Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

NESİMİ - KAMETİNE ELİF DİYEN GÖR NE UZUN HAYAL İDER

 
Edebiyatımızda iki tane Nesimî vardır. Birincisi Kul Nesîmî’dir. Divan şairi olmak bakımından 14. yüzyılın çok önemli bir dil ustası ve aynı zamanda divan şiirinin temel taşını koyanlardan biri olan diğer Nesimî üzerinde duracağız.


Hayatı, Anadolu’nun doğu taraflarında geçmiş, farklı bölgelerde eğitim almış, tasavvuf alanında pek çok hocası olmuştur. Daha sonra da birtakım tasavvufî fikirlerinin yanlış anlaşılması ve Hurufîliğin kendisine yansıyan yönüyle o dönemde fazla bir karşılık bulmaması dolayısıyla Halep’te derisi yüzülerek öldürülmüş bir şairdir. Şairlerin pek çoğu söylediklerinden dolayı eleştirilmiş, sorguya çekilmiş insanlardır. Çünkü eskiden söz, şiir biçiminde söylendiği zaman kıymet bulurdu ve şiir biçiminde söylediğimiz sözün halk vicdanında edindiği yer çok yüksek olurdu. O bakımdan şairlerin söylediklerine hem halk, hem de sultanlar itibar ederdi. Bu itibar dolayısıyla da, bir şairin sözü iyi olduğu zaman iş başındakileri sevindirir, aleyhlerine olduğu zaman da onları tedirgin ederdi.


Bu bakımdan Nesîmî de şiirleri yüzünden hayatını kaybetmiş şairlerden bir tanesidir. Bunun örnekleri daha sonraki yüzyıllarda daha çoktur. Ama bu hiç olmazsa, inandığı bir sistemin uğrunda dava adamı olarak yaşamış ve söylediğini yaşayarak, yaşadığını söyleyerek hayatını sürdürmüş mert bir adamdır.


Onun, Fazlullah-ı Hurufî’nin Esterâbâdda teşkilatlandırdığı Hurufîlik metinleri üzerine ateşli savunuculuğunu yaptığı pek çok şiiri vardır. Onun şiirlerinde Kuran’ın Batınî yorumunu görebiliriz.

GAZEL
Kametine elif diyen gör ne uzun hayâl ider
Her ki diler visalini, arzû-yı muhal ider

Şol ala gözden ey gönül hey sakın uş sana direm
Uykuda sanma anı kim, uykusu yoktur âl ider

Zülfünü hâk-i reh gibi saldı ayağı altına
Gör nice halk-ı âlemin ömrünü pâymâl ider

Kaşına ya şol alnına benzedem özümü deyu
Geh döner ay bedr olur, gâh özünü hilâl eder

Milk ile mâl ü saltanat bir çöpe saymaz ey gonul
Her ki diler visâlini yâ taleb-i hilâl ider

Yüzünü göster ey sanem, halk-ı cihana perdesiz
Ta göreler ki hak nice sun’unu berkemal eder

Şerh-i gamın Nesîmi'nin şol göz ü kaş u saça sor
Gör nice her biri sana şerh ü beyân-ı hâl ider
Nesîmî

 

 

Kametine elif diyen gör ne uzun hayâl ider
Her ki diler visalini, arzû-yı muhal ider


Arzu kelimesinin “a”sının üzerinde; bir-iki uzatma, hatta üç uzatma var gibidir. Üç elif miktarı uzatılmak durumundadır. Vezin gereği budur. Üzerinde uzatma işareti yok ama arzu diye “a”yı uzatarak okumak durumundayız. Ancak o zaman vezin düzelir. Fakat sadece vezin düzelsin diye böyle söylemez şair. Arzunun ne kadar uzun bir şey olduğunu, dünya arzusunun insanın ömrünün sonuna kadar süreceğini belirtmek için de böyle telaffuz eder. Şairler “âh” dedikleri zaman bir buçuk hece olarak “ah”ı söylerler. Bu onların “ah”ların ne kadar çok olduğundan kinayedir. Yoksa bir uzun heceyle tabii ki kullanabilirler ama kasten bunu yaparlar.


Ey sevgili, senin boyun için elife benziyor, elif gibi düzgün, elif harfi kadar pürüzsüz, ince, uzun diyen, “gör ne uzun hayal eder”; bu ne kadar da uzun bir hayaldir. Hâlbuki hayal kelimesiyle, zaten hayal edilen bir şeyin başı ve sonu belli olmadığı için uzunluk ifadesini kendisi kullanıyor. Çünkü sevgilinin boyu, bir eliften çok öte, tuba dalı gibi sidreye kadar uzanan, arşı âlâya varacak derecede adeta içinden yükselen bir güzelliktir. O güzellik o kadar muhteşem ki, arş-ı âlâya kadar yükselir. Belirli bir uzunluktan sonra insandaki boy insana çirkin bile görünür. Normal bir uzunluk güzelliğin ölçüsüdür. Ama sidre gibi tuba dalı kadar, göklere kadar çıkılıyor denildiğinde eğer içinde mecaz yok ise, yani güzellik ölçüsünden bahsetmiyorsan; üç metrelik bir boy, hiç de güzel bir boy değildir.


Elif ki, vahdettir, vahdaniyettir. Elif birdir. Ebced hesabıyla elif bir rakamına tekabül eder. Dolaysıyla bütün harflerin başı ve başlangıcı olmak dolayısıyla da bir düz çizgidir. Diğer bütün harfler o çizginin çeşitli şekilleridir.
Kâinat, “illallah” kelimesiyle ifade edilir. Yani mevcudat “illallah olduğu zaman bütün her şeyin başı bir düz çizgi, o çizginin çeşitli görüntüleri de kâinatı oluşturuyor. Allah da insanı kendisi için bir ayna mesabesinde yarattığından, yani bilinmeyi sevip de bilinmek istediği için bir ayna hükmünde kâinatı yarattığı için, kâinatta görülen her şey Allah’tan bir parçadır. Yani baktığınız her şeyde Allah’ı görebilirsiniz, Allah’ın oradaki izine rastlayabilirsiniz manasına...


Elif vahdettir, birliktir, birdir. Bir olmak dolayısıyla her şey birden çoğalmıştır. O bir’in iradesiyle ve rızasıyla çoğalmıştır ve yine her şey o bir’i anlatır. Bir’in dışında hiçbir şey yoktur. O zaman tasavvufta sevgilinin boyunun karşıladığı vahdet ifadesi tam da burada karşılığı buluyor. Nesîmî, mutasavvıf bir şairdir. Tasavvufla ilgili olmak dolayısıyla söylediği kelimelerle hiç durmadan tasavvufa göndermeler yapacaktır. Yani çıplak manasıyla beyit şunu söylüyor;
Ey sevgili, sen o kadar güzelsin ki, senin boyun elif kadar düzgündür.


Evet, böyle birisi olabilir, karşınızda böyle birisi var. Bu normal bir bakış açısıyla bir beşerin ancak kalbinden geçebileceği bir ifadedir. Ama işin içine tasavvufî semboller girmeye başladığı zaman, o zaman buradaki boyun Allah’ın birliğine uzanması ve Allah’ın birliğini ifade etmesi söz konusu olduğunda, o zaman bu gerçekten çok uzun bir hayal olur.


Boy bu kadar uzun olunca herkes, ona kavuşmak arzusundadır. Arzu-yı muhal; olmayacak iş demektir. Erişilemeyecek herhangi bir emelden bahsediyorsak ona eskiler arzu-yı muhal deyip geçerlerdi. Yani hiç olmayacak şey, yani mucize olursa ancak bu mümkün olabilir. Mucize haricinde bunun mümkün olması düşünülecek bir şey değildir.
Ey sevgili; her kim ki, senin o düzgün boyunu kuşatmak, kucaklamak ister, bu arzu-yı muhaldir. Divan şiirinde sevgili kavuşulamayandır. Kavuşulabilen bir sevgili, âşık için tam manasıyla hedefte duran bir sevgili değildir. Çünkü kavuşulabilen bir sevgili, aşk işinde âşığı geliştirmez, âşığın yolculuğunu tamamlatmaz. Aşk ayrılıktan ibarettir. Ayrılığın çokluğu ölçüsünde aşkta olgunlaşma söz konusudur. Kavuşma olduğu zaman yarı yoldan dönersiniz. Bu şuna benzer; çileye girdiğinizde, kırk gün çilede kalmak durumundasınızdır. Yirminci gün sıkılıp çıkmak gibi bir şeydir bu... O zaman çile kırılır, bozulur. Baştan almanız lazım. Onun için arzu-yı muhal diyor.
Her kim ki, sevgiliye vuslat diler. Bu olmayacak bir şeydir. Divan şiirinin genel kabulleri ve kuralları içerisinde;


Madde 1. Sevgili ulaşılmazdır.
Madde 2. Âşık onun uğruna daima ağlar.
Madde 3. Aşkı ayrılık büyütür.
Yani sistemi böyle kurduğunuzda, bu söylediği divan şiirine birebir uygundur. Ama öbür taraftan tasavvufa baktığınızda, şimdi kametine elif deyip, elifi de vahdaniyetle ölçüp Allah’ın birliğine, sevgilinin boyu dediğinizde, o zaman ona vuslat deniyor. Yani fenafillâh makamından bahsediyor.


Gerçekten de bakıyoruz, kendisi dahi arzu-yı muhal üzere can vermiştir. Hallac-ı Mansur’a, Nesîmî’ye, Cüneyd’e bakın, hepsi o yoldan bir zaman sonra geri dönmüşlerdir, çünkü beşerdir. Beşer olmak dolayısıyla fenafillâh, yani Allah ta yok olmak süreci çok zordur. Bu zorluk her şeyden önce kendinizden vazgeçmekle, aklı terk etmekle, nefsi ezmekle veya yok etmekle başlar. İnsan insan olup da nefsini öldürebiliyorsa, bu arzu-yı muhaldir. Hiç kimsede nefis ölmüyor. Çünkü nefis öldüğü zaman zaten melekleşiyorsunuz. İnsansanız nefis ölmüyor. İnsansanız aklınızla hareket ediyorsunuz. Aklından kendi isteği ile vazgeçebilen yoktur. Delilik hiçbir zaman iradî olmamıştır, daima gayri iradî olmuştur. Hiç kimse; ben bilerek delirmek istiyorum dememiştir. Eğer Allah’ın vuslatım diliyorsanız, orada aklınızı terk edeceksiniz. Aklınızın size söyleyip durduğu masivayı terk edeceksiniz. Şuna sahip ol, bunu al, işte çocuklarım böyle, işte arkadaşın şöyle; öğrencilik böyle gidiyor, not alman lazım, hocayla ilişkilerini şöyle düzelt gibi. Bütün bunları hesap etmeniz, hep aklınızla hareket etmeniz gerekiyor. Bu da dünyanın çengellerinin sizin eteklerinize yapışması demektir. Dünya size hiç durmadan çengel atıyor, hiç durmadan ilgi alanlarınızı çoğaltıyor. Reklam panolarına bakıyorsunuz, içinizden başka bir şey geçiyor. Bir film seyrediyorsunuz, içinizden başka bir şey geçiyor. Ne olmak istiyorsunuz sorusu kafanızda bin bir türlü cevap buluyor. Ne olmaktan öte, nasıl olmak istediğinizi araştırıyorsunuz. Bütün bunların her biri birer arzu-yı muhal olarak aklın size empoze edip durduğu, size hiç durmadan püskürtüp durduğu birer arzu-yı muhaldir.


Ey sevgili; senin boyun için eliftir, elife benzer, elif kadar düzgündür diyenler, ne uzun hayal ediyor. Çünkü elif her şeyin başlangıcıdır. Dolayısıyla sen her şeyin ötesinde bir güzellikle var isen bunu daha başka anlatabilirlerdi. Çünkü elife ulaşmak zordur. Sende bu elif boy var iken sana vuslat dileyen herkes, aslında olmayacak bir arzunun peşindedir. Öbür taraftan da, ey sevgili; senin boyuna elif diyenler, gerçek eliften bahsediyor, yani Allah’ın adını anıyor ve diyor ki:


Rabbim, senin birliğine ulaşmak, doğrusu her kim ki senin birliğine ulaşmayı dilerse elife ulaşmak kadar zordur çünkü her şeyin başlangıcıdır. Biz o elifin çeşitli görüntülerinden ibaretiz. Elif bir çizgi, çizgiye dair bütün harfler, Hurufilik sisteminde kâinattaki sembol olan bütün harfler eliften çıkmıştır, elifin görüntülerinden ibarettir. Böyle olunca ister istemez biz de o görüntülerden herhangi biriyiz. Görüntünün aynadaki, aynanın karasındaki hakiki şahıs olması mümkün değildir! Çünkü görüntüdür. Karşıdaki gerçek şahsı aldığınız zaman aynadaki görüntü de biter. Dolayısıyla görüntünün yer değiştirip hakiki şahısla yahut da onun yanında olması zaten aynada görüntü olmaması demektir, bu da kalbin devre dışı kalması demektir. Kalp vardır ve sadece görüntü içindir, aynadır.

Şol ala gözden ey gönül key sakın uş sana direm
Uykuda sanma anı kim, uykusu yoktur âl ider

Ala kelimesi ela şeklinde okunur, ala diye de okunur. Mesela üzüm alacası iki renk ifade eder, ermekle ermemek arasında. Biraz koruk, biraz üzümleşmiş. Yani biraz mavi, biraz kırmızı gibi. Yani iki renkten kasıttır ala...


Şol ala gözden diyerek, birincisi ela gözden, İkincisi ala gözden, yani al renge bürünmüş gözden söz ediyor. Çok ağlamaktan kızaran bir gözden bahsediyor. Üçüncü ala, yarı açık yarı kapalı, beyazıyla siyahı birbirine eşit görünür. Uykulu yahut da mahmur, bakıldığı zaman biraz da planlı bakıyor demektir. Gözlerini kısarak bakıp bir şeyleri vehmettirmektir.


Sevgiliye âşığını bu kadar da ağlatma diye sesleniyor. Bu derece ona eziyet etme. Çünkü o zaman ah eder, ah ederse biliyorsunuz ahi tutar. Kırık kalbin duası daima kabul olur. Kimin kalbinde birazcık hüzün, biraz kırgınlık varsa onun duası diğerinden daha fazla makbuldür.


İçten pazarlıklı, bir şey anlatmak isteyen, aslında tabii halinden çıkmış olan gözden sakın diye uyarıyor. Bu da tasavvufta tam manasıyla sarhoşluk demektir. Yani uykuyla uyanıklık arası, gözleri kapandı kapanacak... İlahî aşk sarhoşluğuna tutulan gözden de sakın. Yine ala gözden, yarı açık yarı kapalı kasıtlı bakan gözden de sakın, çünkü nazar değer, kasıtlı bakan göz nazar değdirir.


Senin gözünün hafif ala olmasını, yarı kapalı yarı baygın durmasını, sakın ola ki; uyuyor zannetme. Fitne uyumaz çünkü sevgilinin bakışı fitnedir. Gamzeli bir bakış âşıklar daima fitne çıkartır. Gamze, bir bakıştan ibarettir. O bakış; aşı ar arasında, herkes bana baktı, bana şunu söylemek istedi, diye o bakışa yorumlar yakıştırmaya sebep olur. Gamzenin bin bir tercümana ihtiyacı vardır. Âşık sayısı kadar tercümana ihtiyacı vardır. Çünkü herkes o bakışı kendine göre anlar ve yorumlar. Kimisi olumlu, kimisi olumsuz yorumlar. Olumlu yorumlayanlar, bana vaat etti, umut verdi, gülümsedi diye anlar. Aynı bakışı, içinde bulunduğu hal dolayısıyla umutsuz âşıklar bana kızdı yine yahut da artık ben galiba iflah olmayacağım şeklinde yorumlar. O bakış, o süzgün bakış, herkeste ayrı bir tecellidir. Bu da Allah’ın varlığının ve Allah’ın emirlerinin her gönülde ayrı bir tecelli göstermesi demektir. Bu bakımından gamze, Allah’ın emirleridir.


Tasavvufta gamze Allah’ın tecellisidir. Her gülme, ayrı tecelli eder. Kimisine rahmet ile kimisine gazap ile tecelli eder. Kimimizde Allah’ın rahim adı, kimimizde celal ismi daha Galibtir. Kimimiz hemen öfkeleniriz, kimimiz biraz daha müsamahakârızdır. Onun için gamze Allah’ın tecellisini sembolize eder.


Allah’a uyku nispet edilemez. Allah aşkıyla ağlayan göz kanlanır. Vahiy aldığı zaman Hz. Peygamber’in gözleri kıpkırmızı kesilirdi. Çünkü o tecelliye dayanılmazdı. İlahî tecelli daima insanın bedeninde değişikliklere sebep olur. Bunun bir tanesi gözde belirir. Gözde görülür hale gelir, göz kızarır. Ağlayan göz de kızarır, peygamberler için tecelliye mahzar oldukları anda kızarır. Çünkü o ağırlık hakikaten şiddetlidir, bir insan bedeninin anatomisine etki etmektedir.


İşte sana diyorum ki; ey deli gönül, ey sevda peşinde aşk peşinde olan gönül, o ela gözlüden sakın çünkü ol ela gözlü güzel var ya uykudaymış gibi yarı mahmur durur da hiç de uykuda değildir. İçinden pazarlıklıdır, sana ne hileler ne tuzaklar kurmaktadır. Güzellik için yattığı uykudan uyanmış gibi olunca, âşığını kendisine daha fazla bağlıyor. Bunu bir hile olarak yapıyor.


Şimdi tasavvufta düşünelim: A gönül! Gözlerini bu derece kanlandırmaktan, bu derece ağlamaktan gel sakın. Seher vakitlerinde bu derece ağlarsan bu tecelliye dayanamayabilir-sin. Dervişler sabaha kadar ibadet ediyorlar. Onların hali bizim halimiz gibi değildi. Tekkede teheccüt zamanı kalkılır, kuşluk vaktine kadar bir daha yatılmazdı. Teheccütten (gece kalkıp namaz kılma) itibaren, sabah namazını tekkede cemaatle kılasıya kadar herkes kendi hücresinden bir çanak gözyaşıyla çıkardı.


Böyle olunca ister istemez, şu ala gözden sakın, işte sana söylüyorum: Uykuda sanma kim, uykusu yoktur, al eder. O ala gözün uykuda olduğunu, yarı kapanık olduğunu, hani sabah vakti gözler kapandı kapanacak gibi olduğunu vehmetme. Bilakis uykuda sanma, uykusu yoktur, onun için uyku yoktur, o uykudan münezzehtir, uyku uyumaz o. Çünkü beşer gibi değildir, sevgilidir. Sevgilide beşer özellikleri ne arar, o melektir. Sevgili dediğiniz zaman melekten bahsediyorsunuz.


Şimdi İlahî boyutta düşündüğünüz zaman da; Allah'ın her insanın kalbine farklı tecelli ettiği o bakıştan sakın. Bu; nazardan sakın, demekle aynı şeydir. Sakın, çünkü seni her şeyiyle takip eder. Bir an bile, seni takip edenleri, kiramen kâtibin meleklerini uyutup da, herhangi bir şey yapabilmen mümkün değildir.


Eğer kul olarak sen Allah’ın tecellisini üzerinde hissediyorsan, buna kendinin layık olup olmadığını düşün, ondan sonra yola çık. Yani hangi yola gireceksen bunu önceden bil, eğer o yolda yürüyebileceğini düşünüyorsan ona göre davran.


Birinci beyitte söylendiği gibi, aklı kenara koy, iradeyi çıkar, masivayı, kalbinden at Ondan sonra eğer Allah’a doğru yürüyeceksen; ela gözden sakınarak yürü. Çünkü ol yol sakınmadan yürünecek bir yol değildir. Böyle ifade ettiği zaman da en son karşımıza bir dervişin hayatı boyunca elini, belini, dilini hiç durmadan sakındığını bunun bize bir şiar olarak eline, diline, beline hâkim ol diye, edeb kelimesini oluşturacak bir sembolik mana ile medeniyetimize, kültürümüze girdiğini söylüyor


Zülfünü hâk-i reh gibi saldı ayağı altına
Gör nice halk-ı âlemin ömrünü pâymâl ider

Biz kâküllere zülüf diyoruz ama zülüf, aslında saçtır. Saç eskiden erkekte de, kadın da uzundu. Kadınlarınki topuklara, bazen de bellerine kadar, erkeklerinki ise, göğüslerine kadar uzun olurdu. Özellikle savaşçılar onları toplayıp, iki topuz yapardı. Tolgalarda iki tane çıkıntı olmasının sebebi oydu. Herkes başını örterdi. O bakımdan zülüf her halükârda erkek yahut da kadın, dünya süsü olarak insana verilmişti. O bir süs olduğu için kadın o süsünü örtmek zorundadır. Eskiden erkeklerin de dinin emri değil ama örf olarak başını örtmeleri bir nevî ahlakî bir güzelliği gösterirdi. Saçını açıkta bırakanlar ya deliler ya hafif meşrep olanlar gibi algılanır ve ayıplanırdı. Sadece Osmanlı’da değil, küfür diyarında dahi bu böyleydi.


Zülüf dünya süsü olmak dolayısıyla masivadır. Çünkü insanlar dünya süsüne hiç durmadan düşer. Tasavvufta zülüf daima masiva ile karşılık bulur. Dünya nimetleri, süsü, dünyaya düşkünlük, dünyadaki arzular, dünyalık olan her şeye, içinizin çektiği her şeye masiva denir. İnsanın içinin, nefsinin çektiği her şey masivadır. Dolayısıyla zülüf kadar çoktur. Zülüflerin sayısını nasıl sayamazsanız, masivanın çeşitliliğini de sayamazsınız


Zülüf ne kadar dallandırılıp budaklandırılmış ise masiva da o derece farklı farklı şekilde insanı kuşatır. Hiç durmadan insanın kalbine kement atar. Sevgilinin zülüfleri de âşıkların gönüllerine kement atar. Onun için âşıkların gönülleri sevgilinin zülüfleri arasında yuva yapmıştır. Onun için sevgili saçını şöyle bir kere tarayacak olsa, yere bir sürü âşık kalbi patır patır dökülür ve âşıklar onun için sevgilinin saçının zülüflerim taramasını istemezler. Çünkü o zaman uzağa düşerler. Orada yuva yapmışlardır. Orada olmak dolayısıyla gönül kuşu saça yuva yapar.


Şu sevgilinin güzelliğine, yüceliğine, ihtişamına bakın, zülüf gibi kıymetli bir şeyini ki sevgilinin zülfü bu, alelade bir zülüf değil, sevgili zülfünü değersizmiş gibi ayağının altına alıverir. Topuklara kadar uzatılmış bir saçtan bahsediyor ve ayağının altına alacak derecede onu gözden çıkarmış. Ona değer vermiyor, bunun için ne olması lazım? Mesela sevgilinin dudağının o kadar güzel olması lazım ki, zülfünün güzelliği dudağının yanında işte toprak derecesinde olsun. Gözü o kadar güzel olmalı ki, gözünün güzelliği yanında zülfün adı bile anılmasın. Bütün bunları hesap ettiğimiz zaman dünya nimetleri de hakikaten insanın kalbinden geçen şekliyle bir nokta gelir, hiçbirini gözümüz görmez olur, ayağınızın altına bir toprak gibi alıverirsiniz ama bir nokta gelir, o zülfün her bir halkasının ayağınıza bir tuzak gibi yapıştığını hissedersiniz.


Pâymâl etmek; ayaklar altında sürünmek demektir. Yani bir sevgili var, sevgilinin her bir zülfünün ucunda bir âşığın gönlü asılıdır. Sevgili saçlarını uzatıp ayaklarının altına alınca, âşıkların gönlü de ayakaltında ezilip geçiliyor. Kimin umurunda binlerinin gönlü ezilmiş, öteki kırılmış, diğer, paramparça olmuş. Sevgili bu, yani âşıkları da binlercedir.
Tasavvufî manada düşündüğümüzde, Allah dünya sevgisini masivayı bir ayak toprağı derecesine koydu. Şan, şöhret, mal mülk vs. bütün bunların hepsine son noktada bakıldığında, ayağımızın toprağının tozu kadar kıymeti olmayan şeylerdir. Kıymeti olsaydı öbür tarafa götürürdük, değil mi? Hepsini bırakıp gidiyorsun. Kazandığımız her şey burada kalıyor çünkü. Bu, iki manaya geliyor. Bir, dünya hakikaten ayağımızın altındadır, yürüdüğünüz zaman dünyanın üzerinde yürürsünüz. Ama biz onu baş tacı ederiz. Ayakların baş olması biraz da bu demektir. Ayak işlerinin başa çıkması, bu demektir.


İşte bu anlayış var ya, ayakaltında olduğu halde baş tacı yaptığımız o dünyalıklar, o dünya masivası, o emeller, o arzular nice dünya insanını nasıl da pâymâl eder, nasıl da uğrunda koşturup perişan eder. Dünya bir imtihan yurdu, imtihana geldik. Ama bu imtihanı nasıl veriyoruz, dünyanın bir toz zerreciği kadar olduğunu anlayamıyoruz, farkına varamıyoruz. Toz zerreciğinin içerisinde dünyayı ihtişamlı bir köşk, erişilmez güzellikte bir gelin; işte şan şöhrette bizden âlâsı yok, güç kuvvette bizim gibisi yok... Hakikatte değerini bilsek, o zaman ikinci beyitte söylediği gibi davranacağız, o zaman diyeceğiz ki, evet elife ulaşmak için akılla istenilen her şeyi terk ediyoruz.
Dünya bir gölge gibidir. Sırtınızı dönerseniz, peşinizden tin tin gelir, ama arkasından giderseniz hiç erişemezsiniz, daima kaçar. Güneşin nerede olduğuna bakın yeter. Arkanızı mı döneceksiniz, önünüze mi alacaksınız? Güneşi önünüze alırsanız dünya sizin peşinizden koşa koşa gelir, sız istemezseniz de Allah onları verir. Ama güneşe sırtınız, dönüp hakiki güneşi orada bırakıp da bir gölge mesabesindeki dünyanın arkasına düşerseniz; önünüzden hiç durmadan kaçar da, kendi gölgenizi yakalayamazsınız.

Kaşına ya şol alnına benzedem özümü deyu
Geh döner ay bedr olur, gâh özünü hilâl eder

Kaş biliyorsunuz, “n” harfiyle temsil edilir, “n” harfi gibidir ve eğridir. Eğri olmak dolayısıyla sevgilinin kaşı aslında dünyada bizim eğri yaratıldığımıza, nefsimizde eğikliğe bir meyil bulunduğuna işaret eder. Kaş da zaten bir eğrilik dolayısıyla “rı” harfi idi. Alnımızda bir aydınlık ve ışık, ama kaşımızda bir eğrilik var. İşte insanın iki hali. Allah içimize bir berraklık, bir nur koyuyor; fakat eğriliği de imtihan için hemen yanma koyuyor. Zaten nefis dediğimiz şeyin imtihan vesilesi olması bundandır.
Kaşına “ya” derken, kaşı “ya” harfine benzettiğini ifade ediyor. Eski harflerle “ya” harfi eğri yazılır, eski harfleri bilenler için “ya” harfi kaş gibidir. Tabii kaş aynı zamanda bir hilal gibidir de. Alın da parlak ve düzdür. O da dolunay gibidir. Onun için diyor ki: Geh döner ay bedr olur, gâh özünü hilâl eder.
Divan şairlerinin çoğu sevgilinin kaşını bir şeye benzetmek istedikleri zaman derler ki; ey sevgili kaşın öyle güzel, öyle güzel ki, “rı” harfine benziyor, kaşın öyle güzel, öyle güzel ki, sanki gökyüzünde hilale benziyor. Ama bu tersini söylüyor:


Ay senin kaşına benzeyebilmek için bazen eğrilir, bazen de alnına benzeyebilmek için dolunay olur. Daha önceki söyleyenlerin tersini söyledi bu, tersine aldı. Artık sevgiliyi hilale yahut da dolunaya benzetmiyor. Hilal yahut da dolunay, sevgiliye benzemek için çırpınıyor.
İşte bu tasavvuftur. Bu İlahî manada, tasavvufî bir sembol olduğu içindir. Yani Allah’ın tecellisi, nuru, bütün her şeyi kuşatan, ilk nur olmak dolayısıyla dolunay ve ondan bir parça olmak dolayısıyla her daim insan halinin, insan ömrünün evreleri gibi; kırk yaşta olduğu gibi olgunlaşıyor. Gittikçe küçük ışıktan, ışık büyüyor da büyüyor, yarım ay oluyor, sonra gidiyor, dolunay oluyor. Kırk yaştan sonra bu sefer geri dönüyor.


Olgunluk yaşından sonra küçülmeye başlıyor, eğrilmeye başlıyor, boyu bükülüyor, hilale dönüyor. Bu aşkın da vesilesidir. Bir aşk şöyle başlar: Önce bir kıvılcım halinde ilk bakış, ilk tecelli anı. Hilali akşamüzeri güneşin battığından yarım saat sonra, bir beş dakika görürsünüz görmezsiniz. Hilali görmek için insanların rasat aletlerini kurup bakmaları; o beş dakikalık sürede onu görebilmek içindir. Bu ayın biridir. Ayın birinde hilal, gökyüzünde beş on dakika kalır. Ve o da hilal gibi değildir. Görünüp kayboluverir. Bu işte sevenin sevdiğini bir an görüp bir kıvılcım gibi hemen bir ışığın çakmasıdır. Sonra o kıvılcım kalbe girer. Kalbe girdiği zaman burada bir yangın başlatır. O yangın ile ışık her geçen gün biraz daha çoğalır. Çünkü seven artık sevdiğini düşünmeye, düşündükçe hasretini çekmeye başlamıştır. Hasretini çektikçe uğrunda feda olmaya hazırlanmıştır. Feda olmaya hazır olunca ağlamıştır.


Bu süreci birinci gün gördü, ikinci, üçüncü, dördüncü, beşinci gün o kıvılcımı içinde büyüttü ve ışık çoğaldı da çoğaldı. Yedinci gün yarımay oldu, bedeninin yarısını kapladı. Sekizinci, dokuzuncu, onuncu, on dördüncü gün geldiğinde akıl da kalmadı, irade de kalmadı, her şey dolunay oldu. Yani içinde o aşkı büyüttü. Aşk zaten o cinnet halidir ki, her şeyi örter. Mecnunluk, o demek zaten. Sonra dolunay olur, dolunay olduktan sonra aşk vuslat ister. Eğer dolunay iken vuslat gerçekleşirse, yani sevilenin dolunayıyla birleşirse aşk sonsuza kadar devam eder. Eğer onlardan bir tanesi dolunay da, diğeri henüz dolunay olmamış şekilde ise, o zaman vuslattan bir gün sonra aşk eksilmeye başlar. Gittikçe eksilir, büyüdüğü süre içerisinde eski haline gelir.
Dolunay olduğu zaman, alnın gibi ışıklı olduğu zaman, kaşına özenir. Çünkü hemen onun altında, ona kavuşmak ister. Kaş gibi olur, eğrilir. Bu melekleşen bir insanın nefsi ile tekrar eğrilmesi demektir. Eğrildiği zaman bu tövbe ile yol bulan insanın, tövbeden sonra gittikçe kan kaybederek yol şaşırmasıdır.
Şöyle söyleyelim; umreye gittiğinizi farz edin. Orada benzin istasyonundan yakıt alır gibi, bir şarj hali vardır. Geri dönünce o iki ay, üç ay o umrenin nuru, o ışık, o aydınlık sizi sarar. Ama o aydınlık zaman geçtikçe azalır, yani dolunay aya döner. Bir nokta gelir, hilal kaybolduğu an tövbe etmeniz gerekir. Bundan sonra tekrar süreç başlar, bu sefer dolunay olunması lazımdır.

Milk ile mâl ü saltanat bir çöpe saymaz ey gönül

Her ki diler visalini yâ taleb-i hilâl ider

Şimdi bir talip vardır, bir de matlup vardır. Talip; bir şeyin peşinde koşan, onu isteyen, o uğurda hiç durmadan gayret sarf edendir. Ama her talip, talep ettiği şeyi bulamayabilir. Bu, onu istemekten geri durdurmaz, istemeye devam eder. Cüneyd-i Bağdadînin bir sözü vardır: “O aramakla bulunmaz ama bulanlar yine de arayanlardır.”
O aramakla bulunmaz, istemekle hedefe varamazsınız, ama varamadım diye de geri dönmek yoktur, istemeye devam edeceksiniz. Tövbem kabul olmuyor diye de tövbeden vazgeçemezsiniz, kabul olmadığını siz bilemezsiniz çünkü. Duam kabul olmuyor diye de dua etmekten vazgeçemezsiniz. Duanız başka şekilde kabul oluyordur.
Vuslat talep eden matluptur, istenilen; yani bir Allah’ın istediği vardır, bir de Allah’ı isteyen vardır. Biliyorsunuz fena üç şekildedir:

Birincisi, Allah ile kulun istediğinin aynı olmasıdır.
İkincisi, kulun isteğinin Allah’ın istediği ile aynı olmasıdır.
Üçüncüsü, Allah’ın istediğinin kulun istediğine tekabül etmesidir.
Birincisinde kulun istediği, Allah’ın istediğiyle örtüşür. Kul der ki evet ben Allah’ın istediği şekilde olacağım. Buna “la maksuda illallah” denir; Allah’tan başka maksat ve maksut amaç yoktur manasına.
Ötekine; “la mevcude illallah” denir; Allah’tan başka varlık yo tur, yanı kul Allah’ı o kadar ister ki, ona gider, Allah’ın ona seğirtmesi, kulun yürüyerek gittiği yerde Allah’ın ona seğirtmesi değil, kul seğirterek gider, koşar ve onda yok olur
Bir de; “la meşhuda illallah”; yani Allah’tan başka bir şeyi görmek yoktur. Bu da Allah’ın istediğinin kula hulul etmesidir, kul baktığı her şeyde Allah’ın tecellisini görür. Allah’ın emrini, arzusunu görür. İşte bu matlup halidir.
Her kim ki, vuslat talep eder, Allah’la bütünleşmek ister; o zaman mal mülk, saltanat hepsi bir çöp kadar değer taşımaz.
Bir çöpe saymaz. Gerçek sevgiliyi isteyene dünya saltanatını verelim, vazgeçmez.
Hz. Peygamber’e ne demişlerdi: Ey Muhammed, Mekke’nin en güzel kadınlarını sana verelim, en fazla malı mülkü senin önüne yığalım, bunları kabul et de gel şu davadan vazgeç. O da bir elime güneşi, bir elime ayı koysanız vazgeçmem, demişti. Mal mülk, saltanat, bunların hepsi geçicidir. Gerçek sevgiliye gitmek için vuslat dilemek gerekir. Çünkü onun haricinde yapılacak herhangi bir şey yoktur. Bir gönül; ancak mal, mülk ve saltanatı çöpe sayıp sevgiliye gitmek için yola çıktığı zaman gerçek manada gönül olma vasfını kazanmıştır. Değilse paslanmıştır, değilse kirlenmiştir, değilse zaten içindeki görüntüler renksizdir.

Yüzünü göster ey sanem, halk-ı cihana perdesiz
Ta göreler ki hak nice sun’unu berkemal eder

Ey put kadar güzel olan, ey biblo gibi güzel olan sanem... Sanem tam manasıyla ikon anlamındadır. Biz dinî sembol olarak görülen her şeye sanem deriz. Bu, cahiliye devrinde helvadan yapılmış putlar ya da yontulmuş taştan Lat ve Uzza idi. Başka çağlarda kılık değiştirdi, şimdi de sanemler var içimizde. İşte onun için kalbimizi bir puthaneye çevirmememiz isteniyor. Kâbe puthane iken, iş görmüyordu. Kâbe’yi putlardan temizlemek lazımdı. Şöhret, para, itibar, kıskançlık, bütün bunlar hepsi birer put olarak bizim gönül Kâbe’mizde duruyor.
Sokaktaki insan için bunun manası şu: Ey güzel; peçeni aç, şu yanağındaki pembeliği, yüzündeki güzelliği bir kere göster de, âşıkların düşüp bayılsınlar yerlere. Böyle bir güzellik bu cihanda görülmüş şey değildir, diye hepsi dökülsünler, aşk şehidi olsunlar. Yüzünü şu halka perdesiz göster, peçeni açarak göster, yaşmağını çekiver artık gül yüzünden, artık güzelliğini perdeleme. Ta ki senin yüzüne, yanaklarına, gözlerine, kaşlarına bakanlar Allah kudret göstermiş desinler.


Ama tasavvufî anlamda aldığınızda, Allah’ın cemali perdesiz görünmez, görülemez. Bırakın Allah’ın cemaline, sevgilinin yüzüne bile perdesizken bakılamaz. Onun için birinin âşık olup olmadığını bilmek için, ona sevgilinin yüzüne bak, derlermiş. Bakıyorsa, sahtekârdır. Çünkü gerçek âşık sevgilisinin yüzüne bakamaz. Baktığı zaman, o anda can vermesi lazım. Onun için sevgilinin eşiğinde can verene değil, sağ kalana şaşılır. Sevgilinin eşiğinde can vermek, zaten en basit olan şeydir. Orada sağ kalıyorsa ona şaşmak lazım. Bu iddiada bulunuyor. Bu kadar cüretsiz bir iddiada nasıl bulunabilir demek lazımdır.


Vaktiyle bir adam, sultanın kızına âşık olmuş. Sultanın kızı nereye giderse peşinden gider, o atla giderse, koşturur arkasından seğirtirmiş. O çarşı pazar dolaşırsa, gizli gizli binlerinin arkasına saklanır, onu seyredermiş. Kız, peşinde birisi olduğunu anlamış. Babasına, “Babacığım itibarımı zedeliyor, buna bir çare bul” demiş. Sultan da, adamı yakalatmış, getirtmiş. Sultanın adamları yaka paça huzura atmışlar. Sultan demiş ki;


Bre benim kızımın peşinde dolaşıyormuşsun.” Adam; “Evet Sultanım, dolaşıyorum.” Sultan: “Neden?’” Adam: “Seviyorum onu, ona âşığım. Sultan: “Öyle mi, bu ne küstahlık, sen ne cüretle benim kızımı seviyorum dersin. Sana iki saat müddet, ya ülkemi terk eder gidersin yahut da kelleni vurdururum.” Delikanlı düşünmüş, düşünmüş ve başını kaldırmış; “Hünkârım, anladım” demiş. “Siz kızınızı buralarda bana yâr etmeyeceksiniz, bari yola koyulayım.” O öyle deyince sultan: “Cellat gel” demiş. Vezir araya girmiş, demiş ki: “Suçsuz, günahsız birini mi öldürteceksiniz? ’ Sultan: “Bu suçsuz günahsız değil, eğer kızımı gerçekten seviyor olsaydı, kızımı sevdiğinin ispatı olarak bana demesi gerekirdi ki; ‘İşte boynum burada. Vursanız dahi buradan gidecek değilim.’ O zaman da ben onu kızımla evlendirip yerime vâris kılacaktım. Ama bu sahtekâr. Önce seviyorum diyor, ardından sevdiğini göstermeden canının derdine düşüp gitmek istiyor. Onun için böylelerinin yaşaması uygun değil.”

Buna benzer başka bir hikâye:
Sultanın kızına yine birisi âşık olur, saçları uzunca birisidir. O da yine çarşı pazar nereye giderse arkasından gider. Sultanın kızı der ki: “Babacığım itibarımızı beş paralık ediyor, bir çare bul. Hem de yaşına başına bakmıyor, kocaman adam.” Bunun üzerine sultan onu da yaka paça tutturur, öfkelenir haline bakınca. “Utanmıyor musunuz, bu ne densizlik, bu ne edepsizlik!” diye bunu zindana attırır ve ardından şöyle söyler: “Seni falanca gün şehir meydanında atların ayaklarına saçlarından bağlayarak parçalattıracağım. Bunun üzerine ant edilen gün yaklaşırken haber şehre yayılır. Kasabalılar birbirlerine girer. Yakında ne kadar köy, kasaba şehir varsa akın eder ki, âşığın biri şehir meydanında saçlarından atların ayaklarına bağlanıp parçalanacakmış. Sanki arenada boğa güreşi izler gibi insanlar akın akın gelmeye başlar. Belirlenen gün geldiğinde herkes şehir meydanında toplanır, sultan da oradadır, iki tane muhafız kollarına girip suçluyu meydana getirirken atlar da hazırlanmıştır. Mahkûm veya âşık muhafızların elinden kaçar, koşar sultanının ayağına yapışır, der ki: “Sultanım, son bir arzum var, beni dinle.” Hükümdar “Bre söyletmeyin” der. Adam Hükümdarım bir dakikacık dinle beni, son bir arzum var der. Sultan der ki: “Ne arzusuymuş, kızını bir kere daha bana göster dersen, göstermeyeceğimi biliyorsun. Eğer beni affet diyeceksen, seni affetmeyeceğimi, bu kadar insanın önünde bu emrimden geri dönmeyeceğimi de bilmelisin. Eğer dersen ki, beni saçlarımdan atlara bağlatma, giyotinle hemen bir anda canımı al, hayır ben sözümden dönmem, bunu da yapmayacağım. Eğer dersen ki...” Adam “Dur Hükümdarım” demiş. “Bir dakika, size kızınızı bir kere daha gösterin demeyeceğim, göstermeyeceğinizi biliyorum. Beni affedin diye bir talebim yok. Sultanlara sözlerinde durmak yaraşır. Bu kadar insan benim ölümümü görmeye geldi, dolayısıyla affetmeyeceğinizi de biliyorum. Zannediyor musunuz ki, size beni giyotinle öldürün diyeceğim, hayır bunu da söylemeyeceğim.” 0 zaman sultan “Söyle o zaman bre herif, isteğin nedir?” deyince: “Hünkârım, beni hani atların ayaklarına bağlatıp saçlarımdan parçalattıracaksınız ya, işte onun atının ayaklarına bağlayıp parçalatın” der. Meydan donar kalır. Sultan adamı affeder, kızıyla evlendirir. Yerine de onu vekil yapar.
Aşk bir taç gibi başa konur. Yahut da aşk, sahtekârlığını yaparsanız sizi ölüme mahkûm eder.
Halkın onu perdesiz olarak görmesi, hepsinin o uğurda can vermesi demektir. Buna dayanılmaz çünkü onun yüzüne perdesiz bakılamaz.
Onun için Allah Teâlâ ne buyuruyor: “Bilinmeyi sevdim kâinatı yarattım.”
Şairin ifadesiyle:

Kendi hüsnün hublar şeklinde peyda eyledi
Çeşm-i âşıktan dönüp sonra temaşa eyledi
Allah dünyada hiçbir şey yok, zatı var iken; güzelliğinin bilinmesini, istedi. Çünkü bugün dahi güzellerde bilinme isteği işte bu yüzdendir. Bütün güzeller güzelliklerinin hakkının teslim edilmesin, bilinmesini, söylenmesini isterler. Allah bilinmeyi sevdi, işte onun için kâinatı yarattı.
Ezel bezminde Allah’ın güzelliğini bir perde arkasından değil, çıplak gözle gördüğümüz içindir ki dünya boyunca bizim hep aslı vatana özlemimiz, biz farkına varmasak bile, o aslî vatana olan özlemimiz, o güzelliği görmenin hasreti bizi daima kuşatıp duracaktır. Çünkü Allah müminlere cemalini cennette gösterecektir. Hepsi iki cemal arasında, dünya kurulur ve yıkılır. Onun için başlangıçta da aşk vardı, sonda da aşk var. Bu bakımdan tasavvuf her şeyi kendi içerisinde aşkla izah eder.

Şerh-i gamın Nesîmî’nin şol göz ü kaş u saça sor
Gör nice her biri sana şerh ü beyân-ı hâl ider
Nesîmî’nin üzüntülerinin ne derece derin olduğunu açıklamak için; göz, kaş ve zülfe sor. Ancak Nesîmî’nin ne derece acı çektiğini onlar açıklayabilir. Göz; “sad” harfine benzer, dolayısıyla kapalıdır, daima ağlayandır. Kaş “n” harfine benzer, daima eğrilik içerisindedir. Yaşlanan insanın halini andırır. Yaşlanan bir insanın iki büklüm halini andırır. Yaşlanmak için illa ki, yıl olarak yaştan bahsetmiyor şair. Tasavvufî manada insanın ne kadar yaşlı olduğu ile kâinatın yaratılışından itibaren yaşaması kastedilir. Zülüf de kaştır; dolayısıyla girifttir, karmakarışıktır, tarak yüzü görmemiştir. Dolayısıyla içindeki kargaşa; şimdi bir derviş düşünün, içinde kargaşa, gözünde yaş var ve düşünceleri eğri. Göz, kaş ve zülüf... yani “sad”, “n”, “cim” yahut da “lam” harfi. Bütün bunların hepsiyle çok çeşitli kelimeler yazabilirsiniz. Onların hepsinin içerisinde Fazlullah’ın ismini çıkartacak şekilde de harfler bulabilirsiniz.


Bunlardan her biri, sana benim halimin ne kadar beyana gelmez, ne kadar içinden çıkılmaz olduğunu sadece gözüm sana anlatır. Yok, gözüm değil de kaşım anlatacak olursa kaşım düşer, dökülür ve kaşımın o dökülmesinden yüzümdeki bütün o hüzün sana anlatır. Eğrilik içerisinde olduğumu da şekil olarak ifade eder. Zülüf ise karmakarışık dünya duyguları içerisinde masivanın beni nasıl kuşattığını belirtir.


Nesîmî; bu şiirinde ne kadar gamlı olduğunu anlattı. Ey okuyucu; eğer Nesîmî’nin ne kadar gamlı olduğunu hâlâ anlamadıysam o zaman onun gözüne bak. Gözünden akan yaşlar sana anlatsın. Eğer hâlâ anlayamadıysan kaşına bak, bu düşüncelerinde ne kadar eğrilikler bulunduğunu sana bildirdi. Yahut zülfüne bak ki, masiva elinden illallah demenin ne demek olduğunu sana onlar sembolik olarak remiz yoluyla, işaret diliyle anlatsınlar. Aksi takdirde benim söyleyeceklerim burada bitti, yoksa onun içinde bulunduğu hali başka türlü şerh etmek, beyan etmek mümkün değildir.

ORTAÖĞRETİM İÇİN DİVAN ŞİİRİ, İSKENDER PALA

SON EKLENENLER

Üye Girişi