Kullanıcı Oyu: 4 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin değil
 

RECAİZADE MAHMUT EKREM 

1847 yılında İstanbul'da doğdu. Özel ve askeri lise öğrenimini gördü. Genç yaşında iken devlet memurluğuna geçti. Yine bu yaşlarda tanıştığı Namık Kemal'in etkisinde kaldı. Gazeteciliğe ve edebiyata yöneldi. İkinci Meşrutiyete kadar Devlet Şurası üyeliklerinde, Galatasaray Lisesi ve Mülkiye Okulu öğretmenliklerinde bulundu. Hem öğretmen, hem yazar olarak yeni yetişen edebiyatçılara batılı edebiyatı örnek almakta yol gösterici ve yardımcı oldu. İkinci Meşrutiyetten sonra kısa birer süre Evkaf ve Maarif nazırlıkları yaptı. Ayan üyesi iken 1914 yılı başında İstanbul'da öldü. Küçük-su yakınlarındaki küçük bir mezarlıkta, Sami Paşazade Sezai Beyle birlikte yatmaktadır.

Çeşitli türlerde eserler veren Ekrem Bey'in, edebiyatımıza en büyük hizmeti, yeni edebiyatın yerleşmesi için gösterdiği çabalar ve bu yolda verdiği eserlerdir. Lirik yapıdaki şiirleri içli, fakat derin değildir. Yaptığı birkaç roman denemesinden sonuncusu olan "Araba Sevdası" yer yer gerçekçi bölümleri bulunan bir hiciv ve mizah örneği olarak da kabul edilebilir. Ekrem Bey, bu romanında köksüz ve dayanaksız batı hayranlığını yererken, zamanın İstanbul'unun renkli hayat manzaralarından birçoklarını ustalıkla çizebilmiştir.

Romanı dışında en tanınmış eserleri: Zemzeme adlı şiir kitabı, ölen oğlunun ardından hazırladığı Nejad Ekrem, Çok Bilen Çok Yanılır adlı tiyatrosu, edebiyatın başlıca kurallarını ve teorilerini etüt eden Talim-i Edebiyat’ıdır.

(Kitaba Recaizâde Mahmut Ekrem Bey'in, Türk romanında bir aşama olan, Araba Sevdası’ndan bir bölüm alınmıştır.)

 

ARABA SEVDASI

- Romanın Özeti -

On dokuzuncu yüzyılın yarısı, Avrupa'nın bazı sosyal yaşayış örneklerinin Türk toplumunu da etkilemeye başladığı bir dönemdir. Bu durumu o zamanın bazı çevreleri "alafrangalaşmak” deyimi ile nitelendirmiştir. "Araba Sevdası" romanının kahramanı Bihruz Bey, işte bu tipte bir alafrangalaşma heveslisidir. Kendisi, varlıklı, sözü ve hatırı geçer bir Osmanlı Paşasının oğludur. Birçok paşazadeler gibi Bihruz Bey de naz, nimet içinde büyütülmüş, şımartılmıştır. Dolayısı ile yeterli bir eğitim ve öğrenimden yoksun kalmıştır. Bilgi, kültür adına tek kazancı öğretmenlerden öğrendiği yarım yamalak Fransızcasıdır. O, başını gözünü yararak kullandığı bu dille konuşmayı, konuşma fırsatı bulamazsa - karşısındaki anlasın anlamasın - Türkçe cümleler içine bu dilden kelimeler katmayı büyük bir incelik ve başarı olarak kabul etmektedir.

Babası öldükten sonra Bihruz Bey'e önemli bir miras kalır. Kendisini çok sevip üstüne titreyen annesinin her şeyi hoş görmesinden de yararlanan genç adam, hesapsız, düzensiz bir hayat sürmeye bayılır. Özel öğretmenleri birer birer evden uzaklaştırır. Gününü gecesini gezmeye, tozmaya, eğlenceye ayırır.

O zamanın varlıklı kimselerinin belirli bir gösteriş araçları vardır. Güzel koşumlu, pırıltılı özel faytonlar. Bihruz Bey, cakasını ve keyfini tamamlamak için bu çeşit arabalardan bir tane edinir. En büyük zevki bu arabaya binerek o günlerin gözde gezinti yerlerinde tur yapmak, herkesi kendisine hayran bırakmaktır. Bu arada konduğu mirastan eline geçen paralan zevk ve eğlence yerlerinde hesapsızca harcamaktadır. Annesinin zaman zaman kendisine yaptığı nasihatlara kulak vermemekte, har vurup harman savurduğu servetini hızla tüketmektedir.

Bihruz Bey bu hızlı yaşayış içinde iken, bir gün o zamanının en gözde gezinti yeri olan Çamlıca'da genç ve güzel bir kadın görür. Çabucak etkisinde kaldığı bu kadını, birkaç görüşten sonra, sevmeğe başlar. Kadının adı "Periveş"tir. Zamanın piyasa malı, bayağı örneklerinden biridir. Fakat Bihruz Bey, onu kafasında son derece yüceltmiş, soylu soplu bir ailenin seçkin bir kızı gibi hayal etmeye başlamıştır. Başka bir karşılaşmada genç adam, Periveş'in bindiği arabaya şu bu şairlerden aşırılmış mısralarla dolu bir aşk mektubu fırlatır.

Fırlatır ama bir daha da onu göremez. Yolunu izini aramak için elinden gelen çabaları gösterir; fakat bulamaz. Bihruz Bey, türlü kuşkular üzüntüler aşk elemleri içinde yanıp tutuşmaya başlar.

Bihruz Bey'in dalkavuklarından ve para sızdırıcılarından Keşfi adlı bir adam vardır. Bu adam, genç mirasyedinin sevgilisini arama işinde güya ona yardımcı olmakta, fakat için için de onunla alay etmektedir. Aynı zamanda muzip ve yalancı bir tip olan Keşfi Bey, bir gün Bihruz Bey'e çok elemli bir haber getirir: Periveş Hanım, genç yaşında ölmüştür. Bu ölüm haberi delikanlıyı son derece sarsar. Bu arada zihnini birtakım kötü şeyler de kurcalamaktadır. Genç kadının arabasına attığı şiirde bazı ahlak dışı mânâlar bulunduğunu da sonradan öğrenmiştir. Acaba onun bir daha kendisine görünmemesinde ve genç yaşta ölüp gitmesinde bu yaptıklarının etkisi var mıdır diye yanıp yakılır.

Genç âşık şimdi tam bir romantizme kapılmıştır. Periveş'in mezarını bulmak, onun üstüne kapanarak ağlamak, onun ruhundan özür dilemek isteği ile yanmaktadır.

Böylece uzun, elemli zamanlar geçer. Mahzun, dertli Bihruz Bey, bir Ramazan akşamı - yine o günlerin çok canlı gezinti ve eğlence yerlerinden biri olan - Şehzadebaşı'nda dolaşmaktadır. Birden Periveş'e çok benzeyen bir kadına rastlar. Genç adam, Periveş'i ölmüş bildiği ve Keşfi Bey, onun bir de ablası bulunduğunu söylemiş olduğu için, bu kadını, sözü edilen bu abla sanır. Ardına takılır. Oysa gördüğü kadın Periveş'in bizzat kendisidir. Bihruz Bey, bir sokak aralığında nihayet bütün cesaretini toplayıp kadına yaklaşır; dili tutularak, eli ayağı titreyerek ondan ölen küçük kardeşinin mezarının nerede bulunduğunu sorar. Periveş, Bihruz Bey'i çoktan unutmuştur. Önce bir şey anlamaz. Beriki uzun uzun açıklamalarda bulununca, bu sefer onu hatırlar. Ölen mölen kimse olmadığını, kendisinin ablası değil, Periveş'in ta kendisi olduğunu açıklar. Zor duruma düşen genç adam, konuşmalarına yeni bir yön vererek işi düzeltmeğe uğraşa dursun, karşısındaki pratik piyasa kadının sabrı tükenir; onunla alay etmeye başlar. Periveş'in yanındaki yaşlıca kadın da: "Hadi oğlum, işine git, peşimizi bırak..." gibi sözlerle onu açıkça kovmaktadır.

Çok zor durumda kalan Bihruz Bey, karşıdan gelen bir arabaya fırsat bilerek hemen atlayıp oradan uzaklaşırken, iki kadın ardından kahkahalarla gülerler.

Artık genç adam dayanıksız aşkının çirkin gerçekleri ve parasını har vurup harman savurmanın acı sonucu ile başbaşa kalmıştır.

 

ARABA SEVDASI

- Romandan Bir Parça -

(Bihruz Bey, arkadaşı Keşfi'den, Periveş'in öldüğü haberini alarak büyük bir üzüntüye kapılır.)

"Firkatzâde Bihruz Bey in bu düşünüşleri, bu ağlayışları aralıksız üç saat kadar sürdü. Akşam saat bir olunca Mişel salona girdi. Yemeğin hazır olduğunu haber verdi. Çenesini bıçak açmayan bir adamın yemek yemeğe iştahı olur mu? Hâlbuki Bihruz Bey, her ne zaman, bir sebeple yemek yemeyecek olsa keyfiyet derhal hareme akseder, onun üzerine Dadı Kalfa beyini bulur:

"Beyim niçin yemek yemedin? Keyfsiz misin? Hanımefendi merak ediyor; ben de merak ettim de geldim. Bana söyle, bir şeye mi canın sıkıldı? Yoksa bir kederin mi var? Allaha emanet, hasta olma da..." yollu sormalarla beyi huzursuz etmeğe kalkışırdı. Bu defa ise öyle suallere cevap tedarik etmek gibi bir sıkıntıya düşmek ve hususiyle üzüntülü hâlinden Dadı Kalfaya renk vermek Bihruz Bey’in işine gelmiyordu. Onun için ister istemez sal a manjdye (yemek salonu)na gitti. Sofraya oturdu. Her yemekten tabağına birer parça aldı ise de bazısını tuzsuz, bazısını tatsız, bazılarını yağsız, bazısını da pek yağlı diyerek bıraktı. Bu suretle hele yemek derdinden kurtuldu. Tekrar salona gitti. Bir aşağı bir yukarı gezine gezine düşünmeye başladı. Saat üçü bulunca hareme girdi. Yatak odasına gitti. Bermutad Dadı Kalfanın yardımı ile soyundu. Hemen yatağına düştü.

*

* *

Bihruz Bey, o geceyi rahatsız geçirdi. Yatağında saatlerce bir taraftan bir tarafa döndükten sonra uğraşa uğraşa dalabildi ise de uykusu uykuya benzemez bir buhran hâli idi. Bu buhranı içinde ara sıra sayıklar, dişlerini gıcırdatır, uyanır gene dalar, dalarken olduğu yerde sıçrardı. Bunlara sebep de rüyasında Periveş Hanımı garip bir surette görmesi idi. Periveş kefenini yırtmış, sırma saçlarını iki yanından kara toprağın üzerine dağıtmış olduğu halde, kireç gibi bembeyaz kesilen çehresiyle Bihruz Bey'e görünür ve iki solmuş gül yaprağına benzeyen dudaklarını oynattıkça arasından fırlayan "siyehçerde" sözleri sitemli birer ok gibi biçare gencin kulağından girip yüreğini delik deşik ederdi.

Bihruz Bey, o rahatsız edici uykudan sabahın erken saatinde gözlerini bütün bütün açabildiyse de, halsizliği sebebiyle yatağından çıkamadı. Bir saat sonra Dadı Kalfa oda kapısına geldi. Sessizce kapıyı aralık etti, baktı. Beyefendisinin uyanık olduğu halde çıkmadığını anladı. Telaşlı telaşlı içeriye girdi. Beyi öyle takatsiz, çehresi soluk, gözlerinin etrafı morarmış bir halde görünce şaşırarak hemen suallere başladı:

-    Ne oldun beyim, hasta mısın?

-    Biraz keyfim yok...

-    Bir yerin ağrıyor mu?

-    Başım ağrıyor, gece uyuyamadım da... Bir şey değil, geçer.

-    Ben anlıyorum beyim. Bugünlerde senin bir kederin var, bizden saklıyorsun. Öyle değil mi?

-    Hayır; hiç bir kederim yok.

-    Öyle ise soğuk mu aldın, sıcak mı geçti? Ne oldu da keyfini bozdun bakayım?

-    Bilmem... Belki soğuk almışımdır.

-    Kahvaltını getireyim mi beyim?

-    İstemem.

-    Hararetin varsa bir limonata yapayım!

-    Onu da istemem.

-    Bey ne istersen söyle de yapayım.

-    Rien,jö nö vö rien (hiç bir şey, hiç bir şey istemiyorum.) Yalnız bir cam açsan... jö brül (yanıyorum.)

-    Bulantın var galiba; leğen getireyim. Cam açmak olmaz, belki terlisin, soğuk alırsın.

-    Yok, a canım, bulantı filan değil... Yanıyorum da...

Dadı kalfa ıstorlan kaldırdı, odadan çıktı. Hanımefendiyi buldu. Beyin keyifsizliğini haber verdi.

Bihruz Bey, bir vezir oğlu olduğu için, daha süt emen bir çocukken dayıların, dadıların ellerine ve biraz sonra uşaklara teslim olunduğundan, o zamanlar anne ve babasını seyrek görürdü. Çocukluktan kurtulduktan sonra mektebe gitmek, çarşı pazarda midillilerle gezmek zamanı geldiği için anasını babasını gene çokluk göremez idi. Çocukluk çağından gençlik çağma intikal edince beyefendi ibtida araba sevdasına düştü. Sonra da alafrangalık illetine yakalandı. Ondan sonra bunlara öteki hevesler de karıştı. Peder paşa ölmekle başa bir de (mirasyedilik) çıkınca türlü türlü hovardalıklar, israflar yol aldı. İşte bey, gece gündüz bunlara zihin yormaktan - bir çatının altında bulundukları halde - günde yarım saat olsun validesini görüp, görüşmeye vakit bulamaz olmuş idi. Yalnız geceleyin yatmağa gider veya sabahleyin haremden çıkarken valide hanımın oturduğu odanın kapısından bakarak eğer hanımefendi orada ise alafranga bir eda ile Bonsuvar veya Bon nüi veyahut Bonjur mer (Günaydın anne) deyip çekilir giderdi. Periveş Hanım derdi meydana geldikten sonra Bihruz Bey valide hanıma o kadarcık olsun selam sabah etmeyi de unuttu.

Mahdum beyin sair birçok münasebetsiz ve yakışıksız ahvaline eklenen bu muamelesinden dolayı da valide hanımefendi ona epeyce gücenmiş, kırılmış idi. Bu kırgınlık, bu güceniklik hâlinde bile zavallı kadın, oğlunun keyifsizliği haberini alır almaz yerinden fırladı. On saniye içinde Bihruz Bey'in başı ucunda bulundu. Bihruz Bey'in rahatsızlığı kadını ilk nazarda fena dehşetlendirdi.

Elini oğlunun alnına götürüp de ateşler gibi yandığını anlayınca derhal hekime adam koşturulmasını emretti. Hekim geledursun, bunlar ana oğul şu veçhile konuşmaya başladılar:

-    Ne yaptın Bihruz’um oğlum? Niçin hastalandın, terli terli su mu içtin, dondurma mı yedin? Söyle bana bakayım?

-    Hayır madam!..

-    Yoksa şemşiyesiz çok gezdin de güneş mi çarptı?

-    Bilmem; her vakit geziyorum, bir şey olmuyordu.

- Biraz canın sıkılıyormuş... Neden sıkılıyorsun evladım?

. - Size kim söyledi sıkılıyorum diye?

-    Valideler evladını görmese de hâllerinden haber alırlar. Bana kimse bir şey söylemedi. Ben kendim anladım. Oturuşundan, kalkışından, yemenden, içmenden, her halinden öyle anlaşılıyor...

-    Hayır hayır, sıkılmıyorum...

-    Paran var mı bakayım? Ne kadar paran var?

-    Biraz daha var; var amma borcum da var. Hele bir tanesi pek edepsizlik ediyor. Ne ise onu da vereceğim. Konak satılsa...

-    Konağı satma; babandan kalan malındır. Ben karışmak istemem, lâkin şimdilik ilişme. İlerde benden kalacak biriki parça şeyle beraber üzerinde bulunsun. Ne olur ne olmaz...

-    Borçlarımı vermeyeyim mi?

-    Ben senin borçlarını yavaş yavaş öderim. Şimdilik de sana bir yüz elli lira vereyim... Fakat bugün değil, bir hafta sonra... Olmaz mı oğulcuğum?

-    Mersi; mü mersi şer mer... (Teşekkür, binlerce teşekkür aziz anne.)

-    O ne demek oğlum? Türkçesini söyle de anlayayım...

-    Teşekkür ederim validem.

Bu aralık valide ile oğulun nazarları birbirine tesadüf etmiş idi. Bebekleri bir anda büyüyen bu dört gözün etrafı sular içinde kaldı..."

Türk Romanları, S.Kutlu

SON EKLENENLER

Üye Girişi