1.
Eleştirmenler, Uşaklıgil'in en iyi yapıtının "Aşk-ı Memnu" olduğunda birliktirler ama romanın neyi anlattığı ve tezi konusunda ayrılırlar. Birçokları romanın ana temasını Bihter'in yasak aşkında bulur. Bazıları ise Batılılaşma bunalımındaki toplumumuzun sorunlarını, değerlerini elden kaçıran eski hayatın umutsuz direnişini, zenginliğe heveslenen kadın iştihasının düşeceği kaçınılmaz tuzakları, sarsılan ahlak ölçülerimizin kargaşasını verdiğini söyler. Her şeyden önce onun ne tür bir roman olduğuna dikkat etmeliyiz. Hakkında yazanlar onu ya ahlaksal bir bildirisi olan ya da İstanbul'daki Türk toplumunun bir kesiminin yaşamını yansıtan bir roman olarak yorumluyorlar. "Aşk-ı Memnu" topluma değil, bireye ve bireyler arası ilişkiye dönük romanlardandır. Uşaklıgil, somut ve tek olan bir evliliğin belli koşullar altında nasıl işlediğini, belli insanların arasındaki ilişkiler örgüsünün niteliğini ve gelişimini anlamaya - anlatmaya çalışır.
2.
"Yaban" ya aydın ile köylü arasındaki uçurumu içtenlikle dile getirdiği, bu yarayı cesaretle deştiği ve Anadolu köylüsüne ait gerçekleri bütün çıplaklığıyla önümüze serdiği için övülmüş ya da tek yanlı olduğu, gerçekleri çarpıttığı ve köylünün yalnız olumsuz yönlerini anlattığı için eleştirilmiştir. Tartışılan sorun hep şu olmuş: Yakup Kadri'nin sergilediği köylü gerçeğe uyuyor mu uymuyor mu? Yaban'ı roman olarak ele alıp inceleme çabaları yok denecek kadar az. Oysa Türk romanı tarihinde önemli bir yer tuttuğunu, etkileyici ve çarpıcı olduğunu inkar eden de yok. Anlaşılan romanın bu çarpıcılığını içeriğine borçlu olduğu düşüncesi yaygın. Yaban'da özensiz yazıldığı kanısını uyandıran ya da romandan çok denemeye benzetilmesine ve eleştirmenlerin dikkatinin içeriğine çekilmesine neden olan şey belki de Yaban'ın roman türünün en önemli özelliklerinden yoksun görünmesi. Bir olay örgüsünün olmaması.
3.
İnanç yozlaşmasının yaşandığı bir Osmanlı toplumunda doğan Hüseyin R. Gürpınar, gerçekçi ve doğalcı yöntemle yazdığı bütün romanlarında, bilime ve maddeye olan inancını temel dünya görüşü olarak ele alır. Cahil toplumun gören gözü, duyan kulağı, düşünen beyni olmayı yeğler. Romanlarında çizdiği İstanbul hiç iç açıcı bir kent değildir; birbirine ihanet eden karı kocalar, açlıktan sokağa ve kötü yola düşen çocuklar, dini ve boş inançları, kötüye kullanarak cahil halkın sırtından zenginleşen asalaklar, savaş zenginleri... Yazar "Mutallaka" (Boşanmış Kadın, 1898) romanında "Boş ol!" diye eşini boşayan bir adamı anlatır. Aile içi sorunlara, bu sorunların doğurduğu trajik sonuçlara değinirken; okura, eski nikahın (imam nikahının) böylesine kolayca, düşünmeden bir öfke anında söylenebilen iki sözcükle ortadan kalkabileceğini, bu nedenle de tarafların nice acılara katlanmak zorunda kalacağını duyumsatır. Bu eleştiri yazısı hangi yöntemle yazılmıştır? Yazınız.
4.
Dünyada çeşitli milletler vardır. Bu milletlerin dilleri arklı olduğu gibi hayata bakış tarzları, değerleri yani geniş manasıyla medeniyetleri de farklıdır. Bu yüzden her medeniyet kendi değerlerini muhafaza edebilen insan tiplerini yetiştirir ve ancak böylece ayakta durabilir Türk tarihinde başlıca üç ana devre görmekteyiz: Atlı göçebe Türk medeniyeti, İslami devre ve Çağdaş Batı medeniyetine geçiş dönemi. Türkler tarih sahnesine Orta Asya bozkırlarında çıkmış ve yüzyıllar boyunca akıncı bir hayat yaşamışlardır. Bu akıncı Türklerin ideal insan tipine "alp" denebilir. Alp tipinin en önemli özelliği iradesiyle dünyaya hakim olmak istemesidir. Atlı göçebe Türkler manevi yönlerini besleyen İslam sayesinde Selçuklu ve Osmanlıyı kurmuştur. Bu organizasyonda hiç şüphesiz “gazi” tipine dönüşen “alp”tipiyle, maneviyatı besleyen “veli”lerin önemli rolü vardır.
5.
Namık Kemal'e göre Avrupa'da refahı sağlayan şeyler; özgürlük, eşitlik ve "fen"di. O, Batı'da teknolojinin ya da başka bir deyişle toplumsal yapının ürettiği ideolojinin bir parçasını alıp İslam ideolojisine yamayarak Osmanlı imparatorluğunun gerileme sorununa bir çözüm getirebileceğine inanıyordu. Bunu da aydınlar yapacaktı. Bu yüzden "Yeni Osmanlılar'ınki de toplumsal bir tabana oturtulmamış bir girişimdi. Ama beri yandan Tanzimat Batıcıları halktan kopma ve halka sırt çevirme yanlışına düşmediler. Çünkü İslam ideolojisini ve Osmanlılıklarını sürdürerek Batı'dan yararlanmaktan yanaydılar. Batı'dan ithal etmek istedikleri aydınlanma felsefesi gereği cehaletle savaşmak için halka yönelmek zorundaydılar. Başarılı olmaları için Türkiye'de kafaların aydınlatılması, halkın eğitilmesi gerekiyordu. Bu anlamda Yeni Osmanlılar halka dönüktü demek yanlış olmaz. Bu amaçla gazete ve edebiyatı kullandılar.
4.
Osmanlının son dönemlerinde yönetici sınıf ile yönetilen sınıf arasında kopukluk vardı ama 19.yy'ın ikinci yarısındaki durumu daha öncekiyle karşılaştırmak için işin başka bir yönünü anımsatmakta fayda var. Söz konusu bu yön; iki sınıfı, iki kültürü birleştiren genel ideolojidir. Devletin dini İslam'dı ve her ne kadar halkın din anlayışında kendine özgü öğeler var idi ise de İslam ideolojisi Osmanlı imparatorluğunun genel ideolojisiydi ve iki sınıf için ortaktı. Bu ortaklık yalnızca soyut bir inanç düzeyinde de kalmıyordu. İdeolojinin yaşayış biçimlerine geniş ölçüde şekil veren pratiğini de içine alıyordu. Bu pratik; bayramları, orucu, mevlidi, iftarı ile yönetici sınıfla halkı bütünleştirmeye yönelik bir eylemdi. Kadın erkek ilişkisini bu ideoloji belirlediği için saraylardaki harem-selamlık, halk arasında da en azından kaç göç biçiminde bir yaşam geçerliydi. Bu eleştiri yazısı hangi yöntemle yazılmıştır?
5.
Ahmet M. Efendi gibi sanatın yararlı olması gerektiğine inanan ve halk için yazan Hüseyin R. Gürpınar, "sanat için sanat" ilkesine inanan ve seçkinlere seslenen Uşaklıgil'in tam karşı kutbunda yer alır ama halka aşılamak istediği dünya görüşü bakımından da Ahmet Mithat'ın. Romanı halkı eğitmek amacı ile kullanma konusunda Ahmet Mithat'ı izleyen Gürpınar'ın ondan ayrıldığı nokta, getirmek istediği değer değişikliğinin çok daha köklü olmasıdır. Ahmet Mithat temelde, halkın İslam ideolojisinden kaynaklanan değerlerini paylaşan bir adamdı. Gürpınar ise politika, din ve ahlak alanlarında halkın görüşünden çok ayrı fikirler besliyordu. Özellikle İkinci Meşrutiyet'in ilanından sonra yazdığı romanlarında. Halkın geleneksel inançlara, göreneklere ve dine dayalı zihniyeti yerine; Batı'nın akla, bilime dayalı pozitivist zihniyetini yerleştirmeye çalışmıştır.
6.
Yeni çıkan kitabı karıştırırken, Orhan Veli için ilk yazdığım yazılardan birini hatırladım. Hemen hiçbir yazımı saklamadığım gibi onu da saklamadım, eski Haber gazetesinden de onu kim bulup çıkaracak? Dursun durduğu yerde, bugün onu belki ben de beğenmem, "Hatırlamasaydım keşke şunu!" derim. O yazımda, Orhan Veli ile arkadaşlarının, yani Oktay Rıfat'ın, Melih Cevdet'in şiirlerini okurken bende de şiir yazmak hevesi uyandığını söylüyordum. Geçmiş gün, yanılmıyorsam bir yerinde de şöyle diyordum: "Ben şiir yazacağım da siz benimle alay etmek için yeni bir fırsat ele geçireceksiniz diye hemen sevinivermeyin. Yapmam öyle şey, bilirim ben boyumun ölçüsünü. Ancak size bu gençlerin insana şiiri sevdirdiklerini, dünyaya bir şair gözüyle bakmayı öğrettiklerini, çevremizde umulmadık güzellikler sezdirdiklerini söylemek istiyorum." Kitabı karıştırırken gene durdum o ilk şiirlerin üzerinde. Bilmem ama
bana öyle geliyor ki biri de yitirmemiş tazeliğini: "Robenson", "insanlar", "Bayram", "Hicret"... Hepsi de şiir yazmak hevesi uyandırıyor gene bende, hepsi de Oktay Rıfat'ın şiirde söylediği gibi, benim için gökyüzünü birdenbire başlatıveriyor, bu dünyayı bağışlayıveriyor. Küçücük bir kitap ama bir şairden, gerçek bir şairden kalma bir kitap, neler neler var içinde...
7.
Deniz insanlarına olan hayranlı, Cevat Şakir'i, yanında yöresinde görüp tanıdığı, ölesiye bağlandığı sıradan insanlar yanında, tarihimize mal olmuş deniz kahramanlarının hayatlarını da romanlaştırılmaya götürür. Uluç Reis (1962 Turgut Reis (1966) adlı romanlar bu hayranlığın bir ürünüdür. Cevat Şakir'in öykücülüğü ve romancılığı yanında, bir o kadar önemli, bir o kadar üzerinde durulması gereken özelliği, tarih bilinci ve mitoloji merakıyla sivrilen, bunların da ötesinde, gelmişi geçmişiyle Anadolu'nun kültür kaynakları üstüne eğilen, gerçek bir düşünür, yurtsever bir düşünür olmasıdır.Cevat Şakir, bir yandan mitoloji tutkusuyla Anadolu Efsaneleri (1955) ve Anadolu Tanrıları (1962) üzerine eğilirken öte yandan Batı kültürünü oluşturan kaynağın Yunanistan'da değil, Anadolu serip geliştiğini ispatlamaya adar kendini. Anadolu'nun Sesi (1971) ve Hey Koca Yurt'ta (1972) İyonya (Anadolu) Kültürünün Yunanistan kültüründen üstünlüğünü göstermeye çalışır. Ona göre Batılıların Yunan Mucizesi diye belledikleri şey aslında Ege bölgelerinde yeşermiş aklı mantığı, olumlu düşünceyi başlatan bir çabanın, adına, göğsümüzü kabarta kabarta Ege Mucizesi diyebileceğimiz bir düşünce akımını ürünüdür. "Balıkçı”ya göre, insan aklının olumlu tohumları maddeci düşünürlerle İyonya'da atılmıştır. Sokrates ve Platonla, bu akılcı atılım bir başka yöne yaptırılmış, ruh ve madde ayrılığı içinde ruha üstünlük tanıyarak insan aklı 1800 yıllık bir gecikmeye uğratılmıştır.
8.
Yunus'un güzellik anlayışında; Allah'a olan derin bir inanç, O'na duyulan samimi bir sevgi ve muhabbet ile derin bir aşk iştiyakında "fena fillâh" mertebesine ulaşmak vardır. Yunus, dünya ve ahiret nimetleri karşısında önce hayret ve hayranlığını gizleyememiş, bilâhare bu duyuş ve düşüncesinden vazgeçerek Allah'tan sadece "Mutlak Güzellik" talebinde bulunmuştur. Bundan ötürü şiirin dışındaki güzel sanatların hemen hepsi, evrensel bir hüviyet taşımalarına rağmen şiir; dil, ses, ahenk, ifade ediş tarzıyla olduğu gibi duyuş ve düşünüş yapısıyla da millî bir hüvîyete sahiptir. Ancak, şiirin muhtevasına taalluk eden bu millîlik, şiirin dil ve şekil/form unsurları kadar kesin ve kalıcı değildir. Zira başlangıçtan bu yana menşei dine dayanan şiirin, muhtevasını vücûda getiren bediî tefekkür unsurları, çoğunlukla "inanç" gibi evrensel bir hüviyet taşımaktadır. Şairliğinin yanında aynı zamanda büyük bir mutasavvıf olan Yunus'un; "Yaratılmışı seveceksin yaratandan ötürü" sözüne dayanan "insan sevgisi"nin, "insanlık anlayışının yahut: "Mecnunlara Leylî gerek bana seni gerek seni" mısraındaki ilâhî aşk iştiyakının evrenselliği tartışılamaz. Ancak biz, Yunus'tan günümüze kadar gelen bu sesi, bu söz kudretini, Allah'ın bize bahşettiği ana dilimizin ifade zenginliği ile sesimizin derin ahengi sayesinde duyabilmekteyiz.
9.
Halide Edip'in erken dönem romanları "otobiyografik roman"sa, "ideal kadın" yazarın kendisiyle özdeşleştirilebilir ve kurgu, yani erkek anlatıcının ideal kadına aşkı veya hayranlığı yüzünden benliğini yitirmesi, belki de yazar için belli bir ego tatmini işlevi görür. Fakat romanların yapısal özellikleri dikkate alınırsa, yazma işleviyle bağlantılı olarak ikinci bir okuma yapmak da mümkündür. Bu okumaya göre, kadın olarak kendini yazma mücadelesi içindeki Halide Edip'in egosu sadece ideal kadın karakter olarak değil, "erkek anlatıcı" ile "ideal kadın" kimlikleri arasında parçalanmış bir ego olarak metne yansır. Bu iki karakter arasındaki ilişki ise metinlerde bir bütün ego yaratma mücadelesidir. Yazı üzerinde otorite hiçbir zaman ideal kadına verilmez fakat yazarlık otoritesine sahip olan erkek de romanın akışı boyunca bu otoriteden mahrum bırakılır (örneğin Yeni Turan'da Asım).
10.
Ayverdi, eserlerinde hanımların yaşadıkları zengin hayatın yanında, konakların çöküşe geçmesiyle birlikte, çektikleri sefaletten de bahseder. Küçüklüğünde konak hayatını gören Samiha Ayverdi, kadın olması itibariyle konağın harem kısmında yaşayanları/yaşananları doğal halleriyle tanıma fırsatı bulur. Ayrıca, yazarın bu dönemde çocuk olması gözlemlerine katkı sağlar. Çünkü Samiha Ayverdi'ye çocuk nazarıyla bakan hanımlar, onun yanında sırlarını çok rahat bir şekilde ortaya dökerler. Böylece Ayverdi, bir bakıma konağın gerçek hâkimi olan bu hanımların hayallerini, dertlerini, iyi ve kötü yönlerini öğrenir. Öğrendiklerini ise, eserlerine aktarır. Özellikle romanlarında kadın kahramanlarını oluştururken, bu hanımlardan faydalanır. Romanlarındaki anlatımlarda, olaylara kadın penceresinden bakabilmesinin yanı sıra duygu ve düşüncelerine vakıf olduğu bu kadınları birebir tanımanın rahatlığından istifade eder.