Edebiyatın terbiye bakımından değeri ve ondan nasıl faydalanılması gerektiği üzerinde konuşmak istiyorum. Edebiyat ve terbiye arasında çok sıkı bir münasebet vardır. Edebiyat kelimesinin kökünü teşkil eden 'edep' kelimesi de bunu açıkça gösterir. Şinasi, edebiyat ile edep arasındaki bu kök münasebetine dayanarak şöyle bir tarif yapar: 'Fenn-i edep bir marifettir ki insana hasletâmuz-ı edep olduğu için edep ve ehli edip tesmiye kılınmıştır.'
Edebi eserlerin pek büyük bir kısmı, insanlara ahlak ve terbiye vermek gayesiyle vücuda getirilmiştir. Mevlana Mesnevi'sini, Yunus Emre Risaletü'n-Nushiyye'sini, Nâbî Hayriye'sini, Namık Kemal piyeslerinden çoğunu, Ahmet Mithat Efendi romanlarını, Mehmet Akif Safahat'ını, Tevfik Fikret Şermin'ini ve Halûkun Defteri'ni ve daha birçok müellif eserlerini, hep insanlara nasıl yaşanılması ve nelere inanılması lazım geldiğini öğretmek maksadıyla yazmışlardır. Bugün de edebiyatın beşeri ve içtimai bir fayda gütmesini isteyenler vardır. Dergilerimizde 'Edebiyat güdümlü mü olmalıdır, güdümsüz mü?' münakaşası yıllardan beri devam eden bir konudur.
Edebiyatın terbiye, ahlak ve içtimai faydayı değil de güzellik gayesini takip etmesini isteyenler de oldukça büyük bir yekûn teşkil eder. Bizim Divan şairlerinden birçoğu, mesela Baki, Nedîm ve Nef'î yazdıkları gazel ve kasidelerde dinî, ahlaki veya içtimai bir gaye peşinde koşmamışlar, sanat ve edebiyatta maharetlerini göstermek suretiyle padişahların veya vezirlerin hoşuna gitmeye çalışmışlardır. Nedîm, hoşa gitmek için ahlak ve terbiyeye aykırı beyitler dahi yazmıştır. Halid Ziya, Mehmet Rauf veya Cenap Şehabettin 'sanat sanat içindir' prensibini müdafaa etmişler, eserlerinde terbiyevi hiçbir gayeye bağlı kalmamışlardır. Ahmet Haşim, edebiyatın sanat dışı bir gaye gütmesinin şiddetle aleyhindedir. Büyük hikayeci Sait Faik de yazılarında ideolojik veya terbiye ile ilgili bir maksat gütmez. Eski ahlak telakkilerine bağlı bir kimse onun hikâyelerini bir gence okutmaya çekinir.
Görülüyor ki edebiyatı terbiye bakımından ele alınca birbirine zıt iki cereyan karşısında kalıyoruz; bir tarafta edebiyatın terbiyevi olmasını, öbür tarafta tamamen estetik bir gaye gütmesini isteyenler var. Acaba bir terbiyeci bunlardan hangisini tercih etmelidir?
Hem güzel, hem de terbiyevi gayeye uygun eserler yok değildir; fakat bunların sayısı azdır. Sonra bundan çok daha mühim bir meseleyi de gözden kaçırmamak lazımdır. Eski çağlarda yazılmış eserlerin ihtiva ettiği fikirler buna uymaz. Göçebe devrinde Oğuz Kağan Destanı, Dede Korkut Kitabı gibi eserlerde telkin edilmek istenilen fikir akıncılıktır. Göçebe cemiyeti avcılık ve akıncılık ile yaşayan bir topluluk idi. Daha sonra Türkler ziraat medeniyetine geçtiler.
Hayatlarını harple değil, kendi topraklarında istihsal yapmak suretiyle temine başladılar. Bu devrede sulh ve sükûn beşeri ve içtimai bir ideal hâline geldi. Mesela 'yetmiş iki millete bir göz ile bakan' Yunus Emre, akıncılığın ve muharipliğin şiddetle aleyhindedir. Hatta o. ticarete, yani mal ve mülk ihtirasına da iyi bir gözle bakmaz. Fuzûlî, Leyla ile Mecnun mesnevisinde akıl aleyhtarıdır, kadercidir; aile, cemiyeti ve dünyayı terk etmeyi bir ideal olarak gösterir. Biz bugün bu eserlerin taşıdığı kıymetlerden hiçbirine bir asrın fikirlerine uygun pedagojik bir değer atfedemeyiz. Aksi taktirde tam bir
tezada düşeriz. Öyleyse bu eserleri mekteplerde neden okutuyoruz? Bu eserlerin manaları üzerinde düşünürsek, bilakis onların okutulmasını yasak etmemiz icap ederdi. Çünkü bugün bizim için ne akıncılık ne de dervişlik ideal bir kıymettir. Bugün dünyaya bağlı, maddeyi işleyen, kendine ve cemiyete faydalı olan bir insan tipini normal telakki ediyoruz.
Tanzimat'tan sonra yazılmış olan eserler, Batı medeniyetinin kıymetlerini aksettirdiği için bugüne daha çok uyar. Fakat bunlar arasında da ne kadar farklı gaye güdenler vardır! Namık Kemal Osmanlıcı, Mehmet Akif ittihad-ı İslamcı, Ziya Gökalp Turancı, Tevfik Fikret beynelmilelci fikirler taşır. Bugünün edebiyatçıları da birbirinden çok ayrı hayat görüşlerine sahiptirler. Ne eski çağların, ne de son çağın, ne de bugünün edebiyatında, sizin veya benim terbiye ve ahlak görüşüme tıpatıp uyan bir edebi esere rastlamak mümkündür.
Bu vakıa, edebiyatın mahiyeti ile ilgilidir. Edebiyat devirlere, nesillere ve şahıslara göre daima değişir; hatta değişmek onun başlıca gayesini teşkil eder. Sanatta değer, eskisine veya başkalarına uymayan yeni bir güzellik yaratmakla mümkündür. Birbirine benzeyen eserler, taklid ve kopya diye hor görülür.
Edebiyatta muayyen bir ideolojiye, hayat görüşüne ve terbiye tarzına uygun eser arayanlar, onun pek büyük bir kısmını reddetmek mecburiyetinde kalırlar. Nitekim Namık Kemal kendi ideallerine uymadığı için Divan edebiyatını şiddetle tenkit etmiştir. Türkçüler, sadece Divan edebiyatını değil, Tanzimat ve Servet-i Fünun edebiyatını da kötülemişler, buna mukabil asırlarca hakir görülen Halk edebiyatını yüceltmişlerdir. O Halk edebiyatı ki iyice tahlil edilirse, Türkçülerin ideallerine hiç de uymayan örneklerle doludur. Bir Halk edebiyatı şaheseri olan Kerem ile Aslı'yı düşününüz: Kerem, bütün hayatını bir Ermeni keşişinin kızını ele geçirmek için harcar. Kerem'de ne ırk, ne din fikri vardır. Onu harekete geçiren tek duygu aşktır. Türklük ve Türkçülük gayesiyle yazılmış bir Halk edebiyatı mahsulü bulmak hemen hemen imkânsızdır. Halk edebiyatı Türkçülerin duygu ve düşüncelerinden çok ayrı şeyleri ifade eder. Onları Halk edebiyatını takdire götüren amillerden en mühimi halk dilidir. Fakat halk diliyle neler anlatılmaz ki! Bugün halk diliyle solcu şiirler yazılıyor. Dil, bir vasıtadır. Türkçüler dili bir gaye ve bir ideal hâline getirmişlerdir. Şimdi onların yanıldıklarını çok iyi anlıyoruz. Cumhuriyet devrinde yeni kıymetler adına, Türkçülerin de mahkûm edildiğini gördük. Her devir kendi hayat görüşünü beğeniyor. Daha öncelerden ancak kendine uygun olanları alıyor. Fakat o devrin haklı olduğu nereden belli?
Terbiye bakımından edebiyatın değeri, insana çok çeşitli duyma, düşünme ve hareket etme örnekleri vermesidir. Bir insan ancak böyle bir geniş manzara içinde kendisine en uygun olan yolu seçme hürriyetini kazanır. Tek bir romanı okumak bile bize insanların karakter yapısı, içtimai durum, duygu ve düşünce bakımından ne kadar farklı olduklarını göstermeye yeter. İyi bir romanda her insan kendi şahsiyetine göre hareket eder. Bundan herkesin alacağı bir ders vardır. Eğer inanılıyorsa kendi yolundan ayrılmamak; fakat başkalarını da hareket tarzları, duygulan ve düşünceleri bizimkinden ayrı olduğu için mahkûm etmemek, hem şahsiyet olmak, hem de başkalarının şahsiyetine karşı saygı göstermek, her insan için lüzumlu ve hayati bir prensiptir. Zira insanları en çok bedbaht eden şey, başkalarının tazyiki karşısında kendi benliğinden feda etmek, yahut başkalarına tahakküme kalkmaktır. Hürriyet ve şahsiyet fikrine sahip olan bir kimse, ne benliğini başkalarına köle yapar ne de başkalarını köle yapmaya kalkar. İnsanlığın her asırda muzdarip olduğu tahakküm ve istibdat, insanların ayrı birer şahsiyet olduğunu düşünememekten veya bu gerçeğe uymamaktan ileri gelir. İnsanların çoğu, sadece kendi duygularının ve düşüncelerinin doğru ve haklı olduğuna inanırlar. Bundan dolayı başkalarını ithama kalkarlar. Başka şartlarda bulunan ve başka duygu ve düşüncelere sahip olan kimselerin, kendilerinden ayrı düşünmelerinin zaruri olduğunu, onların da ancak kendilerine göre yaşamak ve hareket etmek suretiyle mesut olabileceklerini bir türlü kabul etmezler. Bu, onların bir tek fikre esir olduklarını ispat eder. Taassup ve tahakküm, dar düşünüşün, yani kültürsüzlüğün bir neticesidir. Edebiyat insana, yeryüzünde ne kadar insan varsa o kadar ayrı mizaç ve irade olduğunu gösterir.
İnsanların çağlar ve memleketler boyunca ayrı tarzda duyduklarını, düşündüklerini ve hareket ettiklerini bilmek kâfi değildir. Tarih de bize aynı hakikati öğretir. Mühim olan ayrılmak değil, birleşmektir. Fakat zorla değil, anlayış ve duygu ile. Objektif bilgi, bize sadece anlaşılmaz ayrılıkları gösterir ve ancak bir müsamaha fikri verir. Hâlbuki sevgi, kaynaşma imkânları yaratır. Edebiyatın ilimden farkı, sadece kafaya değil, kalbe tesir etmesi, insandan insana duyguları nakletmesidir. Biz kuvvetli edebi eserler sayesinde, bizden çok önce yaşamış insanlara karşı bir sevgi duyabildiğimiz gibi, bizden çok uzaklarda yaşayan insanlarla da görüşmeden anlaşabiliriz. Yunus Emre, Nasreddin Hoca, Köroğlu, Karacaoğlan, Mevlânâ, Bakî, Fuzûlî, Namık Kemal, zaman zaman bize en yakın akrabamızdan, tanıdıklarımızdan daha çok yakın görünürler. Onları etrafımızda bulunanlardan daha çok severiz. Onların duygu ve düşünceleri, bize yanı başımızda oturan insanların-kinden daha munis gelir. Onların eserlerini okuyunca, kendi dar çerçevemizi aşar, çağlarla birleşmiş gibi oluruz. Bir Amerikan, bir İngiliz, bir Fransız, bir İtalyan, bir Rus edibinin duygu ve düşünceleri de bizi heyecanlandırır, neşelendirir veya kederlendirir. Edebi eser, zaman ve mekân engellerini aşarak ruhlar arasında bir birlik kurar. Birbirinden ayrı, şahsiyetlerini muhafaza eden insanlar arasındaki bu duygu ve düşünce iştiraki aşk kadar derin ve kuvvetlidir. Edebi eser, bu tesiri ancak estetik değeri haiz olduğu takdirde yapabilir. Güzel olma- yan eserler, ne kadar iyi ve doğru fikirler ihtiva ederlerse etsinler, ruhlar üzerinde müessir olmaz. Bunu tecrübe etmek kolaydır: Aynı sınıfta Ziya Gökalp'in kuru ve didaktik şiirlerini, bir de Yahya Kemal'in lirik şiirlerini okuyunuz ve talebelere hangilerinin daha kuvvetli olduğunu sorunuz. İkincilerini göstereceklerdir. Böyle bir tecrübe bize terbiye bakımından hangi cins şiirleri seçmemiz gerektiği hususunda bir rehber olabilir. Kalbe tesir eden, duyguları değiştiren estetik kuvvet olduğuna göre, hiç şüphesiz bu kuvveti haiz olan eserleri tercih etmek lazımdır. Ruh üzerinde en küçük bir esinti bile yaratmayan eserleri sınıfa sokmak boşuna bir zahmettir. Çünkü bu suretle edebiyatla elde olunmak istenen neticeye ulaşılamaz. Edebiyat dersi talebeye, insanoğlunun duyabileceği duyguyu duyurmalı, insanoğlunun yaşadığı her tecrübeyi canlı olarak nakledebilmelidir.
Gerçekten kuvvetli olan eserler, insana güneş çarpması gibi derhâl tesir eder. Hiçbir çocuk güzel bir masalı sonuna kadar dinlemekten kendini alıkoyamaz. Gençler, hoşlarına giden bir romanı, uykularını feda ederek, hatta yasak edilse bile gizli okumaktan geri kalmazlar. Yaşlı bir insan da çekici bir kitabı, elinden bırakamaz. Şüphesiz her yaşın, her mizacın hoşlanmadığı kıymetli eserler de vardır. Atalar sözü, 'Zorla güzellik olmaz.' der. Bence bu söz, edebiyat tedrisatına rehber olacak bir kıymet taşır. En nefis yemeğin yenebilmesi için bile insanın iştihası olması lazımdır. İştahsız yenen yemek güç hazmolunur ve nefret uyandırır. Kültür mevzuunda da iştiha yani istek mühim bir rol oynar. Edebiyat tedrisatında, en mühim şey, çocuğa veya gence yaşına ve mizacına uygun eserler okutmak suretiyle onda kuvvetli bir istek uyandırmaktır. Çoklar, kitap zevkini, polis romanları okuyarak kazanmışlardır. Müfredatı aynen tatbik etme sistemi, edebiyat (derslerini bir hayli sıkıcı yapmakta ve bu dersten beklenen gayeye aykırı düşmektedir. Gerçi maharetli bir hoca bu sistem ile de gençlere okuma zevki, edebiyat merakı aşılayabilir. Fakat serbest bir sistem, bizi esas gayeye götürür. Ben şahsen içinde, okuma merakı uyanan bir insanın, düşe kalka kendi mizacına en uygun eserleri bulabileceğine inanıyorum. Böyleleri kültürlerinden emin oldukları kimselere hangi kitapları tavsiye ettiklerini sorarlar ve bunları alıp okurlar. Okudukça gerçek değerlerin neler olduğunu bizzat keşfederler. İstisnasız her insana kitap merakını, okuma zevkini aşılayacak eserler vardır; fakat bunları itina ile seçmek lazımdır. Bizde eğer, her sene pek çok mezun vermemize rağmen kitap zevki uyandırmıyorsa, bunun sebebini mektep kitaplarında müfredatı harfi harfine tatbik etme endişesinde ve edebiyatı tedris tarzında aramalıdır,
Mektep kitaplarında, çocukların ve gençlerin üzerinde kuvvetli bir tesir yaratacak pek az parça vardır. Bunlar umumiye iyi seçilmemiştir. Metin seçilirken, estetik kıymetten ziyade asırlar ve şahsiyetler nazarı itibara alınıyor. Gaye, edebi zevk ve duygu terbiyesi değil, tarihi bilgi vermektir. Tarihi bilgiyi esas aldık mı, bir güzel sanat olan edebiyatı bırakıyor, edebiyat dışı bir prensibe bağlanmış oluyoruz. Hangi asırda hangi şahıslar yetiştiğini ve bunların hangi eserleri yazdığını bilmek suretiyle bir talebe sınıf geçebilir ama okuma zevkini ve duygu terbiyesini almış olur mu? Hiç zannetmiyorum
Edebi eserde nelerin kıymetli olduğu da memleketimizde maalesef vazıh şekilde anlaşılmış değildir. Hâlâ Orta Çağ'dan kalma, batılıların çoktan bıraktığı, bedi ve beyan yeni isimlerle devam edip gidiyor. Bizde bir talebenin bilmesi lazım gelen şeyler şöyle hülasa olunabilir: Bahis mevzuu olan metin hangi asırda, kim tarafından yazılmıştır? Şiir ise vezni ve şekli nedir? Nesir ise nevi nedir? İçinde geçen yabancı kelimeler ne manaya gelir? Daha derine gidilmek istenirse üslup, diye yazarın hangi edebî sanatları kullandığı araştırılır. Şair veya muharrir, eserini sanki bu vasıtaları kınanmak maksadıyla yazmıştır. Edebî eserin bir yaşayış tarzının, bir duyma ve düşünme tarzının ifadesi olduğu tamamıyla unutuluyor vasıtaya bir gaye nazarıyla bakılıyor. Kanaatime göre, bu tedris tarzını, bu zihniyeti tamamıyla bırakmak lazımdır. Çünkü bu suretle edebiyat can sıkıcı, ölü bir ders hâline getiriliyor.
Edebiyat dersinde talebe, her şeyden önce, sinemaya gittiği ve güzel bir film seyrettiği zaman duymuş olduğu heyecanı duyabilmelidir. Çünkü edebiyat, sinemadan daha basit bir sanat değildir. Bilakis ondan daha asil ve daha yüksektir. Fakat bir edebi metnin mana ve güzelliğini talebeye duyurmak için hocanın hemen hemen bir aktör rolünü oynaması lazımdır. Bizi yanıltan şey, metin karşısında pasif bir seyirci tavrı takınmamızdır. Hâlbuki metin, bir piyes gibi oynanmak icap eden bir şeydir. Duygu ve düşüncenin meydana çıkması için bizim ve talebenin ona bütün varlığımızla iştirak etmemiz gerekir. Talebe bunu tek başına beceremez. Hazırlıklı olmayan bir hoca da bu işi başaramaz. İsteksiz ve acemi bir okuyuş, bir şarklıyı nasıl bozarsa bir şiiri, bir hikâyeyi de öyle bozar.
Bugünkü psikoloji ve felsefe, dış dünyayı bizim kendi duygu ve düşüncemize göre tefsir ettiğimiz ve manalandırdığımızı ortaya koyuyor. Kâinatı eğer kötü ve karanlık görüyorsak, bunun sebebini kâinattan çok kendimizde aramalıyız. Edebî eserin mana ve değerinin de bizim anlayışımıza göre değiştiğini, aynı eser üzerinde yazılmış çeşitli tetkikler arasındaki farktan anlamak mümkündür. Şimdiye kadar Goethe'nin Faust'unu tahlil eden belki birkaç yüz kitap yazılmıştır. Bunların birbirinin aynı olmadığı muhakkaktır. Müfredatın ve hatta kitabın müşterek olmasına rağmen, edebiyat hocalarının onları tatbik ve anlayış tarzları arasında derin farklar bulunması da bunu gösterir. Zengin bir kültüre delalet eden ayrı anlayışlardan korkmak değil, bilakis sevinmek lazımdır. Çünkü her yeni tefsir, edebi eseri, derinleştirir.
İnsan kâinatın en zengin muhtevalı varlığıdır. Şimdiye kadar hiçbir ilim onun manasını tüketememiştir. insanoğlunun en iyi ifadesi olan sanat eseri de insan gibi karışık, derin, anlaşılması güç unsurlarla doludur. Edebî bir tahlil bu zenginliği gösterebildiği nispette değerlidir. Metodun, kıymetleri teşhis hususunda büyük rolü vardır. Mikropların mevcudiyeti ancak mikroskop icad olunduktan sonra keşfolunmuştur. Yeni görüşler, edebî eserlerde şimdiye kadar farkına varılmadık kıymetleri ortaya çıkarırlar. Bir edebiyat hocasının bunları bilmesi çok faydalıdır. Bugün Avrupa'da edebiyata eski tarih bedii ve beyan, retorik metodunun yerine, estetik, sosyolojik psikolojik ve stilistik zaviyelerden bakılıyor Ve bilindiği sanılan metinlerde yepyeni manalar keşfolunuyor. Burada misal olmak üzere, bunlardan sadece birisini Freud psikolojisini zikretmeme müsaade ediniz. Freud psikolojisi, insan anlayışını ve onunla birlikte medeniyet ve sanat anlayışını tamamen değiştirmiştir. Edebi araştırmalara da bu görüş, yepyeni bir istikamet vermiştir. Şimdiye kadar dikkat edilmeyen veya manasız telakki edilen unsurlar, birdenbire yeni bir ehemmiyet kazanmıştır. Acaba, bizim edebî eserlerimize aynı zaviyeden bakılırsa neler göreceğiz?
....
Edebiyat hocası, talebeye edebî eserin taşıdığı tarihi içtimai, ruhi, dini, bedii Kıymetleri teşhis etmeyi öğretmelidir Bu zaviyeden bakmasını öğrendiği takdirde talebe, edebi metinleri millî ve beşeri kültürün gizli bulunduğu bir hazine, olarak görmeye başlar ve dikkati uyanır.
Böyle bir davranış tarzı, her şeyden önce hocanın canlı, neşeli, hayat sıkıntılarından kurtulmuş, bol vakti olan ve kültürünü durmadan artıran bir insan olmasını icap ettirir.
Mehmet Kaplan Nesillerin Ruhu; Dergah Yayınları