Kullanıcı Oyu: 4 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin değil
 

MÜBALAĞA

Bir olayın, heyecanın etkisiyle büyütülmesi veya küçültülmesi demektir.

Mübalağanın ikinci bir şekli de teşbih sanatını kullanmaktır. Kişiyi etkileyen olay veya varlık, başka bir objeye benzetilerek büyütülür veya küçültülür.. Mesela iri cüsseli bir adam için “dev gibi” demek. Eskiler mübalağayı üçe ayırmışlardır.

a)Tebliğ (Akla ve âdete göre mümkün olanlar)

b)İğrak (Sadece akla göre mümkün olanlar)

c)Gulüv ( akla ve âdete göre mümkün olmayanlar)

Eskiler ilk ikisini makbul, üçüncüsünü makbul saymazlar ama bu sanatı sanatkârın maksadını güzel ve sanatlı ifade edip edemediğine göre başarılı saymak gereklidir. Okuyucu, kendi duyduğu heyecan seviyesine çıkarabilen sanatkârın yaptığı mübalağa başarılıdır. Bu sanatı “Çanakkale Şehitleri”nde bol bol görmek mümkündür.

 

“Ey bu toprak için toprağa düşmüş asker

Gökten ecdâd inerek öpse o pak alnını değer.”

                                      M.A.ERSOY

Gökten ecdadın inip şehit olan askerin alnını öpmesi akıl ve âdet yönünden mümkün değildir. Fakat şair bulunduğu heyecan haline okuyucuyu ulaştırabilmektedir.

 

“Güllü dibâ giydin ammâ korkarım âzâr eder

Nazeninim sâye-i  hâr-ı gül-i dibâ seni”

                                            Nedim

Sevgilinin giydiği kumaşın üzerindeki diken resminin onu rahatsız edeceğini vurguluyor. Sevgilisinin ne kadar mazik olduğunu başarılı bir şekilde anlatıyor.

 

“O nesil duymuş akın zevkini rüzgârda bile

Bu duyuş varmış akınlardaki atlarda bile”

                            YKB

Atlarda duyuş abartılıdır.

 

“Bir gün doludizgin boşanan atlarımızla,

Yerden yedi kat Arş’a kanatlandık o hızla.”

                                                 YKB

Akıncıların atları öyle hızlı koşmaktadır ki hızlarını alamazlar ve binicileriyle yerden yedi kat Arş’a yükselirler. Burada olmayacak bir durumun anlatımı vardır.

 

“Savaş bizi karlı dağlara götürdüğü gün

Kızıllığında ısındık

Dağlardan çöllere düşürdüğü gün

Gölgene sığındık “

                                 A.N.ASYA

Bu dörtlükte şair, bayrağa seslenmekte, bayrak sevgisini, duygularını abartılı bir şekilde anlatmaktadır. Bayraktaki kırmızı renkle insan ısınmaz, bayrağın gölgesine bir kişi ancak zor sığar. Şair “kızıllığında ısındık, gölgene sığındık” sözleri ile abartma yapmıştır.

 

“Merkez-i hâke atsalar da bizi

Kürre-i arzı patlatır çıkarız.”

                      Namık Kemal 

Şair, yerkürenin merkezine de atsalar bizi, yerküreyi parçalar yine dışarı çıkarız, diyerek mübalağa sanatı yapmıştır.)

 

“Aşk ateşi gir canıma

Beni yakıp yandırmaya

Yedi deniz suyu yetmez

Bu ateşi söndürmeye”

Yunus Emre

 

“Bir âh çeksem dağı taşı eritir

Gözüm yaşı değirmeni yürütür”

 

“Taştı gözyaşlarım denizleyin sahilin kenarı yok”

 

“Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer

O ne müthiş tipidir, savrulur enkaz-ı beşer”

                                            M.A.Ersoy

 

“Kanlar dökerek bu şehre girdik

Canlar yakarak havaya verdik

Binlerce yiğit civanlar öldü

Dağlar gibi pehlivanlar öldü”

A.H.Tarhan

 

“Bir kaz aldım ben karıdan

Boynu da uzun borudan

Kırk abdal kanın kurutan

Kırk gün oldu kaynatırım kaynamaz”

                            Kaygusuz Abdal


MÜBALAĞA/İSL.ANS.

Bir edebî sanat.

Sözlükte "ulaşmak, son noktasına var­mak" anlamındaki bulûğ kökünden türe­yen mübalağa kelimesi "bir işe olanca gay­retini sarf etmek, ileri gitmek; büyütmek" demektir. Anlama güzellik katan bedîî sa­natlar içinde yer alan ve teşbih, temsil, is­tiare, mürsel mecaz, kinaye, ıtnâb, îcâz. kasr gibi edebî sanatların temelini teşkil eden mübalağa ile ilgili olarak yapılan fark­lı tanımlar., "bir şeyin vasfını veya mâna­sını bazan aklın kabul edemeyeceği şekil­de büyüterek ifade etme" şeklinde birleş­tirilebilir.

Şiir sanatında methiye, hiciv, tasvir vb. temalarda vazgeçilmez konumu sebebiyle mübalağaya dair ilk işaretler Câhiliye dev­rine kadar uzanır. Ukâz panayırında dü­zenlenen şiir yarışmalarında ünlü muallâka şairi Nâbiga ez-Zübyânî'nin Hassan b. Sâbit'in. “Kuşlukta parlayan ziya­fet kazanları bizimdir, kılıçlarımız ise bir imdat uğrunda kan damlatır” beytine yö­nelttiği eleştiriler mübalağa ifadelerinin güçsüz olmasıyla ilgilidir. Kabilesinin cö­mertliğini ve yiğitliğini överken şairin öv­me ve övünme makamına uygun düşme­yen "cifân" ve "süyûf yerine "cefenât" ve "esyâf gibi azlık bildiren çoğulları kullan­ması. …. (sel gibi akar) yerine ….. (dam­lar) demesi, tam beyazlık ve tam parla­ma bildirmeyen…. ve….. kelimelerine yer vermesi, … (karanlık gecede) yerine…. (kuşlukta) demesini eleştirerek mübalağanın şiir sanatındaki vazgeçilmez yerine vurgu yapmıştır. Ayrıca Nâbiga'nın, "En iyi şair kimdir?" sorusuna, "yalanı iyi ve güzel bulunan, kötüsü güldüren" şek­linde verdiği cevapta (Hâtimî. I, 195) yer alan "iyi ve güzel bulunan yalan" ile müba­lağaya işaret ettiği görülmektedir (Kudâme b. Ca'fer, s. 92-95; Abdülkâdir el-Bağdâdî, VIII, 106-115).

Kur'an'da yer alan, "Şairlerin her alana daldıklarını ve yapmadıkları şeyleri söyle­diklerini görmez misin" ifadesi (eş-Şuarâ 26/225-226) zem makamında da olsa ger­çek dışı anlatımların, hayal ve tasvir un­surları ile mübalağanın şiirin ve şairlerin tabiatı olduğunu belirtmektedir. Asmaî de en iyi şairin, kullandığı lafızlarla değersiz ve önemsiz mânayı değerli ve önemli, bü­yük mânayı da küçük olarak sunabilen kimse olduğunu söyler (Hâtimî, s. 156).

Mübalağa konusunda ilk defa özel ma­nalı kelimeler kullanan Câhiz, bir şeyin tas­virinde ve vasıflarının anlatımında dengeli ve gerçekçi çizgide olmayı "iktisâd", mâkul ve mûtat sınırları aşmayı ise "sıfatta israf, ifrat" ve "tecâvüzü'l-mikdâr" tabirleriyle karşılamış (Kitâbü'l-Hayevân, VI, 425), di­ğer bir ifadesinde Acem (Fars) mübalağa­sından, onların kisrâlarını abartılı biçim­de tasvir etmesinden söz ederek "nefh" (şişirme, abartma) ve "tezeyyüd" (zorlama ve yapay ekleme) ehli olduklarını belirte­rek mübalağa için bu kelimelere yer ver­miştir (a.g.e., VII, 56). İbn Kuteybe, müba­lağa terimini ilk kullanan edip olduğu gi­bi onu ifade etmek üzere farklı birçok te­rimi gündeme getirmiş, ilk defa mübala­ğanın yalandan farkı ve sanat değeri hak­kında, ayrıca istiarede mübalağa bağla­mında âyet ve şiirden şâhidler üzerinde yorumlar ortaya koymuştur. İbn Kuteybe, "Gök ve yer onların ardından ağlamadı" mealindeki âyette (ed-Duhân 44/29) tem­silî istiarede yer alan mübalağayı açıkla­mış, bunun önemli ve ulu kimselerin ölü­müyle uğranan musibetin büyüklüğünü dile getirmek için kullanılan bir anlatım şekli olduğunu ve Araplarda bu tür tas­virlerin yaygın bulunduğunu söylemiştir (Te'vîlü müşkilil-Kur'ân, s. 167-180). Sa'leb Kavâ'idü'ş-şi’r’nde mübalağa türle­rinden olan "iğrâk" terimini icat etmiş, aşı­rı mübalağaya tekabül eden "ifrat fi'l-iğrâk" ve "nihâyetü'l-vasf tabirlerini kullan­mış (s. 36-49); İbnü'l-Mu'tez, "ifrat fi's-sıfa" tabirine yer verdiği mübalağayı söz ve şiir güzelliklerinden saymıştır (el-Bed’, s. 65).

Yukarıda adı geçen edipler, mübalağay­la ilgili olarak kullandıkları terim ve tabir­lerin aynı zamanda birer tanım olduğunu düşünmüş olmalıdırlar ki mübalağa için tam bir tarif yapmamışlardır. Tarifin ilk ör­neğini Kudâme b. Ca'fer vermiştir. Mâna­ları güzelleştiren bir tür diye telakki ettiği mübalağayı, "şairin şiirde zikrettiği bir du­rum ve vasıfta maksadını ifade edecek miktarla yetinmeyerek temasını en üst düzeyde anlatacak unsuru ziyade etmesi" şeklinde tanımlamış ve örneklerle açıkla­mıştır (Nakdü'ş-şi‘r, s. 146) Mübalağanın en abartılı türü olan "gulüv" kavramına ilk defa yer vermiş olan Kudâme mübalağa, gulüv, iğrâk ve ifrat terimlerini aynı veya yakın anlamda kullanmıştır (a.g.e., s. 91-95, 100, 106, 117, 146-147. 201-202). Kudâ­me gulüvvü, "bir şeyin herhangi bir sıfatı­na imkân dahilinde bulunmak şartıyla mev­cut olanın üstünde ziyadede bulunmak" şeklinde tanımlamış ve Nemir b. Tevleb'in, "Kollarını, bacaklarını ve boynunu kestik­ten sonra eğer o kılıçla vurursan maktulü geçip yere saplanır" anlamındaki dizesini örnek vermiş ve dizeyi, "Bir kılıcın bunu yapması tabiatı dahilinde olmakla birlikte neredeyse vukuu imkânsız bir sınırdadır" diyerek açıklamıştır (a.g.e., s. 201-202). Ayrıca makbul olmayan gulüv türünü ifa­de etmek üzere "îkâu'l-mümteni"' tabirini kullanmış ve bunu bir mâna kusuru say­mıştır (a.g.e., ay.). 

Mübalağayı, "açıklama amacıyla anlamın dildeki aslî haline göre büyük ve çok oldu­ğunu göstermek" şeklinde tanımlayan Rummânî, Kur'an'da yer alan altı müba­lağa şeklini şöylece sıralamıştır:

1. Müba­lağa sîgalarıyia. Gaffar, tevvâb, rahman, rahîm, Vedûd, kadîr, alîm gibi. Ziyâeddin İbnü'l-Esîr ve Mağribî, bu tür sıfatların Al­lah hakkında mübalağa ifade etmeyece­ğini, çünkü ilâhî sıfatların nihayetsiz bir ke­male sahip bulunduğunu, ayrıca mübala­ğanın artma-eksilme, büyüme-küçülme özelliği bulunan sıfatlarda gerçekleştiği­ni, Allah'ın sıfatlarının ise bundan münez­zeh olduğunu söylemiştir (el-Meşelü's-sâ'ir, III, I9l; Mevâhibü'l-fettâh, II, 558).

2. Öze­lin yerine genel sîganın kullanılması. Kur­'an'da "Her şeyin yaratıcısı" (el-En'âm 6/ 102) ifadesi gibi.

3. En büyük olandan haber verme. "Rabbinin varlığının delil­leri geldi" yerine "Rabbin geldi" (el-Fecr 89/22) denilmesi gibi.

4. Mümkünü müm­kün olmayan şeklinde ifade etme. "Onlar, deve (veya halat) iğne deliğinden geçmedik­çe cennete giremezler" (el-A'râf 7/40) âye­ti gibi.

5. Tartışmada mutedil bir üslûp kullanmak amacıyla sözü ihtimalli biçim­de söyleme. "O halde biz veya siz, ikimiz­den biri ya doğru yol üzerinde veya açık bir sapıklık içindedir" (Sebe' 34/24) âyeti gibi.

6. Cevap ifadelerinin anlatımdan çı­karılması. Bu durum cevabın farklı yönleriyle düşünülmesini gerektirdiği, ayrıca dinleyici ve okuyucuyu düşünce ve hayal ufkuna yönlendirdiği için mübalağa belir­tir. "Ateşin karşısında durduruldukları zaman onları bir görseydin ..." (el-En'âm 6/27) âyeti gibi.

Abbasîler döneminden itibaren müba­lâğanın özellikle makbul olmayan gulüv türü yaygınlık kazanmıştır. Çoğu İran kö­kenli olan Hammâd er-Râviye, Hammâd Acred. Hammâd b. Zibrikân, Salih b. Abdülkuddûs, Mut’i b. İyâs, Beşşâr b. Bürd gibi zındıklığı ile tanınan ediplerin şiirlerin­de din ve inanç esasları ile alay etme, müs­tehcen gazel, haramları mubah sayma, iç­ki meclisi ve eğlence âlemi tasvirlerinin yay­gınlık kazanması buna ait sebeplerin ba­şında gelir. Nitekim Beşşâr şiirlerinde İs­lâm'ı ve Kur'an'ı alaya almış. İblîs'in Âdem'­den üstün olduğunu söylemiş ve ateşperestliği savunmuştur. Ebû Nüvâs İslâm'ın beş şartı ile alay etmiş, âhireti, cennet ve cehennemi inkâr etmiş, lezzetin haram­larda olduğunu ve şaraplı cehennemi şarapsız cennete tercih edeceğini söylemiş­tir. I. (VII.) yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan, ancak Emevîler devrinde gelişme ve yayılma fırsatı bulamayan, Abbasîler dö­neminde Arap olmayan unsurların ve özel­likle İranlıların yönetime katılmasıyla ye­niden alevlenip gelişen Şuûbiyye hareketi de bu konuda önemli faktörlerden biridir. İsmail b. Yesâr, Dîkülcin, Hureymî, İbnü'r-Rûmî ve Mihyâr ed-Deylemî gibi Şuûbî şa­irleri Arap örf, âdet ve geleneklerine karşı abartılı ve alaylı yergiler yöneltmişlerdir. Şîa hareketi de gulüv türünün yayılmasın­da rol oynamıştır. İbn Hânî el-Endelüsî ve hayatının ilk döneminde İbn Ebü'l-Hadîd gibi gulât-ı Şîa şairleri başta Hz. Ali olmak üzere Ehl-i beyt mensuplarına. Fatımî, Büveyhî gibi Şiî halife ve valilerine insanüstü, hatta ulûhiyyet ve risâlet makamıyla ilgili sıfatlar nisbet etmiştir. Bunlarla bir­likte Di'bil, Ebû Firâs el-Hamdânî, Şerif er-Radî. Seyyid el-Himyerî ve Sâhib b. Abbâd gibi övgüleri mutedil olan Şîa şairleri de vardır. Bazı Abbasî halifelerinin kendileri­ni aşırı biçimde övmeleri için şairlere ver­dikleri büyük ihsanların da gulüv türü mü­balağanın artmasında etkili olmuş, şair­ler abartıları ölçüsünde ödüle nail olur ha­le gelmişlerdir. Mütenebbî'nin Seyfüddevle el-Hamdânî için yazdığı övgülerin (es-Seyfiyyât) bu konuda önemli bir yeri var­dır. İslâm fetihleri sonucunda İranlıların Araplarla karışması, vezir ve kâtiplerin ço­ğunun İranlı olması. II. (VIII.) yüzyıldan itibaren bazı Farsça eserlerin Arapçaya çevrilmesiyle Acem mübalağası Araplara geç­miş ve Arap şiirine yansımıştır. Özellikle şarap tasviri, müzekker gazel ile edebî sa­natlarda cinasta abartı bunun önemli sonuçlarındandır. Ayrıca gelir dağılımındaki eşitsizlik, yoksulluğun yaygınlaşması şiirin bir kazanç kapısı haline gelmesine sebep olmuş, neticede varlıklı ve nüfuzlu kimse­lerle ilgili abartılı övgüler ortaya çıkmıştır.

Mübalağa konusunda kaleme alman eserlerden bazıları şunlardır: Câbir Abdur-rahman Yahya, el-Mübâlağa fi'ş-şi'ri'l-'Arabî fi'l-'aşri'l-'Abbâsî (Kahire 1406/ 1986); Abdülazîz b. Abdullah eş-Şübeylî. el-Mübâlağa fi'ş-şiri'l-''Abbâsî (Riyad 1401/1981); Ali Sirhân el-Kureşî. el-Mübâlağa fi'l-belâğati'l-'Arabiyye (Tâif 1406/1985); Muhammed b. Abdurrahman b. Hamed er-Rebr, el-Mübâlağa li'ş-şic-ri'l-cAbbâsî (baskı yeri yok, 1415/1995).

BİBLİYOGRAFYA:

Câhiz. Kitâbü'l-Hayevân (nşr. Abdüsselâm M Hârûn), Kahire, ts. (Matbaatü Mustafa el-Halebî), VI, 425; VII, 56; İbn Kuteybe, Te'vilü müşkili'l-Kur'ân (nşr. Seyyid Ahmed Sakr). Kahire 1373/ 1954, s. 167-180; Sa'leb. Kavâ'idü'ş-şi'r (nşr. Ramazan Abdüttevvâb). Kahire 1995, s. 36-49; Ibnü'l-Mu'tez. el-Bedi' (nşr. M. Abdülmün'im el-Hafâcî). Kahire 1410/1990, s. 65; İbn Vehb, el-Burhân fi vücûhi'l-beyân (nşr Ahmed Matlûb -Hadîce el-Hadîsî). Bağdad 1387/1967, s. 153-155; Ebü'l-Hasan ibn Tabâtabâ, '/yârti'ş-şi'r(nşr. Abbas Abdüssâtir), Beyrut 1402/1982, s. 51-54; Kudâme b. Ca'fer, Nakdü'ş-şi'r (nşr. M Abdül­mün'im el-Hafâcî), Beyrut, ts. (Dârü l-kütübi'l-il-miyye). s. 91-95, 100, 106, 117, 146-147, 201-202; Âmidî. ei-Muvâzene (nşr. Seyyid Ahmed Sakr). Kahire 1380/1961, s. 148-151; Rummânî. en-Nüket fi İ'câzi'l-Kur'ârt \Şelâşü resâ'il fi i'câ-zi'l-Kur'ân, nşr. M. Halefullah - M. Zağlûl Sellâm), Kahire, ts. (Dârü'l-maârifl. s. 96-97; Hâtimî. Hil-yetü'l-muhâdara (nşr. Ca'fer el-Kettânî). Bağdad 1979, s. 156, 195-204; Ebü'l-Hasan el-Cürcâni. el-Vesâta beyne'l-Mütenebbi ve huşûmih (nşr. M. Ebü'l-Fazl ibrahim - Ali M. el-Bicâvî), Kahire -Beyrut 1966, s. 420-433; Ebû Hilâl el-Askerî. Ki-tâbü'ş-Şınâ'ateyn (nşr Müfîd M. Kumeyha). Bey­rut 1404/1984, s. 394-406; İbn Reşîk el-Kayre-vânî. el-'Umde (nşr. M. Muhyiddin Abdülhamîdl, Kahire 1383/1963, II, 57-86; İbn Sinan el-Hafâcî. Sırrü'l-feşâha (nşr. Abdülmüteâl es-Saîdîl. Kahi­re 1389/1969, s. 236-237; Abdülkâhir el-Cürcâ-nî, Esrârü'l-belâğa (nşr. H. Ritter). Beyrut 1403/ 1983, s. 249-253; Ziyâeddin Ibnü'l-Esîr, el-Meşe-lü's-sâ'ir (nşr. Ahmed el-Havfî- Bedevî Tabâne), Kahire 1382/1962, III, 177-195; İbn Ebü'l-İsbâ', 7afınrû't-(ahbı'r(nşr. HıfnîM. Şerefi. Kahire 1383, s. 147-158, 321-326; a.mlf.. Bedî'u'l-Kur'ân (nşr. Hıfnî M. Şeref), Kahire 1377/1957, s. 54-58; Kar-tâcennî. Minhâcü'l-büleğâ' ve sirâcü'i-üdeba' (nşr. M. Habîb İbnül-Hoca). Tunus 1966, s. 133-136; İbnü'n-Nâzım. el-Mişbâh (nşr. Abdülhamîd Hindâvî), Beyrut 1422/2001, s. 229-235; Hatîb el-Kazvînî. el-lzâh fi 'ulûmi'l-belâğa (nşr. M. Ab­dülmün'im el-Hafâcîl. Beyrut 1391/1971, s. 514-516; Yahya b. Hamza el-Alevî. et-Tırâzü'i-müte­zammin li-esrâri'l-belâğa, Kahire 1332/1914, III,

İsmail Durmuş

 

TÜRK EDEBİYATI. Mübalağa, edebî bir üslûp yahut şairane bir duyarlık çer­çevesinde yapıldığında okuyucuda bir he­yecan uyandırır. Edipler ve şairler, duygu ve heyecanları tabii boyutlarının dışına ta­şıyıp muhatabın zihninde kuvvetli bir iz bı­rakmak istediklerinde mübalağaya başvu­rur, böylece anlatmak istedikleri şeyi ya büyüterek veya küçülterek ya da ona uy­gun bir çağrışımla etkili bir teşbihte bu­lunup mübalağa kalıbına dökerler. Bura­da önemli olan husus, sanatkârın heyeca­nıyla yaptığı mübalağa arasında bir nisbet ve letafetin bulunmasıdır. Bir edebî sanat olarak mübalağanın yapmacıktan uzak. za­rif ve nükteli olması gerekir. Gerçeği aşan bir söz güzel ve etkili bir hayalle çerçeve­lenmiyorsa mübalağa soğuk düşer ve ifa­de bayağılaşır.

Eski belagat kitaplarında "izâm" başlı­ğı altında ve ifrat, tefrit, iktisad, istidrak ile birlikte kullanılan mübalağa belagat il­minin ihtilaflı konularındandır. Çünkü dü­şüncenin değerine uygun ifade bulunama­dığı veya istenilen şekilde ifade edileme­diği zamanlarda olduğu gibi söze değer katmak gerektiği durumlarda da mübala­ğaya başvurulabilir. Kur'ân-ı Kerîm'de mü­balağanın sıkça kullanılmış olması, ayrıca teşbih, istiare ve kinaye sanatlarıyla doğ­rudan ilişkili bulunması şairleri mübalağa­lı ifadeler kullanmaya yöneltmiş, giderek mübalağalı sözlerin daha etkili olacağı fik­ri benimsenmiştir. Mübalağanın güzelliği teşbih unsurunun ön planda olması, bir şart cümlesiyle ifade edilmesi, yergi veya övgü amacıyla kullanılması, içinde güzel bir hayal barındırması gibi hususları ihti­va etmesiyle ölçülür.

Belagat kitaplarında mübalağa ifadede­ki aşırılığın derecesine göre tebliğ, iğrâk ve gulüv şeklinde üç kısma ayrılarak ince­lenmiş, akla yatkın ve âdete uygun müba­lağaya tebliğ, akla uygun olmakla birlikte âdete uygun bulunmayan, gerçekle çelişen mübalağaya iğrâk, akla ve âdete uygun ol­mayan mübalağaya da gulüv adı verilmiş­tir. Tebliğ, muhatabın hayal gücünü okşa­yarak tarif veya tasvir edilen şeyin daha iyi kavranmasını sağlaması bakımından mübalağanın en makbul türü sayılır.

Fuzûlî'nin,

"Ey Fuzûlî çıksa can çıkmam tarîk-i aşktan

Rehgüzâr-ı ehl-i aşk içre kı­lın medfen bana"

beyti bu tür mübalağa­ya örnektir. Çünkü canı pahasına aşktan dönülmemesi ve mezarların yol kenarla­rına yapılması akla da göreneğe de uygun düşmektedir.

Nâbî'nin,

"Âb akmada mânend-i cinan ravzalarından

Sahnında gö­nül olmada bülbül gibi nâlân"

beytinde de böyle bir mübalağa vardır. İç açıcı bir bah­çeden akan suların cennet tasvirlerine ben­zetilmesi ve orada insan gönlünün bülbül gibi coşması mümkün ve akla uygundur.

Belli bir nükte taşıyan iğrâk örnekleri de belâgatçılar tarafından makbul sayılmış­tır.

Ahmed Paşa'nın,

"Hey kıyamet gel he­sabın gönlüme sor zülfünün

Elli bin yıl­dan uzundur her şeb-i hicran ona"

bey­tinde böyle bir mübalağa söz konusudur. Bir gecenin uzunluğunun elli bin yıl gibi bir zaman hesabıyla ölçülmesi akla uygunsa da böyle bir kıyaslama âdete aykırıdır. Bâkî'ye ait, "Kametin yâdına bir âh edeyim kim dudu / Gülşen-i aşkına bir serv-i hırâmân olsun" beytinde sevgilinin boyunu hatırlayınca ah etmek, ayrıca gül bahçe­lerinde servilerin bulunması akla ve ge­leneğe uygundur; ancak ağızdan çıkınca göklere doğru yükselip giden buğunun bir duman gibi düşünülüp bahçede servi ola­rak bir yerde çakılı durup salınması ger­çeğe aykırıdır.

Güzel bir nükte yahut latif bir söyleyişi ihtiva etmiyorsa gulüv türü mübalağa makbul sayılmaz.

Nefî'nin,

"Erdi bir ga­yete te'sîr-i hevâ kim bir mûr

Bir dem-i germ ile eyler yedi deryayı serâb"

beytin­de görüldüğü gibi bir karıncanın nefesiyle denizleri kurutması akla uygun olmadı­ğı için bu beytin muhatapta bıraktığı etki pek hoş değildir; dolayısıyla beyitteki mübalağa gulüvvün makbul olmayan bir tü­rü sayılır. Edep dairesini veya dinî sınırları aşan mübalağalar da gulüv cinsinden ka­bul edilmiştir. Öte yandan ihtiva ettiği nük­te bakımından insanı hayrete düşüren gulüvler de vardır. Nedim'in,

"Güllü dîbâ giy­din amma korkarım âzâr eder

Nazeninim sâye-i hâr-ı gül-i dîbâ seni"

beytinde böyle ince bir nükte mevcuttur. Çünkü ipekten incinmek hem akla hem göreneğe aykırı­dır. Bununla birlikte bir şairin sevgilisine zarafet, nezaket ve narinlik yakıştırması ancak bu derece güzel olabilir. Belâgatçı­lar latife yollu yazılmış gulüv örneklerini de makbul saymıştır. Zâtî'nin,

"Eyitti ol peri bir gün düşüne girerim bir şeb

Se­vincimden nice yıllar geçiptir görmedim uyku"

beyti bu tür mübalağaya güzel bir örnektir. Uyuyabilse sevgilisini rüyasında görebilecek olan âşıkın sevinçten uykula­rının kaçması hoş bir nükte kabul edilir. Mübalağada maksadın tam olarak ifade edilmesi önemlidir. Bir sanatkâr, mübala­ğanın hangi türünü kullanırsa kullansın eğer maksadını güzel ve etkili biçimde ifa­de edebiliyorsa mübalağası başarılı sayı­lır. Buna göre sanatkâr, kendi heyecanını muhatabına duyurabildiği sürece müba­lağayı gulüv derecesinde yapmış olsa da başarılıdır.

Divan şairleri geniş hayal dünyalarını an­latabilmek için sık sık mübalağaya baş­vurmuşlar, özellikle methiye, fahriye ve hic­viye yazarken güzel mübalağa örnekleri ortaya koymuşlardır. Bu şairler içinde mü­balağanın en makbul örneklerini övme, övünme ve yerme hususunda üstat kabul edilen Nefî vermiştir. Nâmık Kemal'in teb­liğ için "makbul", iğrâk için "mâkul", gu­lüv için "medhul" dediği meşhurdur. Şeyh Galib Nâbi'yi eleştirirken,

"Hem bir dâhî bu kim ol sühan-sâz

İğrâkda mürg-ı pest-pervâz"

diyerek onun mübalağa konusun­da iğraktan öte geçemediğini, bunun da bir şair için eksiklik sayıldığını ima eder.

BİBLİYOGRAFYA:

Agâh Sırrı Levend. Divan Edebiyatı (İstanbul 1943). İstanbul 1984, s, 481; Mustafa Nihat Özön. Edebiyat ve Tenkid Sözlüğü, İstanbul 1954, s. 197; S. Kemal Karaalioğlu, Türkçe ve Edebiyat Sözlüğü, İstanbul 1962, s. 102; Tâhirülmevlevî, Edebiyat Lügati, İstanbul 1973, s. 105-106; Necmeddin Şahiner. Edebi Sanatlar, İstanbul 1975, s. 29-30; Cem Dilcin. Örneklerle Türk Şiir Bilgi­si, Ankara 1983, s. 447-449; M. Orhan Soysal. Edebi San'atlar ve Tanınması, İstanbul 1992, s. 64-66; İsa Kocakaplan. Açıklamalı Edebi Sanat­lar, İstanbul 1992, s. 105-108; Numan Külekçi, Açıklamalar ve Örneklerle Edebi Sanatlar, An­kara 1993, s. 149-156; İskender Pala, Şairlerin Dilinden, İstanbul 1996, s. 226-231; a.mlf.. An­siklopedik Divan Şiiri Sözlüğü, İstanbul 1999, s. 298; M. A. Yekta Saraç, Klâsik Edebiyat Bilgi­si Belagat, İstanbul 2000, s. 198-202; Turan Karataş. Ansiklopedik Edebiyat Terimleri Sözlü­ğü, Ankara 2004, s. 330-332; W. Heinrichs, "MÜbalagha", El' (Ing ), VII, 277; "Mübalağa", TDEA,

İskender Pala, DİA, 31