Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

BAKİ - AÇIL BAĞIN GÜL Ü NESRİNİ OL RUHSARI GÖRSÜNLER 

1526 yılında Kanunî tahta geçer. 1526 yılında İstanbul’un Fatih ilçesinde bir çocuk doğar. Adı Abdülbâkî olan bu çocuk büyür ve 18 yaşına gelir. 18 yaşına geldiğinde medresenin üçüncü sınıfına geçer. Sınıftaki arkadaşlarının arasında kimler yoktur ki; ileride Kanunî çağının bütün sınır taşlarını oluşturacak adamlar vardır. Mesela tarihçi Hoca Saadettin Efendi, Gelibolulu Mustafa Âli, Nevî Efendi, Kazasker Halim Efendi... Bütün bu adamların hepsi aynı çağın insanları ve sınıf arkadaşlarıdır. Onlar şiiri içselleştirmişler, şiir aralarında gündelik lisan haline dönüşmüştür. Abdülbâkî de üçüncü sınıftayken bir şiir yazar. Şiir bir “Sümbül Kasidesidir. 18 yaşındayken “Sümbül Kasidesi”ni yazan bu çocuk İstanbul’da meşhur olur. Abdülbâkî’nin adı kulaktan kulağa yayılınca, padişah der ki: “Kimdir bu genç, bir tanışalım.” Ve vezirlerin bir tanesi Bâkî’yi bulup padişahın karşısına getirir.


Bakî ile Kanunî karşılıklı dururlar, birbirleriyle konuşmaları şiirden ibarettir. Bakî bir şiir okur, Kanunî o şiire cevap verir. Kanunî bir şiir okur, Bakî mahcuptur, başı öne eğilmiştir ama ona şiirle cevap verir. Padişah onu takdir eder. Marifet iltifata tabidir ya, onda o marifeti görünce iltifat eder ve başka bir şiir daha söyler. Bir devlet başkanı, on sekiz yaşında bir delikanlıyı karşısına alıyor, onunla meramını şiirle anlatarak konuşuyor.


Sonra Abdülbâkî Efendi’yi himayesine alır. Abdülbâkî ise kendisini anlatamamaktan şikâyetçidir. O dönemde İstanbul’un Beyazıt semtinde Balıkesirli Zatî diye usta bir şair vardır. O, dükkânında tespih, mürekkep satarak, gelene gidene muska veya şiir yazarak geçinir. Beyazıt Camii’nin avlusundaki dükkânının özelliği o dönemin şiir kulübü olmasıdır. Nerede şair varsa bu dükkâna uğrar, nerede bir şiir yazıldıysa getirilir bu dükkânda mihenk taşına konulur. Derler ki: “Şu şiirin kıymeti ne kadar?”

Bizim Bâkî de bir gün dükkâna gider, bir şiirini okur. Zâtî Efendi uzaktan gözlerini kısarak bakar ve der ki: “Evlat böyle yollara tevessül etme. İyi şiir yazacaksan çalış, çabala, güzel şiirler yaz, ama başkalarının şiirlerini alıp benimdir diye okuma.” Bâkî der ki: “Ama efendim bu şiir benim.”

Zâtî Efendi kızar: “Bak bir de ısrarcı olma! Yıkıl karşımdan...” Bâkî, üçüncü defa da: “Ama efendim şiir benim” deyince, Zâtî Efendi: “Peki, bir başka şiir oku” der. Bâkî, bir başka şiir daha okur. Zâtî dinledikten sonra der ki: “Yok, yok. Böyle bir yolu bir daha deneme. Git! Bu şiirler senin harem değil. Başkalarının şiirleri de satma.” Sonra der ki: “Yarın bana kendi yazdığın şiirlerden birkaçını getir.”

Ertesi gün Bâkî, şiirlerinden birkaç tane getirir. Zâtî okur ve der ki: “Bu şiirler, farklı şiirler ama senden çok bana yakışır bunlar. Zaten Bakî ve Zatî kelimelerinin yazılışı birbirine çok yakındır. Şiirin mahlas kısmındaki Bâkî’yi kaldırıp Zatî yazarsanız şiir sizin oluverir.
Zatî pek çok şiirini ilhamı Bâkî’nin şiirlerinden alıp öyle yazarmış. Hatta bir keresinde Zâtî’nin şiirlerini iyi bildiği için, yeniyetme Bakî’nin yazdığı şiirlere başkaları gibi inanmayan şairlerden bir tanesi, “Bu çocuk Zâtî’nin şiirleri kopya etmiş” diye işi tersine döndürmüş. Sonra bununla ilgili bir de dörtlük uydurmuş:

Dediler Zâtî’ye birkaç gambaz
Bâkî-i zağ uğurlar sözünü
Dedi, ol bülbül-i gülzar-i sühan
Besle kargayı, çıkarsın gözünü

Gammaz; dedikoducu, yani laf yetiştirici; zağ; karga demek. Bakî kısa boylu, 1,60 civarında, esmer biridir. Dolayısıyla onun sanatını kıskananlar, onu başka yönden aşağılamak isterler ve ona lakap takarlar, Karga Bakî derler.
Bâkî’nin dünyası o kadar zengin, kalbi o kadar güzeldir ki, yüzünün çirkinliği hiç yerine gelir. Kalbinden söyledikleri öyle bir aydınlık verir ki cihana, onu kıskananlar işte böyle karalamaya çalışır.

Dedikoducular getirip bu haberi verince, senin sözlerini çalıp değiştiriyor diye ona buna söyleyince, o söz bahçesinin bülbülü olan Bâkî Efendi dedi ki:

Besle kargayı, çıkarsın gözünü...
Bâkî haksızlığa uğramış bir adam, ama onun hakkını kim veriyor. Bizzat devrin hükümdarı Kanunî veriyor. Bâkî 23 yaşına geldiğinde, güzel şiirler yazmaya başlayınca kendisine devlet kademesinde kâtiplik verilir. 27 yaşına geldiğinde ömrünün eserini ortaya koyuyor, içinde cami, kütüphane, türbe aşev, medrese, yardım kurumlan vs. olan geniş bir yapı kompleksi olan Süleymaniye Külliyesi’ni yaptırıyor. Kanunî Süleymaniye Külliyesi’ni yaptırırken, Bakî denen şaire o kadar güveniyor ki; onu çok özendiği, kendi adını yaşatacak olan o külliyenin yapımında, bina emini olarak atıyor.

Bakî, orada Sinan Usta’nın nasıl çalıştığını izliyor, gözlemliyor. Bir usta var taşı yontuyor, taşa şekil veriyor. Yan yana ve üst üste koyarken öyle çıldırtıcı bir güzellikle koyuyor ki o taşları, öylesine yan yana sıralıyor ki, başkasının daha önceden yapmayı başaramadığı bir şaheser ortaya çıkıyor. Bakî onu izledikçe, kendi kendine şöyle diyor: “Ben de kelimelerimi bu adam gibi yontmalıyım. Yan yana ve üst üste koyarken bu usta gibi yapmalıyım. Ancak o zaman bir şaheser meydana getirebilirim.” Ve o günden sonra Bakî’nin şiirleri değişiyor.
Kanunî’nin Lütfi Tarihi'ndeki sözü şöyledir:

“Ömrümün üç yerinden çok haz etmişimdir. Bunlardan biri de, Bakî gibi bir şairi bulup, çıkarıp iltifat etmekliğimdir. Benden dünyaya üç şey kalacak, üç şeyle övünüyorum. Bu üç şeyden biri, Bakîdir.” Kanunî şair olduğu için, şiiri biliyor ve sanatçıyı koruyor.
Bakî 16. yüzyılda Türk şiirinin merkezi olan İstanbul’da çok mükemmel şiirler söyleyerek, divan şiirinin Farsçadan gelen ve İran edebiyatından alınmış bütün verilerinin artık yerlileşmesini sağlayan şairdir.

13. yüzyılda İran’dan aldığımız klasik üslup bizim şiirimize yansıyordu fakat 16. yüzyıla gelindiğinde, şiirimizde ve edebiyatımızda İran’ın etkisi ortadan kalkmıştır. Çünkü şiirimiz kendini bulmuş, tam manasıyla millî ruhuna kavuşmuştur. Bu o dereceye varmış ki 16. yüzyılda yetişen şairlerin pek çoğu,
İran’ın ünlü şairleriyle boy ölçüşen, hatta onlardan daha güzel söyleyişler, olan şairler olmaya başlamıştır.

Bu, kendiliğinden olan bir şey değildir. Bir devletin yükselmesi sadece ekonomi, siyaset ve kültür alanında olmaz, bütün unların ardından edebiyat da aynı anda yavaş yavaş yükselerek bir devleti zirveye taşımış olur. Kanunî Sultan Süleyman çağı buna örnek teşkil edebilir. Onun çağında bilim, teknoloji, siyaset, denizcilik, askerlik ve sanatın pek çok alanı zirveye taşınmıştır. Öyle olduğu için edebiyat ve sanat da tabii ki, bunun dışında kalacak değildi. Çünkü o dönemde, medresede yetişenler yavaş yavaş kendilerini buluyorlardı ve Baki bunlardan biriydi. Bakî, çemberin merkezinde olan adamdı.

Biz 16. yüzyılda iki şair hatırlarız. Bunlardan biri Fuzuli, diğeri Bâkî'dir. Fuzûlî, İstanbul’u hiç görmemiştir. İstanbul onun zihninde bir hayaldir. Bakî ise, İstanbul Türkçesini çok güzel kullanarak şiir yazmıştır. Bâkî’nin şiirlerinde mahallî dilin, mahallî renklerin ve İstanbul’daki hayatın dönüşmesini, bunun şiire yansımasını pekâlâ takip ederiz.

Divanını açtığımızda şiirlerinde şu unsurlarla karşılaşırız: Tabiat, güzellik, mutluluk, İstanbul hayatı, şen, şuh yansımalar. Kendi çağına ait her şeyi onun mısralarında bulabilirsiniz. Şeyhülislam olamamasının sebeplerinden biri bu şuh hayatı sık sık dile getirmesidir. Tabii bunları mecaz anlamda kullandığı gibi gerçek anlamda da kullanmıştır. Mesela şaraptan gerçek anlamda da söz etmiştir.
Bâkî’nin şiirlerinde söz, içten dışa doğrudur. Fuzûlî’nin şiirlerinde ise, dıştan içe doğrudur. Fuzûlî daha çok içsel olanı anlatır. Bâkî dışarıya ait olanı biraz daha güzelleştirerek ve renklendirerek ballandıra ballandıra anlatır.

GAZEL
Açıl bağın gül ü nesrîni ol ruhsârı görsünler
Salın serv ü sanevber şîve-i reftârı görsünler

Kapında hâsıl etdi bu devasız derdi hep gönlüm
Ne derde mübtelâ oldu dil-i bîmârı görsünler

Açıldı dağlar sînemde çak etdüm girîbânım
Muhabbet gülşeninde açılan gülnârı görsünler

Ten-i zârumda pehlûm üstühânı sayılır bir bir
Beni seyr etmeyen ahbâb mûsîkârı görsünler

Güzeller mihribân olmaz demek yanlışdır ey
Bakî olur vallahi billâhi hemân yalvarı görsünler
                                                                  Bakî


Açıl bâğın gül ü nesrîni ol ruhsârı görsünler
Salın serv ü sanevber şîve-i reftârı görsünler

Ey bizim bağların, söz bahçesinin gülü ve nesrini olan! Sen ki bahçelerin gülüsün, nesrinisin. O halde açıl...

16. yüzyılda servilerin üstü sarmaşık gülleri ile sarılmış olurdu. Servilerin üzerinde eskiden yer yer farklı tonlarda, farklı renklerde güller açınca giyinmiş kuşanmış bir İstanbul güzelini sokakta görür gibi olurdunuz.

“Açılmak” birkaç anlama gelir:
1- Dudak için kullanıldığı zaman; dudağı bir gül kabul edersiniz, onun ya bir şey söylemesini ya da gülmesini arzu edersiniz. Çünkü o gülünce gül gibi ağız açılır.
2- Çiçek için kullanıldığı zaman; sen ki, güzellik bağrının ve söz bahçesinin gül ve nesrinisin. Çiçek gibi açıl. Bir yanağın gül, bir yanağın nesrindir. Nesrin, tohumunu dağ başında kuşların ektiği, köpekgülüne çok benzeyen bir güldür. Yaprakları arkasını gösterir.
3- Açılmak aynı zamanda halkın arasına karışmak manasına da gelir.

Ayrıca, 16. yüzyılı düşündüğümüzde bu açıl kelimesi başka bir anlama da geliyor: Sevgilinin yüzünü göstermesi, peçesini açıvermesi, yanağını göstermesi. Bunu böyle anladığımız zaman sevgiliyi, tabiatla örtüşen bir güzellikler bütünü olarak algılarız.
Eskiden şairler tabiata çok bakarlar, çok nazar ederlerdi. Ve şiir söylerken soyut düşüncelerini anlatabilmek için tabiattan çok örnek verirlerdi. Bu, toprağa ayak basmaktır ve tabiata yakın olmaktır.

Bu şiir söylendiğinde Marmara’dan İstanbul’a bir gemi gelirken herkes geminin güvertesine çıkar, gemi Sarayburnu’ndan dönesiye kadar gözlerini kırpmadan şehri seyrederlerdi. Yaklaştıkça şehrin güzelliğini daha iyi görürlerdi. Marmara adalarından, Çanakkale’den gelince yığınla binalar görmüyordunuz. Yemyeşil bir İstanbul temaşa ediyordunuz. Yedi tepenin yamaçlarında, yeşillikler arasında kırmızı kiremitli evleri görüyordunuz. Kademe kademe sahilden yukarıya doğru evlerin olduğunu ve bunların yeşillikler içinde olduğunu düşünün. Yemyeşil bir İstanbul... İster istemez şair de İstanbul’u anlatabilmek için şebboydan, yeşilden, gülden örnek verecekti.

Şair önce açıl, sonra salın dedi. Salınmak, endam ile yürümektir. Yere pat pat basarak değil, yürüdüğü hissedilmeyecek şekilde yürümek... Hani balerinler vardır, yürüyen beden görürsünüz. O yürüyüşün ne kadar endamlı olduğunu bilirsiniz.
Serviler”, iğne yapraklı ağaçlar, rüzgâr estiği zaman iki tarafa doğru salınırlar. Onlar sallanmazlar. Rüzgâr içlerinden geçerken uğultulu bir ses çıkarır. Ucu iki tarafa salındığı için hiçbir zaman yere değmez.

Böyle olunca da, sevgilideki üstün özellikler biraz benzetilerek, dillendirilmeye çalışılmıştır. İşte bu yüzden sevgilinin başı yere değmez serviye benzetilir. Servi hiçbir zaman iki tarafa yatmaz, boyun eğmez. O, feragattir. Gururuyla mesttir, güzelliğiyle sarhoştur. Etrafına dönüp bakmaz, başı diktir, yukarıdadır. Onun etrafında birileri olur. Sevgilinin servilere benzetilmesinin diğer sebebi de, servilerin uzun boylu ve endamı düzgün olmasıdır.
Sanavber” dağ ardıcıdır. Abant’ta yemyeşil vadiler görürsünüz. İşte oradakiler sanavberdir. Servinin bir çeşididir. O da düzgündür.

Ey bahçenin gülü ve nesrini olan; açıl ve birazcık yürü, salın. Ta ki gülün ne olduğunu, nesrinin ne olduğunu ve servinin ne olduğunu insanlar görsünler. Sen güle benziyorsun demiyor, benzetmiyor artık. Ne diyor? Gülün ne olduğunu görsünler. Bahçedekinin gül olmadığını anlasınlar. Onlar gül değil ki. Gül, senin bu yanağından ibaret. Onlar sana özenmiş. Sen yürüdüğün zaman bunu servi mi zannediyorlar şimdi. O servi falan değil. Seni taklit ediyor. Orada burada bitmiş. Sen ortaya çıktığın zaman servinin ne olduğunu öğrenecek onlar.

Şiirde coşkulu bir tabiat tasviri var. Bu tabiat tasvirinin arkasından kendi döneminin güzel dili, ahengi ve o ahenk içerisinde İstanbul hayatının ne kadar rafine ve ne kadar seçkin bir hayat olduğunu anlatıyor. Bir insanı bu derece zarafet içerisinde benzetmelerle anlatabilmek, edebiyatın en az iki yüz sene işlenmiş bir dille şiir yazmasını gerektirir.

Kapında hâsıl etdi bu devasız derdi hep gönlüm
Ne derde mübtelâ oldu dil-i bîmârı görsünler

“Hâsıl etmek”; ele geçirmek ve kâr etmek demektir. Yani sevgili uğruna bir şeyler yapmış, ama ele geçirdiği şey, bir derttir. Onun için, senin kapına gidip gelmekten ve senin kapını beklemekten nihayet bir dert hâsıl edebildim, diyor.

Hâsıl etmek olumlu bir şeydir. Ama bu dert devası olmayan bir derttir. Senin kapında dert hâsıl eden başkaları da olabilir. Fakat onların devası var, tedavi edilebilir, yaralarına merhem bulunabilir. Benim derdim devasız olduğu için başkalarıyla, diğer âşıklarınla, rakiplerimle beni karıştırma. Çünkü onlar arada sırada dert ediniyorlar, sonra gidip, âşıklık işi kendilerine zor gelince vazgeçip tedavi oluyor yahut da unutup başka şeylerle meşgul oluyorlar.
Onun için Fuzûlî Irak coğrafyasında şöyle sesleniyor:

Aşk derdiyle hoşem el çek ilacımdan tabib
Kılma derman kim helakim zehr-i dermânındadır

Beni tedavi etmek isteyenler, sakın beni tedavi etmesinler ki, benim tedavim asıl ölümüm sayılır.

Şimdi ben devasız bir derde müptela oldum. Bu dert bana senin kapından geldi. Eğer bu derdi bana vermek bakımdan suçlu aranacaksa, bunun suçlusu sensin. Bu derdi bana vermek bakımından kerem sahibi aranacaksa o kerem sahibi de sensin. Bu çaresiz derdi çeken bana baksınlar, nasıl bir derde tutulduğumu bilsinler. Bunu anlayabilmek için şu hasta gönlümü görsünler.

Bu beyitteki “bimar” kelimesi; hastalıkla alakalı bir kelimedir. Gönül hastalığına bimar deniyor. Hasta olduğunuzda hastanede tedavi olursunuz. Ama buradaki hastalık maddî bir şey değil, manevî bir şeydir. Onun tedavisi bimarhanelerdedir. Psikiyatrik bir hastalığınız olduğu zaman normal hastanelere gitmezsiniz.

Bu hastalık manevîdir. Ayağımız kesildiyse, derhal hasta neye götürürler. Ama eğer ki aşk yüzünden çıldırır noktaya geldiyseniz, eğer bir şeyi çok düşünmekten dolayı, ruhi bir hastalıktan dolayı kendinizi kaybettiyseniz, o zaman sizi hastaneye götürmezler. Bu hastalık maddî bir şey değil, manevî bir şeydir. Onun tedavisi bimarhanededir.
Senin kapına gelip ölümsüz dert edinmemek mümkün değil. Başkaları bunu elde edememişse, onlar dert edinmemiş demektir. Ölmüyorlarsa onlar gerçek âşık değil. Hakiki âşık onun kapısında can verendir. Sevgilinin kapısında ölene şaşmamak gerekir. Sağ kalana şaşılır. Sevgilinin kapısında zaten ölmek lazımdır. Orada sağ kalan sahtekâr demektir. Orada can vermemek kuru bir iddiadan ibarettir.

Dert-e; ismin -e hali. Bir de şöyle okuyalım. Der-de, ismin -de hali, o zaman kelime “der” (kapı) olur. Ev manasına da gelir. Yukarıda kapıyı söylemişti. Aşağıda derde derken nasıl bir kapıya tutulduğumu görsünler. Şimdi mana tamamen değişti. Birinci söyleyişte şöyle demişti. Benim nasıl bir derde tutulduğumu kalbime bakanlar anlarlar. Der-de diye okursak o zaman nasıl kişiye tutulduğumu görsünler de bana hak versinler, anlamına gelir.

Açıldı dağlar sînemde çak etdüm girîbânım
Muhabbet gülşeninde açılan gülnârı görsünler

Bedenimin bağrında, dağlama yaraları açıldı. Bir gün senin hasretinle yandım yakıldım. İçimdeki ateş dışarı vurdu. Bedenimin her tarafı dağ dağ oldu.
Bu yakanın yırtılması tam manasıyla bir yas halidir. Hasretten, ayrılıktan can dayanamaz olunca kendini parçalama halidir.

Tabii asıl söylemek istediği eski bir kumaş desenidir. Çin-temani diye bir desen vardır. Yapraklar ve yaprakların arasında güller var. Çintemani, Türklerin Orta Asya’dan getirdikleri desenlerden biridir. 16. yüzyıldaki kumaş desenlerindendir.

Bu kumaştaki çiçekler, dağlama yaraları gibi düşünülmüş. Sevgili aşk ile âşığına biraz eziyet edince, aslında âşığın biraz derece yükseltmesi için bunu yapmaktadır, onun sırtına kaftan giydirmektedir. Yukarıda tarif edilen bir kaftan kumaşıdır.

Bakın güller açtı. Sevginin gül bahçesinde narçiçeğini görsünler. Narçiçeği renginde, bağrında açılan gülnarı görsünler. Senin aşkının yüzünden, sinemde dağlar açıldı, yakamı yırttım.

Şimdi benim senin âşığın olduğum iddiasına muhalefet edenler bana baksınlar. Muhabbetin çiçek bahçesi olan benim bağrımda narçiçekleri misali kızarmış, başlar vermiş yaralarımı görsünler de, benim ne kadar haklı olduğumu bilsinler ve mürüvvet ölmedi, âşıklık yaşıyor desinler.

Âşık, vuslat istemez. Şair sadece şunu ister: Desinler. Mecnun’a demiyor musunuz? Leyla uğruna can verecek desinler. Kerem ne oldu? Kerem’e Kerem desinler diye öldü. Başkaları en güzel şeyi söylesinler ve diğerlerinden ayırsınlar... Ama iyi demek var, kötü demek var. Diğerlerinden ayırsınlar, en güzeli desinler, mecnun oldu, çıldırdı desinler. Bunu deyince kademesi artmış; ölmekle, ölümsüzlüğe ermiş olur.

Ten-i zârumda pehlûm üstühânı sayılır bir bir
Beni seyr etmeyen ahbâb mûsîkârı görsünler

Pehlûm üstühânı; göğüs kafesi hizası demek... Pehlûya pazı diyoruz. Pehlivan da oradan geliyor.

Bazı musiki aletleri göğüs kafesini andırır. Göğüs kafesindeki kemikler bir bir sayılır. Sevgilinin uğrunda yemeyi içmeyi unutan, onun derdinden başka bir şey çekmeyi bilmediği için, onun uğruna ağlaya ağlaya, ayrılık ateşiyle yana yana gittikçe zayıflayan ve bir gün derisi kemiklerine yapışıp kalan bir halden bahsediyor. Öyle bir yapışıp kalmış ki, bakıldığı zaman dışardan bütün göğüs kemikleri bir bir sayılabilecek durumdadır Benim bu halimi anlamayan ahbaplar, bir deri bir kemik almış desinler. Kendi aralarında bana inanmadıklarını söylerlerse onlara söyleyin ki; musikar denilen müzik aletini görsünler ki o zaman benim neye benzediğimi anlayacaklardır.

Musikar, musiki kelimesinin ortaya çıkışına vesile olan bir kuşun adıdır. Musikar; gagası uzun ve gagasının üzerinde delikler bulunan yüksekçe bir mevkide kayalara karşı kartallar gibi durup rüzgâr esince, gagasındaki irili ufaklı deliklerden farklı sesler çıkan ve başını sağa sola oynatarak bu sesleri yöneten, bir musiki oluşturan, adeta bir ahenk içerisinde gagasından sesler çıkaran bir kuştur. Bu kuş dolayısıyla, ahenkli seslere musiki denilmiştir. Musiki kelimesinin izahını eski Doğu kitapları böyle tanımlar ve derler ki; kuşun gagasındaki perdeler kadar perde, o kuşun gagasındaki delikler kadar nota vardır.


Beni hayal edemeyenler, kemiklerimin sayılmadığına inanmayanlara deyin ki; musikara bakın. Ona benzer bir hal içindeyim. Onun için inleyen bedenimde, her türlü sesi çıkaran bir inleyiş, her türlü nağme olan bir inleyiş, bir hıçkırık var.


Bedendeki kaburga kemikleri birdenbire musikar olunca, oradan çıkan ses de kalpten gelen acıyla ah! diye bağırdıkça, öyle ahenkli sesler çıkar ki, yanık nağmeler ve ney sesi gibi olur. O sesler hicrandır, hasrettir. Bütün besteler aslında sevgiliyi anlatır, onun için çıkmış gibidir. Onu anlatıyor çünkü kuşun gagası gibi delik delik olmuş. Musikar çocuk çalgısıdır. Tokmaklar vuruldukça farklı farklı notalar çıkar. Perdeler de büyükten küçüğe doğru sıralanarak gelir.

Güzeller mihribân olmaz demek yanlışdır ey Bakî
Olur vallâhi billahi hemân yalvarı görsünler

Ey Bakî! Güzeller âşıklarına yâr olmuyorlar, güzellerde vefa olmaz, burnu yükseklerdedir, dönüp bakmaz, demek yanlıştır.

Ey Bâkî! Bu kanaat yanlıştır. Âşıkların yalvardığını görsünler. Hemen âşığına ram olmayacak güzel yoktur, diyor. Aşkın yüzde sekseni güzel sözdür. Çünkü insan olmanın vasfı nutuktur, konuşmadır. Kelam, can demektir. En büyük sevgilere karşı kendinizi ağlayarak ifade edersiniz. Aşkın en güzel sermayesi güzel sözdür.

Sözün en iyisini o biliyor, onun için kesin konuşuyor. 16. yüzyılda benim elde etmeyeceğim güzel yoktur. Yalvarmayı bir bilsinler, bak o güzeller o zaman nasıl yâr olur.
Musiki üstatlarından biri İstanbul’da bir kıza âşık olmuş. Kızın peşinde dolaşıp duruyor. Nihayet kızı Üsküdar’da iskeleye giderken görüyor. Yanında annesi var, hava oldukça yağışlı, yerler çamurdur. Kaç gündür beklemiş, yanında annesi var demiyor. Kızın önüne, çamurun içine kendini atıyor. Ya beni çiğneyip geçersin, ya bana gülümsersin. Yalvarmanın bir çeşidi, çamura yatmak, yalvarmasını bilmek. Sonunda onunla evleniyor.


Günlerden bir gün, genç bir delikanlı, Bâkî’nin kapısını hızlıca yumrukluyor. Bâkî merakla kapıyı açıyor. Genç adam, bağırarak: “Şair Bâkî’yi göreceğim” diyor. Karşısındakinin Bâkî olduğunu öğrenince de hiddetli bir şekilde; “Utanmaz adam! Bu yaşına gelmiş yalan söylüyorsun” diyor. Bâkî, şaşkınlıkla, genç adama; “Delikanlı dur hele. Ne oluyor?” diye soruyor. Genç adam; “Senin yüzünden, gecem gündüzüm birbirine karıştı, bildiğim divanları ezberledim. Bilinen şiirleri okudum. Sen şiirinde yemin ettiğin için sana inandım. Sevdiğim insana dört aydır yalvarıyorum. Bugün beni kapıdan kovdular” diyor. Sonra Bâkî; “Sen bu şiiri de oradaki ‘yalvar’ kelimesini de yanlış anlamışsın.” Sonra, çocuğa demiş ki; Önce sen cebinde ne kadar yalvar olduğuna bak, ona göre davran. Oradaki yalvar, 16. yüzyılda kullanılan bir para birimidir. Demek ki o çağda da paranın açamayacağı kapı yokmuş.

ORTAÖĞRETİM İÇİN DİVAN ŞİİRİ, İSKENDER PALA, OSMAN SEVİM

SON EKLENENLER

Üye Girişi