Kullanıcı Oyu: 5 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin
 

MUALLİM NACİ - KÖYLÜ KIZLARIN ŞARKISI İNCELEMESİ

I
Tepeden iniyor bakın
Şu kızın nişanlısı şanlıdır
Yaradan nazardan esirgesin
Koca dağ delikanlıdır

II
Fese bak fese ne güzel de al
Ne de hoş belindeki morlu şal
Demedim ya ben sana bak da al
O kadar da bakma ziyanlıdır

III
Ne kadar da kızardın aman aman
Neden öyle başına çıktı kan
Beri gel bayılma a kız heman
Yüreğin de pek helecanlıdır

IV
Yakışıklıdır seviyor cihan
Onu ben de pek severim inan
Benim olsa bâri şu kahraman
Olamaz ne çare nişanlıdır

V
Ne darıldın Ahmed'in oynaşı
Darılır mı âdeme kardaşı
Sana benziyor şu dağın başı
Ne zaman bakılsa dumanlıdır

VI
Somurtup oturma darıl da git
Bizi ihtiyara şikâyet et
Beni istemekte olan yiğit
Daha şanlıdır daha anlıdır.

KÖYE VARAN ŞİİR

Bu yazıda Muallim Naci'inin, birçok yönlerden ilgi çekici bulduğum bir şiirini kendime göre tefsire çalışacağım. Yalnız Muallim, başlı başına bir zıtlıklar bütünüdür. Kendi muamması çözülmeden eserine el atmak doğru değildir. Yukarıdaki metnini okuduğumuz bu şiir, Naci'nin bilinen görüş ve düşünüşlerine o kadar uzaktır ki bunu, Naci’nin elinde olmayarak yazdığı bile söylenebilir. Bir kadınla kavga etmek için evine giden adamın ona âşık olduğunu tasarlayın: Ona benzer bir hal. Çünkü Muallim Naci, Tanzimat devrinin nefsi gibidir: Yâni hem ileri, hem geri, hem balı, hem doğu, hem medrese, hem mektep, hem setre, hem şalvar, hem halkçı, hem zümre...

Onu geriliğin başı sayanlarla zamanın edebiyatının kutbu sayanlar aynı çağda yaşamıştır; iki taraf da haklıdır. O her söylentiyi haklı çıkaracak kadar sağı solu belirsiz, hedefsiz adamdır. Hayatı, eseri davranışları zıtlıkla doludur.

Meselâ "Ömer'in Çocukluğu" diye yazdığı hâtıralarında, Ahmet Mithat Efendiye ve bazı dostlarına yazdığı mektuplarda zamanın parmağını ağzında bırakacak kadar sâde bir nesir kurduğu halde, bütün tenkid yazılarında en koyu Osmanlıcanın koruyucusu olduydu.
Hep bir "Harabatı" gibi görünmeğe heveslenen "Allah Allah Kâbe imâr eyledim meyhanede" deyip övünen "kalenderane yaşadığından söz açan Muallim, keskin, zeki görüşü ile yaşadığı günlerin hastalığım bütün nesillere göstermişti. Şu beyitteki cemiyet yergisine dikkat edilsin:

"Toplanıp ehl-i heva biri bir saz çalar
Çelebi böyle olur bizde de konser dediğin"

Nice zamandır batılı olmaya özenip de batının şöyle bir karikatürü olmaktan kurtulamayan hayatımızı bu kadar güzel yeren bu sözü istediğiniz mânaya yorarsanız boşa çıkmazsınız.
Tanzimat’ın diğer üstünlerine karşı eski "estetik" i tutar görünen Naci, bu görüşün derininde - en çok "Istılahat-ı Edebiye" sinde -Divân edebiyatımızı batılı gözleriyle ilk yargılayan adamdır. "Istılahat" divân şiirinin en güzel örneklerini toplayan ilk güldeste (antoloji) sayılabilir.

Daha garip sayılacak bir cihet, batı edebiyatına karşı, hattâ düşman olarak bilinen Naci'nin, devrinde Fransız edebiyatından en seçkin çevirmeleri yapmış olmasıdır. Bu "mütercem’’lerin güzelliği ile o, meselâ Receizade Ekrem Bey'den ne kadar ileridir; Sully Prudhomme'dan yaptığı "Gözler" çevirmesinin son iki mısraı şöyledir:

"Çeşmanı, sanma hâk tebah eylemektedir,
Onlar âlem-i gayba nigâh eylemektedir"

. Davranış ve eserindeki bu zıtlıklar daha çoğaltılabilir. O, kendisini büyük bir divân şâiri saymış, divân zevkini yaymak, yaşatmak, bu yolda şiir yazanlara üstatlık etmek işini üstüne vazife bilmiştir. Bu vazifenin icabı bir yandan yenilik isteyenlere çatarken, diğer yandan - en eskiler gibi- halk şiirlerini (saz şâirlerinin şiiri) küçümsemiştir. Anlaşılmaz olan bir tezada da burada çarpmış bulunuyoruz: Ne halkın türkülerine ne de şairlerinin şiirlerine asla iyi gözle bakmayan, onlara “yave, tür-rahat” deyip eğlenen yazdığı gazellerle övünen Naci, “Köylü Kızların Şarkısı”nı nasıl yazabilmişti? Bu, ancak onun belirtmeğe çalıştığım tezadlı sanatı ile izah olunabilir. Şiir üzerindeki düşüncelerimize geçelim

Şiirleri arasında benzeri bulunmadığı gibi, dili ve havası ile e Naci’nin hoşlanmaması gereken bu şiir neden yazıldı? Şiire belki de alay olsun diye başlamış, sonunda kendisi de eserinin güzelliğine yenilmiş, onu neşretmiş. Bu kadar dolaysız köye varabilen bir şairde, buna benzer parçalar bulunmaması yazık...

Yazılış sebebi ne ise, fakat Naci'nin yaşama kudretinde olan biricik şiiri budur.


Ahmet Kutsi Tecer, bir derginin "halk kaynağından ilham alarak şiirler yazmak..."bahsindeki bir sorusuna, şu cevapları vermişti: "Benim denemek istediğim... Halk şairinin dayandığı halk kültürüne eğilmek... Bizim halk şairi adı altında tanıdığımız sanatkârlar da şehir kültürü ile beslenmiş kimselerdir. Onlar, bizim bugün folklor adını verdiğimiz, cemiyetin en alt tabakalarına kadar inen süzme bir takım değer kaynaklarından faydalanan insanlardır."


Sözü geçen "süzme değer kaynaklan" dil, deyim, duygu, inanç, mecaz ve düşünce gibi şeyler olabilir. Yukarıdaki şiiri bu ölçüye vurursak Naci’nin, süzme halk kaynaklarından faydalandığını, yani Ahmet Kutsi beyin bir batılı şehir şairi olarak, yapmak istediklerini, altmış beş sene önce yapabildiğini kabul ederiz. Yine kabul ederiz ki, halka giden şiir yazmak türkü ve koşmalardaki düşünüş, duyuş ve söyleyişi aynen tekrar veya taklit etmek değil o kaynaktan alınan kumaşlarla yeni elbiseler biçmektedir. Yâni Karacaoğlan halk kaynaklarından nasıl kendi zamanına, bilgisine göre faydalanmışsa bugünün şairi de kendi şiirini o malzeme ile kuracaktır. İşte Naci şaşılacak bir ustalıkla bu işi yapmıştır. Tuhaftır, bu şiirdeki "köye varış" kudretine, ne halk şiirinden faydalanan Rıza Tevfik, ne "halk için şiir" yazan Mehmet Emin ulaşabildi!

"Köylü Kızların Şarkısı" şiirinde, yüz yıl önce yazılan bu şiirde, bugün yadırganabilecek tek söz yok: "Yaradan nazardan esirgesin- Koca dağ gibi delikanlıdır- Ne de hoş belindeki morlu şal- O kadar da bakma ziyanlıdır vs. "gibi mısraları hem aruzun "mülefailün" gibi çetrefil bir kalıbına göre söyleyebilmek günümüzün Orhan Veli'sini bile imrendirebilir. Mısraların söylenişindeki üstün hüner çok yerde vezin zorlamalarını yenmiştir. Bugün alışık olmadığımız tek kelimeye şiirde yer verilmediği gibi köylü ağzına az yakışan: "Helecan, kahraman, bari, şikâyet" gibi sözler de dördü geçmiyor. Yâni şiir, hiç okumamış, lisanı atadan öğrenmiş bir köylünün dili ile yazılmıştır. Karacaoğlan’ın şiiri gibi... Hattâ "Somudup oturma" sözünde köylü ağzı kullanılmıştır. Şiir baştan aşağı deyimlerle örülmüş: "Nazardan esirgemek, başına kan çıkmak, dağ gibi delikanlı vs." Bu dil, başka hiçbir özelliği olmasa da şiiri halka benimsetebilir. Tutsam, bunu bir köy okulunda çocuklara yazdırsam, çocuklar eve varıp, şiiri ana, baba ve ablalarına okusalar. Bu şiir hemen ezberlenir, bir Karacaoğlan yırı gibi musikinin kanatlarına biner, yurtta yayılır...

Bu şiirde halkın benimseyeceği bir başka öz de vezin ve kafiyeler. Belki iki bin yıldır şiirin ölçülü, kafiyelisini tanıyan köylüye başka türlüsünü benimsetmek kolay şey mi? Biz bile, ölçüsüz şiiri kabullenmek için kaç gömlek eskittik.

Bu şiirde köylüye yeni fikirler, dâvalar belletmek özentisi de yoktur, gelenek buna meydan vermez: Köylü hayatını zehreden açlığı, sefaleti, kavgayı türküde, koşmada, nefeste görmeğe alışmıştır, yadırgar. O şiiri bir saadet yaşayışını unutturan merhem gibi benimser. Asırlar boyu türküler ve sazlar aşkı, ölümü, hasreti söylemekte. Bu şiirde de bir aşk hali alınmıştır. Fakat aşk alışılageldiği gibi tek yönlü değildir. Aksine şiire belirli üç ruh hali yerleştirilmiş: Tepeden inen delikanlının çalımı ve kızlarca sevilmenin verdiği emniyeti; şarkıyı söyleyen şair kızın, oğlana karşı aşkı onu elden kaçırmasının âzabı, bu âzabın son dörtlükle gurur ile örtülmesi: Oğlanın asıl nişanlısı olan kızın kıskanması, somurtması. Naci, görülüyor ki, bu basit söylenişli şiirin içine manzumeyi çok aşan ruh hallerini de sıkıştırabilmiştir. Bu da onun şehirli, bilgili, batılı tarafıdır. Eski koşmalardan ayrılan, taklit olmayan ve temenni olunan cihet burasıdır.

Halk şiirlerinde çok bulunan bir vasıf, çoğu bir hikâyeye, vakaya dayanmaları, insana belli belirsiz bir hâdiseyi tasarlatmalarıdır. Naci de şiirinin arka tarafına bir vakayı ustalıkla yerleştirmesini iyi bilmiş: Belli ki, şiiri söyleyen ve ötekini önce kıskandırıp sonra ayıplayan kız ile al fesli, mor kuşaklı yakışıklı delikanlı arasında eski bir aşk hayali var. Şair kız, oğlana olan arzusunu pervasızca ortaya dökünce, işin öncesini bilen, nişanlı kız, somurtuyor. Sonunda, şair kızın "daha anlı daha şanlı" bir yiğitçe istendiğini, eski aşkını küçümser davrandığını öğreniyoruz.

Şiirin bir özelliği de çevre ve kişi tasvirinde gösterilen resimsi kudrettir: Düzlükte söyleşen kızlar, tepeden inen, al fesli, mor şal kuşaklı yakışıklı delikanlı, birkaç kalemde canlandırılmış. Çevresi, inişleri, yokuşları, çayırlı düzlükte kümelenip yârenlik eden kızları ile önümüze koyabiliyoruz. Bu husus şiir için her çağda üstünlüktür.

Ahmet Kabaklı, İstanbul, Mart 1956

 

SON EKLENENLER

Üye Girişi