsesi de yoktu... Şimdi böyle sürünecek vaziyete düştü...

MÜFETTİŞ — Vah biçare vah...

KAYMAKAM (Saate bakarak) — Vakit geliyor galiba Müdür bey...

MÜDÜR (Asabiyetinden sakallarını çekerek) — Ah şu gece bir geçse... Şu iş bir hayırlısıyla olup bitse... (Dışarıda köpek ulumalarıyla karışık birkaç otomobil kornası... Bir otomobilin sokakta durduğu işitilir.)

KAYMAKAM — Garip şey... Kasabamızda otomobil yok... Bu saatte kim gelmiş olabilir?

MÜFETTİŞ — Şunu bir anlayım bakalım Müdür bey.

MÜDÜR — Hay hay efendim...
(Müdür soldaki kapıya giderken kapı açılır, jandarma girer.)

JANDARMA (Kaymakama) — Efendim bir ecnebi subayı ile tercümanı geldi... Sizi istiyorlar... Evinize uğramışlar. Burada olduğunuzu söylemişler...

KAYMAKAM — Bir ecnebi subayı mı? Şaşılacak şey.
(Kapıda formalı bir ecnebi subayı görünür... Göğsünde büyük bir kordon var... Arkasında orta yaşlı bir tercüman.)

JANDARMA (Tercümana Kaymakamı göstererek) — Kaymakam bey bu beyefendidir...

KAYMAKAM — Buyurun efendim... Beni mi istediniz... Kimsiniz?
(Subay ve Tercüman selam verirler.)

KAYMAKAM (Sandalye göstererek) — Buyurun efendim...
(Subay işaretle reddeder.)

TERCÜMAN — Kaymakam bey zatıâlinizsiniz değil mi?
KAYMAKAM — Evet...

TERCÜMAN (Bozuk bir telaffuzla) — Devlethanenizde aradıksa burada olduğunuzu söylediler. (Subayı göstererek) Binbaşı efendi kumandan "Galo" Hazretlerinin başyaverleridir. Kendisini kumandan Galo Hazretleri sureti mahsusada göndermişlerdir.

KAYMAKAM — Kumandanın arzulan nedir?

TERCÜMAN — Efendim burada Adalı Hüseyin isminde bir delikanlı idama mahkûm edilmiş... Sanırım ki birkaç saat sonra hüküm infaz edilecekmiş... Malumu aliniz bu çocuk "Terma" Adası ahalisindendir. "Terma" Adası beş sene evvel Türkiye Devletinden ayrıldı ise bu delikanlı da Türkiye'ye gelip yerleşmiştir... Ancak kendisinin "Terma" Adasından kaydı silinmemiştir... Yani şunu demek isterim ki bu delikanlı bugün Türkiye tabiiyetinde değildir. Hatta büyük kardeşi "Resul Efendi" Terma'da belediye reisidir... Devlete çok büyük hizmeti vardır... Resul efendi yeni hükümeti metbuasına müracaat etmiş, Türkiye Devletinin kapitülasyonlar mucibince bu Adalı Hüseyin'i muhakeme ve idam etmeye hakkı olmadığını söylemiştir. Sözü uzatmayalım... Neticede talebi haklı görülmüş. Adalı Hüseyin'in yaver efendi vasıtasıyla salimen kumandana teslim edilmesi istenilmesine karar verilmiştir... Bereket tam zamanında yetiştik...
(Kaymakam, Sava, Müfettiş, Hapishane Müdürü hayretle birbirlerine bakarlar aralarında konuşurlar.)

KAYMAKAM — Tercüman efendi... İzahatınız bize biraz karışık geldi... Kanunlarımızın idama mahkûm ettiği bir adamı size teslim etmemizi mi istiyorsunuz?

TERCÜMAN — Evet Kaymakam Bey.
KAYMAKAM — Devlet mahkemesinin idama mahkûm ettiği bir mücrimi kimsenin kimseye teslim etmeye hakkı yoktur... Bunu kumandan Galo Hazretleri de pek iyi bilirler...

TERCÜMAN (Yaverle konuştuktan sonra küstah bir tavırla) — Yaver efendi buyuruyorlar ki General Galo Hazretleri lazım gelen hakkı ve... kuvveti kendilerinde bulmasa idiler böyle bir işe teşebbüs etmezlerdi. (Soğuk bir sükût).

TERCÜMAN (Sinsi ve küstah) — Kaymakam bey bendeniz Türkiye'de büyümüşüm... Türkleri severim... İstemem ki onlara bir zarar gelsin. Onun için müsaade ederseniz hakikati daha açık söyleyeyim... General Galo Hazretleri bu akşam Vali Paşaya bir nota vermişler, Adalı Hüseyin sağ salim teslim edilmezse maalesef kuvvete müracaat edileceğini beyan etmişlerdir... Gece olmasa idi de şu yokuşun başına çıksa idik bir zırhlı ile iki torpitonun kasabaya toplarını çevirip durduğunu görürdünüz... Bu fevkalade nazik bir mesele-i siyasiyedir anlıyorsunuz? (Adliye müfettişi kendi kendine söylenerek dolaşır.)Ne rezalet. Ne tahammül edilmez rezalet yarabbi!

KAYMAKAM — Peki Vali Paşa ne cevap verdi?

TERCÜMAN — Vali Paşa mabeyinden yetişme bir ferasetli paşadır. Amiral, Galo Hazretlerinin notalarıyla beraber size şu tezkereyi gönderdi.
(Yavere işaret eder. Yaver büyük bir zarf çıkartıp Kaymakama verir.)

TERCÜMAN — Buyurunuz beyefendi...
(Kaymakam büyük bir heyecan içinde zarfı yırtar... Kâğıtları çıkarır... Müfettiş, Savcı ve Hapishane Müdürü de ona yaklaşırlar, sessizce okurlar... Sonra heyecan ve nefretle birbirlerine bakarlar.)

KAYMAKAM — Ne dediniz?

SAVCI — Kepazelik...

MÜFETTİŞ — Namussuzluk... Devlette iki paralık haysiyet bırakmadılar...

SAVCI — Ne bedbaht insanlarmışız yarabbi!

KAYMAKAM — Şimdi ne yapacağız beyefendiler... İsabet ki yalnız değilim...

SAVCI — Evet, seri bir karar vermek lazım...

MÜFETTİŞ (Büyük bir ümitsizlik içinde acı acı gülümseyerek) — Karar verilmiş gitmiş... Elinizi yüzünüze kapayıp Adalı'yı bunlara teslim etmekten başka yapılacak ne iş var?

KAYMAKAM (Ellerini oğuşturarak) — Ben namussuzluğu nasıl yapacağım?

MÜFETTİŞ (Deli gibi) — Sana ne oluyor azizim? Ecnebi kapitülasyonu kabul eden bir devlet her türlü şerefsizliği ezelden kabul etmiş, sineye çekmiş bir devlet demektir... Vali Paşa, mabeyin usulü, lakırdıyı ağzında gevelemekle beraber Adalı'nın teslimini hemen açıktan açığa emrediyor... (İhtiyar köylü bu muhavereye kulak kabartmıştır. Fakat pek anlayamamıştır.)

İHTİYAR (Yavaş yavaş kaymakama yaklaşır) — Ne oluyor beyefendi? Allah rızası için bana da anlatın.

KAYMAKAM (Hiddetle) — Ne olacak baba... Oğlunun katili ecnebi tebaasıymış... Düşman gemileri üstümüze toplarını çevirmişler Adalı'yı istiyorlar... Sağ salim onu teslim edecekmişiz.

İHTİYAR (Evvela vurulmuş gibi sendeler, sonra derin ve saf bir bakışla Kaymakam ve arkadaşlarına) — Etmeyin efendiler... Benim gibi dertli bir ihtiyarla eğlenmek günahtır... Sizin gibi efendilere yakışmaz...

KAYMAKAM — Ne eğlenmesi baba... Bizde eğlenecek hal var mı?

İHTİYAR (Kaşlarım çatarak ağır ağır) — Eğleniyorsunuz... Koca devlet, koca Türk Devleti; mahkemesinin kararını bozdurur mu? Mahkûmunu eliyle düşmana teslim eder mi? Bunu benim ihtiyar kafama sokamazsınız.

MÜFETTİŞ (Derin bir teessür içinde) — Sus baba sus... Bu sözlerinle bizleri, memleketin münevver denen adamlarını yerin dibine sokuyorsun...

KAYMAKAM (ihtiyarın omuzunu, yanaklarım okşayarak) — Bunun sebeplerini sana anlatmak, senin saf, mübarek başına sokmak kabil değil babacığım... Fakat bu iş böyle... Bizim de senin kadar yüreğimiz yanıyor... Utancımızdan yere geçiyoruz... Fakat böyle itaat edeceğiz, Adalı'yı teslime mecburuz.

İHTİYAR (Teessürü gittikçe korkunç bir hiddete dönerek bağırmaya başlar) — Kabul etmem... Ben adalet isterim... Kanıma kan isterim... Bu milletin namusu var... Siz onu teslim etseniz bile ben parçalarım... Bakmayın ihtiyarlığıma, ben de genç oldum, bu milletin namusu için ben de kanımı döktüm... (Ecnebi zabitine hücum edecek gibi) Sen kim oluyorsun? (Jandarma İhtiyarı kolundan yakalar.)

KAYMAKAM — Baba aklının ermediği işe karışma.. Canımızın sıkıntısı zaten kendimize yetiyor...

İHTİYAR — Bey sen buranın kaymakamısın... Büyüğümüzsün... Yarın ahrette iki elim yakanda olsun eğer...

KAYMAKAM (Hiddetle bağırarak) — Sus dedik baba... Şimdi seni dışarıya attırırım. (Tercümana) Yaver efendiye söyleyin... Mazur görsünler... Bu adam çocuğunun acısıyla ne yaptığını bilmeyen bir zavallı babadır...

TERCÜMAN — Malum efendim, malum... Yaver efendi de anlamıştır... Ziyam yok...

KAYMAKAM (Müfettiş ve Savcıya) — Adalı'yı veriyoruz değil mi?

MÜFETTİŞ (Omuz silker) — Başka çare var mı?

SAVCI — Ne zillet yarabbi ne zillet...

MÜDÜR — Bu gidişle bakalım daha neler göreceğiz...

KAYMAKAM (Müdüre) — Adalı uyanık mı?

MÜDÜR — Uyandırmıştık...

KAYMAKAM — Bu sabah asılacağını biliyor muydu?

MÜDÜR — Maalesef biliyordu... Adalı'ya fena halde diş bileyen üç kişi münasebetsizlik ettiler... Gece pencerenin önünde: "Adalı Allah bugünleri bize gösterdi. Yarın sabah asıldığını seyre geleceğiz" diye bağırdılar...

KAYMAKAM — Hakikaten can sıkacak bir münasebetsizlik! Ne yaptı? Korktu mu?

MÜDÜR — Elbette korkmuştur... ölüm bu... Fakat yine de şirretliği elden bırakmadı... Pencereden dehşetli küfürler etti. Duvardan tırnaklarıyla parçalan sökerek kafalarına yağdırdı. Demin jandarmalar kelepçesini vuruncaya kadar akla karayı seçtiler... Zavallılardan birinin bir dişi kırılmış, birinin diz kapağı berelenmiş, birinin kulağını dişleriyle koparıyormuş...

KAYMAKAM — Hakikaten misli görülmemiş bir şerir... Yazık ki elimizden kurtuluyor... (Bu muhavere esnasında ihtiyarın heybesinden bir bıçak çıkardığı gizlice cebine soktuğu görülür.)

KAYMAKAM — Haydi Müdür bey... Emir ver de getirsinler...

MÜDÜR — Başüstüne Kaymakam bey... (Müdür çıkar.)

KAYMAKAM (Sessizce ve sakin duran ihtiyara) — Baba... ne yapalım kader böyle imiş... Haydi artık git...

İHTİYAR (Sinsi bir mazlumlukla) — Bir ziyanım dokunuyor mu ki bey.

KAYMAKAM — Hayır ama belki heyecanlanırsın... Bağırıp çağırmaya kalkarsın...

İHTİYAR — Yok bey... Bağırıp çağırmayacağım...

KAYMAKAM — Söz veriyor musun?

İHTİYAR — Veriyorum bey,..
(Adalı'nın dışardan bağırdığı işitilir.) Ulan ellerim zincirli diye mi beni itiyorsun? Benim ölüm senin gibi sekiz hergelenin hakkından gelir...

KAYMAKAM —- Hala edepsizliğinde devam ediyor. (Adalı iki jandarmanın arasında girer. Elleri kelepçelidir.)

ADALI (Saç baş karmakarışık, küstah bir tavırla Kaymakama) — Hayrola... Böyle erken erken ne zahmet? Sizi leş kargaları sizi... Ulan hayırlı bir iş var deseler bu vakit yatağınızdan kalkar mısınız ya... Herifçi oğulları gidi... Bunlar da seyre mi geldi?

KAYMAKAM — Terbiyesizlik etme Adalı...

ADALI (Dişlerini gıcırdatarak kinle) — Şu ellerimdeki demir olmasa bana bu cevabı vermezdin ya... Dua et ulan... Hepiniz gözünüz aydın artık...

KAYMAKAM — Adalı bu lakırdıların sırası değil. Sus da beni dinle... Biraz sonra asılacaktın... Fakat şeytan sana yardım etti.. Kurtuluyorsun... Şimdi seni serbest bırakacağız...

ADALI — Ulan utanmadan bir de benimle alay mı ediyorsunuz be?

KAYMAKAM (Jandarmaya) — Çözün ellerini... (Jandarma yürür... Adalı'nın bileklerindeki kelepçeyi çıkarmaya başlarlar... Adalı hayretten taş kesilir.)

ADALI (Şaşkın şaşkın etrafına bakarak) — Bu ne iş bu... Bu ne iş bu? (Kelepçe çözülmüştür. Fakat Adalı o kadar şaşırmıştır ki, hala yerinden kımıldamıyor... Ellerini kaldırır; hareket ettirir, yüzüne yaklaştırır) Ulan rüya mı görüyoruz... Sahi be? Demek ben asılmayacağım... Kaymakam beni aldatmıyorsun ya...

KAYMAKAM — Serbestsin.

ADALI (Derin bir nefes alarak) — Hay Allah razı olsun be... Terbiyesizlik ettik ama kusura bakma... (Bir çocuk sevinci içinde) Yaşamak tatlı şey be yahu... Bari ben de bir daha uslu oturayım... (Kaymakama) Eksik olmayın. (Biraz durduktan sonra) Allah devlete millete zeval vermesin...

KAYMAKAM — Bizim devlete dua etme... Senin kendi devletine dua et...

ADALI — Kimmiş benim devletim?

KAYMAKAM — Senin memleketin neresi?

ADALI — "Terma" adası...

KAYMAKAM — "Terma" adasını Türklerden alan devlete dua et... Bize kalsa işin fenadır... Onlar seni kurtardı... (Subayla Tercümanı gösterir.)

ADALI — Anlayamıyorum, anlayamıyorum.

TERCÜMAN (Bir adım ilerler, nutuk söyler gibi tane tane) — Adalı... Kaymakam beyin söyledikleri doğrudur. Kardeşin Resul efendi General Galo Hazretlerine müracaat etti. Türklerin seni asmaya hakkı olmadığını söyledi. General Galo Hazretleri de lazım gelen teşebbüsleri yaptı, hatta bir zırhlı ile iki torpido buraya senin için gelmiştir... Şimdi seni otomobilimize alıp götüreceğiz... Dört beş saat sonra Terma'da ailenin içinde olacaksın. Yaver efendiye teşekkür et derdim... Fakat sanırım onun lisanım daha bilmezsin... Bundan sonra öğreneceksin. Şimdi ona yalnız "Yaşasın General Galo" de,
elini sık...

ADALI (Büyük bir gurur ve istihfaf ile Tercümanı süzerek)— Sen kimsin?

TERCÜMAN — Ben General Galo Hazretlerinin tercümanıyım...

ADALI — Anlaşıldı... Anlaşıldı... Sen ister bu efendiye, ister General Galo dediğin adama benim tarafımdan şu sözleri söyle... Ben aşağılık bir serseriyim... Herkesin bildiğini ne
saklayayım... Binbir türlü marifetim, pisliğim vardır... Bu yetmiyormuş gibi bir kardeşimin kanma da el bulaştırdım... İstemezdim ama oldu... Ne yapayım... Kader... Talih... Fakat benim bütün ahlaksızlıklarıma, pisliklerime karşı bir tek iyi tarafım vardır... Benim memleketimin, devletimin işine yabancıların, dost olsun, düşman olsun, ecnebinin burnunu, parmağını sokmasına tahammül edemem... Benim devletim, benim kanunum beni ölmeye mahkûm ediyor... Haksız yere bile olsa benim devletimdir, benim milletimin kanunudur... (Heyecanı artmış, sesi tıkanarak) Unutma amma.... Allah aşkına unutma... Söylediğimi General Galo'ya bir bir tekrar et... De ki bu külhanbeyinin tahsili, terbiyesi yok... Adamakıllı lakırdı etmesini bilmiyor, (biraz sükût) bir tek lügat biliyor: "İstiklal". Ben yalnız bu lügatin manasını biliyorum... İstiklal... (Derin bir nefretle) General Galo memleketime, milletime zırhlıların toplarım çevirecek.. Bizim hükümetimizle kanunumuzla çocuk oyuncağı gibi oynayacak. (Elini göğsüne vurarak) Ben bunu kabul edeceğim, Terma'daki namussuz kardeşimin yanına gidip canımı kurtaracağım... General Galo'ya, onun devletine "Yaşasın" diye bağıracağım... Beni bu ekmekten yiyecek kadar mı aşağılık sanıyor, General Galo, Terma'daki kardeşlerim?... (Müdür Müfettiş ve Savcıyı göstererek) Benim asıl kardeşlerim bunlar! Et tırnaktan ayrılır mı? Onlarla aram açık olabilir... Hangi ailede kavga yoktur... Onlar bana yolsuzluklarım için kızgındır haklan var... (Muhabbet ve sitemle Türklere bakarak ve göstererek) Ben de onlara kızgınım... Nasıl oldu da beni size, düşmana teslime razı oldular? Nasıl oldu da yabancının işimize karışmasına bu okumuş, yazmış adamlar rıza gösterdiler. (Türkler başlarını eğerler) Amma bizim dargınlığımız kardeş dargınlığıdır... Islak tülbent kuruyuncaya kadar geçer... (Kaymakamın elindeki kâğıdı alarak) Kaymakam bey... Bu benim af kâğıdım mı? Ver onu bana... O herkesten evvel benim hakkım... Ellerim iki dakika serbest kaldı. Bakın onların göreceği işe... (Kâğıtları parça parça yırtar, bir kibritle yakar, oturur.) Küllerinin bile bu toprakta kalmasını istemem. General Galo Hazretlerine benden selam söyle, bizim işimize karışmasın. Ondan beklediğimiz insanlığın, iyiliğin en büyüğü budur. Şimdi artık ellerimin işi bitti. (Jandarmaya) Arkadaş demiri yine yerine tek. (Jandarma tereddüt eder.)

ADALI (Gülerek masum bir tavırla) — Kaymakam bey... Emret şuna... Beni kızdıracak... yine kavga çıkaracağım... küfredeceğim... Gözünle görüyorsun ya!.. Her zaman kabahat bende değil beni kışkırtıyorlar. Damarıma basıyorlar... (Jandarmaya) Yahu bu zincirlerin benim bileklerime takılmasını bu devletin kanunu emretmedi mi? Ayıp sana be... (Jandarma kelepçeyi takar... Adalı dindar bir hürmetle gözlerini kapayarak kelepçeyi öper, gözlerini süzer.) Benim memleketimin, milletimin zincirleri Galo'nun gönderdiği hürriyetten çok tatlıdır... Benim biricik Türkiyem yaşasın... (Ecnebilere) Haydi efendiler... Siz yolunuza... (Kaymakama) Biz de yolumuza... Vasiyetim masiyetim yok, haydi gidelim şu işi bitirelim.

İHTİYAR (Kaymakama) — Bey, sana ses çıkarmayacağım diye söz verdim... Lakin yüreğim yanarak yalvaracağım... Bırak beni Adalı'ya iki çift lakırdı söyleyeyim... (Adalı ya yanaşır, cebindeki bıçağı çıkarıp gösterir.) Adalı seni düşmana bıraksaydılar ben ne olursa olsun kendi elimle bıçaklayacaktım... (Biraz durur) Adalı, beni bir evlattan mahrum ettin... Lakin yaptığın iş bütün kinimi söndürdü... Gel kabul et... ölen oğlumun yerine seni bağrıma basayım... Seni kendime evlat edeyim... Ben de eski askerim... Zaten bizde eski asker olmayan hangi ihtiyar var ki... Ben de senin gibi... "İstiklal"in manasını bilirim... Benim gibi bir ihtiyar için "İstiklal"in manasını bu kadar iyi anlamış bir delikanlıdan iyi evlat olur mu? Ah benim çocuğum... öz evladım... (Adalı'yi alnından, gözlerinden öper.) Aramızda devletin büyük adamları var... Ben cahil bir adamım... Pek aklım ermez ama onlar seni yine bu günlük daracağına gönderecek yere odana götürürler, gördüklerini hükümete yazarlarsa belki affedilirsin... Ben kanımı helal ettim. O zaman oğlum olursun, benim gözlerimi sen kapatırsın. Yok olmazsa ne diyelim, memleketine kanununa karşı boynumuz kıldan ince. O zaman da ben senin gözlerini elimle yumarım... İki çocuğum vardı, Allah ikisini de aldı diye ağlarım...

(İhtiyar Adalı’nın boynunda hıçkıra hıçkıra ağlarken perde iner.)

Reşat Nuri GÜNTEKİN

SON EKLENENLER

Üye Girişi