Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

KİMSESİZLER ADASI VE HİÇ KİMLİK VALS…

Bir kimsesiz ada vardı. Bu adanın sakinleri ya tek olmamışlardı, ya da sonradan herhangi feci mucize sonucu yok olmuşlardı...
Adanın bir köşesinde bir çift ağaç arasında bir çift bank vardı. O banklar öyle görünümünden garip idi. Sanki baktıkça insana bir şeyler söylemek istiyordu...
Kalbi doluydu bu ıssız adanın. Hem de öyle ki, bu dakika bir hazin müzik çalınsa, herhangi güzel melodili bir vals çalınsa, kalkıp insan gibi dans edecekti. Üstelik boş değil, capcanlı, içten, büyük sevgi ve tutku ile...
Bazen uzaklığından büyük seyahat gemileri geçiyordu ve yolculardan onunla ilgilenen de oluyordu. Ama nedendir, bilinmez, kimse henüz şimdiye kadar cesaret edip ona yakın gelememişti. Sanki bu ıssız adanın ruhunu, derin ıstıraplarını ve başına gelen korkunç trajediyi duyuyorlardı. Sanki ona bakan her insanı kendisi bilerek kaybetti bu yalnız ve hüzünlü ada…
Ancak bir gün nasıl olduysa, bir inatçı yazar cesaret edip ona yan aldı. Yeni romanı üzerinde düşünmeye kendine zaman ayırmıştı ve ona işte böyle tenha yer gerekiyordu. Ayakları toprağa basan ilk andan esinlenen yazar kalbinde bu ada ile ilgili birkaç cümle kullandı:
- Duyuyorum. Evet. Derinliğindeki o hırsı da, aşkı da, özlemi de ve nihayet, trajediyi de.
Yazar yanılmıyordu. Asla. Adının derinliğinde gizli bir gerçek vardı. O gerçek ki, belki de hiç açılmayacaktı. Çünkü açılsaydı, kendisiyle birlikte yine birkaç insanı üzecek, dehşete düşürecek ve hayat hakkındaki tüm iyimser düşüncelerini altüst edecekti. Buna göre, ada, sırrının açılmasını istemiyordu. Ama yazar çok inatçı idi. Ve bu inatçılığı geçen her saniye onu adaya daha çok bağlıyordu.
Bir hafta adada kalan yazar yavaş-yavaş buraya alışmaya, ilk geldiği andan içini saran garip korku hissinden kurtulmaya başlamıştı ki, hakkında az önce söz ettiğimiz o ünlü çift banka doğru geldi. Ve böylece her şey - adının bütün sırrı da çözüldü…
Onlar bir küçük kasabada yerleşmiş şirin çift idiler. Arzuları, hayalleri da oldukça sade idi. Sadece ve sadece birlikte mutlu olmak istiyorlardı. Ona göre, her ikisi evlendiği zaman kendi ailelerinden, yaşadıkları ortamdan uzaklaşmak, topumun tüm keskin düşüncelerinden ve "kaygısından" kurtulmaya çalıştılar. Bu arzu, bu niyet de onları adaya getirdi. - diye o banklardan birinde yerini rahatlatan yazar yeni romanını böyle başladı…
Düğünlerinde klasik bestecilerden birinin valsını oynamışlardı. Bu vals, sadece düğün âdeti değildi onlar için, bu vals, hem de yaşanacak büyük mutluluğun ve derin muhabbetin müjdecisiydi. Ama ne yazık ki, oynarken birbirine saf sevgi gülücükleri sunan ikili, zalim sondan habersiz idiler…
Şimdi burada - bu çift ağacın arasında, çifte bankların birinde oturan yazar derin düşünceye gitmişti. Çok düşündü. Fakat bu adada yaşanan trajedinin ruhunu duysa da, henüz kendisini anlaya bilmemişti, galiba böyle giderse uzun süre bir şey anlamayacaktı da…
Kızın babası nüfuzlu eyalet başkanı idi. Ve onun için ailesinin mutluluğundan daha çok, bugünkü şöhreti, nüfus üzerindeki hâkimiyeti ve elbette tüm insanlığı çengeline geçirmiş, yüzyıllardır köle etmiş yüklü miktarda para… Asla kabul edemiyordu, niye kızı, "onun" kızı komşularından, akrabalarından "asil" kişilerle değil, tamamen uzak memleketten gelen, fakir bir erkeği seçmişti. Babalık duygusu hiç, şimdi bencil eyalet başkanını ilgilendiren ve düşündükçe kışkırtan tek bir şey vardı - bakışlarıyla sürekli aşağıladığı, konuşma tarzıyla ezdiği, nihayet parası ile yok etmeye çalıştığı bu aşağı tabakanın adamı ondan, hatta bütün çevresindeki erkeklerden daha yakışıklı ve haysiyetli idi. Gösterişi da dursun bir yana, o, asla hiçbir zengin gibi hiçbir şeyin, başta paranın, evet, "sayın paranın" önünde eğilmemişti...
Şimdi yazdıkça ilginç düşünceye dalan yazar, bu ıssız adanın her tarafını gezmek, onu tüm incelikleriyle öğrenmek istiyordu. O zaman duyduğu tutku, yazarı çok büyülemişti ve bu ihtirasın kaynağını, esas da hikâyesini öğrenmeden vazgeçmeyecekti. Vazgeçseydi, ne zamansa sıkılsaydı, o zaman ruhunu, yazarlık yeteneğini yitirebilirdi, hem de ebediyen... Ama tüm sanat adamları gibi yazarlar da çok tuhaf ve inatçı olurlar. Bu inat yavaş-yavaş onları diğer sıradan insanlardan ayırır ve özel ediyordu. Bu özellikse tarihe geçmeye, ölümünden sonra sonsuza kadar yaşamaya bir araçtı, hem de vazgeçilemeyecek, elde edilmesi neredeyse imkânsız olan araç…
Düğünden bir gün önce babası onu son kez tehdit etmişti. Bu tehdit, sevgilisine kavuşmaya koşan genç kız için ne kadar önemsiz olsa da, babasından, canından çok sevdiği annesinden tamamen ayrılacağı için onu çok korkutmuştu. Ama ne yapalım, hayatın ona biçtiği rol de buydu. Çaresiz kıza sadece sahneye çıkıp oynamak kalıyordu. Tüm olanları kendinde yaşatan, derin hayat aşkıyla yoğunlaşmış vals ise öyle durmadan hazin-hazin sesleniyordu…
Hikâyenin esas dönüm noktası şuydu ki, bu masum çiftin saf, ilahi aşkına karşı duran bir kişi de vardı. Hem de onları ölümüne ayırmaya yemin etmiş, gaddar, miskin bir "insan". O da güya kızı seviyordu. Üstelik delicesine. Ama mesele burasındaydı ki, kız ona asla, sıradan bir selam da vermemişti, kaldı ki herhangi bir gülümseme, herhangi bir gelecek hayali, sevgi umudu…
Yazar durmadan yerinde dolaşıyor, romanın temel çizgisini, nasıl derler, bu ıssız adanın "kaderini" kurmaya çalışıyordu. Biraz düşündükten sonra günlerdir mürekkebe bulanmış ellerini, yazmaktan incinmiş parmaklarını, kızarmış, yorgun gözlerini dinlenmek için rahat bıraktı. Ama bir şeyi - durmadan adanı düşünen beyni durduramadı. Arka arkaya üç gün yatan yazarın beyni rüyada bile düşünüyordu. O da galiba inatçı yazar gibi gizemli konuları açıklığa kavuşturmadan rahatlamayacaktı, hem de hiç...
Düğünden sonra masum ikilini her an izleyen miskin ve bencil "âşık", kızın babasını kendine özgü yalaka hareketleri, tavırları ve kendisi kadar ucuz hediyeleriyle ele alabildi. Sırf bu yüzden ki, karakterce asillikten habersiz olan eyalet başkanı ne pahasına olursa, olsun, hatta kız sevdiğinden çocuğa kalsa da bile, kızı ondan ayırmaya ve bu kendisi gibi alçak, kendinden razı kişiye vermeye hazırdı…
Düğün gecesi çok muhteşem geçmişti. Tanrının sevdiği iki talihli kulu bugün birbirleriyle kelimenin tüm anlamlarında kavuşmuş, arzularına, uzun zamandan beri beklediklerine ulaşmışlardı… Ama gel gör ki, her an beyazın yanında siyah da var ve bu siyah daima beyazı lekelemeye, onu içinde topyekûn yutmaya çalışıyor. Bu gece de onlara açık kalan pencerenin seyreden hasta "âşık", o siyahın kendisiydi…
Neden böyle oluyor, acaba. Niye, hayatta mutlu olamayan hasta ruhlu insanlar mutsuzluklarının nedenini kendilerinde, hayatta acımadıkları masum insanların gözyaşlarında değil, mutlu olmaya çalışan ve ruhen gerçekten mutlu olan kimselerde ararlar. Niye. Ama niye. Belki de bu sorunun cevabını Tanrı bilir, kimini mutlu, kimini mutsuz yaratan Yüce Varlık...
Bu adada oldukça güzel hayat yaşayan ikili, hissettikleri muhteşem aşktan ve birlikte geçirdikleri sayısız esrarengiz anlardan başka bir şey düşünmemiş, işte bu nedenle ölüm gibi korkunç bir gölge tek* onları sürekli izleyen iğrenç şahsın varlığından habersiz idiler... Bir gün adadan kısa süreliğine uzaklaşmaya ve her çılgın insanın arzuladığı dünya seyahatine çıkmaya hazırlanan âşıkları inatçı yazarın sonunda düşünüp bulduğu korkunç facia bekliyordu. Üstelik sabırla, hiçbir yere acele etmeden...
Bu çift ağacın arasında yapılmış çift bank, mutlu çiftin tatlı hayallerinin ve yakında doğacak tatlı yavrularının alametiydi. Kız böyle istemişti. Zaman zaman onların ailesi artıp çoğalacak diye... Yüzü denize doğru olan bankların birinde uzun yıllar sonra yaşlansa da, kendi tazeliğini yitirmemiş mutlu, şirin baba, diğerinde ise sevimli yavrularının yeni oluşacak ailesi oturacaktı. Tüm boş zamanlarını, en güzel günlerini burada geçireceklerdi. En önemlisi, birlikte gün batımını burada oturarak, birbirine yaslanarak izleyeceklerdi. Böylece bir mutlu aile de dünyaya katkısını, asıl huzur müjdesini verecekti. Gerçek mutluluğu armağan edecekti…
Zalim felek, acımasız kader, cimri alın yazısı her zaman sonunda - hayat oyunu, "ömür piyesi" bitmeden salonun ta ön safında yerini hazırlar. Bu kez de bilet almayı unutmamıştı. Hevesle, büyük bir istekle finali izleyecekti…
Seyahat gemisi yaklaşınca sevinçle ona binmeye koşan ikilini, istenmeyen biri karşıladı, hem miskin, pis çehresiyle birlikte…
Silah gücüyle, kendisine getirttiği, parayla tuttuğu kişiliksiz adamlarının zorbasıyla da uzlaşmayan kadın, hayatın ağır tokatını yiyerek bir anda olgunlaşsa da, en yakın mesafeden şakağından aldığı kurşun yarasıyla yerinde ölen kocasının ölümünden sonra da teslim olmadı. Son nefesine mücadele etti. Nihayet, bu zalim çarpışmada gözlerini kaybeden acımasız "âşık", adamlarının yardımıyla önce kıza öyle kıyıda, onlara doğru uzaktan bakan çift bankın ve çift ağacın gözü karşısında tecavüz etti. Bununla ona, özgür ruhuna sahiplenmek istedi, ama kızın nefret dolu ve alçaltıcı bakışlarının karşısında tahammül edemeyip, kendi hasta egosuna yenildi, sonunda kızı - ilahi güzelliğe sahip olan melek yüzlü insanı boğarak öldürdü. Geri dönüp kızın babasına, karşısında her anlamda eğildiği eyalet liderine cevap veremeyeceği için gemiyle birlikte bilinmezliğe doğru gözden kayboldu. Ebedi olarak insanlardan uzaklaştı…
Yazar bitkin düşmüştü. Ağlamaktan gözleri şişmiş, elleri ezilmiş, beyni durmuştu…
Tecavüz edilen mazlum güzelin rahmindeki, her şeyden, bütün çirkinliklerden, fani kaygılardan uzak olan çocuk da o anda annesiyle birlikte hakka kavuştu…
Başından sonuna kadar durmadan seslenen gizemli vals da sonunda Carl Orf "O fortuna" eseriyle yer değiştirdi ve yeryüzü gökle birlikte derin karanlığa boğuldu…
Böylece "Kimsesizler adası ve hiç kimlik vals" romanını bitiyordu, günlerdir bu adada ruhen kaybolmuş ve birkaç günün içinde hayli yaşlanmış inatçı yazar…

*tek: gibi

Elşen İsmail
14 ocak 2017

 

İLGİLİ İÇERİK

KADIN OLMAK - Elşen İSMAİL

KIRIK KEMENÇE - ELŞEN İSMAİL

ELÇİ - ELŞEN İSMAİL

KİMSESİZLER ADASI VE HİÇ KİMLİK VALS…- ELŞEN İSMAİL

SÖYLE, ŞAMAN - ELŞEN İSMAİL

KARDA KAN İZİ - ELŞEN İSMAİL

 

SON EKLENENLER

Üye Girişi