Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

 

             Sana Dair

 

            Serin dağ rüzgârlarının estiği, Torosların doruğunda küçük bir köyde, ürkek ve nazenin adımlarla uçmaya çalışan minik bir serçeydim ben. Belki de bir ceylan yavrusuydum telaşlı ve tedirgin. Ne zaman ırmak kenarlarına su içmeye insem, yüreğim titrerdi korkudan. Ölümü bilmezdim, ama karanlıktan korkardım. Annemin ve babamın uydurduğu hayal mahsulü canavarlar düşerdi aklıma. Korkardım. Annemin saçlarından tutunurdum hayata, babamın göğsüne yaslanıp saklanırdım karanlıktan. Ürkek ve nazenin serçeler, telaşlı ve tedirgin ceylan yavruları inerdi benimle, su içmek için ırmak boylarına. Ve biz hep birlikte seni beklerdik sabırla, umutla, merakla…

          

           Ansızın çıkıp geldin bir gün, dört bir yanı dağlarla çevrili, ormanlar koynunda saklı diyarımıza. Yolunu gözlediğimiz seni görünce, nedendir bilinmez, Anadolu köylerindeki tüm çocuklar gibi senden korktuk. Karanlıktan korkmamız gerekirken senden korktuk.

 

           Henüz okula bile gitmediğim günlerin birinde, seni ve üç arkadaşını yan yana görüp, ardıma bile bakmadan nasıl kaçtığımı hatırlayınca, hüzünlü bir tebessüm kaplar yüzümü. Özlemle, hasretle, umutla beklemiştim seni oysa…

 

           Siyah bir kumaş parçası ve beyaz bir yakalıkla geldi babam eve bir gün. Anneme, benim için önlük dikmesini söyledi. Ilık rüzgârlar esti yüreğimde, deli taylar koştu ruhumun geniş bozkırlarında. Bin bir hayalle dikti annem önlüğümü, umudunu ve sevgisini iplik yaparak.

 

           Babam,  eylülde senin yanına gideceğimi fısıldadı kulağıma. Ürkek ve nazenin serçeler havalandı yüreğimden masmavi gökyüzüne, telaşlı ve tedirgin ceylan yavruları koştu ruhumun ırmak boylarından upuzun kırlara. Hepsinin ardından koştum, ya beni de bekleyin, ya da beni de götürün gittiğiniz yere diye. Seni görmenin heyecanı ve korkusu sarmıştı minicik yüreğimi.

 

           Sarı sonbahar kaplamıştı dağlarımızı. Hazan ayı eylülde tedirgin oluyordu dedem ve ninem. Acaba bu sonbahar, son baharımız mı diye. Bense ne sarının, ne hazanın, ne de sonbaharın farkındaydım. Hazan mevsiminde, bereketli yağmurlarıyla yemyeşil bir ilkbaharı yaşıyordum.

 

            İlk kez bu kadar yaklaşıyorum sana. Bir zamanlar ardıma bile bakmadan kaçtığım seni gözlüyorum şimdi çaktırmadan köy okulumuzun bahçesinde. Minicik yüreğimdeki sebepsiz korkular yavaş yavaş dağılmaya başlıyor. Hani okulun ilk günlerinde, sıfır numarayla kesilmiş, olmayan saçlarımı okşamıştın ya, işte o gün benim doğum günüm olmuştu. Hele adımı söyleyip de yüzüme tebessüm ettiğin gün, minicik yüreğimi kaplayan simsiyah korku bulutları dağılmıştı birer birer. Çığlık çığlığa martıların kapladığı masmavi bir gökyüzü olmuştu minicik yüreğim. Annem gibi gülümsemiştin bana, babam gibi okşamıştın saçlarımı. Belki de sen bile farkında değildin ama küçük bir tebessümle, minik bir dokunuşla, sarsılmaz kaleleri olan bir dünya kuruyordun içimde. Kurduğun bu dünyanın başkentine yerleştiriyorum ben de seni.

 

           Artık seninleyim ve senden korkmuyorum. Fasulye ve nohuttan yaptığımız harflerle anlatmak istiyorum sana olan sevgimi. Dağıttığın Cin Ali serisini ilk ben bitiriyorum, sırf senden bir aferin alabilmek için. Bir aferinle âbâd ediyorsun kurduğun yıkılmaz kaleleri olan dünyamı.

           Gökyüzüne çıkarıyorsun bizi hayat bilgisinde. Yıldızları anlatırken saçlarına düşen yıldızları fark ediyorum. Sahi, neye üzülüyorsun? Ben, senin yanında öyle mutluyum ki, senin de dertlerinin olabileceği aklımın ucundan bile geçmiyor. Saçlarına düşen yıldızlara aldırma, sen bizim güneşimizsin.

 

           İstanbul’u fethediyoruz, 19 Mayıs’ta Samsun’a çıkıp yepyeni bir ülke kuruyoruz seninle. Fatih olmayı, Mustafa Kemal olmayı öğretiyorsun bize.

 

           Hatırlıyor musun, bir gün dersimize sana benzeyen kravatlı bir adam gelmişti? Sen de yerini o adama vermiştin. Ne kadar da yadırgamıştım seni, orası senin yerindi, senden başka kimseyi yakıştıramıyordum ben oraya. Sen yerini versen de, ben yüreğimde sana ait olan yeri vermemiştim o adama. Sorular soruyordu o adam bize. Senin öğrettiklerini soruyordu. Benimse şaşkınlığım artıyordu soruları niçin sen sormuyorsun diye. Sorulara senin öğrettiğin cevapları veriyordum. Sanırım bütün sorularına cevap almıştı sana benzeyen kravatlı adam. Sonra da çekip gitmişti kimsenin uğramadığı bu dağ köyünde, bizi baş başa bırakarak. Sen bana teşekkür etmiştin sorulara cevap verdiğim için. Niçin teşekkür ettiğini tam olarak anlayamamıştım, ama bu benim ömrümde duyduğum ilk teşekkürdü. Senin öğrettiğin bir şey değil cevabını veriyordum mahcubiyetle ve şaşkınlıkla. O gün ben teşekkürün sadece şehirli insanlara mahsus olmadığını öğrenmiştim. Kendimi de en az bir şehirli kadar önemli hissetmiştim.

 

           Şehri anlatıyorsun dağ köyündeki bu yoksul çocuklara. Okumamız için şehrin ışıklarını tutuşturuyorsun ışığın ne olduğunu bilmeyen bizim yüreğimize. Gaz lambalarımızın ışığında yaptığımız köpek, tavşan figürlerimizin yanına yerleştiriyoruz şehrin parlak ışıklarını. Titrek lamba ışıkları gibi atıyor yüreklerimiz.

 

           Ne de çabuk geçiyordu yıllar. Seninle geçen beş mutlu yılın sonuna gelmiştik. Ayrılık vakti gelip çatmıştı. İçimizde tutuşturduğun şehrin ışıklarına doğru uçmaya başlamıştık ateşe koşan pervaneler gibi. Sırf senin yaktığın ateşi büyütmek için, seni dağ başındaki köyümüzde bırakarak gidiyorduk şehre. Elveda demedim sana hiçbir zaman, sadece yürekten bir hoşça kal dedim. Çünkü sen, her zaman, kurduğun o dünyanın başkentindesin.

 

           Ürkek ve korkak adımlarla giriyorum sarı sonbaharda yatılı bir okulun bahçesinden içeriye. Geri geldi ürkek ve nazenin serçeler, telaşlı ve tedirgin ceylanlar. Yalnızdım, köyüme göre kocaman bir şehir olan, göl kıyısındaki bu küçük, şirin ilçede yapayalnızdım. Korkuyordum. Sen yanımda olsaydın korkmazdım. Annemin elleriyle diktiği siyah önlüklerim yoktu artık. Senin üzerinde görüp imrendiğim ceketi giyiyor, kravatı takıyordum. Annem beni böyle görse, eminim ağlardı.

 

           Göl kıyısındaki bu küçük şehirde annemi, babamı, kardeşlerimi, bir de seni özlüyordum. Sırf senin gibi olabilmek için katlanıyordum gurbetin ne olduğunu bilmeden verdiği acıya.

 

           Ayrı ayrı öğretmenler geliyordu derslerimize. Ben hep seni bekliyordum, seninle ne kadar da mutluydum.

 

           Gün döndü geceye, ay dolandı ezgilerden, hasretler dönmedi vuslata. Sensizliğe alışmaya çalışırken alıştım sessizliğe. Sessizlikte fark ettim Türkçe dersine gelen öğretmenimin sana ne kadar da benzediğini. Onun da saçlarına yıldızlar düşmüştü senin gibi. Seni bir başka sende buluyordum, senin yanına bir sen daha yerleştiriyordum usulca.

 

           Türkçe dersimize geliyorsun şimdi. Saçlarında yıldızlar, dilinde büyülü sözler var. Büyülü sözlerinle ürkek ve nazenin serçeleri, mutlu bir yusufçuk kuşuna, telaşlı ve tedirgin ceylanları gururlu bir karacaya çeviriyorsun.

           Şiir yazmayı, hikâye yazmayı anlatıyorsun bana. Senin cümlelerinle yazıyorum, senin cümlelerinle okuyorum. Hasret ve aşk dolu yüreğime dokuyorum nakış nakış senin gibi olmanın düşünü. Sen düşürüyorsun beni bu aşkın peşine. Senin türkülerinle yürüyorum bu yolda. Adına aşk denen bu yolun sonunda sen olmayı, senin gibi olmayı düşlüyorum. Düşe kalka ilerliyorum, elimden tutmasan dağılırım bir kelebek gibi.

          Bilmem hatırlar mısın, ergenliğe yeni adım attığım günlerdi. Sebepsiz bunalımlar yaşadığım günlerin birinde, boş dersimizde sınıfımıza gelmiştin de sorular soruyordun bize. Bana da bir soru sorup cevabını almak için beklemen gerekmişti. Benim cevabım gecikip de arkadaşlarım parmak kaldırınca, sen; “Turgay, bu soruyu bilir.” demiştin. Hem utanmıştım, hem de gururlanmıştım. Sırf senin güvenini boşa çıkarmamak için ellerinden tutarak çıkıyordum ergenlik bunalımından. Yeniden düşüyordum düşlerimin peşine.

         Sonbahar geldi yine. Göç hazırlığı başladı bende. Lise için yeni bir yatılı okulun yolunu tutuyorum, seni göl kıyısındaki bu şirin ilçede bırakarak. “Hoşça kal”  diyorum sana, sevdama ve yıldızlara. Saçlarına düşen yıldızları kazıyorum zihnime, senden şiirler dolduruyorum cebime, çantama hikâyeler, dilimde senden türküler. “Hoşça kal” diyorum sana. Yüreğimde bıraktığın boşluğu dolduruyor birden ürkek ve nazenin serçeler, telaşlı ve tedirgin ceylan yavruları.

          Kalabalık bir şehirde insanların arasındayım ama insanım yok. Bu duyguyu biliyorum ben. Sabırla, umutla, inançla karşıma çıkmanı bekliyorum.

          Çok sevdiğim edebiyat dersinde çıkıyorsun karşıma. Ama bu sefer bilmediğim bir yüzünü gösteriyorsun bana. Ben ilkokul ve ortaokuldaki senleri istiyorum. Sana koştukça sen kaçıyorsun. Ürkek ve nazenin serçelerin kanatları kırılıyor, telaşlı ve tedirgin ceylanlar yem oluyor yabanıllara.

           Edebiyattan bile uzaklaşıyorum yavaş yavaş seninle. Bütün sorularını bilmeme, yazılılarından en yüksek notları almama rağmen bir kez olsun ismimle hitap etmiyorsun bana. Oysa ilkokul ve ortaokuldaki senden öğrenmiştim bir insana ismiyle hitap etmenin dünyanın en güzel şiiri olduğunu. Ama sen, sırf senin gibi düşünmeyen insanların yurdunda kalıyorum diye beni “bu şiirden” mahrum bırakıyordun. Murat’ın, Ayşe’nin, Zeynep’in dersleri benimkinden daha kötü olmasına rağmen onlara ismiyle hitap ederken, bana ise “sen” diyordun. Bir kez olsun ismimle hitap etmedin bana ve sıcak bir gülümsemeyi esirgedin benden. Hep soğuk ve ciddi bakışlarla baktın bana. İlkokul ve ortaokul öğretmenlerimin yaptığı, yıkılmaz kaleleri olan dünyamı yıkmak için uğraştın. Ürkek ve nazenin serçeler, telaşlı ve tedirgin ceylanlar yaralandı. Ben ise yüreğime saplanan cam kırıklarıyla yazıyordum her yere “senin gibi olmayacağım” diye. Eğer bir gün sen olmayı başarırsam bütün öğrencilere isimleriyle hitap etmem gerektiğini öğreniyorum seninle, ama “sensiz”.

          

 

                                                                                               Beni bende demen bende değilem

                                                                                                 Bir ben var bende benden içeru”

 

           Bana Dair

 

           Yine sonbahar, yine göç hazırlığı… Sen olmak için düştüm yollara. Karlı dağlardan, ıssız bozkırlardan geçtim de geldim sen olmanın öğretildiği üniversiteye. Bütün tercihlerimi sen olabilmek için eğitim fakültesiyle doldurmuştum. Sınav ve sevda kokulu dört yılı tüketmeye başladım usul usul. Demli bir çay bardağına boşalttım hasreti, tarhana çorbasına bandım açlığı, arkadaşlarımdan borç aldım parasızlığı, kömür sobasına attım soğuğu. Yıldızlara baktım seni gördüm, güneşe baktım seni gördüm, gökyüzüne baktım seni gördüm. Sen olabilmek için düştüğüm yolun sonuna yaklaştım.

           Gümrah bir ırmak gibi akıp geçti üniversite yıllarım. Sıkı dostluklar, telaşlı sınav anıları, halı saha maçları, sen olmak için verdiğim amansız kavgalar…

           Sonbahar seni ilk gördüğüm mevsimdi. Bu sonbahar gününde resmen sen oldum. Elime aldığım kararname ile girdim yatılı okulun bahçesinden içeri. Hep bir öğrenci olarak girdiğim yatılı okul bahçesinden sen olarak giriyorum bugün. Bembeyaz bir güvercin kanatlandı yüreğimden, gökyüzünü kucakladım, gökkuşağını taktım koluma… Sen olmanın verdiği mutluluğu doldurdum ciğerlerime yudum yudum.

           İlk derse girdim bugün. Yirmi sekiz çift göz süzüyordu beni. Yirmi sekiz ürkek ve nazenin serçeyi, yirmi sekiz tedirgin ve telaşlı ceylan yavrusunu gördüm onların gözlerinde. Hiçbirini ürkütmemeye çalıştım. Tıpkı seni gördüğüm günkü gibiydi. Serçeler havalandı, ceylanlar koştu ürkek ve tedirgin yüreklerden uzaklara doğru. Ardından koştum onların. Biliyordum onlar da b(s)eni bekliyordu ırmak kenarlarında, benim seni beklediğim gibi.

           Minik bir serçe hastalandı bugün. Gözlerinde annesinden ayrı kalmanın hüznü. İki damla inci süzüldü yanaklarından. İki damla kabaran bir deniz oldu yüreğimde, ha taştı, ha taşacak.

           Yaralı bir ceylan buldum yatılı okulun köşesinde. Sordum niye kırgınsın çocukluğuna, diye. Annesinin bırakıp gittiğini söyledi. Üstelik babasını öldüren adamla. Yıldızlar döküldü gökyüzünden. Camlar düştü yerlere. Hiçbir düş kırıklığı acıtmamıştı bu kadar içimi. Yaralı ceylanlar öldü yüreğimde ve şimdi anladım senin saçlarına niçin yıldızların düştüğünü.

           Müfettiş geldi dersime bugün. Sorular sordu öğrencilere. Hani ilkokuldayken de senin dersine gelmişti de ben anlamamıştım niçin o kravatlı adama yerini verdiğini. Şimdi anlıyorum senin bana niçin teşekkür ettiğini. Çünkü senin üzerine titrediğin öğrencilerin o derste kötü günlerinde olsaydı, sen de kötü bir öğretmen olacaktın. Kötü günlerimiz de olmuştu bizim. Hatta “insanın her günü bir olmaz” derdin. Belki gençliğin verdiği bir heyecanla, belki de teftiş edilmenin verdiği duyguyla teftiş sisteminin yanlış olduğunu düşündüm. Gereksiz yere rapor alanlar, izin alanlar çok çalışanlardan daha yüksek notlar almıştı. Bir şeyler yanlıştı. Sen bana bu yanlışın üstünü örttüğüm için teşekkür etmiştin. Hiç bir not da, öğrencilerin bize verdiği nottan yüksek olamazdı.

           Yağmurlar düştü vatanımın topraklarına. Toprak içine çekti hepimizi. Serçeler ıslandı, ceylanlar üşüdü. Omuzlarıma hüzün boşaltan sağanaklar yıkadı beni. Aç ve açıkta kalan ceylanlarım oldu, kırıldım. Bayramı yatılı okulda geçirmek zorunda kalan serçelerim oldu, yıkıldım. Hasret türküleri dinledim annesini hiç görmeyen minicik yavrulardan, duruldum.

 

 

 

 

 

 

                                                                                       “ Ben yanmasam

                                                                                               sen yanmasan

                                                                                                   biz yanmasak,

                                                                                                                    nasıl

                                                                                                                         çıkar

                                                                                                                    karan-    

                                                                                                                            -lıklar

                                                                                                                          aydın-

                                                                                                                           -lığa…”

 

           Bize Dair

 

           Adına aşk denen, kavga denen, sevda denen bu yolda yandım, yakıldım, kül oldum. Serçeler, ceylanlar yanmasın diye ben yandım, Anka kuşu gibi. Küllerimden doğmak için yandım senin yandığın gibi.

           Ben yandım, serçeler havalandı; ben yandım ceylanlar düştü yola. Ben olmak için gittiler, benim sen olmak için gittiğim yerlere, gururlandım…

Ben, sen oldum, serçeler ve ceylanlar ben oldular, hep birlikte “biz” olduk. Kuşattık vatanı bir baştan bir başa.

Yıldızları topladık saçlarımıza, güneş hiç batmasın diye.

Alnımıza biriktirdik yılların yorgunluğunu, güller hiç solmasın diye.

Biz dağ başlarında vahşi çiçeklerin üstüne doğan güneşiz.

Karlı dağlardan fışkıran kardelenleriz.

Şehrin kenar mahallelerinde yoksul çocuklara almadan dağıtan Köroğlu’yuz.

Kurşunlara dizileniz, bayrak direklerine asılanız, Pir Sultan gibi bir ölüp bin dirileniz.

Hep aynı rüyayı yakalamaya çalışan büyücüleriz. Kalemimizle ikiye böleriz cehalet denizini.

Dağıttıkça çoğalan sevgimizle Mevlana’yız, Yunus’uz.

Aydınlık Türkiye’yi düşlerinde büyüten, yüreğinde saklayan yamalı hırkalı dervişleriz.

 

    TURGAY GÜMÜŞ

 

SON EKLENENLER

Üye Girişi