YİTEN SÖZCÜKLERİN İZİNDE-SELİM İLERİ
Geçen hafta Radikal Kitap’ta Musahipzâde’den ve eseri Eski İstanbul Yaşayışı’ndan söz açmıştım. On dokuzuncu yüzyıl sonu, yirminci yüzyıl başlangıcı İstanbul yaşamasına, İstanbul’un gelenek ve göreneklerine tanık Musahipzâde tatlı tatlı anlatır...
Radikal Kitap’taki yazıdan sonra, birkaç kişi ilgilenmiş, aradılar. Orada ‘sakangur’dan örnek vermiştim. Sakangur ya da ‘sakangor’ bir tür kum kertenkelesi. Ama dünkü hayatımızda, kertenkele derisi desenli, zarif bir tülbentin adı olmuş. Bugün yiten sözcüklerden biri.
Eski İstanbul Yaşayışı’ndan iz sürersek, yiten sözcükler bir değil, iki değil!
Örnekse, bir çeyiz sandığını karıştıralım:
Çeyiz sandıklarında gergef işlerine yer verilirmiş. Bu ‘gergef’ pek çoğumuz için bilinmeyen bir şey artık, şerbet peşkirlerinden tutun da, sofra takımlarına, daha sonraki yıllarda sehpa örtülerinden bardak altlarına kadar hep gergef işi!
Öyle sanıyorum ki, ‘şerbet peşkiri’ de bilinmezler arasında. Bardak altı örtüsünün yıllardan beri bilinmediğine ben tanığım, özel bir okulda, on-on beş yıl öncesine kadar ‘dil bilinci’ söyleşilerine katılırdım, okuduğumuz, tartıştığımız metinlerden biri de, Refik Halid’in Kadınlar Tekkesi romanından alıntı birkaç sayfaydı. Türkçenin büyük ustası sıcak bir yaz günü buz gibi suyu tabaklı, örtülü -elbette tığ işi- bir sunumla anlatıyordu. Bir iki kişi hayal meyal hatırlıyordu ama, ötekiler hayatlarında hiç görmemişlerdi örtülü bardak altı tabaklarını...
Çeyiz sandığına döneyim; sandığı karıştırdıkça, şal koleksiyonuyla karşılaşacağız. Bu şal bolluğuna şaşmamak elde değil. Hindistan’ın görkemli “car” şalları baş köşede. İstanbullu hanımlar, eve gelen hekime çıkarken carlara bürünüyorlar.
‘Canfes’ astarlı ‘lâhur’ şallarından boy hırkaları dikiliyor.
Canfes, parlak, iki renkli gibi görünen ipekli kumaş. Lâhur, yine Hindistan’ın Lahor şehrinde dokunan değerli bir şal kumaşı.
Yumuşak ipekten şallar bele dolanacak. Kış günlerinde erkekler, Acem şalını boyunlarına sarıyorlarmış. Gürün’de dokunmuş şallardan yine erkeklere hırkalar, mintanlar, yelekler yapılırmış...
Reşat Ekrem Koçu’nun giyim-kuşam sözlüğünde şal maddesine baksam, kim bilir daha ne şallarla yüz yüze geleceğim...
Sırada kürkler var. Samur, vaşak, nafe -misk ahusunun ta kendisiymiş-, kakum, kunduz... Kürkler, ille ‘dîbâ’ ya da atlasla kaplanacak. Atlasın bilindiğini sanıyorum; dîbâ, canfesi andırır, ama dokuması daha sıkı, bir tür ağır ipekli, desenli kumaş.
Musahipzâde Celâl, evlâttan evlâda intikal eden yüzük, küpe, iğne, bilezik, gerdanlık gibi mücevheratı da unutmamış. Bu mücevherler, kuyum işleri için, dar günlerin “halâskâr”ı diyor.
*
Örnekleri çoğaltabiliriz. Musahipzâde’nin eseri yanına, başka eserleri de katmak olası. Ahmet Rasim’in herhangi bir kitabını baştan sona tarayın, pek çok yitip gitmiş sözcük çıkacak karşınıza. Yitip gitmiş bir teşrifat dili...
Eski İstanbul Yaşayışı’nda bir de yitip gitmiş “kocakarı ilaçları”ndan örnek vereyim:
“Tatula çiçeği”; göğüs hatalıkları için, üstelik tütünle içilirmiş. “Mürdesenk”, cilt hastalıklarına iyi gelirmiş. “Ravend şurubu”, küçük çocuklara müshil yerine içiriliyor. “Beç”, uyku getiren bir macun. “Bağrı kara”, nefes darlığına kaynatılıp içilecek. “Kısacıkmahmut”, kadın hastalıkları için...
SELİM İLERİ