Kullanıcı Oyu: 5 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin
 

   ÖYLE KOLAY Kİ, ÇEKİP GİTMEK-TURGAY GÜMÜŞ

 

Üşüyorum. Rüzgâr yüzümü keskin bir bıçak gibi kesiyor. Atkımı takmış, beremi giymiş olmama rağmen çok üşüyorum. Hep üşüdüğüm zaman aklıma geliyor evsizler, çaresizler. Sessizce halime şükrederken bir taraftan da kendime kızıyorum, şükretmek için illa zorlukla mı sınanmam gerekir diye. Rüzgâr yüzüme kesikler atmaya devam ediyor. Bu şehirde, bu kadar üşüdüğümü hatırlamıyorum. Sanki güneş şehre küsmüş. Sinekkaydı tıraş olduğuma pişman oluyorum. Babam ne kadar kızsa da, böyle havalarda yüzümü üşütmediği için kirli sakal bırakmayı seviyorum.  657 sayılı kanun yasaklıyor bana, kirli sakal bırakmayı. Yaz tatillerinde bıraktığım zaman da babamın ince sitemkâr sözleri; “Sen ne biçim memursun, memur adamın yüzü jilet gibi olur.” Evet baba, yüzüm jilet gibi ama, rüzgâr da jilet gibi kesiyor, çiziyor yüzümü. Birden aklıma, Şinasî’nin sakalını kestiği için memurluktan atıldığı iddiasını duyduğumuz, Yeni Türk Edebiyatı  dersindeki gülüşlerimiz geliyor. Aslında gülünecek bir şey yokmuş. Bugün de, ben kirli sakal bıraksam hemen atılırım memuriyetten. Kimse de haklı görmez beni. Bütün bunları düşünürken beni dışarının soğuğundan kurtaracak bir lokanta gözüme ilişiyor.

Lokantadan içeri girince sıcak bir hava, keskin bir yemek kokusu karşılıyor beni. Dışarıda üşüyen vücudumun içindeki yangınlara benzeyen bir hava. Soğuk, ruhumdaki yangına ulaşamamış olmalı ki, içerinin Anadolu yemekleri kokulu sıcak havasıyla, ruhumdaki yangın birden kucaklaşıveriyor tanıdık birer dost gibi.

Yavaşça yanıma yaklaşan garsona az kuru, az pilav siparişi veriyorum. Fakülte yıllarında parasızlıktan dolayı söylediğimiz az çorba, az pilavları şimdi de kilo almamak için söylüyoruz. Değişen bir şey yok gibi geliyor bana. O zaman da az yemek yerdik, şimdi de. O zaman da ülkemin demokrasisi için, az demokrasi esprisi yapardık, şimdi de aynı espriyi yapıyoruz. Oysa binalar, insanlar, her şey çoğalıyor ülkemde.

Garsonun tabakları yerleştirirken gösterdiği özen imrendiriyor beni. Keşke hepimiz üstümüze düşen görevi garsonun gösterdiği titizlikle yapsak. Üstüne bolca kırmızıbiber döktüğüm kuru fasulye oldukça hoşuma gidiyor. Aklıma bu şehre yeni atanan hemşehrim Tayfun geliyor. Memleketimizin kuru fasulyesini özlediğini, ama doğru dürüst kuru yapan bir yer bulamadığını söylemişti geçenlerde. Zaten yeterince ilgilenemedim onunla.                                  En iyisi, onu buraya getirip kuru ısmarlayayım diyorum.  Belki bu, ezikliğimi biraz olsun giderir. Masada duran acı biber turşusundan alıyorum. Turşu içimdeki yangını daha da büyütüyor sanki. Bu yangınlar ve acılar daha da bağlıyor beni bu şehre ve ülkeye.  Herkes Fuzulî benim ülkemde ve herkes seviyor acıyı, özellikle de sevda acısını.

Lokantaya orta boylu, tombulca, şapkasından kalan yerlerini beyaz saçların kapladığı, gözlüklü, yetmişli yaşlarda bir amca giriyor. Kendine güvenen birinin tavrıyla oturduğu masada, kasketini çıkarınca saçlarının kalan kısmıyla birleşen beyazlığı, zemheri soğuğunun işareti saydığım karlı tepeleri andırıyor bana. Sanki karşımda Ağrı Dağı’nın dorukları var. Yüzüne bakınca soğuk karlı tepelerden ziyade, Ege’nin beyaz cenneti andıran verimli pamuk tarlalarını düşlüyorum. Dört mevsimi aynı anda yaşayabilen güzel yurdumun bu özelliği, sanki insanlarına da sirayet etmiş.

-Usta, bana bi kelle paça…..

Amca bu cümledeki tavrıyla, sanki kolesterole, damar tıkanıklığına, modern tıbba, hatta Avrupa Birliği’ne meydan okuyor. Önümdeki yemeği bırakıp yaşlı amcayı seyretmeye başlıyorum. Çorbayı öylesine mutlu, öylesine zevkle içiyor ki, acaba onun yaşına geldiğim zaman, ben de hayattan bu kadar zevk alabilecek miyim diye geçiriyorum aklımdan. Alev alev yanan içim, kaynıyor amcaya.

Lokantadan çıkıp şehrin en merkezi camiine doğru yöneliyorum. Soğuk, saklandığı köşebaşından çıkıp yüzümü tırmalamaya başlıyor yine. Yazın mutlu güvercinleri oldukça azalmış cami avlusunda. Şadırvanda abdest almaya çalışan birkaç kişi dışında kimse yok. Bu havada abdest almak oldukça ağır geliyor nefsime. Keşke abdestli çıksaydım diyorum sokağa. Soğuk havada abdest alacağımı hesaplayamadığım için kızıyorum kendime. Alev alev yanan ruhuma rağmen, buz gibi suyu yüzüme vurunca, dişlerim ve dizlerim titriyor birden. Üç dört dakika süren abdest alma süremi, iki dakikaya düşürüyorum acele hareketlerle. Soğuk içimde eriyor, ama ellerim ve ayaklarım titriyor. Titremelisin diyorum nefsime. Üşümelisin Sarıkamış’ta donanlar gibi, yanmalısın Yemen’de çöle düşenler gibi. Nefsimi alıp caminin kesme taşlarına çarpmak istiyorum, abdest alma süremi azalttığım için. Hele caminin içinde, Kur’an okuyan yaşlı amcayı görünce hem gençliğimden utanıyorum, hem de alelacele aldığım abdestten. Bu şadırvandan su içersen, yedi yıl içinde bir daha gelirsin bu şehre demişlerdi, şehre ayak bastığım gün. Oysa özgürlüğün getirdiği bir tutsaklıkla on yıldır buradayım ben. Beni bağlayan su değil, caminin havası, Akif’in kürsüsü, biraz da kutlu mağaranın bekçisi şu güvercinler, bir de Gülümün gözleri.           

Camiden çıkarken ufak bir şehir turu yapıp dönmek istiyorum eve. Artık iyice aşinası olduğum bu sokakları, on dakikada gezebiliyorum. Ama soğuk, keskin yüzünü gösterince sadece yolumun üstündeki sokağı gezerek dolmuş durağına gitmeye karar veriyorum. Beş yıl önce 20 milyona aldığım kazağın, aynı mağazanın önünde 10 milyona satıldığını görünce bir daha bu mağazaya girmemeye karar veriyorum. Adımlarımı hızlandırıyorum. Mağazanın az ilersinde mendil satan kızın gözleri, annemin gözlerine ne kadar da benziyor. İlkbaharı hatırlatır annemin gözleri bana. Zemheride ilkbahar düşüyor aklıma. Dedim ya dört mevsimi aynı anda yaşayan yurdumun özelliği, biz insanlarına da geçmiş. Birden bütün gözlerin aşığı oluyorum. Annemin, gülümün, mendilci kızın ve memleketimin gözlerinin.

Küçük kızın gözleri, bir kıvılcım gibi düşüyor içimdeki yangının tam orta yerine. Bu küçücük şehre kadar indiyse mendil satan, kibrit satan çocuklar… İçimdeki alevler harlanıyor umutsuzluk rüzgarının etkisiyle. Küçük kızdan mendil alırsam onu ödüllendirir miyim, yoksa cezalandırır mıyım? Eğitimci tarafım cezalandıracağımı söylerken, insan tarafım mendil alıp ödüllendirmem gerektiğini haykırıyordu. Bu zemheri ayazında, kızın titreyen ellerini ve gözlerinden süzülen inci gibi yaşları görmeme rağmen,  içimi usul usul acıtan merhamet duygusuna aldırmadan, öğretmen yanımın baskısıyla mendil almadan geçip gidiyorum. Gitmiyorum aslında, kaçıyorum küçük kızın gözlerinden. Anlıyorum gitmenin bazen kaçmak olduğunu. İçimdeki yangına bir kıvılcım daha düşüyor küçük kızın gözyaşlarından, ben gidiyorum kaçarcasına, yangın büyüyor.

Dolmuş durağına yaklaşırken, bu şehre sürgün geldiği rivayet edilen saat kulesinin sesi,  akşamın iyice yaklaştığını hatırlatıyor. İmreniyorum saat kulesine, şehre sürgün gelip, şehrin hatırı sayılır şahsiyetlerinden biri olmayı başardığı için.   

Akşam kalabalığına yakalanmadan binmek istiyorum dolmuşa. İlerde birilerine yer vermek zorunda kalmamak için, dolmuşun en arka koltuğunda köşeye oturuyorum. Dolmuş, yavaş yavaş dolmaya başlıyor. Çoğunluğunu Yasin’den dönenlerin oluşturduğu kadınlar dolduruyor dolmuşu. Bu Cuma da bizde toplanacaktı mahallenin kadınları. Gülüm, akşam epey hazırlık yapmıştı.

Arkada oturmama rağmen, daha ilk durakta, nineme benzeyen yaşlı bir teyzeye yer vermek zorunda kalıyorum. Bir yanımı iyi bir şey yapmanın huzuru kaplarken, bir yanım belediye başkanına sitem etmeye başlıyor. Küçücük bir şehrin ulaşımı, böyle sıkıntılı mı olur? Benim bile aklıma, uygulanabilir ve uygulanamaz onlarca proje geliyor. Geçen gün kulak misafiri olduğum, başkanın da hatta çalışan iki arabasının olduğu dedikodusu aklıma gelince, kızgınlığım iyice artıyor. İçimde kopan fırtınanın arasından bir ses, kimseyi dedikodularla suçlamamam gerektiğini söylüyor bana. Evet, ispatlanamayanlar doğru bile olsa, kimseyi suçlamamalıyım.               

  -Bi zahmet arkaya doğru ilerleyelim.

Arkası, önü dolan bir arabada, nereye ilerleyeceğini şaşıran insanlarla beraber, ben de kızıyorum nazik bir ses tonunun altında yatan kaba bir vurguyla cümleyi söyleyen şoföre. Dizginleri eline alana şoför ustaca susturuyor otobüsteki insanları ve beni. Bu zemheri ayazında, balık istifi bir arabada, ayakta da olsa, dışarıyı seyredecek bir yer bulduğum için seviniyorum.

Beş dakikalık yolu, on beş-yirmi dakikada kat ettikten sonra dolmuştan iniyorum. Eve doğru ilerlerken, zerdali güzeli gözleriyle dikkatimi çeken öğrencim Zeynep’in evine yaklaşıyorum. Zeynep, kalabalıklar içinde bir yalnızdır. Bütün öğrenciler gülüp eğlenirken, Zeynep hep uzakları seyreder. Her an kanatlanıp uçacak nazik bir kelebeği andırır. Yüzünde her şeyi geride bırakıp gitmek isteyen bir ifade. Kanatlanıp uçmak yemyeşil kırlara. Dokunsan dağılacak bir kelebek.

Okulumuzun rehber öğretmeni ile yaptığımız çalışmalar sonunda, onun niçin gitmek istediğini keşfettik. Babası, eve her akşam sarhoş bir halde gelip önce annesini, sonra Zeynep’i dövüyormuş. Zeynep bırakıp gitmeyi çoktan kafasına koymuş, ama ne gidecek bir yeri var,  ne de annesini bırakıp gitmeye kıyabilir. Onun için, hep Kaf Dağı’nın ardındaki o güzel ülkenin hayalini kurar.Leyleklerin kanatlarına binip o güzel ülkeye gitmeyi hayal eder.

İçimdeki yangına bir kıvılcım da Zeynep bırakıyor. Hızlı adımlarla evimin bahçesine giderken, bir arkadaşımın ısrarıyla abone olduğum gazeteyi kapının önünden alıp zili çalıyorum. Kapıyı açan Gülümün gözleri ferahlatıyor. Biraz da onun gözleri mahkum ediyor beni bu şehre. Eşimin memleketi olduğu için, süresini benim bile bilmediğim bir anlaşmayla kalıyorum bu şehirde.        

Gülüm, benden güzel sözler bekliyor, biliyorum; ama bir türlü söyleyemiyorum. Birazdan benden duymak istediği bütün güzel sözleri, bana söyleyecek. İşte ilk cümle geliyor:

—Gülüm, sana sizin tarhanadan yaptım.

Gülümün yavaş yavaş ruhumu okumayı öğrendiğini düşünüyorum. Annemin, teyzemin yaptığı tarhanayı memleketten getirip kış günleri severek içtiğim bir çorba olduğunu öğrendiği için sık sık ondan hazırlıyor. Kendi şehrinin tarhanasından yaparsa bizim tarhana, benim şehrimin tarhanasından yaparsa, sizin tarhana der. “Sana sizin tarhanadan yaptım” cümlesi o kadar candan geliyor ki, bu benim için en güzel, en lüks lokantalarda yemek yemekten daha değerli. Denizin kıyısında bir lokanta aramamıza gerek yok. Çünkü, deniz gözlerimizde gizli. Ah gülüm ah, ya ben sana hasret kaldığın o güzel sözleri söyleyebilsem, ya da sen, benim seni ne kadar sevdiğimi haykıran gözlerimi okuyabilsen. Neylersin, sevdiğini bile utanarak söyleyen bir milletin evladıyız.

   Akşam yemeğinin ardından, eşime yardım ediyorum. Çalışan biriyle evlenirsem bunları yapmak zorunda kalacağımı tembih etmişti arkadaşlar. Olsun, ben bundan şikayetçi değilim. Hatta mutlu bile olmaya başladım. Çünkü peygamberimizin de, eşlerine yardım ettiğini okumuştum geçenlerde.

   Haber saatini beklerken Gülümün yavaş yavaş uyuklamaya başladığını görüyorum. Bugün, sabahçı-öğlenci eğitim yapan okulunda hem nöbetçiydi, hem de haftanın son günü altı saat derse girmişti. Öğleden sonra da Yasin’e gelen mahallenin kadınlarını ağırlamıştı. Narin yapısı yorgunluğu daha fazla kaldıramadığı için erkenden uyuklamaya başlamıştı.

   Elime aldığım gazetenin ilk sayfasında, birkaç gündür çeker giderim tarzında bir cümle söyleyen ünlü bir piyanistimizin sözleriyle ilgili haberler yer alıyor. İktidarı kendisi gibi düşünmeyen insanların ele geçirdiğini söyleyen ünlü piyanistimiz, Avrupa’ya gideceğini söylemişti. Gazeteler ve televizyonlar bu konuda sürekli haber yapıyorlar. Köşe yazarlarının büyük bir bölümü, bu konuya değiniyor birkaç gündür. Televizyonda aydınlar bu cümleyi tartışıyorlar. Büyük bir kesimin böyle düşündüğünü, ancak duygularını ifade edemediklerini söylüyor aydınlarımız.

Benim bu ülkenin aydın sınıfına dahil edilip edilemeyeceğim sorusu kafamı meşgul etmeye başlıyor. Öyle ya, ben de üniversite mezunuyum. Artık yavaş yavaş tecrübeli bir öğretmen sınıfına dahil oluyorum. Maaş karşılığı da olsa, bu millete hizmet ediyorum. Yetiştirdiğim öğrencilerimin çoğu işsiz de olsa, içlerinden öğretmen, avukat, doktor, tekniker olanlar var. Neticede, bu ülkeye insan yetiştiriyorum. Öyleyse ben de bir aydınım diye karar veriyorum.  

Aydın oldum ya, zihnimde aynı okulda görev yaptığım bağlama öğretmeni Kudret  Hocayla ünlü piyanistimizi karşılaştırmaya başlıyorum. Ünlü piyanist ile Kudret Hocanın, hatta bütün öğretmenlerin yaptıkları arasında benim gözümde bir fark kalmıyor. Hatta meslektaş olmanın verdiği havayla,  Kudret Hoca gözümde büyümeye başlıyor. Çünkü daha az paraya, en azından piyanistimizden daha az paraya ülkemize hizmet ediyor. Üstelik kızdığı zaman da, çekip gideceği bir yer yok. Bırakın başka ülkeleri, kendi ülkesinde bile bir evi yok.

Beyin fırtınasına devam ederken fakülteden sınıf arkadaşım Şahin’in yoksulluk ve sefaletten dolayı söylediği “Yunanistan bana 200 milyon maaş versin, hiç düşünmeden Yunan vatandaşı olurum” cümlesi çakıyor şimşek şimşek beynime. O zamanlar 200 milyon büyük paraydı bizim için. Şimdi düşünüyorum da yoksulluktan, sefaletten dolayı çekip gitmek bir nebze olsun geçerli bir sebep olarak görünüyor. Hatta Almanya’yı acı vatan yapan yoksulluk  ve sefalet değil mi?

Aydınlarımıza ve ünlü piyanistimize duyduğum kızgınlık biraz daha artıyor. Yoksulluk denizinde yüzen Hasan Amcayı, tamirci çırağı Tahsin’i, zerdali gözlü Zeynep’i, madenci Ali’yi mazur görebilirim çekip gitmek konusunda. Ama aydınlarımızı ve piyanistimizi mazur göremiyorum bir türlü. Ekonomik açıdan bir sıkıntılarının olmadığını, hatta çekip gidecek bir yerleri olduğuna göre, iyi durumda olduklarını düşünüyorum. Garip bir çelişki dolduruyor içimi. Gitmesi gerekenin gidecek yeri yok, gitmemesi gereken gitmekle tehdit ediyor. Alev alıp yanan ruhumda öfkemin dozu gittikçe artıyor ve ihanetle suçluyorum onları. Çekip gitmek, söylemesi öyle kolay ki. Doğduğun, doyduğun toprakları, seni sen yapan toprakları, herkes senin gibi düşünmüyor diye bırakıp gitmek. Acı bir tebessüm kaplıyor öfkeli yüzümü. Az demokrasi esprisi, şimdi daha iyi buluyor anlamını.

Bir an gittiğimi ve mutlu bir hayat kurduğumu düşünüyorum. Sonra, geride bıraktıklarım geliyor gözlerimin önüne. Onları öylece bırakınca, iğrenç bir bencilliğin esiri olacağım düşüyor yadıma. Geride kalanların çaresizliği, içimdeki alevi daha da harlandırıyor. İçimdeki alev daha büyük yangınların kıvılcımı oluyor.

Bu kadar düşününce, başım ağrımaya başlıyor haliyle. Birkaç sene öncesine kadar, baş ağrısı nedir bilmezdim. Annem, “Otuz yaşını geçince gör sen ağrıları” derdi de inanmazdım. Uyumak için yatak odasına doğru giderken enerji tasarrufu yapabilmek için, gece saat 10’dan sonra çalıştırdığımız çamaşır makinesini kontrol ettim. Gülümün yüzüne bakıp gülümsedim ve kaçıncı uykusunu aldığını merak ettim.

Bir türlü uyku tutmuyor. Aklım hâlâ, çekip gitme konusuna takılı. Kızgınlığım iyice artmış olmalı ki, dişlerimi sıkınca yeni yaptırdığım protezlerin, beni ne kadar rahatsız ettiğini fark ediyorum. Bu ülkenin sorumluluk sahibi aydınlarının, doktorlarının, öğretmenlerinin, müzisyenlerinin nasıl milletinden yüz çevirip çekip gideceği fikri zorluyor aklımı. Boşuna mı öldü Çanakkale’de binlerce şehidimiz, Antep’te Şahin Bey,Kastamonu’da Şerife Bacı, Maraş’ta  Sütçü İmam…..

 

…....

 

Gülümü de alıp çekip gidiyorum. Ardımda bıraktıklarıma aldırmadan, doğup büyüdüğüm toprakları, daha mutlu ve daha rahat yaşayabilmek için çekip gidiyorum. Güzel günler beni bekliyor.

Başlangıçta her şey çok güzel. Rahat ve mutlu bir hayatın eşiğinden içeriye geçiyorum. Ama zamanla, mutluluğum yerini pişmanlığa, özleme ve vicdan azabına bırakıyor. Bu gelişmiş ve zengin ülke, yavaş yavaş ruhumu karartıyor.  Sanki uçsuz bucaksız, masmavi gökyüzünde, küçücük, kapkara bir bulutun içindeyim. İhanet günahının dayanılmaz pişmanlığı sarıyor ruhumu.

           Daha fazla dayanamıyorum, dönüyorum mutlu insanların yaşadığı o şehre. Beni ben yapan, o güzel ülkenin büyülü şehrine.

           Önce lokantada gördüğüm, dört mevsim ülkemi andıran mutlu yüzüyle, yaşlı  amca yakama yapışıyor.. Gidişimle bir şeyler değişmemiş. Amca yine mutlu ve iştahla kelle paçasını içiyor. Ama, mutlu,  mütebessim yüzünü gizliyor benden.

           Ruhuma dinginlik veren şehrin en merkezi camisi, manevi havasından ciğerlerime çekmeme  izin vermiyor. Camii avlusundaki güvercinler küsüyor bana. Önlerine attığım yemleri yemiyor güvercinler.

           Şehrin en işlek caddesinde, bir mağazaya girip bir gömlek istiyorum. Asgari ücretle çalışan tezgahtar, gömleklerin satılık olmadığını söylüyor.

           Bunalımlar içinde mağazadan çıkarken, dışarıda mendil satan küçük kızla göz göze gelmeye çalışıyorum. Elindeki bütün mendilleri, on katı fiyata almak istiyorum. Gözlerinde yoksulluğu yakalamak istiyorum. Ama bir türlü başaramıyorum. Fırtınayı andıran gururlu bir sesle mendillerin satılık olmadığını söylüyor küçük kız, asgari ücretle çalışan tezgahtar gibi. İşte o zaman yakalıyorum kızın gözlerini. Ancak, o gözlerde yoksulluğu değil, hırçın dağ çiçeklerinin gururunu görüyorum.

           Utana sıkıla  ve şaşkınlık içinde dolmuş durağına yöneliyorum. Saat kulesi zamanı hatırlatmıyor bana. Bakışlarıyla “Ben sürgün değilim, sen sürgünsün bu şehirde.”  diye haykırıyor. Ağzına kadar dolan dolmuşu yakalıyorum kan ter içinde. Dolmuşa biniyorum, şoför paramı almıyor ve bütün yolcular iğneleyici bakışlarla sanki beni dövüyor. Zaten ilk durakta iniyor bütün yolcular. Bozuk yollarda ilerliyorum, dolmuşun şoförü ve sıkışan vicdanımla.

           Dolmuştan inip ardıma bile bakmadan evime doğru giderken, zerdali güzeli gözleriyle bir bakış fırlatıyor Zeynep. “Ben buradayım, sarhoş babam da burada, yeni öğretmenimizi de çok seviyorum.” diyor  bana.

           Kendimi bir an önce evime atmak istiyorum. En azından Gülümün gülen yüzü, gittikçe daralan ruhuma derman olur diye düşünüyorum. Kapıyı çalıyorum. Çalıyorum ama açmıyor Gülüm. Korkuyla karışık bir tedirginlik kaplıyor bütün vücudumu. Anahtarımla kapıyı açıp içeri giriyorum. Yüzüme bile bakmıyor Gülüm. İçimdeki alevi donduran bir cümle dökülüyor dudaklarından:

        - Yemeğin hazır. Sana hazır çorba ve konserve yaptım. Benim karnım tok.

           İçimdeki alev donuyor, ruhum soğuk bir Avrupa havasına bürünüyor birdenbire. Başımı ellerimin arasına alıp hatamın ne olduğunu düşünüyorum. Bu şehir, bu insanlar, Gülüm bana neden küskün? Masmavi gökyüzündeki o simsiyah, küçücük bulutun içinde kayboluyorum. Fırtınadan arta kalanlar dolduruyor ruhumu. Şehrim, soğuk bir Avrupa şehri olmuş, insanlar tanımıyor beni, Gülüm gülmüyor yüzüme. Kan ter içinde kalıyorum. İçimdeki alev donuyor. Yanıyorum, ateşler içinde yanıyorum.

-  Uyan gülüm, sabah ezanı okunuyor. Kalk, namazımızı kılalım.

 Gözlerimi açınca, Gülümün gülen gözlerini görüyorum. İmamın Davudî sesi yankılanıyor kulaklarımda ve ruhumda. Kan ter içinde uyandığım kötü kabustan kurtuluyorum yavaş yavaş. Çok şükür memleketimdeyim, Gülüm uyandırıyor sabah namazına. Ve birden aklıma, memleket kokulu bir türkü geliyor:

 

“Uyan uyan sabah oldu,

Namazın kıl Fadimem."

TURGAY GÜMÜŞ

SON EKLENENLER

Üye Girişi