Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

 

 

Ali Fuat Bilkan

DÖNEMİN siyasi ve kültür tarihinin aksine, XVII. yüzyılda şiir, oldukça başarılı bir gelişme göstermiştir. Bu dönemde, bir önceki yüzyılın edebî mirasına eklenen yeni üsluplar, zengin bir edebî geleneğin ortaya çıkmasını sağlamıştır. XVII. yüzyılda dikkatleri çeken en önemli husus şair bolluğudur. Yüzyılın şu- ara tezkirelerinden biri olan Rıza Tezkiresi’nde 1591-1641 yıllan arasında yaşamış şairlerin sayısı 266’dır (Rıza ı3ı6). Asım’ın Zübdetul-Eş'arında 1619/30-1675 yıllan arasında eser veren 123 şair kaydedilmiştir (İpekten 2002: 97). Bu sayı Safayi’de çok daha ilginç bir hâl almaktadır. XVIII. yüzyılın ilk yirmi yılında yetişen şairleri de eserine alan Safayi, 1640-1720 yıllan arasındaki 80 yılda tam 476 şair tespit etmiştir (İpekten 2002: 105). Yüzyılın şair kaynağının başında 72 şairle yine İstanbul gelmektedir. İkinci sırayı 44 şairle Edirne ve üçüncü sırayı 43 şairle Bursa almaktadır (Kılıç 1998: 95). Ayrıca bu dönem tezkirelerinde, İstanbul dışında, bilhassa Gelibolu, Vardar Yenicesi, Diyarbakır, Kastamonu, Bağdat, Bosna, Isparta, Üsküp, Amasya, Ankara, İznik gibi şehirlerde yetişen şairlere de yer verilmiştir. XVII. yüzyıl tezkirelerinde yer alan toplam 1022 şairden 307’si İlmiyeye mensuptur. Bunu 137 şairle saray mensupları ve bürokratlar izlemektedir (Kılıç 1998: 201).

Çalışmamızda, XVII. yüzyıl şairlerinden sadece divan veya divançe sahibi olanları dönemin kaynaklarınca şairlik kudreti bakımından başarılı kabul edilenler değerlendirilmiştir. Bu ölçütlere göre, XVII. yüzyılın önde gelen şairlerini şöyle sıralayabiliriz: Bahti (I. Ahmet, 996-1026/1588-1617), Kafzade Faizî (997-1031/1589-1622), Farisi (II. Osman, 1012-101/1603-1622), Gani- zade Nadiri (980-1036/1572-1626), Veysi (969-1037/1561-1627), Enverî (ö.?) , Rızayi (ö.?), Hüdai (?), Haşimî (0.1040/1630), İsmail Rusahi Efendi (ö. 1041/1631), Azmizade Haletî (978-1041/1570-1631), Mantıki (ö. 1044/1634?), Nef’î (ö. 1045/1635), Nev’izade Atayi (991-1045/1583-1635), Şeyhülislam Bahayi (1010/1045/1601-1635), Abdurrahman Rami Çelebi (ö. l05o/ı64o), Şeyhülislam Yahya (969-1054/1561-1644), Riyazi (980- 1054/1573-1-644), Sabri (ö. 1055/1645), Sabuhi (ö. 1057/1647), Alî (0.1058/1648), Zamiri (?), Fehim-i Kadim (1037-1058/1637-1648), Cevrî (1004-1065/1595-1654), Tıfli (0.1071/1660?), Mehmed-i D’ai (ö.?), Vecdî (ö. 1071/1660), Şehrî (ö. 1073/1661), Küfri-i Bahayi (ö.?), İsmetî (ö. 1075/1664), Na’ilî-i Kadim (ö. 1077/1666), Nedim-i Kadim (ö. 1081/1670), Rıza, Neşati (ö. 1085/1674), Mezaki (ö. 1087/1676), Kelim-i Eyyübi (ö. 1097/1686), Sükkeri (ö. 1097/1686), Güfti (ö. 1088/1677), Sabir (ö. 1091/1680), Tecelli (ö. 1107/1695?), Abdi (Abdurrahman Paşa, ö. 1104/1693), Kâmi Mustafa (ö. 1104/1693), Sıhhatî (ö. 1104/1693), Sa’di Çelebi (ö. 1105/1693), Vefai (IV. Mehmet, ö. 1105/1693), Ahmet (II. Ahmet, ö. 1107/1695), Şemsettin Ahmet (ö.?), Nazım (ö. 1107/1695), Fasih Ahmet Dede (ö. 1111/1699), Rasih (ö. 1111/1699), Nakşi (0.1114/1703), Talip (ö. 1704), Şinasi (ö.?), Rami Mehmet Paşa (1654-1707), Nabi (1643-1713), Sabit (1713).

XVII. yüzyılda, bir önceki yüzyılda hâkim olan klasik üslubu, İran ve Hindistan’da gelişen Sebk-i Hindî’yi ve daha mahallî bir karakter taşıyan üslubu bir arada görmek mümkündür. Bu dönemde şiir, yeni arayış ve üslup denemeleriyle daha zengin ve çeşitlilik içerisinde gelişmiştir. Dönemin padişahlardan II. Ahmet (Bahti), II. Osman (Farisi), IV. Murat, IV. Mehmet (Vefai) ve II. Ahmet (Ahmet) şiirler yazmış-, Şeyhülislamlardan Yahya ve Bahayi de birer divan tertip etmişlerdir. Bu yüzyılda, Türk edebiyatının önemli sanat ve edebiyat kaynaklarından olan Mevlevilik çevresinde de pek çok şairin yetişmiş olduğunu görüyoruz. Neşati, Sabuhi Ahmet Dede, Fasih Ahmet Dede, Cevrî ve Mezaki gibi şairler, Mevlevi edebiyatının da güzel örneklerini vermişlerdir. Özellikle kaside ve gazel nazım şekillerinin biçim ve içerik bakımından değişime uğradığı bu dönemde, Nef’i, Na’ilî-i Kadim, Şeyhülislam Yahya, Neşati, Nabi ve Sabit gibi sadece yüzyılın değil, aynı zamanda bütün Türk edebiyatı tarihinin önemli şairleri yetişmiştir. Bu yüzyılda kaside nazım şekli, dil ve üslup olarak farklı bir gelişme göstermiştir. Özellikle Nef’i’de görüleceği gibi kaside, sevgilinin, memduhun övülmesi veya gül-bülbül imajı gibi geleneksel imajların işlendiği bir muhtevadan, şairin büyülü kudretini ve şiir dilinin gücünü işleyen bir muhtevaya doğru yeni bir nitelik kazanmıştır (Andrews ve Kalpaklı 1996b: 3o3).

Nef’i’nin kasidelerinde görülen yeniliklerin başında, nesip ve methiye bölümlerinin kısalması veya tamamen kaldırılması, fahriye bölümünün ön plana çıkması, muhtevada sosyal olaylara ve hicve yer verilmesi, dil ve üslubun şahsileşmesi gibi hususlar dikkat çekmektedir. Bu özellikler, hemen hemen dönemin bütün şairlerinin eserlerine yansımıştır. XVII. yüzyılda kaside nazım şekli en parlak dönemini yaşamıştır. Bu yüzyılda tespit edilebildiği kadar 833 kaside yazılmıştır. Kasidede bu dönemde, "önceki yüzyıllardaki nesip- methiye-tegazzül-fahriye-dua sıralamasının bağlayıcılığı kalmamış, özellikle Nef’i etkisiyle kimi zaman şairler kasideye fahriyeyle başlamışlardır.” (demir 2002:140). XVII. yüzyılda fahriye bölümünün önem kazanması, önceki yüzyıllarda fahriye bölümünü oluşturan beyit sayılarının mukayesesiyle daha iyi anlaşılmaktadır. XIII. ve XV. yüzyıllarda fahriye bölümleri, ı-S beyitten oluşmakta arasında iken, XVI. yüzyılda 1-5 beyit ve XVII. yüzyılda ise 3-11 beyit olarak genişlemiştir (Aydemir 2002: 156).

Gazelin biçim ve içerik bakımından değişime uğradığı bu yüzyıl, aynı zamanda şiirin deyim, halk tabirleri ve atasözleri ile konuşma diline yakınlaşmaya başladığı bir dönemdir. Gazelde beyit sayısının azaltılması ve genellikle beş beyitten oluşan gazellerin yazılması, yüzyılın edebî yeniliklerindendir. Ancak bu yeniliğin bir önceki asırdan itibaren yaygınlaşmaya başladığı ve XVI. yüzyıl şairlerinden Baki, Fuzulî, Figâni, Hayretî, Zatî, Hayalî ve Nev’î gibi şairlerin genellikle beş beyitten oluşan gazeller yazmış oldukları da bilinmektedir. Hatta yapılan araştırmalar, XVI. yüzyıldaki gazellerin % 72 oranında beş beyitten oluştuğunu ortaya koymuştur (Ambros 1996: 1-8). Bu anlayış, XVII. yüzyılda da devam etmiştir. XVII. yüzyılda kaleme alman divanların büyük bir kısmında da beş beyitten oluşan gazeller büyük yekûn tutmaktadır.

Kasidede Nef’i etkisinin hâkim olduğu bu yüzyılda, gazel üslubu olarak genellikle XVI. yüzyıl şairlerinden Baki’nin hoşa giden, ahenkli ve dış dünyaya açık üslubu hâkim olmuştur. Bu üslubun özellikle ulema şairler arasında tercih edilmesi ise dikkat çeken bir durumdur. Şeyhülislam Yahya ve Şeyhülislam Bahayi gibi dönemin iki önemli şahsiyetinin bu üslubu benimsemesi, edebiyat tarihi bakımından olduğu kadar, düşünce ve zihniyet tarihi bakımından da önem taşımaktadır. Yüzyılın sonlarına doğru ise Nabi’nin hikemî üslubu etkili olmaya başlamıştır. Bu üslubun dış dünyayı anlamaya ve değerlendirmeye yönelmesi, toplumdaki sosyal bunalımların ve kültürel değişmelerin şiirle ifadesini ortaya çıkarmıştır. Nabi ve Sabit gibi şairlerin mahallî unsurlara yönelmesi, şiir diline o zamana kadar girmemiş kelime ve deyimlerin girmesine yol açmıştır. Devlet yönetiminin ¡zayıflaması, ekonomide ortaya çıkan ciddi bunalımlar, kültürel değişim ve insan ilişkilerindeki soğukluklar, yüzyılın son çeyreğinde sık sık dile getirileli konulardandır. Mahallileşme ve yerli konulara önem verme, şehrengiz, surname gibi edebî türlerin gelişmesini de sağlamıştır. Bu yüzyılda şairlerin musikiye ilgi göstermesi ve çok sayıda şarkı yazmış olması da dikkat çekicidir. XVII. yüzyılda altmış civarında şairin musikiyle uğraşması, yüzyılın önemli özelliklerindendir (Erdemir 1999: XXVIII).

XVII. yüzyılda, özellikle tevhit, naat, miraciye, mersiye, tarih, rubai, muamma gibi nazım şekilleri ile türlerin, siyasi ve kültürel krizlere rağmen, nitelik ve nicelik bakımından bir önceki asırdan geri kalmayacak ölçüde gelişmesini sürdürmesi, önem taşımaktadır. Bu yüzyıla ait olup günümüze ulaşan yüz elli civarındaki divan, yüzyılın şiir bakımından oldukça zengin bir durumda olduğunu göstermektedir.

Geleneksel imajların yerine, daha şahsi ve orijinal imajların, yeni hayal ve duygu unsurlarının önem kazandığı XVII. yüzyıl şiiri, aynı zamanda Türk şiir tarihinin bir kırılma noktasını da temsil etmektedir. Bilindiği gibi, klasik öncesi şiirde eşyanın tasvirinde gerçekçilik esastır. Holbrook’un deyişiyle, "İmgenin ardında, alegorinin gereği olan ikincil anlam yoktur.” (Holbrook 1999: 404)- Birbirine şekil, renk, koku veya muhteva olarak yakın iki unsur arasında gerçekçilik esasına uygun bir benzerlik kurulmuştur. Klasik sonrası şiirde ise imgeler, çok yönlü ve karışık bir hâl almıştır. Burada bir unsurun başka bir unsura benzetilmesi veya iki farklı unsur arasında kurulan ilgi, birden fazla anlam katmanları üzerine bina edilmiştir. Bu husus, dönemin hâkim üslupları konusunda ayrıntılı olarak işlenecektir.

XVII. yüzyıl klasik Türk şiirinde, bir önceki yüzyılın şiir tarzını devam ettirenlerin oluşturduğu klasik üslup, Hint üslubu, hikemî üslup ve mahallî üslup hâkim olmuştur. Ancak XVII. yüzyıl şairlerinden bir kısmının şiirlerinde bu üslupların özelliklerini bir arada görmek mümkündür. Gerek şairlerin hayat seyri ve şiir anlayışlarının gelişme süreci gerekse söz konusu akımların birbirine benzeyen yönleri ve bazı konulardaki ortak özellikleri, bu durumu tabii bir hâle getirmektedir. Bu sebeple dönemin şairleri değerlendirilirken şiirlerindeki hâkim üslup göz önüne alınmıştır.

Önceki dönemin şiir tarzını devam ettirenleri: Klasik üslup

XIV-XVI. yüzyıllar arasında gelişen Türk edebiyatı, gerek içerik gerekse şekil ve üslup bakımından gelişmesini tamamlayarak klasikleşmiş ve bir gelenek edebiyatı hâline gelmiştir. Arap ve Fars edebiyatı ile ortak şekil ve konulara sahip, genel anlamda zarif, ahenkli bir söyleyişin hâkim olduğu bu yüzyıl şiiri, klasik edebiyatın en olgun dönemini oluşturmaktadır. Klasik dönem olarak da adlandırılan bu dönemde, Baki ile temsil edilen rindane söylem, dış dünyaya açık, ahenkli bir nitelik taşımaktaydı. Klasik üslup, aruzun Türkçe söyleyişe uygun bir nitelik kazandığı ve şiir dilinin Arapça ve Farsça kelimelerle genişlediği bir gelişmeye sahne olmuştur. Türk şiirinin üç yüz yıllık birikimiyle kendine özgü bir şiir geleneğim oluşturması, bu döneme rastlamıştır. Fars edebiyatından tercüme anlam ve mecazlar yerine, yerli ve orijinal söyleyişlerin hâkim olduğu klasik üslup, yerli hayatın ve sosyal çevrenin şiire taşınması bakımından önemlidir. Şiirde rahat ve tabii bir Türkçenin kullanıldığı bu dönem, mecaz ve mazmun sisteminin kalıplaşması ve şiirde ortak bir anlam evreninin oluşması bakımından da bir dönüm noktasını oluşturmuştur. Necati ve Baki ile zarif, ahenkli, sade ve yerli bir nitelik kazanan gazel tarzı, sonraki dönemde Şeyhülislam Yahya, Bahayi, Nedim-i Kadim ve Mezaki gibi şairler tarafından zenginleştirilerek sürdürülmüştür. Bazı kaynaklarda bu üslubun en önemli temsilcisi olarak Nef'i gösterilirse de (Gibb 1999: I/181); o, klasik şiir üslubunu daha ileri götürmüş ve Sebk-i Hindi’nin de etkisiyle kendine özgü bir söylem yaratmayı başarmıştır. Bu bakımdan onu ikinci grupta incelemek daha doğru olacaktır Bu üslubun, bu asırdaki en önemli temsilcisi Şeyhülislam Yahya’dır. Yahya’yı, onun kadar güçlü bir şair olmamakla birlikte, tezkirelerde devrin tanınmış şairleri arasında zikredilen, bir kısmı ancak bir divançe doldurabilecek kadar şiir yazmış olan Şeyhülislam Bahayi, Riyazî, Vecdî, Nedim-i Kadim takip etmektedir. Rami Çelebi, Sükkeri, Bahti, Farisi, Muradi, Ganizade Nadiri, Güfti, Mantıki Ahmet, Tıfli ile Mevlevi muhitinde yetişen Sabuhi Ahmet Dede, Fasih Ahmet Dede, Cevrî, Mezaki gibi şairler de, klasik üslubu devam ettiren diğer şairlerdir.

Dönemin önemli isimlerinden Şeyhülislam Yahya (1561-1644), gerek edebiyat tarihi gerekse dönemin düşünce ve zihniyet tarihi bakımından orijinal düşüncelere sahip bir sanatkârdır. Yahya Efendi, kişiliği ve yeteneği ile Osmanlı uleması arasında özel bir yere sahiptir. Devrin tezkireleri tarafından sultanü'ş-şuara olarak vasıflanan şair, âlim, fazıl ve hoş-sohbet kişiliğiyle övülmektedir. Kâtip Çelebi de Fezleke adlı eserinde, Şeyhülislam Yahya hakkında, "latîfe-güy” (latife söyleyen), "güşâde-rûy” (şen çehreli), "hoş-sohbet” (hoş sohbetli), "şâ’ir-tabiat” (şair yaradılışlı) gibi ifadeler kullanarak, onun nüktedan ve iyi bir şair olduğunu vurgulamıştır (Kavruk 3001: XXIII).

Şeyhülislam Yahya’nın en önemli eseri Divan’dır (Kavruk 3001). Eserde, dönemin padişahlarına ve şehzadelerine yazılmış kasidelerle birlikte, 450 gazel, tarih, kıta, rubai gibi nazım şekilleriyle yazılmış şiirler bulunmaktadır. Şeyhülislam Yahya, Türk edebiyatında şair ve bir kısmı divan sahibi olan şeyhülislamlar arasında, özellikle gazel alanında en başarılı eserler vermiş bir şahsiyettir. Nitekim XVIII. yüzyıl şairlerinden Nedim de bir beytinde onun gazel alanındaki başarısından söz eder: "Nef'i vadî-i kasâidde suhan-perdâzdur / Olamaz ammâ gazelde Bâkî vü Yahyâ gibi” (Gölpınarlı 1973: 70).Baki takipçisi olan Şeyhülislam Yahya, iyi bir eğitim görmüş, üç defa şeyhülislamlık makamına getirilmiş ve bu makamda on sekiz yıldan fazla kalmıştır.

Şeyhülislam Yahya’nın şiirlerinde en çok işlenen tema, aşk ve rintliktir. Şair, dinî bir mevkide olmasına rağmen şiirlerinde beşerî aşkı işlemiştir. Onun divanında, dokuz beyitlik kısa bir naattan başka dinî muhtevalı manzume bulunmaması dikkati çekmektedir. Kanaatimizce, Şeyhülislam Yahya da asrın diğer şeyhülislam şairi Bahayi gibi, XVII. yüzyılda devlet üzerinde etkili olan Kadızadelilere karşı, şiir diliyle farklı bir tepki göstermiş olmalıdır. Ancak onun şiirlerinde sosyal konular fazla yer tutmaz. Rindane ve âşıkane bir edayla, günlük hayatın zevk ve eğlencelerini sade bir Türkçeyle ifade eden Şeyhülislam Yahya’nın şiirlerinde daha yerli bir karakter hâkimdir. Şairin divanında pek az tasavvufi kavram bulunmakla beraber, şiirlerinde kullandığı bazı tabirlerin daha ziyade tasavvufi anlamlarını kullandığı muhakkaktır. Bu bakımdan onun şiirlerini yorumlarken, dönemin tekke-medrese çekişmesini ve şairin Kadızadelilerde ifadesini bulan taassuba karşı cesurca tavır alışını hesaba katmak gerekmektedir. Şairin divanında yer alan Sakiname, doğrudan tasavvufi muhtevalıdır 

Şeyhülislam Yahya, gazellerinde gayet rahat ve tabii bir anlatım sergiler. O, derin anlamlara, anlaşılması güç mazmunlara ve edebî sanatlarla süslü ifadelere ilgi göstermez. Yahya, adeta bir sehl-i mümteni ustası gibi, kolay, hoşa giden ve az sözle çok şeyi anlatabilen bir sanatçıdır. Onun, "Emr-i dîn gâyet de müşkil âh bu dünyâ ne güc” veya

"Sun sâgarı sâkî bana mestâne disünler

Uslanmadı gitdi gör o dîvâne disünler”

gibi mısralardaki tabiilik, şairin rahat söyleyişlerine örnektir. Şeyhülislam Yahya, klasik edebiyatta Baki takipiçisi olmakla birlikte, taklit seviyesinde kalmayarak üslubuna kendi kişiliğini de yansıtabilmiş bir şairdir. O, yaradılışını, mizacını şiirine yansıtan bir sanatçıdır. Hayata bakışı rindanedir; bu yüzden şiirlerinde de hayatında olduğu gibi, rahat ve kendinden emin bir ifade hâkimdir. Ona göre, "Şiir bir Tanrı ver-gisidir. Şiir, yeni anlamlar, yeni mazmunlar içermeli ve tekellüften uzak, yani anlaşılır olmalıdır. Şiir, anlam, süs ve edebî sanatlar içinde kaybolmamalıdır. Şiirde anlatım, dokunaklı ve etkili olmalıdır.” (Bayraktutan 1990: 36). Onun şiirlerinde, rahat ve külfetsiz söyleyişler hemen fark edilir. Şeyhülislam Yahya’nın şiirinde derin anlamlara veya çözülmesi güç mazmunlara rastlanmaz. Atasözü ve deyimlerden de sıkça faydalanan şair, arkaik kelimelere ve anlaşılması zor ifadelere ilgi göstermemiştir.

Türk edebiyatında gazel şairi olarak kabul edilen Şeyhülislam Yahya, Baki ile Nedim arasında önemli bir köprü görevini görmüştür. Onun şiirlerinde gam, keder ve üzüntüye pek rastlanmaz. Lakayt tutumu ve cesur tavırlı oluşu, şiirlerinde de hemen kendisini gösterir. Yahya Efendi; 

"Togn yoldur maksada sapman reh-i meyhâneden 

Zâhide sorman tarîk-i hânkâhı gösterür” 

gibi beyitleriyle, rint ve kalender kişiliğini, döneminin hücumlarından çekinmeksizin, rahatça sergiler. Bu yüzden de o, kendi dönemindeki sosyal ve kültürel çatışmalarda, zaman zaman taassup sahibi kesimlerin hedefi hâline de gelmiştir. Tarihçi Naimâ’nın, Kadızadelilerin şair ve şiire yönelttikleri eleştirilere verdiği bir örnek, Yahya Efendi’nin bu dönemdeki yerini belirlemesi açısından ilginçtir. Hurşit Çavuşoğlu adlı bir vaiz, camide vaaz ettiği sırada Şeyhülislam Yahya Efendi’nin; 

"Mescidde riyâ-pîşeler etsün ko riyâyı 

Meyhâneye gel kim ne riyâ var ne mürâyî” 

beytini okuyarak onu kâfirlikle suçlar (Naimâ 1280-81: V/55). Mescitte bulunan bazı kişiler, bu sözlere tepki göstererek üzüntülerini dile getirirler, ancak Şeyhülislam Yahya, mizacı gereği oldukça rahat bir tavır takınarak bu olayı duymazlıktan gelir.

Şeyhülislam Yahya’nın şiirlerine, Ganizade Nadiri, Nef’i, Sabri, Çevri, Şeyhülislam Bahayi, Na’ilî, Neşati ve Nabi gibi devrin ileri gelen şairleri nazireler yazmıştır. Ancak onun etkisi devriyle sınırlı değildir. Sabit, Nedim, Şeyh Galip ve Enderunlu Vâsıfa kadar uzanan bir şairler silsilesinde Yahya Efendi’nin tesirleri görülür. Şairin, Nef’i ile dostluğu ve zaman zaman şakalaşması, nükteli takılmaları da dönemin kaynakları tarafından nakledilen hususlardandır (Akkuş 1998: 250). XVII. yüzyıl Türk edebiyatında, Baki’nin rindane söylemini temsil eden en önemli şairlerden biri olan Şeyhülislam Yahya, bu yolda kendisine özgü olmayı başarmış, sadece döneminin değil, bütün Türk edebiyatının önemli şahsiyetlerinden biridir.

Yüzyılın önemli simalarından biri olan Şeyhülislam Bahayi (1601- 1635), çok az yazan bir şairdir. Şiirleri ancak bir divançe oluşturabilen Bahayi’nin bilinen tek eseri divan’ıdır (Tolasa 1979). Bu eserde toplam 6 kaside, 3 mesnevi, 41 gazelle kıt’a ve rubailer bulunmaktadır. Onun şiirleri sayıca az olmakla beraber, döneminin sanat anlayışı ve şiir tarzı bakımından dikkate değer niteliktedir. Bahayi, özellikle dünya görüşünü ve mizacını şiirine yansıtması bakımından dikkat çeken bir şairdir. O da, Şeyhülislam Yahya gibi Kadı- zadelilere karşı çıkarak "tütünün haram olmadığı”na dair bir fetva vermiş ve tutucu, tahrip edici bir din anlayışına karşı mücadele etmiş bir şahsiyettir. Ancak ne yazık ki dönemin dinî otoritesi sayılan Kadızadelilerin siyasi baskıları sonucu görevden azledilmiş ve sürgüne gönderilerek bir bakıma cezalandırılmıştır       

Şeyhülislam Bahayi’nin şiirlerinde derin anlamlar ve kelime oyunlarından ziyade, söyleyiş güzelliği öne çıkar. Bahayi, az şiir yazmakla/birlikte, şiirlerindeki söyleyiş kudreti ve kendine has üslubuyla dikkat çekmektedir. O, bir şeyhülislam olduğu hâlde, tevhit, münacat, naat gibi dinî muhtevalı şiirler yazmamıştır. Divanında, IV. Murat, Sadrazam Mehmet Paşa ve Silahtar Mustafa Paşa için yazdığı kasideleri ve yine IV. Murat’ı övdüğü iki mesnevisi bulunmaktadır. Altı padişah döneminde yaşamış olan şairin sadece IV. Murat’a kaside yazması ve bir iki devlet adamını övmesi, onun sanatına yansıyan mizacının önemli bir yönünü de göstermektedir. Bahayi, benzer karakter özellikleri ve ortak sanat anlayışına sahip olduğu Şeyhülislam Yahya için bir müzeyyel gazel yazmıştır. Gazellerinde klasik gazel tarzına uygun olarak aşk, sevgi, tabiat, güzellik, vefa, hasret gibi konuları işleyen şair, ifade düzgünlüğü ve söyleyiş güzelliği bakımından Baki takipçilerinin önemli temsilcilerinden biri sayılmaktadır. Şeyhülislamlık mevkiine kadar yükselmiş bir şair olarak, ahenkli, açık ve anlaşılır bir dille gazeller yazan Bahayi, dönemin pek çok şairini de etkilemiştir. Şeyhülislam Bahayi’nin dışa dönük şiir anlayışında, bu dönemdeki dinî yorumların ve zihniyet dünyasındaki mücadelelerin de payı büyüktür. O, kendi dönemindeki şairler tarafından takdir edilmiş ve sanat çevrelerinden rağbet görmüş bir sanatçıdır. "Çağının Nâ’ilî, Neşâtî, Nâbî, Nahifî, Nazîm gibi değerli şairleri ve daha birçoğu, onun hakkında kasideler söylemişler, şairliğini övmüşler ve şiirlerine nazireler yazmışlardır.” (Tolasa 1979: 34). Elbetteki bunda şairliği ile birlikte, tanınmış bir devlet adamı olmasının da etkisi söz konusudur.

Dönemin tezkire yazarlarından Riyazî (1572-1644), aynı zamanda gençliğinde Baki ile aynı şiir meclislerinde bulunmuş (Açıkgöz 1990: 7) bir şairdir. Bir şiirinde, 

"Ey Riyazî pey-revüz Bakî gibi üstâdumuz 

Düşmenün vâdîsi Örfî vü Muhteşem vâdîsidür” 

(Açıkgöz 1990: 18) 

diyerek, Baki’nin yolundan gittiğini ortaya koyar. Onun buna benzer birçok beyti ve Baki’nin şiirlerine yazdığı nazireleri, Baki muakibi olduğu kanaatini doğrulamaktadır. Esasen onun Baki tarzına yönelmesinde Şeyhülislam Yahya’nın da etkisi büyüktür. Nitekim şairin divanında, Şeyhülislam Yahya’ya yazılmış iki kaside yer almaktadır. Bunun aksine, şairin Nef'i ile arasının pek hoş olmadığı da bilinmektedir. Nef’i’nin, Riyazi’nin sağırlığıyla alay ettiği bir kıt’ası bulunmaktadır. Riyazi de bir bakıma buna karşılık vererek, tezkiresinde Nef’i’ye çok az yer vermiştir. Riyazi’nin özellikle tezkiresinde "şairlik mesleği” hakkındaki ifadeleri, dönemin şiir anlayışım yansıtması bakımından önem taşımaktadır. Riyazi, şiir ve şairliği değerlendirirken, manada yaratıcılık, önceki manaya yeni bir mana katarak güzelleştirmek, önce söylenmiş bir manayı, güzel bir ifadeyle yeniden söylemek gibi ölçütlerden bahseder (Açıkgöz 1990: 11-13). Bu da şairin şiirde orijinal anlama ve yeni söyleyişlere verdiği önemi gösterir. İyi bir eğitim gören Riyazi, eserlerinde genellikle beşerî aşkı işlemiştir. Onun gazelleri âşıkane ve rindanedir. Ancak şairin dinî ve hikemî şiirleri de vardır. Onun şiirleri arasında gazel ve rubailerin çoğunluk teşkil etmesi dikkati çeker (Açıkgöz 1990: 37).

Yüzyılın divançe sahibi şairlerinden Vecdî (Ö.1660), çok kuvvetli bir şair olmamakla beraber, gerek kendi döneminde, gerekse sonraki yüzyıllarda tezkirelerde adından övgüyle bahsettirmeyi başarmış bir şairdir. Şairin tek eseri olan Divançe'sinde (Mermer 3003) 1 kaside, 73 gazel, 9 kıt’a, 6 rubai, 18 muamma, 1 müfret bulunmaktadır. Klasik üslubun izinde, taklit seviyesinde kalmış şairlerden olan Vecdî, Sebk-i Hindî etkisinde çok az da olsa, şiirler yazmıştır. Mezaki, Fehim-i Kadim, Cevrî ve Neşati gibi devrin şairleriyle zaman zaman bir araya gelmiş bu şairlerin gazellerine nazireler de yazmıştır.

yüzyıl divan şairi Nedim’den ayırmak için "Kadim” sıfatıyla anılan Nedim-i Kadim (Ö.1670), bir Divançe (Horatai987: 9) oluşturacak kadar şiiri olan şairlerden biridir. Asıl gazelleriyle kendisini tanıtmış bir şairdir. Kasidelerinde, bilhassa fahriyelerinde Nef’i etkisi görülür. Az yazan fakat yazdıklarında titiz davranan bir şairdir. Gazellerinde güçlü bir anlatım vardır. O, Necati, Zati, Baki, Şeyhülislam Yahya’dan 18. asrın meşhur şairi Nedim’e ulaşan çizgide yer alan, konuşma diline yakın tabii, zarif diliyle dikkati çeken bir şairdir (Horata 1987: 37). Az da olsa, dönemin bütün şairleri gibi Sebk-i Hindî etkisiyle beyitler söylemiştir. Şiirlerinde genel olarak aşk ve tabiat konularım işlemiştir. Birkaç gazelinde de "hikemî” anlatım hâkimdir. Şiirlerinde dile getirilen aşk teması maddidir (Horata 1987: 18). Gazellerinde Şeyhülislam Yahya’nın etkisinde kalmış, Nef’i ve Şeyhülislam Bahayi’ye de nazireler yazmıştır.

Bu şairler kadar kendilerini tanıtma fırsatı bulamamakla birlikte dönemin klasik üslubu sürdüren diğer şairleri de şunlardır:

XVII. yüzyılda şehname türünde bir mesnevi yazarak kendisini tanıtan Ganizade Nadiri (1573-1636), aynı zamanda müstakil bir Divan (Külekçi 1989) tertip etmiştir. Eserlerinde Şeyhülislam Yahya, Riyazî gibi dönemin şairlerinin etkisi görülür. Kasidelerinin nesip kısmında ise Nef’i etkisi öne çıkar. Devrin padişahları ve diğer devlet adamları için söylediği 37 kasidesi vardır. Bir önceki yüzyıl şairlerinden Mesihî ve Fuzulî gibi şairlerena şiirler yazan Ganizade Nadiri, şiirlerinde külfetli bir dil kullanmıştır. Şeyhülislam Yahya’nın bir gazeline ve Baki’nin iki gazeline tahmis yazması, her iki şairin kendisi üzerindeki etkisini gösteren önemli bir husustur.

Yüzyılın divan sahibi şairlerinden olan Güfti (Ö.1677), özellikle mesnevileriyle tanınmıştır. Divan'ındaki kasideler, sanat bakımından kuvvetli olmadığı gibi, gazelleri de türünün sıradan örneklerinden öteye gitmez. Fakat lirik gazelleri içinde, sanat gücünü gösteren güzel örneklere rastlamak mümkündür. Klasik şiire özgü nazım şekilleri arasında en başarılı olduğu alan rubaidir. Divan’ında yer alan rubailer, onun bedbin ruh halini yansıtması bakımından önem taşımaktadır. Dönemin rubai üstadı Azmizade Hâletî’den etkilenen şair, 113 rubai yazarak bu türdeki maharetini de sergilemiştir. Güfti Divanı’nda, Mantıki, Kafzade Faizî, Riyazî ve Şeyhülislam Bahayi Efendi gibi şairlerin gazellerine yazılmış nazireler yer almaktadır.

Asrın aynı zamanda hiciv ustalarından biri olan Mantıki Ahmet’in (1003/1594-95-1045/1635-36), bilinen tek eseri Divançe’sidir. Bu eserde çeşitli kişilere yazılmış hicivler ve nükteli şiirler bulunmaktadır. Mantıki, dinî muhtevalı şiir yazmamıştır. Gazellerinde âşıkane bir eda hâkimdir. Çevresindeki dostlarına ve dönemin bazı şairlerine hicivler söylemiştir. XVII. yüzyıl şairlerinden Nef’î’nin de Mantıki hakkında bir hicviyesi vardır. Hicivle uğraşması ve birçok kimseyi hicvetmesi, sonunda hayatına mal olmuştur. Tezkirelerde, Şam kadısı iken Sultan IV. Murat tarafından öldürtüldüğü kaydedilmiştir (Abdulkadiroğlu 1999: 389).

Çocuk denecek yaşta güzel şiirler yazan ve bu sebeple Tıfli mahlasını alan Ahmet Çelebi (0.1071/1660), şairliği ile birlikte, meddahlığı ve padişahın huzurunda şehname okumasıyla, şehnamehanlığıyla da tanınmaktadır. Şairin tek eseri divan’ıdır. Rint-meşrep bir şair olan Tıfli’nin gazellerindeki âşıkane söyleyiş Fuzulî’yi andırır. Gazellerinde rahat ve akıcı bir söyleyiş göze çar-par. Ancak kasidelerinde yer yer Nef’i etkisi hissedilir. Sözgelimi bir kasidesindeki: "Ben öyle bir şairim ki, benim kalemim herkesin anlamayacağı ince manalarla doludur. Benim kalemim zamanın bir hediyesidir.” şeklindeki söyleyişi, Nef’i’nin "sözüm” redifli kasidesindeki ifade tarzını hatırlatmaktadır (Çınar 2000: XLI). Tıfli, bir başka şiirinde de kendisini "mana gelininin yüz açıcısı” (Çınar 2ooo: 187) olarak gösterir. Dönemin şuara tezkireleri tarafından yeni anlamlar söyleyen bir şair olarak tanıtılan Tıfli, kendisini Örfî, Rûdegî ve Firdevsî gibi İran şairleriyle karşılaştırır. Onun Neşati, Cevrî, Nef’i, Nisari, Beyani gibi şairlerle karşılıklı nazireler söylediği ve sohbetlerde bu-lunduğu da bilinmektedir. Evliya Çelebi, "Tıflî’nin IV. Murat’ın huzurunda Şehname okuduğunu” ve uzun boylu olduğu için "Leylek Tıflî lakabıyla anıldığını” (Gökyay 1996: 3ı7) söyler.

Osmanlımnın önemli kültür ve sanat muhitlerinden olan Mevlevi tekkeleri bu asırda da Fasih Ahmet Dede, Cevrî ve Mezaki gibi önemli şairler yetiştirmiştir. Bu şairlerin sanatında, özellikle gazellerinde Mevlevilik düşüncesi önemli bir yer tutar. Bu edebî gelenek, esasen XVI. yüzyıldan intikal eden klasik şiirin bütün özelliklerini taşıyan bir görünüm arz eder. Ancak ayırıcı unsur, bu şiir tarzının muhit olarak Mevlevihane çevresinde oluşmasıdır. Burada çevre tabiri özel-likle kullanılmıştır. Zira bu dönemde, Esrar Dede Tezkiresi’nden de (Genç 2000) öğrendiğimize göre Derviş Meyyal, Mezaki, Vecdî, Derviş Arâmi, Sabuhi, Hayali, Sarı Abdullah Efendi gibi şairler sık sık bir araya gelerek müşterek bir şiir zevkinin oluşmasını sağlamışlardır. Böylece Mevlevihane, bir önceki yüzyılın edebi muhitlerine benzer önemli bir mekân olarak karşımıza çıkmaktadır.

Dönemin önde gelen Mevlevi şairlerinden Cevrî’nin (1595-1654) en önemli eseri Divan’dır. (Ayan 1981) Cevrî Divanı'ndaki kasideler arasında tevhit veya münacat bulunmamaktadır. İki naat ve Mevlana övgüsünde yazılmış bir kasidesi dışındaki methiyelerinin büyük kısmını, devrin padişahları IV. Murat, Sultan İbrahim, Genç Osman ve IV. Mehmet’e sunduğu kasideler oluşturur. Diğer kasideler ise devrin büyüklerine, genellikle de vezirlere yazılan methiyelerdir. Tarih muhtevalı şiirleri, ise dönemin mimari hayatına ışık tutabilecek değerdedir. Tezkire-i Şu'ara-yı Mevleviyye yazarı Esrar Dede, Cevrî’nin şiirlerini, "ârifâne” tabiriyle vasıflamakta ve bu şiirlerin Mevlevi çevrelerinde yaygın olarak okunduğunu bildirmektedir (Genç 2000: 112).

Cevrî, gazellerinde genellikle dinî ve tasavvufi konulara yer vermiştir. Kullandığı kafiye ve redifler, bize bu konular hakkında daha somut bilgi vermektedir: Temenna, dünya, taleb, muhabbet, ma’rifet, aşk, fena, safa, reca, elest, mest, niyaz, raz, fitne vb. Bunun yanısıra, ahenkli, âşıkane edalı gazelleri de büyük yekûn tutmaktadır. 

"Câm âşık vasl-ı cânân olmayınca n’eylesün 

Zevki âdem sînede cân olmayınca n’eylesün” 

(Ayan 1981:256) 

veya 

"Mest ider hüş-yârı 'ışkun dâstânı böyledür 

Aşıkun keyfiyyet-i râz-ı nihânı böyledür” 

(Ayan 1981:208) 

gibi coşkulu beyitleri, tekke çevrelerinde rahatça kabul görecek ifade kudretine sahiptir. Mevlevi edebiyatının önemli eserleri arasında sayılan Aynü'l-Füyuz adlı eseri, Yusuf Sineçak’ın Cezire-i Mesnevi'sinin şerhi niteliğindedir. Yusuf-ı Sineçak’ın, Mevlana’nın Mesnevi'sinden seçtiği 366 beytin her birine beşer beyitlik Türkçe şerh ilave eden Cevrî, böylece manzum bir Mesnevi şerhi de meydana getirmiştir. Kaside nazım şekliyle yazılmış elli bir beyitlik Sumame’sinde, henüz dört yaşında iken padişah musahibi Musahip Ca’fer Paşa ile 23 Kasım 1646 tarihinde nikâhlanan Sultan İbrahim’in kızı Gevher (Gevherhan) Sultan’ın düğünü ve merhum padişahın övgüsü konu edilmektedir. Kasidenin ilk 19 beytinde Girit’in fethi anlatılarak bu başarısından dolayı tebrik edilir. Daha sonra düğün safhaları anlatılır ve padişah methedilir. Eserin "Suriyye” niteliği taşıyan bölümünde Cevrî, damadı överek düğündeki nahıllardan ve düğünün ihtişamından bahsetmektedir (Arslan x999: 91)- İV- Mehmet’in sünnetini anlattığı on üç beyitlik bir tarih manzumesi de bulunmaktadır. Bilindiği gibi, IV. Mehmet 1648 yılında tahta çıkmış ve bir yıl sonra, 1649 yılında sünnet olmuştur. Cevrî, çeşitli eğlencelerin düzenlendiği bu sünnetle ilgili olarak bu tarih şiirini kaleme almış ve padişaha sunmuştur. Terkib-bent biçiminde kaleme aldığı Hall-i Tahkikat'ı, Mevlana’nın Mesnevi'sinden seçilen 40 beyte 5’er beyit ilave edilmek suretiyle oluşturulan bir eserdir.

Mevlevi çevrelerinde bulunan şairlerden biri olan Mezaki’nin (ö. 1676) bilinen tek eseri Divanıdır (Mermer 1991). Onun şiirlerinde "rindane edalı” bir aşk teması hâkimdir (Mermer 1991: 37). Mezaki’nin şiirlerinde tabiat ve beşerî aşk ön plandadır. Kasideleri arasında bir naatının dışında dinî muhtevalı şiir yoktur. Ancak tasavvufi aşkım ve düşüncelerini ifade ettiği şiirleri de bulunmaktadır. Mevlevi olup olmadığı konusu tartışmalı bir olmakla beraber, divanındaki "Mevlevi” redifli üç gazel, onun hiç olmazsa Mevlana muhibbi olduğu ve arkadaşları Cevrî, Neşati ve Vecdi ile bu çevreyle yakın irtibat hâlinde olduğunu göstermektedir. Mezaki’nin kasidelerinde Nef’i etkisi görülür. Özellikle mübalağa sanatının ağırlıkta olduğu kasidelerinde bu etki belirgindir. Şiirlerinde sık sık zikrettiği isimlerden biri olan İran şairlerinden Örfî’den etkilendiği de, yine bu vesileyle anlaşılmaktadır. Ahenkli ve akıcı bir üslubu vardır.

Cevrî ve Mezaki’nin çağdaşı olan bir diğer Mevlevi şair Fasih Ahmet Dede (ö. 1699), Mevlevi şairler arasında önemli bir yere sahiptir. Fasih Ahmed Dede’nin Türkçe (Çıpan 2003) ve Farsça Divanları bulunmaktadır. Hat ve musiki gibi sanatlarda da usta olan şair, başarılı inşa örnekleri de vermiştir.

Fasih, kasidelerinin nesip bölümlerinde başarılı olmuştur. Methiye bölümlerinde de Nef’iyi hatırlatan gür bir söyleyiş vardır (Çıpan 3008:73). Nesip ve girizgâha yer vermeyerek kasideye çoğu zaman fahriye ile başlamasında da Nef’i’nin etkisi sezilir. Fasih Divanı'nda. tevhit ve münacat bulunmamaktadır. Buna karşılık, Hz. Muhammed, Hz. Ali ve Hz. Hüseyin için üç naat kaleme almıştır. Ayrıca divanda naat muhtevalı iki terkib-bent de yer almaktadır. Aralarında Necati, Fuzulî, Cevrî, Şeyhülislam Yahya, Na’ilî gibi şairlerin de bulunduğu otuz beş şairin şiirlerine nazireler yazan Fasih, kendisinden sonra yetişen pek çok şair tarafından da tanzir edilmiştir. Nazirelerinin çoğunda başlıklar yazılmıştır. Gazelleri yüzyılın karakteristik özelliği olarak, genellikle beşer beyitten oluşmaktadır. Ancak divanda müzeyyel ve mutavvel gazel örnekleri de bulunmaktadır. Divanı, öellikle gazel ve rubai sayısı bakımından devrin hacimli divanları arasındadır. Gazellerinde aşk, tabi’at, şarap, sevgili, hasret, vuslat, rakib gibi klasik şiirin ana temalarına rastlanmaktadır. Mevlevi çevrelerinde yetişen bir şairin dinî ve tasavvufi konularda pek az şiir yazması dikkat çekici olmakla birlikte, bu durum, Baki, Şeyhülislam Yahya, Bahayi gibi aynı üslup tarzını benimseyen şairlerin ortak noktalarını da oluşturmaktadır.

Bu yüzyılda Mevlevihanelerde yetişmiş pek çok şair bulunmakla beraber, şahsi bir üslup sahibi olmayı başaranların sayısı oldukça azdır. Bir kısım şairlerin ise eserleri günümüze ulaşamadığı için sadece isimleri bilinmektedir. Sözgelimi, tezkirelerde Peygamber’in mucizelerinden bahseden Ravzatu'n- Nur adlı eseri olduğu söylenen Yusuf Dede (Ö.1669) ve yine Farsça ve Türkçe fanları bulunan Sabuhi Dede bu tür şairlerdendir. Esrar Dede, Tezkire-i Şu’ara-yı Mevleviyje (Genç 25000) adlı eserinde, 311 Mevlevi veya Mevlevi muhibbi şairin biyografisine yer vermiştir ki bunların büyük bir kısmı XVII. Yüzyılda yaşamışlardır. Yukarıdaki şairlerin dışında, Abdurrahman Rami Çelebi (ö. 1640) ve Sükkeri (Ö.1686) de, Baki yolunda yazdıkları gazelleriyle tanınmaktadır. Hacimli bir Divanı (Hamami 3001) olan Abdurrahman Rami, Türkçeyle birlikte Arapça ve Farsça şiirler de yazmıştır. Divanında hiç kasideye yer vermeyen Sükkeri ise, gelenek çizgisinde söylediği gazelleriyle kendisini tanıtabilmiş bir şairdir (Erol 1994).

XVII. yüzyılın şair sultanlarından olan ve Baht i mahlasıyla şiirler yazan I. Ahmet (1590-1617), geleneksel söyleme uygun bir şiir anlayışına sahiptir. Bahti, küçük bir Divançe tertip edecek kadar şiir yazmıştır. Divanında ilahi tarzında münacatları, gazelleri ve murabbaları öne çıkar (Kayaalp 1999)- Şiirlerinde hâkim tema din ve tasavvuf olmakla beraber, özellikle gazellerinde rintlik ve tabiat konuları da işlenmiştir. Şiirlerinde, şeyhi Aziz Mahmut Hüdayi’nin yanı sıra, Şeyhülislam Yahya’nın tesirine de rastlanır. Gazellerinde Hüdayi’nin şiirlerindeki gibi tasavvufi bir coşku vardır. Bu özelliği sebebiyle şairin birçok şiiri bestelenmiştir (Kayaalp 1999= 300). Şeyhülislam Yahya’nın gazeline bir tahmis de yazmış olan Bahti, taklit seviyesinde kalan bir şairdir. XVII. yüzyılın divan sahibi sultanlarından Farisî mahlaslı II. Osman (1604- 162,2), tıpkı I. Ahmet gibi, anlaşılır ve açık bir Türkçe ile aşk, tabiat, şarap konularında yazdığı şiirleriyle tanınmaktadır. Dönemin diğer sultan şairlerinden IV. Murat’ın (1030-1050 / 1611-1640) da genç yaşta Muradi mahlasıyla şiirler yazdığı bilinmektedir. Bağdat seferi sırasında Sadrazam Hafız Paşaya gönderdiği "yok mudur” redifli gazeli ünlüdür. Şiirleri bugün çeşitli mecmualarda dağınık hâlde bulunan Muradi, daha ziyade tarih şiirleri, muammalar ve sosyal muhtevalı şiirler yazmıştır (Ak 3001: 67).

Azmizade Hâletî, esas olarak rubaileri ve hikemî söylemiyle tanınmakla birlikte gazellerinde daha çok Baki’deki rindane söyleyişin etkisi altında kalmıştır. Divanı (Kaya 1996), Türk edebiyatının hacimli divanlarındandır. Buna karşılık, gazellerinde rubailerindeki seviyeyi yakalayamamıştır. Şiirlerinde yeteri derecede ilgi ve iltifat görmediğinden yakman Hâletî, devrin padişahları III. Mehmet ve I. Ahmet’e kasideler yazmıştır.

Veysi (1561-1637), Haşimî (ö. 1630), İsmail Rusuhi Efendi (ö. 1631), Şeyhülislam Ahizade (1573-1634), Nev’izade Atayi (1583-1635) (Mesneviler), Sabuhi (ö.1647), Küfri-i Bahayi (ö. 1660), Kelim Eyyübi (ö. ı663), Rıza (ö. 1673), Abdî (Abdurrahman Paşa, ö. 1673), Kâmi Mustafa (ö. 1693), Vefai (IV. Mehmet, 1643-1693), Enverî (Ö.1694), II. Ahmet (1643-1695), Tecellî (ö.), Şemsettin Ahmet (ö.), II. Mustafa (İkbalî, 1664-1703), Talip (ö. 1706) de buüs-Bedii üslup veya sebk-i Hindî etkisinde şahsi bir üslup arayışında olan şairler

Bilindiği gibi Sebk-i Hindî, bir dönem İran, Hindistan, Afganistan, Azerbaycan, Tacikistan ve Türkiye gibi geniş bir bölgedeki ülkelerin edebiyatları üzerinde etkili olmuş bir akımdır. İran’da Safeviler döneminde dini ve siyasi baskılara dayanamayarak Hindistan’a göç eden birçok şair, Babürlü sarayında büyük ilgi ve destek görmüştür. Bilhassa Ekber Şah döneminde bu destek ve ilgi neticesinde Feyzî, Örfî, Naziri ve Zuhûri gibi büyük şairler, rahat bir ortamda ve büyük teşvik ve destekle eserlerini yazmışlardır.

İran edebiyatında Örfî-i Şirâzi (ö. 1591), Feyzî-i Hindî (ö. 1595), Zülalî-i Hânsâri (ö. 1615), Tâlib-i Amûlî (ö. 1635), Kelîm-i Hemedânî (ö. 1653), Mirzâ Celâl Esir (ö. 1658-59), Sâib-i Tebrizî (ö. 1671) ve Şevket-i Buhârî (ö. 1699) ve Biîdil (ö. 1730) gibi şairler, Sebk-i Hindî’nin önde gelen temsilcilerindendir.

Sebk-i Hindî, Nef’i (ö.1636), Fehim-i Kadim (ö. 1648), Şehrî (ö. 1660-61), İsmetî (ö. 1665), Na’ilî (1666), Nedim-i Kadim (Ö.1670), Neşati (Ö.1674), Nasih (1699), Nabi (ö. 1713) ve Şeyh Galip (1799) gibi Türk edebiyatı şairleri üzerinde de etkili olmuştur. Özellikle ilk dönemde (16. yy.) şairler üzerinde etkili olan bu üslup, şiirde zengin ve ince hayaller ile ıstırap ve elem temalarının gelişmesine yol açmıştır. Mübalağa sanatının çok fazla kullanıldığı şiirlerde, soyut kavramlar, somut kavramlarla birleştirilmiş ve orijinal manalar, süslü ifadelerle yansıtılmıştır Sebk-i Hindî, Türk edebiyatında şairlerin ince ve yeni manalar bulma konusunda çaba sarf etmelerini sağlamış ve edebiyatımıza konu, hayal, dil ve ifade zenginliği getirmiştir. Bu şiir anlayışında anlam ön plandadır. Türk edebiyatı şairleri de bu üslubun etkisiyle, şiirde anlamı önemsemişlerdir. Şiirde orijinal anlamlar bulma anlayışıyla birlikte, hayal ve heyecan unsurlarına da geniş yer verilmiştir. Bu şiir üslubunda zihnin, orijinal mana ve hayaller bulmaya zorlanması neticesinde, mübalağa sanatı ön plana çıkmıştır. Şairler, eşya ve olaylara farklı yönlerden bakmaya çalışırken mübalağa sanatıyla birlikte tezat ve teşhis sanatlarını da kullanmışlardır. Yeni mazmunlar bulmak ve şimdiye kadar söylenmemiş anlamlar keşf etmek, şairlerin başlıca uğraşı alanı olmuştur. Sebk-i Hindî şairleri klasik şiirin hayal ve manalarını farklı bir anlayış ve üslupla yeniden yorumlamışlardır. Dikkatlerini yeni mazmun bulmaya yoğunlaştıran şairler, şiir diline yabancı pek çok maddi ve manevi unsur etrafında hayaller kurmuşlardır. Böylece şiir diline günlük konuşma dilinden birçok kelime ve deyim de girmiş ve şiir dili sadeleşmiştir.

Sebk-i Hindî şiirinde tasavvuf teması yoğun bir biçimde işlenmiştir. Bu şiirde yeni ve orijinal hayal ve anlam unsurlarını ifade edebilmek için yeni bir dil kullanılmıştır. Şiir diline yeni giren kelimelerle süslü bedii bir üslup meydana getirilmiştir.

Sebk-i Hindî, muamma ve bilmece gibi anlaşılması ve çözülmesi zor, yapma cık bir şiir tarzı olması bakımından zaman zaman tenkit edilmiştir. Bu şiir tarzının temsilcilerinin realiteden kopmaları, çevreyi ve sosyal olayları görmezlikten gelmeleri de iyi karşılanmamıştır. Şiirde his, heyecan ve ilham yerine yeni ve anlaşılması güç mazmunlar oluşturma tavrı, şiiri bir bilmeceye dönüştürmüştür. Mazmunların incelmesi, hayal kapılarının iyice zorlanması, fikrin esas alınması, şiirin ana malzemesi olan duyguyu da zayıflatmıştır. Şiirin ifade, kelime dağarcığı ve üslup bakımından yenileşmesi, şairler için farklı ve zevkli bir zihin oyunu imkânı da yaratmıştır. Artık gözlem ve ayrıntıları fark etme çabası ön plana çıkmış ve şairler, tabiatta olup bitenleri, sosyal ve kültürel olayları, duygu ve düşünceleri en ayrıntılı yönleriyle ele almaya başlamışlardır. Adeta hiç kimsenin aklına gelmeyecek derecede "uç” fikirler ve bir nesneyi "en farklı yönüyle” algılama biçimleri, şairlerin vazgeçilmez üslubu hâline gelmiştir. Veciz ifadeler ve nükteler, Sebk-i Hindî şiirinin karakteristik yönünü teşkil etmektedir.

Sebk-i Hindî şairi, kendinden önceki şairlerin kelime ve tabirlerini kullanmakla beraber, onlara farklı ve şahsi manalar yüklemiştir. Bu şekilde ortaya çıkan "ferdilik”, bu şiir tarzının önemli yeniliklerindendir. Çünkü kadim şiirde "ben” değil, "biz” vardır. Nesne ve olaylar, geleneksel kalıplar ve kabuller çerçevesinde ele alınır. Oysa Sebk-i Hindî şairi, (empresyonistler gibi) şahsi "intiba’ya daha çok meyleder. Böylece şiir ferdiyetin şeklini alır. Mitolojik unsurlar, alışılagelmiş hikâyeler, anlatımlar ve kalıplaşmış mecaz ve istiareler bile yeniden yorumlanarak şiirdeki yerlerini alırlar.

Türk edebiyatında özellikle XVII. yüzyıldan itibaren etkili olmaya başlayan Hint üslubu, Nef’i, Nailî ve Nabi’nin şiirlerinde bütün hususiyetiyle değil, ayrı ayrı özellikleriyle karşımıza çıkmaktadır. Sözgelimi, Nabi’de hikemî ve söylenmemiş, yeni manalar şeklinde görülen bu etki, Nef’î’de mübalağa sanatının çok fazla yer almasıyla belirginleşmektedir. Bu yüzyılda Hint tarzı şiir, Nailî, Neşati, Şehrî, Fehim-i Kadim ve İsmetî gibi şairlerde ise anlam derinliği ve orijinal mazmunlarla kendisini göstermektedir.

Sebk-i Hindî’nin ilk olarak görüldüğü şairlerin biri olan N e f’î (d. 980/1572?- ö. 1045/1635?), Türk edebiyatı tarihinde önemli bir yere sahiptir. Kendisine has bir üslup geliştirme başarısını gösteren Nef’i’nin asıl adı Ömer’dir. Erzurum’un Pasinler (Hasankale) ilçesinde doğmuştur. İlk mahlası Dairi (zarara mensup) olan şair, daha sonra Nef’i (faydaya mensup) mahlasım almıştır. Baki tarzım, daha farklı ve orijinal bir yere taşımayı başarmıştır. Onun şiirlerindeki lakayt tavır, söyleyiş rahatlığı ve mizacın şiire aksi, Baki’nin şiirine hâkim olan karakteristik özelliklerdir. İki şair arasındaki bir diğer ortak nokta da "ses”tir. Nef’i de tıpkı Baki gibi anlama uygun kelimeler seçer ve söyleyişte "gök gürültüsüne benzer tonlu sesler” (Akkuş 1993= 23) ve tantanalı ifadeler yakalamaya çalışır. Ancak o, abartılı üslubu, ferdî duyuş ve ifade biçimi, şahsiyetini ve benliğim iyice ön plana çıkarmasıyla, Baki’den ayrılmaktadır. Şiirlerinde konuya uygun sesler, inişli-çıkışlı söyleyişler büyük yer tutar. Şiirde aliterasyon ve asonans gibi musikiyi sağlayan ahenk unsurlarına önem verir. Şiirlerindeki ses unsuru, bazı eserlerinin bestelenmesini de sağlamıştır.

Nef’î, şiirlerinde kendi sanatından bahsetmesi bakımından Arap şairi Mutenebbî’nin üslubunu benimsemiştir. Şair, divanındaki övgülerden de anlaşıldığı gibi, sanatının ilk döneminde Hâfız, Enverî ve Muhteşem-i Kâşânî gibi Sebk-i Iraki şairlerini takip etmiştir. Ancak daha sonra Örfî, Enverî ve Hâkânî gibi Sebk-i Hindî şairlerinin etkisinde kalmıştır. Kendi şiiri "Rum’un Örfî’si” (Akkuş 1998: 318) olarak nitelendirir. En güzel kasidelerinden olan Kaside-i Rahşiyye, Örfî’nin Ebulfeth Geylani’ye sunduğu kasidedeki at tasvirlerini hatırlatır (İpekten 1996: 83). Hem Türkçe ve hem de Farsça Divanlarında Örfî, Enverî, Baki, Şeyhülislam Yahya gibi İran ve Türk şairlerinin şiirlerine yazılmış nazireler, şiirde takip ettiği üslubu ve benimsediği tarzı göstermesi bakımından önemlidir.

Nef’i, Türk edebiyatında çok az yazan, ancak yazdıklarında mükemeliyete ulaşabilen ender şairlerdendir. Türkçe (Akkuş 1993) ve Farsça Divan’ları (Tarlan 1944) ile Siham-ı Kaza (Akkuş 1998) adlı bir hiciv mecmuası bulunmaktadır. Farsça Divanı'nda 8 kaside, 72 beyitlik bir Sakiname, bir kıt’a, 31 gazel ve 171 rubai bulunmaktadır. Farsça rubai yazarken Türkçede bu türde eser vermemesi dikkat çekicidir. Bu konu, Türkçe Divanı ile Farsça Divanı arasındaki farklardan sadece bir tanesidir. Asıl önemli fark ise, Farsça Divan’ın tasavvufi bir içeriğe sahip olmasıdır. Türkçe Divanında bir ve Farsça Divan‘ında da dört kasideyi Mevlana övgüsünde kaleme almıştır. Son yıllarda yapılan araştırmalarda, Farsça Divan’ında yer alan Tuhfetü’l-Uşşâk (Tarlan 1964) adlı 97 beyitlik kasidesinin, aslında müstakil bir eser olduğu anlaşılmıştır. Bu eser, Fuzulî’nin Enisul-Kalp adlı eserine nazire olarak kaleme alınmıştır.

Nef’i, diğer klasik şairlerden farklı olarak "söz” ve "şiir” hakkında felsefi izahlarda bulunur. Sözün kaynağını, derinliğini ve etkisini "ilahî” bir vadide arar. Bu bakımdan da kendi şiirini ve şairlik kudretini "gayb âleminin armağanı”, "mucizevî sözleri rivayet edeni” ve "kudsilerin dilindeki zikir ve tespih” gibi olağanüstülük ifadeleriyle vasıflar. Kendi şiiri için sık sık "sihr” "mu’ciz” ve "dür” (inci) ifadelerini zikreder. Bilhassa edebî sanatları kullanmadaki tasarrufuyla diğer divan şairlerinden ayrılır. Şiirde manayı edebi sanatların arkasına gizlemeden, doğrudan doğruya söyleme yoluna gitmiştir. Gerçek bir mübalağa şairi olan Nef’i’nin şiirlerinde mübalağa ile birlikte, tezat ve tenasüp sanatlarına da rastlanır. Mübalağa ve tezat sanatları, Sebk-i Hindî şairlerinin çok fazla önem verdikleri edebi sanatlardandır. Nef’i, mübalağa sanatını bir estetik malzeme olarak değerlendirmiş ve bu sanatı kasidenin tabiatına uygun olarak çok sık kullanmıştır. Özellikle kasidelerinde mübalağayı ölçüsüz bir biçimde kullanması ve hayal sınırını zorlaması, aynı zamanda Sebk-i Hindî şairlerinin de en önemli vasfıdır. Kasidelerindeki bir diğer özellik de beyitlerin bağımsız değil, bölüm bütünlüğü içerisinde, birbirini tamamlayan birer unsur olmasıdır. Bu yönüyle beyitleri bir paragrafı teşkil eden cümleler gibi, birbirine bağlı bir anlayışta tertip etmiştir. Böylece şiirde anlam bütünlüğü beyitten ziyade bölümlere taşmıştır.

Kendisinden üstün şair tanımayan Nef’î, şiirlerinde "ben” zamirini çok fazla kullanan ve bu yönüyle de diğer divan şairlerinden ayrılan bir özelliğe sahiptir. Divanındaki gazellerin 29'u "ben” zamirinin, dolayısıyla da ferdiyetin ön planda olduğu kafiye ve rediflerden oluşmaktadır. Kasidelerinde fahriye bölümü önemli bir yere sahiptir. Divanının ilk kasidesi olan "sözüm” redifli kasidenin nesip kısmı fahriyedir. Eserin ilk beyitine kendisini övmekle başlar. 45 beyit olan bu naatın 30 beyitlik nesip kısmında fahriye muhtevası hâkimdir. (İpekten 1996: 96). Padişah, vezir veya devlet büyüklerinden birini methetmek amacıyla yazdığı kasidelerinde bile, şairin asıl maksadı kendini övmektir. Kasidelerinde, methettiği kişiyle âdeta karşılıklı konuşur gibi tabii bir ifade sergiler. Hemen her fırsatta kendisini anlatarak, asıl konu ve dikkati kendi üzerinde toplar. Şiirde "ferdî” duyuşun ön plana çıkması, alışılmışın dışında yeni ve orijinal mana arayışlarının bir sonucudur. Böylece şair, herkesin bildiği ve şiirde defalarca kullanılmış manaları değil, geleneğin sıkı disiplininden koparak kendi iç duyuşunu ve içine doğan yeni manaları dile getirebilme imkânını yakalamıştır. Divan şiirinde "ben” merkezli bir şiirin doğması ve gelenekten kopmuş imaj, hayal ve mazmunların yaygınlık kazanması, büyük anlamda bu yolla gerçekleşmiştir.

Nef’i’nin şiirlerinde içerikle birlikte, şekil ve üslup olarak da pek çok yeniliğe rastlanır. Divanında yer alan 62 kaside ile en çok kaside yazan şairler arasında yer alan Nef’i’nin kasidelerinde rahat ve kendinden emin bir anlatım gözlenir. Anlatıma kazandırdığı tabiilik, kaside alanında önemli bir yeniliktir.

Nef’i, sadece kasidelerinde değil gazellerinde de yenilik peşindedir. Az sözle derin anlamlar oluşturmaya çalışan şair, gazelde beyit sayısını da sınırlı tutmuştur. Nef’i Divan’ındayer alan 184 gazelden 83’ü beş beyitten oluşmaktadır. Bu sayı divandaki gazellerin yüzde altmış birine tekabül eder (Akkuş 1998: 34). Gazelleri içerik olarak klasik gazel tarzından bir farklılık göstermez. Ancak, bazı gazellerine fahriye ve methiye konulu birden fazla beyte yer vermekle ve zaman zaman gerçek çevreyi anlatmakla içerikte bir yenilik yapmıştır.

Nef’i Divanı nda. kaside ve gazellerden başka, terkib-bent şeklinde yazılmış beş beyitlik bir Sakiname, 22 beyitlik bir mesnevi, 9 kıt’a-i kebire, şkıt’a, 6 nazım, 5 rubai ve 18 müfret bulunmaktadır. Türkçe diğer önemli eseri Siham-ı Kaza’dır. Şairin diğer şiirlerine göre daha sade bir dille yazdığı hicviyelerini ihtiva eden bu eserde kaside, kıt’a-i kebire, terkip-bent, terci-bent, kıt’a ve rubai nazım şekilleriyle kaleme alınmıştır şiir yer almaktadır. Siham-ı Kaza'da; Ekmekçizade Ahmet Paşa, Veysi, Hekimbaşı, Fırsati, Nev’izade Atayi, Ganizade Nadiri, Derviş Ali, Halil Paşa, Recep Paşa, Baki Paşa, Bahsi Efendi, Azmizade Hâletî, Kafzade Fa’izî, Mehmet Bâlî, Şer’î, Yahdetî ve Şeyhülislam Yahya hakkında yergiler bulunmaktadır. Ağza alınmayacak sövgüler içeren bu tür şiirlerinin bir kısmı zekâsının eseri olan nüktelerden oluşmaktadır. En önemli özelliği de zaten "övgü ve yergi şairi” olmasıdır. Övgü ve yergide ifrat ve tefrit yolunu seçer. Övdüklerini göklere çıkarır, yerdiklerini ise yerin dibine batırır. Nef’i’nin kasidelerinde, padişahların devlet idaresi, savaş vb. işleri dışında ilim ve edebiyatla ilgileri, ata binmek, ok atmak gibi sportif faaliyetleri ile şehzadeleri ikinci derecede övgü konusu edilmiştir. Onun övdüğü padişahlardan I. Ahmet "Bahti”, IV. Murat da "Muradi” mahlasıyla şiirler yazan şair padişahlardır. Çok az sayıda sadrazam ile şeyhülislama da övgüler yazmıştır. Ancak onun en uzun övgüleri fahriyeleridir. Övgülerinde daha çok şairlik yeteneğini ve şiirinin üstünlüğünü anlatır. Kendisini İran şairleriyle mukayese eder ve şiirde kimsenin söylemediği orijinal hayalleri yakalamak gerektiğini söyler. Eserlerinde, diğer önemli tema olan yergi, âdeta yaradılışının bir parçası gibidir. "Nef’i’nin ta’rizleri(taşlama), yergi sınırını aşarak sövgüye kadar uzanır” (Unver 1987: 70). Siham-ı Kaza adlı eserinde, Kırım Hanı’nın hizmetine giren babasını bile hicvetmekten çekinmeyen Nef’i, aynı şiirinde, "Baba değil bu başıma bir kara belâdır” demeye kadar gider (Akkuş 1998: 96).

Esasen Nef’i’nin hicve temayülü, önemli ölçüde yaradılışından kaynaklanan bir husustur. Nitekim şair, 

"Kahpe hicvine tenezzül mi ederdüm ammâ 

Bir kazâ ile bu da tabuma çesbân düştü” 

(Akkuş 1998: m) 

diyerek "hicvin, kader gereği yaradılışına uygun düştüğu’nü söylemektedir. Sadrazam Gürcü Mehmet Paşayı çok ağır ifadelerle aşağılayan bir hicvinden dolayı sadrazamın, şeyhülislamdan fetva alarak Nef’î’yi öldürtmeye niyetlendiği, ancak şeyhülislamın buna razı olmadığı ve fetva vermediği söylenmektedir. Bundan sonra yazdığı "a köpek” redifli hicviye ise sadrazamı daha da kızdırmış ve bu kez Nef’i ağır eleştirilere maruz kalmıştır.

Genel bir kabul olarak 1635 yılında, yazdığı bir hicivden dolayı katledildiği bilinmektedir. Siham-ı Kaza adlı eserinin nüshalarında yer almayan, ancak bazı mecmua ve yazma divan nüshalarında bulunan bir şiirinden alman şu bentler, şairin katline sebep olan şiir olarak gösterilmektedir:

Sâhib-hilâfet Oldu dev âfet Kuzgun kıyâfet Anlar da bunda

Nef’i vefâdır Şi’riyle nâdir  puşt-ı kâfir Onlar da bunda 

(Akkuş 1998: 100)

Nef’i’nin bu şiirde "hilâfet sahibi” ile padişahı îmâ ettiği ileri sürülerek, İsmail Beliğ’in ifadesiyle, 

"binkırk senesinde tîğ-i gazab-ı pâdişâhile katlolunduğu” 

(Abdulkadiroğlu 1985: 6?8) söylenmektedir.

Metin Akkuş, Nef’i’nin "yasaklandığı hâlde yergiye devam etmesi sebebiyle öldürülmesi” görüşüne katılmadığını; onun, "döneminin siyasi hareketleri nedeniyle kendi aleyhine dönen bir siyasi hareket içinde olmak gibi, başka ağır suçlar işleyerek böyle bir cezaya çarptırılmış olabileceğini” belirtir (1998:101). Kaynaklarda, kesin olmamakla beraber şairin 8 Şaban 1044 (27 Ocak 1635) günü boğdurulduğu belirtilmektedir.

Türk edebiyatında büyük tesir bırakmış şairlerden olan Nef’i, bilhassa kaside alanında Sabri, Fehim, Na’ilî gibi şairleri etkilemiş ve dönemin kaside türünün gelişmesinde önemli rol oynamıştır. Yüzyılın önemli kaside şairlerinden Sabri (ö. 1645?), özellikle kaside alanında Nefi’den sonraki en kuvvetli şair kabul edilmiştir. Kasidelerinde görülen mübalağalar, zaman zaman Nef’iyi de geride bırakacak niteliktedir. Ancak şiirlerinde Nef'i’deki anlam derinliği ve ses kuvvetine rastlanmaz; Sebk-i Hindî’nin etkisi de ondaki kadar belirgin değildir. Nef’i’nin şiirlerinde takdir ettiği ender şairlerden biri olan Sabri, bilhassa kaside nesiplerinde başarılı bir anlatım sergilemiş, gazellerinde ise Şeyhülislam Yahya’nın takipçisi olmuştur.

Nef’i’yi takip eden şairlerdeki en önemli husus, yenilik arayışları ile orijinal olma titizliğidir. Şiirlerinde dil ve üslup olarak Nef’i tesiri görülen Fehim-i Kadim (Ö.1647), İran şairlerinden bilhassa Örfîyi (1546-1591) beğendiğini söylemektedir. Bir gazelinde kendisinin Örfî, Tâlib veya üstâd-ı kâmil olduğunu ifade ettikten sonra kendi şiiri için "selis” (akıcı) ve "aşina” sıfatlarını kullanan Fehim’in, şiir ve şair için kullandığı "mucize sözlü sihirbaz”, "temiz hayal sahibi”, "söz sahasında zoru başaran” vb. ifadeler doğrudan Nef’i’yi çağrıştırmaktadır (Üzgör 1991: 14).

Fehim’in şiirlerinde de gerek şekil gerekse muhteva bakımından birçok yenilik göze çarpmaktadır. Şairin dili, Sebk-i Hindî özellikleri taşımaktadır. Sadelik, mahallilik ile terkipli ve kolay anlaşılmayan bir dili aynı anda tercih eden şairin bu tutumunda da Sebk-i Hindî etkisi vardır. Bir yandan sade bir dille şiirler yazan Fehim, diğer yandan "dâğ-ı sûz-ı dil-i sevâb”, "gark-ı mevc-i hûy- ıhicâb”, "zahm-ı sitem-i hançer-i âzâr”, "mest-i mey-i nahvet-i nâz”, "sûz-ı cihân-ı ejder-i âh” gibi bu üslubun etkisini çok belirgin bir şekilde yansıtan terkiplere rağbet etmiştir.

Daha önce de belirtildiği gibi Fehim, Örfî’nin üslubundan çok fazla etkilenmiştir. Kendisini Örfî ile mukayese eder ve (tıpkı Nef’i gibi) Anadolu’nun Örfî’si olarak tanımlar. Fehim Divanında., şairin istinsah ederek tamamladığı Örfî-i Şirâzî Divanı için bir Farsça tarih de bulunmaktadır. "Örfî-i Şirâzî Divanının yazılışı münasebetiyle” başlığını taşıyan bu Farsça bir tarihte, Fehim’in Örfî hakkındaki ifadeleri dikkat çekicidir:

"Ey Fehim! Örfi Divanının hâzinesinde sabah akşam kalemin siyah yılanını ne kadar sık gezdirirsin. Kalem, Babilli sihirbaza benzeyen büyücü gibi, onun sihirli kâğıdı üzerinde gezindikçe, yolda binlerce tükenmez hazine buldu. Ey Tanrım! Onu dehrin azizi kıl. Tarih böylece tamamlandı: Kalem, Örfî’nin hâzinelerini Hz. Yusuf gibi kuyudan çıkardı.” (Üzgör 1991: 718, 719) Fehim Divanı’ndaki ilk iki kaside naattır. Bunun dışındaki kasidelerde, bir iki örnek dışında methiyelerin gayet kısa tutulması dikkate değer bir yeniliktir. Ayrıca kasidelerde başlıklar ve telif sebepleri de yazılmamıştır. Bunun aksine Nef’i’de olduğu gibi, fahriye bölümleri daha uzun tutulmuştur. Şair, fahriyelerinde şairlik kabiliyetini ve söz ustalığım, tıpkı Nef'î’de olduğu gibi, uzunuzun över

Özellikle gazel alanında başarılı eserler veren şairin gazelleri, genellikle beş ile yedi beyit arasındadır. Gazellerinde yaşadığı hayatın izlerine de rastlanan Fehim’in şiirleri, XVII. yüzyıl Türk edebiyatının genel özelliği olan anlam üzerine kuruludur. Şiirlerinde ıstırap, hikmet, tasavvuf gibi klasik şiirin ana temaları işlenir. Fehim, gazellerinde rahat ve kendinden emin bir dil kullanmıştır. Onun gazellerinde klasik şiirin mecaz unsurları ve sembol dünyasıyla birlikte şahsiyetinin izlerini de bulmak mümkündür. Sebk-i Hindî’nin önemli temsilcilerinden biri olan Fehim, gerek çağdaşları ve gerekse daha sonraki yıllarda bu üslubu devam ettiren Na’ilî-i Kadim (Ö.1666), Şeyh Galip (Ö.1799) gibi şairler üzerinde etkili olmuştur.

Türk edebiyatında kendine özgü bir üslup geliştiren Na’ilî-i Kadim ( ö. 1077/1666), Sebk-i Hindî’nin en kuvvetli şairlerindendir. Na’ilî’nin tek eseri Divan’ıdır (İpekten 1986). Divanda, başta IV. Murat’a ve sadrazam Fazıl Ahmet Paşa olmak üzere devlet adamlarına sunulmuş 26 kaside vardır. Şairin asıl ustalığı ise gazel alanındadır. Na’ilî’de de dönemin bir özelliği olarak, gazelde beyit sayısının az tutulması ilkesine uymuştur. 390 gazelinin 245’i beş beyitlidir. Gazellerinde anlam ön plandadır. Şiirlerinde Sebk-i Hindî etkisiyle zaman zaman anlaşılması güç mazmunlara yer verir. Mersiye, müseddes, terci-bent, terkib-bent, tahmis, şarkı gibi tür ve şekillerde de şiirler yazmıştır. Şiirlerinde dinî ve tasavvufi muhteva ön plandadır. İlahi nazım şekliyle de şiirler yazmış, daha çok tasavvufi aşk konusunu işlemiştir. Bunda şairin Halvetiye tarikatine yakın olmasının da etkisi vardır. Na’ilî Divan’ında, "Halvetilerüz” redifli bir gazel bulunduğu gibi, şairin Halvetî şeyhi Saçlı İbrahim Efendiye (ö. 1660) yazdığı bir tarih şiiri de bu çevreye yakınlığını gösteren başka bir delil sayılabilir (İpekten 1991: 19). Yine de onun bir mutasavvıf şair olmadığını ve şiirlerindeki tasavvufi kavramların klasik şiirin genel mecaz sistemi çerçevesinde kaldığını belirtmek gerekir.

Na’ilî, Nakibüleşraf Kutsizade Efendi, Şeyhülislam Yahya ve Nef’i için gazellerinin mahlas beyitinden sonra birkaç beyit eklemek suretiyle müzeyyel gazeller yazmıştır. Ayrıca Türk edebiyatında ilk şarkı yazan şair olarak 11 şarkı yazması, bir yönüyle mahallilik ve yerli kaynaklara yönelişinin eseridir. Şarkılarında sade bir Türkçe hâkimdir. Burada, 91 beyitlik Suriyye kasidesi üzerinde biraz durmak gerekecektir. 1640-1648 yılları arasında Osmanlı tahtına geçen Sultan İbrahim’in kızı olan Beyhan Sultan ile veziriazam Hezarpare Ahmet Paşa’nın 1647 yapılan düğünleri üzerine yazılan bu kaside, şiirin sosyal hayattaki gerçekliği konu etmesini de gösterir. Kasidenin nesip kısmında düğünle ilgili bilgiler verilir ve ziyafetler, sazendeler, hanendeler, rakkaslar, nahıllar ve bunların özelliklerinden bahsedilir. Nesip bölümündeki bu bilgilerden sonra, padişaha, damat Ahmet Paşaya ve Beyhan Sultan’a övgüler yer almaktadır (İpekten 1990: 65; Arslan 1999: 93).

Na’ilî’nin şiirlerinde, XVII. yüzyılda yaygınlaşan Hint üslubunun genel hususiyetlerinin hemen hepsine rastlanmaktadır. Bu yönüyle, şiirde anlam derinliği, geniş hayaller, mübalağalı söyleyişler ve alışılmadık, yabancı kelimelere yer verme alışkanlığı, şiirinin temel hususiyetlerindendir. Dış dünyaya açılan XVII. yüzyıl şiirinin aksine iç dünyasına kapanmıştır. Sebk-i Hindî’nin bir özelliği olarak anlam derinliğine önem vermiş, muhayyileyi ön plana çıkarmış-tır. Na’ilî, hayallerini soyut kavramlar ile somut kavramların birleştirilmesi üzerine kurulmuştur. Böylece orijinal, renkli ve ince hayaller oluşturma başarısını göstermiştir. Ancak soyut unsurlara dayalı birçok hayal ve bunun sonucunda oluşturulan mazmunu, Hint üslubunda sık sık rastlandığı gibi, anlaşılmaz ve girift bir nitelik taşımaktadır. Hiç söylenmemiş, bâkir mana arayışı, çoğu kez anlamsız ifadelerin ve muğlâk hayallerin doğmasına sebep olmuştur.

Na’ilî’nin kasidelerinde "ben” zamirini çok fazla kullanması ve nesip bölümlerine yer vermeksizin konuya hemen girmesi, yukarıda sözü edilen Nef’i tarzı kasideciliğin tipik özelliklerindendir. Na’ili’nin kasidelerindeki nesiplerin çoğu fahriyedir. Birçok şiirinde birinci tekil şahıs eki veya doğrudan "ben” zamirini kullanması, hatta zaman zaman konu aralarında kendisinden de bahsetmesi, dönemin birçok şairinde görülen bir üslup özelliğidir. Yüzyılın başında Nef’i’nin kasidecilik anlayışında karşımıza çıkan bu hususiyet, Na’ilî ve Nabi gibi şairlerde de görülmektedir. Bu anlayış, aynı zamanda Sebk-i Hindî şairlerinin şiirde ferdî duygu ve düşüncelerini ön plana çıkarmalarının önemli bir göstergesidir. Şiir artık her şairin his ve zekâsına göre şekillenen ve geleneksel bağlardan koparak "şahsileşen” bir alana çekilmiştir. Na’ili, şiirde söz güzelliğinden ziyade, Sebk-Hindî’de olduğu gibi anlam derinliğine önem verir. Şair, özellikle kasidelerinde sık sık mananın önemini vurgulamıştır. Na’ilî, Hint üslubunun birçok özelliğini şiirinde yansıtmış ve Türk edebiyatında bu üslubun en önemli temsilcisi olarak kabul edilmiştir. Bilindiği gibi Hint üslubunda şiirin konusunda bir genişleme olmuştur.

"Nâ’ilî’de de konu dış ortam yerine insanın iç dünyasıdır. Bunun sonucu olarak da söz güzelliğinden çok anlam derinliğine önem verilmiş; acıları, sevinçleri, umut ve umutsuzlukları, ihtirasları ile insan ruhu derinliğine deşilip anlatılmıştır. Na’ilî fazla sözden, söz sanatlarından kaçınmış, şiirini kısa, dolgun, eskilerin deyimiyle veciz ve münakkah söylemiştir. Şiirde muhayyile ön plana çıkmıştır; Nâ’ilî’nin geniş bir hayal gücü vardır. Hayaller soyut kavramlar üzerine kurul-muş, bunlar somut kavramlarla birleştirilmiş ve zengin, renkli ve ince hayaller yaratmıştır. Buna karşılık soyut kavramların okuyucunun zihninde canlandırılması ve sonuç olarak şairin hayallerinin incelik ve derinliğinin anlaşılması güç olmuştur.” (İpekten 1990:17)

Sebk-i Hindî’nin bir diğer önemli özelliği olan mübalağa sanatının Na’ilî’nin şiirlerindeki kullanımı da dikkat çekicidir. O da tıpkı Nef’i gibi, şiirlerinde guluv derecesinde mübalağalara yer vermiştir. Na’ilî’de Sebk-i Hindî şairlerinin çok önem verdikleri bir diğer edebi sanat olan tezat sanatının kullanımı da ön plandadır. "Kâfir-i deyr” ile "elest” ve "zekât-ı mey” gibi birbirine zıt unsurları aynı ifade içerisinde ustalıkla kullanmaktadır

Şairin somut unsurlarla soyut unsurları birleştirmedeki ustalığı, orijinal manalar ve yeni ifadelerle şiir diline yeni ve geniş imkânlar sağlamıştır. Na’ilî’nin "leb-i şüh-ı nigâh-ı çeşm” (gözün bakışının şuh dudağı) ifadesi, bu tür yeni manalardandır. Bu terkibe ve ihtiva ettiği anlama, Na’ilî’ye kadarki divan şairlerinde pek rastlanmaz. Na’ilî Divanında. (İpekten 1990) bu tür terkipler çok fazladır: Helâk-i reşk-i nigâh, kemend-i câzibe-i âfitâbdâr, şecer- i âh-ı alev-berk-ı ciğer-rişe, tasvir-i dil-firîb-i fireng-i nigâh, dest-i cellâd-nigâh, zahm-ı çeşm-i cünbiş-i dâmân-ı müjgân vd. Bu özellik, şairin sahip olduğu geniş ve zengin hayal gücüyle ilgilidir. Na’ilî, soyut ve somut kavram-ları birleştirmekle, zengin, renkli ve ince hayaller kurma yoluna gitmiştir. Ancak bu hayallerin zaman zaman ferdî duyuşlar seviyesinde kalması, okuyucunun şairin zihnindeki hayali ve tasavvuru anlamasını zorlaştırmıştır.

Na’ilî’nin somut ve soyut unsurlarla oluşturduğu terkipler, zincirleme sıfat tamlaması niteliği taşımakta ve şairin bol terkipli bir dil kullanmasına sebep olmaktadır. Şiir dilinde Arapça, Farsça terkipler ve anlaşılması güç ifadelere temayül, Sebk-i Hindî etkisinin bir sonucudur.

Na’ilî, -dönemi diğer şairlerinde genel bir hususiyet olarak görülen- sade ve mahallî özellikler taşıyan şiirler de yazmıştır. Mahallilik, yeni kaynak arayışına giren ve söylenmemiş manalar peşinde koşturan Sebk-i Hindî şairleri için önemli bir keşiftir. Özellikle XVII. yüzyıl şairlerinin yerli konulara yönelmesinde ve reel çevreyi şiire konu almasında orijinal konular bulma endişesinin de payı bulunmaktadır.

XVII. yüzyılda Nailî’nin etkilediği şairlerden biri olan Neşati’nin (Ö.1674) de bazı şiirlerinde Sebk-i Hindî tesirini izlemek mümkündür. Mevlevi çevresinde yetişen şairin mürettep Divanı (Kaplan 1996) bulunmaktadır.

Neşati, Sebk-i Hindî’nin revaçta olduğu XVII. yüzyılda, zaman zaman orijinal benzetme ve mecazlara başvurarak bu üslubu benimsediğini göstermiştir. Şiiri, akıcı ve hoşa giden bir ahenk taşımaktadır. Özellikle gazellerindeki engin hayal gücü, mübalağalı ifadeler, orijinal teşbihler ve yeni manalar, şairin Hint üslubuna ilgi duyduğunu ortaya koymaktadır. Ancak Neşati Divanı’ndaki pek az beyitten hareketle, şairin bu üsluba mensup olduğunu iddia etmek mümkün görün-memektedir. "O, kasidede Nef’i’den, gazelde ise Sebk-i Hindî akımından ve şiirlerim bu yolda yazan Türk şairlerinden etkilenmiştir.” (Ünver 1986:19).

Neşati’nin çok iyi Farsça bilmesi ve İran edebiyatına hâkim olması da yüzyılın İran şairlerini ve büyük ilgi gören Hint tarzını yakından tanımasını sağlamıştır. Şiirlerinde İran şairlerinden Örfî, Enverî, Selmân ve Kelîm’i övmek tedir. Şairin Farsça kaleme aldığı Tuhfetul-Uşşak ve Farsça kuralları anlattığı Kava’id-i Deriyye adlı eseri, bu dildeki edebî başarısını göstermektedir. Şerh-i Müşkilat-ı Öıfî Örfî-i Şirâzi’nin (ö. 1591) anlaşılması zor beyitlerini açıkladığı bir eser olmakla birlikte, şairin şiir anlayışıyla ilgili ipuçları da veren bir nitelik taşımaktadır. Bir kasidesinde: "Örfî-i mu’cize-perdâz-ı zamânem ki eder / Şi’rüme reşk ü hased nâdire-sencân-ı Fehim” (Ben bu zamanın mucizeler söyleyen Örfî’siyim-, şiirlerimi en zeki, anlayışlı şairler bile kıskanmaktadır.) diyerek, Örfîyi üstat kabul eden şair, XVII. yüzyılın tipik bir özelliği olan "kendini İran şairlerinden üstün görme” tavrını da sergilemekten geri kalmaz: "Benim ki bîm-i zuhurumla Örfî-i Şirâz / Diyâr-ı Hind’e gidip oldu rû be-râh-ı adem” (Şirazlı Örfî, benim ortaya çıkacağımdan korkup Hint diyarına giderek yokluğa karıştı).

Onun şiirlerinde Nef’i etkisi açık bir şekilde görülür. Beş kasidesinde Nef’i’nin ismini anmıştır. Birçok beyitinde Nef’i’yi üstat kabul ettiğini ifade ederek şiir anlayışının Nef’i ile paralelliğini ortaya koyar. Neşati Divanımda, yer alan on kasidede, "Nef’i’nin kasideleriyle vezin, kafiye ya da redif birliği” (Ün- ver 1986: ?3) bulunmaktadır. Kasidelerindeki övgü kalıpları da Nef’i’nin üslubuyla aynı niteliktedir. Gazellerinde genel olarak Sebk-i Hindî etkisi hâkim olmakla beraber, daha rahat ve öznel söyleyişlere de rastlanır. Dili Farsça kelime ve terkiplerin yoğun olduğu bir görünüm arz eder (Kaplan 1996: 5, 43, 7?).

Şairin özellikle Farsça kelimelere yoğun bir biçimde ilgi göstermesinde, mensup olduğu Mevleviliğin literatürü ile birlikte, eğitimi ve bu dildeki zen- ginbirikimi de etkili olmuştur. Aşıkane (Ünver 1986: 40) olarak tanımlanabilecek şiir tarzında tasavvufi unsurlar da önemli bir yer tutmaktadır.

Neşati, çağdaşı olan Nef’i, Na’ilî-i Kadim, Cevrî, Fehim-i Kadim gibi şairlerin gazellerine nazireler yazmıştır (Ergun 1933: XVIII). Şiirlerine de gerek kendi döneminde gerekse daha sonraki yüzyıllarda yazılmış pek çok nazire bulunmaktadır. Bilhassa Mevlevi çevrelerinde yetişen Gavsi Dede, Sakıp Dede, Fasih De- de’nin nazireleri ile Neşati’nin yetiştirdiği şairlerden olan Nazim’in (ö. 1726) nazireleri meşhurdur. Ancak bunun dışında Tarzi, Şeyh Galip, Nedim, Süley-man Arif (ö. 1769) gibi şairlerin de Neşati’nin gazellerine yazdığı nazireler bilinmektedir. Şairin vefatına, dönemin şairleri tarafından 18 manzum tarih yazılması, Neşati’nin edebiyat tarihimizdeki yerim ve değerim de göstermektedir.

Şiirlerindeki dil ve üslup özellikleriyle Sebk-i Hindî’nin şiir anlayışının etkilerini yansıtan Şehrî (ö. 1661), kaside ve gazellerinde üçlü terkiplerle süslü, külfetli bir dil kullanmıştır. Şiirlerinde Nef’i ve Veysi’ye meydan okuyacak kadar kendine güvenmektedir. Şiirlerinde îran şairlerinden Örfî, Feyzî-i Hindî, Kemâl, Tâlib, Selîm ve Senâyî’yi zikreden Şehrî, bu şairlerden de üstün olduğunu iddia eder (Demirel 1999: 11-ı3).

Gazellerinde ince hayal ve duygulara, ayrılık, ıstırap, gam gibi temalara yer veren Şehrî, esas olarak bir gazel.şairidir. Şiirlerinde âşıkane söyleyişler hâkimdir. Divanında altı naat bulunan şairin gazelleri, kasidelerine göre daha sadedir. Ancak Sebk-i Hindî etkisinde oluşturduğu terkipler, bulduğu yeni bağdaştırmalar ve garip hayaller, onu dönemin diğer şairleri arasında farklı bir yere taşır. "Aftâb-ı zülf-i dil-âşinâ” (gönül aşinası olan saçın güneşi) "âgüş-ı müjgân” (kirpiklerin kucağı), "âsâyiş-i neşter” (neşterin verdiği huzur, rahatlık), "dâmân-ısirişk” (gözyaşınıneteği), "tîğ-iebr-icerâhat-feşân” (cerahat, irin saçan bulutun kılıcı), "zevk-i tîğ-i kahr” (kahır kılıcının zevki) vb. gibi pek çok ifade, Hint tarzı şiirin ana özelliklerini de yansıtmaktadır. Zıt unsurlarla kurulan terkipler, soyut ve somut unsurlarla oluşturulan bağdaştırmalar, klasik şiir geleneğinde rastlanmayan yeni hayaller, Şehrî’yi dönemin Sebk-i Hindî anlayışını en iyi temsil eden şairler arasına dahil eder.

XVII. yüzyılın önemli şairlerinden biri olan İsmetî (ı6ı3?-ı665), aynı zamanda dönemin âlimlerindendir. Asıl adı Ali olan şair, Birgivi Mehmet Efendi’nin torunudur. Şairin bir divançesi bulunmaktadır. Yumuşak huylu ve sanatçı bir yaradılışa sahip olan İsmetî’nin altmış sekiz beyitlik naatı dışındaki şiirleri, kısa kıtalar ve gazellerden ibarettir. Îsmetî Divançesi inde (İpekten 1974^ toplam 701 beyit bulunmaktadır. Şiirlerinde hayal inceliği ve derinliğinin yanı sıra, Sebk-i Hindî şairlerinin önem verdiği ıstırap teması da yer alır. Bu yönüyle, zaman zaman Na’ilî’nin üslubunu hatırlatan şairin dili, Sebk-i Hindî’nin özelliklerini yansıtır. Onun şiirlerinde, "dıraht-ı şükûfe-dâr-ı se- fîd”, "düşmen-i hurşîd-i cihân-tâb-ı kadîm”, "feıyâd-ı sîne-kâvi-i murg-ı kafes” vb. gibi, dönemin Sebk-i Hindî şairlerinde görülen uzun tamlamalar ve muğlak ifadelere rastlanır. "Dîde-i râz” (sır gözü), "şîve-i dil-ârâ” (gönül süsleyen naz, edâ), "âteş-i emvâc-ı hasret” (hasret dalgalarının ateşi) gibi, somut ve soyut kavramlarla oluşturduğu terkipler, orijinal hayal ve manalar, onu Sebk-i Hindî şairleri arasında kabul etmemizi gerektirmektedir.

Güfti’nin biraz abartılı da olsa, şairi "şâirler zümresinin sultânı” (Yılmaz ?ooi: 17?) olarak vasıflandırması, İsmetî’nin kendi döneminde, usta şairler arasında kabul edildiğini göstermektedir. İsmetî’nin şiirlerinde derin bir tasavvuf düşüncesine rastlanmaz. Bu da şairin Hint tarzından farklı bir yönünü göstermektedir. O, dönemin Hint tarzı şiir anlayışını benimsediği gibi, bilhassa bu yüzyılda klasik üsluptan da önemli derecede etkilenmiştir. Gazelleri arasında bu hususa örnek teşkil edecek pek çok şiir vardır. Şiirlerine, Şeyhülislam Yahya, Bahayi, Na’ilî, Neşati gibi devrin ileri gelen şairleri tarafından nazireler yazılmıştır.

Hikemî üslubun temsilcileri

Bilgelik ve hakimlik, varlık ve eşyamn asıl amacı, özdeyiş ve atasözü gibi anlamlara gelen hikmet, eşya ve olayları anlamlandırma, varlık ve olayların gizli anlamlarını çözme üzerine kurulmuş bir ifade tarzıdır. Hikemî üslup, bir edebî anlayış olarak 'düşünceye dayalı hikmetli söz söyleme’ olarak tanımlanabilir. XVII. yüzyılın ikinci yansında eserler veren Nabi’ ile en önemli temsilcisini yetiştiren bu üslup, asıl etkisini sonraki yüzyılda göstermiştir.

Nef’i, Nev’izade Atayi, Sabit gibi XVII. yüzyılın diğer şairlerinin de eserlerinde sosyal muhtevayı öne çıkarmaları, yaşanan sosyal olayların bu üslubun gelişmesinde rol oynadığını düşündürmektedir. Mevlana ile Yunus’tan intikal eden tasavvuf geleneği ile Fuzulî ile birlikte anılan lirizm, edebiyat dünyamıza ne kadar zenginlik kazandırdı ise, Nabi’ye atfedilen hikemiyat da şiirin his ve hayal dünyasını o derece etkilemiştir. Nabi muakkipleri olarak bilinen Talip, Rami, Sabit, Nazim, Sami, Raşit, Seyyit Vehbi, Koca Ragıp Paşa ve Sünbül- zade Vehbi’nin bu yeni üslubu geliştirerek devam ettirmesi, edebiyat dünyası için önemli bir ifade vadisi açmıştır. "Nabi Tarzı” olarak da bilinen "hakimane şiir söyleme” anlayışı, İran edebiyatında Şevket-i Buhârî ve Sâib-i Tebrizî tarafından temsil edilmiştir. Geleneksel İran şiirinde mistik veya hissi etkilerin, bilhassa XVII. yüzyılın başlarından itibaren, düşünce ve felsefeye, "hayatta olup bitenleri anlamlandırmaya” yönelik, yeni bir tarza dönüştüğü bilinmektedir. Nabi de İranlı çağdaşı Sâ’ib’in şiirde kullandığı bu didaktik, hakimane tarzı benimsemiş ve şiirinde kullanmıştır. Böylece Nabi, bir yandan emniyete, rahata ve huzura susamış bir toplumun insanı olarak, diğer yandan da şiirde düşünceye yer veren İranlı çağdaşı Sâ’ib’in tarzını benimseyerek Türk şiirini yeni bir vadiye, fikir ve hikmet vadisine götürmüştür.

Bu dönemde hikmetli şiir söyleme tarzının en büyük temsilcisi olan Nabi (1642-1712), Urfa’da doğmuş ve genç yaşta İstanbul’a, saltanat merkezine gelmiştir. İstanbul’a geldikten sonra kendisini kabul ettirmesi ve Musahip Mustafa Paşaya intisabı, Osmanlı döneminde şairlerin bu yolda yaşadıkları sürecin tipik bir örneğidir. Altısı manzum toplam on eser kaleme almıştır . Şairin Türkçe Divanında. (Bilkan 1997) yer alan kasideler, uzunluklarıyla dikkat çekerler. Şairin yüz beyti aşan beş kasidesi bulunmaktadır. Bunlardan biri ı63 beyitliktir. Fakat Nabi asıl gazel şairi olarak bilinir. O, Türk edebiyatında yazdığı 888 gazeliyle en çok gazel yazan şairler arasındadır. Gazelleri içerik olarak öğretici mahiyettedir. Ancak zaman zaman lirizm taşıyan ahenkli gazeller de yazmıştır.

Hikemî tarzın oluşmasında elbette ki devrin sosyo-kültürel yapısının büyük etkisi vardır. Mengi’ye göre, Nabi’nin "ekol sahibi” oluşu, düşünmeye ve düşündürmeye ağırlık veren sanat anlayışıyla yakından ilgilidir. Nabi, "çağının sükûn ve huzurdan yoksun insanına, doğru yolu göstermeyi, öğüt vermeyi amaç edinmiş” (1987: ı3ı) ve şiirlerinde bunu gerçekleştirmiştir.

Nabi’nin, Sâib-i Tebrizî gibi olan bitenin arkasındaki hikmeti araştırması, varlık ve eşyanın yaradılış gayesini vermeye çalışması, hikemî tarzın dinî ve tasavvufi yönünü de ortaya koymaktadır. Divan şairi, genellikle eşyanın kendisinde bıraktığı etki ile eşyayı yeniden yorumlamaya girişmektedir. Objeyi olduğu gibi değil, kendi zihninde uyandırdığı akisle görme temayülündedir.

Etrafındaki sosyal ve kültürel değişime bağlı olarak değişen gündemi ve maddi kültür unsurlarını şiirlerinde yansıtacağına göre, her dönemin benzetme- lik (müşebbehünbih) dünyasını da farklı unsurlar oluşturacaktır. Dolayısıyla şairlerin "görme biçimleri" aynı zamanda şahsi ve orijinal üsluplarını da ortaya koyan bir önem taşımaktadır. Nabi’nin gazellerinde, yüzyılın sosyal, kültürel ve ekonomik özellikleri gerek kelime gerekse üşünce ve yorum biçiminde yoğun olarak yer almaktadır. Şairin "alışkanlığı kırmak” olarak adlandırılabilecek üslup farklılığının bir özelliği olarak, yeni ve çoğu şiir diline uygun olmayan kelimeler kullanması, gazel diline getirdiği yenilik bakımından dikkat çekmektedir.

Nabi, eserlerinde kâinatı ve varlığı sorgulayan, eşya ve hadiselere alışılmışın dışında, farklı bir gözle bakmayı bilen ve görüneni değil, onun arkasındaki asıl sebebi anlamaya çalışan mütefekkir bir şairdir. Şiirlerinde eşya ve varlığı sürekli olarak "anlamlandırma” çabası içerisindedir. Bu çaba, genellikle birbirine zıt gibi görünen unsurlar etrafında yoğunlaşır. Söz gelimi Tevhit Kaside- si’nde geçen, "O (Allah), öyle bir sanatçıdır ki bir dut yaprağı ve kötü kokulu bir kurttan padişahların övünç elbisesi olan nice atlas ve ipek elbiseyi meydana getirir.” (Bilkan 1997: 2) alanımdaki beyitte, tezat sanatı ustalıkla kullanılmıştır. Şair, eserlerinde eşya ve olaylar üzerinde düşündürmeye ağırlık vermiş ve dönemin sosyal ve kültürel durumuyla ilgili olarak önemli gözlemlerini dile getirmiştir. Dış dünyaya ve olan biteni anlamlandırmaya önem veren Nabi’nin şiirlerinde yeni manalara çok yer ayırdığını görüyoruz. Şiirlerinde "mana” ile ilgili pek çok beyit bulunmaktadır. Ona göre, şiirde "ince manalar” kullanılmalıdır, şiirdeki manalar, işitilmemiş, söylenmemiş, taze olmalıdır. Nabi Di- raru’nda ve Hayri-name'de şiirle ilgili olarak geçen "dûşîze-i ma’nâ”, "hoş- âyende edâ”, "tâze-gûluk”, "nev-kumaş” gibi tabirler, şairin bu yöndeki görüşlerini yansıtmaktadır.

Nabi, Sâib-i Tebrizî, Molla Câmî, Şevket-i Buhârî gibi İran şairlerinden de etkilenmiştir. Bilindiği gibi, Sebk-i Hindî mensupları Örfî, Feyzî ve Şevket, Anadolu sahasında gelişen Türk edebiyatı üzerinde geniş bir etki meydana getirmiştir. Bu etkinin izlerini bilhassa Nabi’nin Farsça Divançe’sinde görmek mümkündür. Bu eserinde, Mevlana, Hâfız, Molla Câmî, I. Sultan Selim, Fey- zî-i Hindî, Şifai, Örfî, Sâib, Kelîm, Nazîrî, Şevket, Meylî, Garîbî ve Tâlib gibi pek çoğu İranlı olan ünlü şairlerin şiirlerine tahmis yazmıştır.

Nabi’nin üzerinde en çok konuşulan bir diğer özelliği de şairin "dil” hak- kmdaki düşünceleridir. Bazı eserlerde "sade dil” taraftarı olduğu belirtilir. Oysa genel olarak bakıldığında, eserlerinin birbirinden farklı dil özellikleri taşıdığı görülür. Gerçi (divan şiirinin genel bir vasfı olarak) gazellerinin kasidelerinden daha sade olduğu söylenebilir. Ancak, fazla kullanılmayan, sözlük sayfaları arasında kalmış kelimelerin, şiir ve nesir dilini güçleştirdiğini söyleyen Nabi, bu görüşünü kendi yazdıklarında pek uygulamamıştır. Bu husus, Sebk-i Hindî şairlerinin önemli bir özelliğini de ortaya koymaktadır. Gerçek ten de Türk edebiyatında Sebk-i Hindî tesirinde kalan şairler, dönemlerine göre oldukça sade bir Türkçe ile birlikte, anlaşılması güç, zincirleme terkip-lerle dolu süslü ve ağdalı bir dil de kullanmışlardır.

Nabi’nin gözlemleri, klasik şiir geleneğinde örneklerine az rastlanan oldukça "reel” gözlemler niteliği taşımaktadır. Gazellerinde diğer divan şairlerinden biraz farklı bir üslupta, çarşı, pazar, terazi, alışveriş, satıcı, müşteri gibi ticari kavramlar etrafında çeşitli söz oyunları yapar ve dönemin ekonomi bilgisini kullanır. "Dükkân, çarşı, pazar, ücret, müşteri” gibi ticaretle ilgili kelimeleri benzetme, mecaz ve istiare unsuru olarak kullanması, şüphesiz XVII. yüzyılda yoğunlaşan ticari hayatın da bir göstergesidir. Bu tavrında, yeni konular bulma telaşında olan Sebk-i Hindî’nin etkisi de büyüktür. Sebk-i Hindî şairleri, şiirde yeni duygu, düşünce ve yeni hayallere, ancak yeni konularla ulaşılacağı düşüncesiyle hareket etmişlerdir.

Nabi’nin gazelde konu olarak, sosyal çevreyi, ekonomik yapıyı ve insan ilişkilerini işlemesi, türün muhteva bakımından genişlemesini sağlamıştır. Nabi, kendi dönemine kadar pek az kullanılan ve esasen şiir diline fazla uygun olmayan ticaretle ilgili kelime ve kavramları devrin zihniyetini yansıtacak biçimde yorumlar (Bilkan 1997: 599, 657). Şiir dilinin farklılaşması ve mahallî unsurların, yerli konuların şiirde işlenmesi, özellikle dönemin son şairlerinden Sâbit’in şiirlerinde ön plana çıkmaktadır. Sabit, Nabi kadar olmasa da hikemî söyleyişi sürdüren şa-irlerdendir. Ancak onun şiirlerindeki basit söz oyunları, zevksiz ifade ve zoraki benzetmeler, şiir dilini zaman zaman bayağılaştırmıştır (—» Mahallî Üslup).

Nabi, şiirlerinde genellikle eşyanın kendisinde bıraktığı etki ile olay ve durumları yeniden yorumlamaya girişmektedir. Objeyi olduğu gibi değil, kendi zihninde uyandırdığı akisle görme temayülündedir. Bu akiste, dönemin siyasi, sosyal ve kültürel manzarasının etkisi büyük rol oynamaktadır. O hâlde şairin objeyi yorumunda, dönemin felsefesi ve hayat anlayışıyla bir parelellik aramak yanlış olmaz. Verilen örneklerdeki "yorumlama” tarzı, "çözülme dönemi”nin karamsar ve olan bitenin aslını araştırma karakterine uygun düşmektedir.

Hem "hikemî tarz”m önde gelen temsilcisi ve hem de "Sebk-i Hindî”nin XVII. yüzyıldaki önemli şairlerinden olan Nabi’nin şiir anlayışı, dönemin edebî karakterini de özetlemektedir. Gazel türünün muhtevasını genişletmiştir. Nabi’nin gazeli, klasik tanımın dışında, dönemin kültürel, ekonomik ve sosyal yönünü yansıtan bir ifade vasıtası niteliği taşımaktadır. Denilebilir ki, gazellerinin konusunu sosyal hayattan seçerek bu anlamda bir yenilik yapmıştır. Sosyal hayatı sadece yansıtmakla kalmayan ve aynı zamanda yorumlayan şair, gazellerinde kendisinden öncekilerden farklı olarak, tarihî ve sosyolojik değerlendirmeler yapmıştır. Bu bakımdan Nabi’nin gazelleri tarihî ve sosyal arka planı olan birer belge şiir konumundadır.

Bilhassa gazellerinde daha önce divan şiirinde hiç yer almamış veya çok az kullanılmış kelimelere yer vermiştir. Bilindiği gibi, şiire girmemiş ve şiir dilinde yabancı kelimelere yer verme tavrı, Sebk-i Hindî şairlerinin karak teristik özelliklerindendir. Şiirde kullandığı bu tür kelimelerin birçoğu, şür diline uygun olmayan ve klasik şiirde kullanılması hoş görülmeyen kelimelerdir: Berber, dükkân, fincan, kirm, semer, piliç, helvacı dükkânı, piyaz, at canbazlığı, peştemal, şeker bulaşığı, kapluca havzı, leğen, ibrik, kara gömlek, sabun, lağım vb.

İran şiirinde mistik veya hissî etkilerin, bilhassa XVII. yüzyılın başlarından itibaren, düşünce ve felsefeye, hayatta olup bitenleri "anlamlandırmaya” yönelik, yeni bir şiir tarzına zemin hazırladığı bilinmektedir. Nabi de İranlı çağdaşı Sâib’in şiirde kullandığı bu didaktik, hakimane tarzı benimsemiş ve bilhassa gazellerinde "hikemî üslup” denilen öğretici / ders verici yeni bir üslup kullanmıştır. Eşya ve olaylara "ibretle bakma’yı ve onların arkasındaki "yaradılış sırları”nı ortaya çıkarmayı esas alan bu üslup, daha sonraki yıllarda da etkili olmuş ve bazı şairler tarafından devam ettirilmiştir.

Her dönemin maddi kültür unsurlarında farklılıklar olacağı muhakkaktır. Şair, etrafındaki sosyal ve kültürel değişime bağlı olarak değişen gündemi ve maddi kültür unsurlarını şiirlerinde yansıtacağına göre, her dönemin ben- zetmelikler dünyası da birbirinden farklı unsurlardan oluşacaktır. Dolayısıyla şairlerin "görme biçimleri”, aynı zamanda onların şahsi ve orijinal üs-luplarını da ortaya koymaktadır. Nabi, sosyal ve kültürel değişmeleri, divan şiirine sokarak bilhassa gazellerinde hikmetli söyleyişlere yer vermiş ve aynı zamanda eşya, durum ve olaylar kendine özgü görme biçimiyle de gazel tarzına yeni bir üslup getirmiştir.

Yüzyılın önemli şairlerinden Az mizade Mustafa Haletî (d. 977/1570 - ö. 1041/1631), Osmanlı sadrazamlarından Pir Mehmet Azmi Efendi’nin oğludur. Müderrislik ve kadılık, kazaskerlik gibi görevlerde bulunmuştur. Divanı'ndaki (Kaya 1996) şiirlerde onun âlim kişiliği ve bilgisi hemen göze çarpar. Çeşitli tefsirlere yazdığı şerhler, şairin birikimim gösteren önemli eserlerdir. Hâle- tî’nin gazelleri, klasik dönemin etkilerim taşır. Onun kaside ve gazelleri, çağdaşı olan şairlerin gazellerine göre zayıftır. Birçok edebiyat tarihçisinin de belirttiği gibi Hâletî, rubai nazım şeklini, gerek nitelik gerekse nicelik olarak çok önemli bir yere taşımıştır. Devrin tezkirelerinde, "üstâd-ı rubai”, "Hayyâm-ı Rûm” gibi sıfatlarla anılan Hâletî’nin, tefekküre açık ve hayatı yorumlamaya dair bir şiir türü olan rubaiye düşkünlüğü, ilim adamı olmasıyla da ilişkilidir. Nev’izade Atayi Efendi, Hadayıku'l-Hakayık adlı eserinde, Hâletî’nin "kendi asrında en çok kitap okuyan kişi olduğunu ve vefatı sırasında kütüphanesinde bizzat okuyup bazı mütalaalarını kenarlarına yazdığı üç dört bin cilt kitap bıraktığını yazar.” (Sevgi 1996: 76, Nev’izade 1989: 741). Hâletî’nin rubaideki başarısı "Hâletî evc-i rubaide uçar Anka gibi” (Gölpmarlı 1973: 70) diyenXVI- II. yüzyıl şairlerinden Nedim tarafından da övülmüştür. XVII. yüzyıldaki sosyal ve kültürel değişimler, cemiyette ve kurumlarda baş gösteren yozlaşma, olay ve durumların sebepleri hakkında düşünme ve hikmetli yorumlar yapma yolunu açmıştır. Rubai türünün bu dönemde gelişmesinde, dönemin düşünceye daya- h şiir anlayışının etkisi bulunmaktadır. Bu anlamda, Azmizade Hâletî’nin rubaileri, dönemin hikmetli şiir anlayışında önemli bir yere sahiptir.

Hâletî, nitelik ve nicelik olarak rubai türünde elde ettiği başarıdan dolayı rubai üstadı olarak kabul edilir. Türk edebiyatında Kara Fazli’den sonra en çok rubai yazan şair ünvamna da sahiptir. Rubailerinde türün genel hususiyetleri hâkim olmakla beraber, şairin kendi dönemiyle ilgili şikâyetleri de yer almaktadır. Rubaileri, bazı divan nüshalarında yer almakla beraber, müstakil olarak Rubaiyyât Divanı (Yerdelen 1991) şeklinde de tanzim edilmiştir.

Nabi’ye yakın şairlerden olan ve Nabi ile dostluğu bilinen Rami Mehmet Paşa (1654,-1707), dönemin Nabi takipçilerindendir. Türk tarihinde önemli bir dönüm noktası olan Karlofça Antlaşması’ınn (1699) mimarı olan Rami’ nin yetişmesinde Nabi’nin rolü büyüktür. Nitekim Nabi, Münşeat'ında yer alan bir mektubunda, Ramiye "oğlum” diye hitap eder (Bilkan 1998: 1). Na-bi’nin Münşeat’ında, Ramiye yazılmış otuz civarında mektubun yer alması, her iki şair arasındaki dostluğun da derecesini göstermektedir (Münşeat, İÜ. Ktp. T. 1693). Dönemin tezkirecileri tarafından, "şiir ilminde olduğu kadar, hüsnühat ve hesap ilminde de mahir” olarak tanıtılır.

RamiDimnpesi’nde (Bilkan 1998) Nabi’nin şiirlerine yazılmış on nazire bulunmaktadır. Bir şiirinde, "Hidîv-i mülk-i ma’nâ hazret-i Nâbî Efendi kim / Mehâbet saldı nazmunesrile Rûm u Irak üzre” (Bilkan 1998: 79) diyerek Na- bi’yi öven şair, Nabi’nin hikemî üslubunu yansıtan şiirleriyle, dönemin önde gelen şairleri arasındaki yerini almıştır. Rami Divançesi’nde, 63 gazelle az sayıda kıt’a, tarih, takriz, lügaz, rubai, matla ve müfret bulunmaktadır. Nabi tarzında söyleyişleri bulunan şairin aşk, ıstırap, mey, meyhane, sevgili gibi konuları işlediği pek çok şiiri, şahsi üslubunu hissettirir niteliktedir. Rami Paşa da -tıpkı Nabi gibi- devrinin yozlaşan değerlerini ve sosyal, siyasi çevresini şiirlerinde anlatmıştır. Onun az şiir yazması, Türk edebiyatında yeterince ta-nınmamasına sebep olmuştur. Şiirin fikir ve hikmet vadisine doğru yol alması, zihinde oluşturulan hayalin sözle en mükemmel bir biçimde ifade edilmesinden ibaret klasik şiir anlayışının, yeni bir görev yüklenmesi sonucunu doğurmuştur. Artık şair, reel çevreyi gözlemleyen ve olan biten karşısında sebepleri soruşturmaya yönelen bilge bir kimlik de kazanmıştır.

Nabi söyleminin sadece kendi döneminde değil, XVIII. yüzyılda da geniş bir etki yarattığını belirtmek gerekir. Daha önce de belirtildiği gibi, XVII. yüzyıldan itibaren devlet otoritesinin zayıflaması, askerî ve siyasi alanlarda peşpeşe gelen başarısızlıklar, toplumda büyük bir kargaşaya yol açmıştır. Bu durum şairleri, görünen sebeplerden başka, manevi sebepleri ve etkenleri aramaya itmiştir. Sosyal ve kültürel değişimin oluşturduğu bedbinlik ve topluma hâkim olan karamsarlık, Nabi’nin hikmet arayışı üzerine kurduğu "sorgulayıcı tavrı” bir yeni şiir tarzı hâline getirmiştir. Bu dönemde şair, toplumsal sorumluluk sahibi ve sosyal, siyasi hayattaki gidişata müdahale etme rolünü üstlenen bir şahsiyet olarak karşımıza çıkmaktadır.

Mahallî üslup

XVII. yüzyılın hikemî üslup mensubu şairlerinden biri olan Bosnalı Alaet- tin Sabit (ö. 1713), sadece Nabi tarzını daha farklı bir anlayışla temsil eden bir şair değil, aynı zamanda, XVIII. yüzyıl şiirinin şekillenmesini belirleyen bir şiir anlayışını temsil etmesi yönüyle de dikkat çekmektedir. Sabit’in en önemli eseri Dıran’ıdır (Karacan 1991a). Sabit’in, Dere-name, Berber-name, Ethem ü Hüma, Zafer-name, Amrü'l-Leys ve Hadis-i Erbain Terceme ve Tefsiri gibi eserleri de bilinmektedir (—» Mesneviler).

Sabit, özellikle Divanı ve mesnevileriyle, klasik şiire farklı bir içerik kazandırmıştır. Onun beşerî aşkı işlediği şiirlerinde müstehzi bir eda, hatta zaman zaman müstehcen duygular hâkimdir. Sabit’in şiirleri, genellikle "hikemî üslup” tarzında olup öğretici bir amaç taşımaktadır. O, bu yönüyle "Nâbî mektebini devam ettirmek isteyenlerin başında gelirse de, yeni mazmunlar ve mahallî hayatı aksettirmekle bir ayrıcalık gösterir. Fikirlerini Nâbî kadar kuvvetli ve selis bir biçimde aksettirememiş, zayıf ve muğlak kalmıştır” (Karacan 199i: 10).

Onun şiirlerinde atasözü ve deyimleri başarıyla kullanması ve halk tabirleri ile mahallî ifadelere yer vermesi, Türk şiirinde önemli bir yeniliktir. XVI. yüzyıl şairlerinden Necati’yi hatırlatan bu anlayış, bu yüzyılda şiir dilinin giderek konuşma diline yaklaşmasını sağlaması bakımından önem taşımaktadır. Sabit, orijinal bir üsluba, yerli malzeme kullanarak nükteli ve tabii bir dille ulaşmaya çalışmıştır. Onun şiirinde tezatlar, cinaslar ve anlaşılması pek de zor olmayan basit ifade ve kelime oyunları büyük yer tutar. Fakat şairin zaman zaman Arapça ve Farsça kelimelerden oluşan terkiplere meylederek gereksiz süse ve anlamı muğlak ifadelere yer vermesi, Sabit’in anlatım zaaflarından sayılabilir.

Şiirde yeni imajlara yer verme ve bir önceki şiir tarzından farklı bir ifadeye ulaşma çabalan, XVII. yüzyılın sonlarında birçok şairin ana gayesi hâline gelmiştir. Şiire, o güne kadar hiç girmemiş kelime ve ifadeleri taşıyarak, farklı bir üslup örneği sergileyen Nabi’den sonra, Sabit de bu tür arayışlara girerek, farklılığını ispata çalışmıştır. Şiir diline, günlük hayata ait kelime ve deyimleri taşıması, yeni bir dil oluşturma isteğinin de tezahürüdür. Yeni ve orijinal benzetme ve hayal arayışı, şiir dilinin genişlemesi ve zenginleşmesini de sağlamıştır. Sabit’in, o zamana kadar kimsenin söylemediği hayallere yönelmesi, bazen Sebk-i Hindî şairlerinde de görüldüğü gibi, gülünç anlamların ve klasik şiirin estetiğine uymayan düşüncelerin ortaya çıkmasına da yol açmıştır. Söz gelimi şairin; "Bir iki ben koya meşşâta tarf-ı bînîye / O mâh-rû güzelin hüs- ni bir iken yüz olur” beytinde, "gelini süsleyen kişinin, sevgilinin burnuna iki ben koyması hâlinde, (eski rakamlarla) burnun bir sayısı ve iki benin de birer sıfır olacağı, böylece güzelliğin eskiden (bir rakamı sayılan burundan dolayı) bir iken, (iki sıfır eklenmesiyle) yüz olacağı” hayali ifade edilmektedir. Bu tür hayallere sık sık başvuran şair, "niyaz” ve "piyaz” kelimeleriyle kafiye oluştur. makla, edebî zevki zorlayan bir tavır sergiler. Nitekim şairin bu tür ifadeleri, Ferit Kam gibi pek çok münekkit tarafından eleştirilmişir (Karacan 1991: 15).

Sabit, kasidelerinde Nef’i’nin etkisinde kalmıştır. Özellikle methiyelerinde Nefi’nin gür sesini ve mübalağalı ifadelerini hissettiren şairin, fahriyeleri Nef’i tarzını temsil etmektedir. Nef’i ve Baki’nin kasidelerine nazireler de yazan şairin, şekil ve içerik bakımından zayıf kaldığını belirtmek gerekir. Sabit’in şiiri duygu ve hayalden ziyade fikir ağırlıklıdır. Kasidelerinde Arapça ve Farsça terkiplere ağırlık veren şair, gazellerinde daha sade bir dil kullanmıştır. Sabit’in gazel üslubunda Nabi etkisi ön plandadır. Şiirlerinde özellikle atasözü, deyim ve halk tabirlerini ustaca kullanmıştır. Nitekim Nabi de bir şiirinde; "Nâbî olamaz Sâbit Efendi gibi herkes/ Darbü’l-mesel-i nükteverân darb-ı meselde” diyerek şairin atasözü söylemedeki başarısını ifade eder (Bilkan 1997: II/699). Sabit’in gazellerinde Nabi’nin hikemî üslubu kendini hemen gösterir. Sabit Divanı'nda Nabi’nin gazellerine yazılmış çok sayıda nazire bulunmaktadır. Bir beytinde, "Kumâş-ı nev-zuhûr-ı ma’rifetden şimdilik Sâbit / Bulınmazsa Haleb tamgası İstanbul’da rağbet yok” (Karacan 1991:453) diyerek, (o sırada henüz Halep’te yaşayan) Nabi’yi bir üstat olarak takdir eden Sabit, şiirin kapılarını dış dünyaya açan bir şairdir. Şiirlerinde, Nabi’de görüldüğü gibi sosyal sorunlara çözüm arama ve hadiselerin sebeplerini sorgulama tavrına rastlanmaz. Onun sosyal çevreyi ifade biçimi, düşündürücü olmaktan ziyade, alaycı bir niteliktedir. Tezat ve cinas sanatlarını genellikle şaka ve tuhaflıkları dile getirme amacıyla kullanmıştır. Kasidelerinde ciddi bir anlatım sergileyen şair, gazellerinde basit söz oyunlarına ve tuhaflıklara yer vererek farklı bir tavır sergilemiştir. "Sâbit, ruhta ve şekilde yenilik getirmiş, devrinden öncekilerin ve çağdaşlarının lirik ve coşkun idealizmini kırmış, manzumelerini, realist bir zemin üzerine kurmuştur.” (Karacan 1991: 141). Onun gazellerinde ortaya çıkan yerleşik geleneklere baş kaldıran üslubu ve sosyal hayatı şiire taşıma hevesi, XVIII. yüzyılın Lale Devri şiirini hazırlayıcı mahiyettedir. Bilhassa yazdığı iki Ramazaniyye’de, devrin sosyal hayatını ve ramazan ayının dinî, folklorik yönünü şiirinde başarıyla yansıtarak önemli bir söyleyiş örneği sergiler. Sabit’in ramazaniyelerine daha sonraki dönemlerde pek çok nazire yazılmış olması, bu şiirlerdeki üslubun farklılığını ve orijinalliğini de göstermektedir. Özellikle sonraki dönemlerde yetişen Kâmi, Nedim, Sami, Seyyit Vehbi, Enderunlu Vâsıf, Sünbülzade Vehbi, Enderunlu Fazıl gibi şairlerin yazdığı ramazaniyelerde Sabit’in etkisi açıktır.

Şiirlerinde mahallî hayata ait unsurlarla farklı bir söyleyiş yakalamaya çalışan Sabit, çoğu zaman zevksiz ve kuru ifadelerden kurtulamamış ve hikemî konuları dile getirirken, basit kelime oyunlarındn ibaret ruhsuz anlamlara yer vermiştir. Onun, "Turran Boğaz yakasına düşmüş karasıdır / Sînen Gümüş didükleri şehrün kazâsıdur” veya "Şemîm-i sünbülüni sıdk ile niyâz iderüz / Soğan mıdur başımuz kim anı piyâz iderüz” (Karacan 1991: 393, 436) gibi beyitleri, bu tür basit kelime oyunlarını yansıtan örneklerdendir (Karacan 199i: 393). Sabit’in şiir diline soktuğu "tuzlu balgam, safra, gübre, kuduz, soğan, tavşan kanı, ökçe, leğençe, şeftali, emrut, tıraş, kabak, kırağı, kerpeten, kalpazanlık, laklaka vb...” gibi klasik şiire uygun olmayan pek çok kelime, Nabi üslubunun özelliklerini yansıtmaktadır. Bilhassa çok az kullanılan deyim ve atasözlerine rağbet göstermesi ve şiirlerinde müstehcen kelime ve ifadelere yer vermesi, Sabit’in en önemli dil ve anlatım özelliklerindendir.

Şiirlerinde şekil ve vezin konusunda pek titiz davranmayan Sabit’in pekçok vezin ve kafiye hatası yaptığı da görülmektedir. Bazı kasidelerinde kafiye bulmakta zorlanarak birkaç kez aynı kafiyeleri tekrarlayan şair, Arapça, Farsça ve Türkçe her cins kelimeyle kafiye oluşturarak bu alana bir yenilik ve genişlik kazandırmıştır. Klasik kafiye anlayışına aykırı bu durum, aynı zamanda Na-bi’nin, şiirlerinde sergilediği bir tutumun, Türkçe kelimelerle kafiye oluşturma anlayışının da yaygınlaşmasını sağlamıştır. Sabit, bir sonraki yüzyıl şairlerinden Hatem (ö. 1754) ve Beliğ (ö. 1758) gibi sanatçıları dil, üslup ve muhteva bakımından etkilemiştir.

Klasik şiirin kıyısında tasavvuf rüzgârı

Klasik kültürün Osmanlı coğrafyasında geniş bir alana yayılmasının en açık göstergesi, halk şiiri ile divan şiirinin dil, içerik ve biçim bakımından yakınlaşması hadisesidir. Özellikle tasavvuf çevrelerinde yetişen şairlerin, önceki dönemlerde pek görülmeyen bir şiir dili, klasik şiir estetiğe dayanan söz sanatları ve biçim özellikleriyle şiirler yazması, bu dönemin üzerinde durulması gereken önemli husularmdandır. Burada klasik şiir anlayışını devam ettiren iki farklı gruptan bahsetmek mümkündür. Bunlardan biri kültür merkezi kabul edilen ve şairlerin, sanatçıların yoğunlaştığı mekânların dışında yaşayan ve klasik şiir anlayışını devam ettiren şairlerdir. Diğer grupta da mutasavvıf şairler yer almaktadır. Bu dönemde eser veren mutasavvıf şairlerin farkı, biçim ve muhteva olarak klasik şiir anlayışına uygun şiirler yazmalarıdır.

Şuara tezkirelerine göre, "İstanbul’dan sonra en fazla şair yetiştiren edebî çevreler Bursa, Edirne, Konya, Diyarbakır, Kastamonu gibi kültür merkezlerleri- dir.” (İsen 1997: 70). XVII. yüzyılda, bu muhitlerden saltanat merkezi İstanbul’a gelen Nabi ve Nef’i gibi şairlerin mevcut birikimleri, yetiştikleri ortamların zengin bir şiir geleneğine sahip olduğunu da göstermektedir. Birçok ünlü şairin yetiştiği bu çevrelerde, isimleri tezkirelerde geçmeyen ve çoğu mahallî karakterler gösteren bu sanatçıların bazı eserleri, mecmua veya —çok az sayıda— divan vasıta-sıyla günümüze kadar gelebilmiştir. Bu eserlerin pek çoğu, dil, vezin ve anlatım bakımından klasik şiirimizin karakteristik özelliklerim taşımaktadır.

XVII. yüzyılda Erzurum’da Şani (ö. 1641), Âbî (ö. 1666); Urfa’da Reşit (XVII.yy.), Fâik (0.1715); Edirne’de Cahidî (0.1659), İbrahim Gülşenî (ö. 1689), Celveti (ö. 1705) gibi şairler, klasik kültürle beslenen ve aruz veznini ustaca kullanan şairlerdendir. Bu şairlerden bir kısmı İstanbul’a gelerek eserlerini burada verdiği hâlde, birçoğu kendi muhitinde yaşamayı yeğlemiştir. Esasen bu dönemde şairlerin sadece İstanbul’da değil, taşrada da iyi bir eğitim alabildiklerini, tezkire sahibi Ramiz’in, Antepli şair Behçetî hakkında "Urfa’da iyi bir eğitim gördüğü”nü söylemesinden de anlıyoruz (Erdem 1994: 47). Nitekim Nabi’nin de Urfa’da belli bir kültür aldıktan sonra İstanbul’a gelmiş olması, eserlerindeki derin kültürel birikimden de anlaşılacağı gibi, kuvvetle muhtemeldir.

XVII. yüzyılda klasik kültürün İstanbul dışına da taşması Edime, Bursa, Erzurum, Konya, Diyarbakır gibi birçok kültür merkezinde klasik edebiyatın şekil ve içerik özelliklerine uygun tarzda şiir yazan mahallî şairlerin yetişmesini sağlamıştır. XVII. yüzyılda, klasik edebiyatın dil ve anlatım özelliklerini başarıyla uygulayan farklı bir şair grubu da bulunmaktadır. Pek çoğu halk şairi olan bu sanatçılar, aruz ve heceyi bir arada kullanarak her iki alanda da başarılarını göstermiş - lerdir. Klasik edebiyatın mazmunlarını kullanan ve divan tertip eden bu şairler, aynı zamanda klasik şiirin halk şiiri üzerindeki tesirini de yansıtmakta idiler. Esasen bu dönemde, klasik şairlerin, sayıları az da olsa hece vezniyle şiir yazmaları ve bazı halk şiiri nazım şekillerine ilgi göstermeleri, "aynı toplum içinde cereyan eden kültür ve sanat faaliyetlerinin birbirinden etkilenmesi” (Kurnaz 1997: 2i3) olarak değerlendirilmelidir. Bu konuda Âşık Ömer ve Gevheri gibi şairlerin klasik şiirin dil, üslup ve sanat anlayışından etkilenmeleri dikkat çekicidir. Âşık edebiyatı şairlerinden bir kısmında görülen bu yönelişlerde, klasik kültürün halka mal olmasımn da etkisi büyüktür. Âşık Ömer (ö. 1707?), daha ziyade aruz vezniyle şiirler yazmıştır. Onun tertip ettiği divanda, gazel, murabba, muhammes, kalenderi, şatranç, müstezat ve muammalar yer almaktadır. Âşık Ömer, hece vezniyle yazdığı semai ve koşmalarda sade bir dil kullandığı hâlde, aruzla yazdığı şiirlerde Arapça ve Farsça kelime ve terkiplere yer vermiş-, bu şiirlerde, klasik edebiyatın mecaz ve mazmun sistemini başarıyla kullanmıştır.

Bir diğer şair olan Gevherî (ö. 1715’ten sonra), klasik şiirin etkisiyle hecenin yanı sıra, aruz veznini de kullanmış ve devrin modasına uyarak klasik şiire ait nazım şekilleriyle şiirler yazmıştır. Gevherî’nin heceyle yazdığı eserlerinde halk zevkine uygun bir dil ve söyleyiş hâkimdir. Ancak aruzla yazdığı eserlerinde klasik edebiyat unsurları ve özellikle Fuzulî üslubu ön plandadır.

XVII. yüzyılda farklı bir karaktere sahip ve kendi mecramda gelişmesini sürdüren tasavvufi popüler şiirin en önemli kaynağı tekkeler ve tasavvuf muhitlridir. Burada heceyle birlikte aruz vezniyle de şiirler yazan, klasik nazım şekillerini kullanan şairler, tasavvuf düşüncesini şiir vasıtasıyla daha geniş kesimlere yayma anlayışıyla şiirler yazmışlardır. Yüzyılın mutasavvıf şairleri arasında Bezcizade Muhyi (ö. 1020/1611), Lamekâni Hüseyin (ö. ıo32~33/ı622), Aziz Mahmut Hüdayi (ö. 1032/1622), Abdülehat Nuri (ö. 1060/1650), Sinan Ümmi (ö. 1068/1657?), Sun’ullah Gaybi (ö. 1074/1663?), Niyazi Mısri (d. 1028/1618- ö. 1106/1694), İsmail Hakkı Bursevi (ö. 1063/1653-?) ve Üsküdarlı Fenayi (0.1075/1664) gibi önemli şahsiyetler bulunmaktadır.

Mutasavvıf şairlerden Sinan Ümmi, devrin Halveti şeyhlerinden olup Niyazi Mısri’nin de mürşididir. Elmalı’da uzun yıllar etrafındakilere tasavvuf öğretilerini anlatan Sinan Ümmi, 200 civarında şiir yazmıştır. Bunlardan i45’i aruz vezniyledir. Vahdet-i vücut düşüncesini işlediği şiirlerinde sade bir Türkçe kullanan Sinan Ümmi, ilahi, devriye ve şathiye türünde yazdığı şiirle-rinin yanı sıra, yaşadığı dönemi tenkit ettiği müstakil bir şiir de kaleme almıştır (Bilgin 3000: ?3c)). Şairin hece ve aruzla yazdığı şiirlerde sanat gayesinden ziyade, halkı irşat etme gayesi ön plandadır (Güzel 3004: 490).

Dinî ve tasavvufi derinliği olan konuları gayet anlaşılır ve açık bir anlatımla ifade eden Sun’ullah Gaybi’nin şiirlerinde, Yunus Emre’nin etkisi güçlü- dür (Kemikli 2000: 101). 1 kaside, 80 gazel, 15 murabba, 5 nazm, 1 kıt’a ve 19 koşma yazan şair, şiirlerinin birçoğunda tasavvufi esasları anlatmakta ve dervişlere öğütler vermektedir. Bu şiirlerde estetik söyleyişlerden ziyade, hoşa giden, akıcı bir anlatım görülür. Onun hece vezniyle yazdığı şiirleri, tekkelerde okunmak üzere bestelenmek için yazılmış izlenimi vermektedir.

Dönemin en önemli mutasavvıf şairlerinden olan Niyazi Mısri, şiirlerinde doğrudan doğruya tasavvuf öğretilerini anlatmıştır. Niyazi Divanı'nda (Erdoğan 1998) murabba, mesnevi, tarih, gazel, tahmis gibi nazım şekillerinin yer aldığı toplam 199 manzume bulunmaktadır. Divandaki gazellerin büyük bir kısmı ilahi türündedir.

Klasik şiir geleneğine uygun olarak bir divan tertip eden diğer bir mutasavvıf şair de İsmail Hakkı Bursevi’dir (1653-1735). Toplam 56 eser kaleme alma başarısı gösteren İsmail Hakkı Divanı'nda bir mesnevi, beş musammat, 374 gazel, 49 rubai, 50 müfret ve muhtelif nazım şekil ve türlerinde 2,1 manzume ile 68 ilahi yer almaktadır (Yurtsever 3000). Bursevi’nin klasik nazım şekilleriyle yazılmış şiirlerinde tasavvufi içerik hâkimdir. Şiirlerinde özellikle dinî ve tasavvufi tabirlere yer verenmiş, çağdaşı olan mutasavvıf şairlerden daha ağır bir dil kullanmıştır.

Tasavvufi öğretileri, halk şiirinin imkânları ile birlikte, klasik şiirin nazım şekilleri, dil, üslup ve hayal dünyasından da yararlanarak anlatma faaliyeti, yeni bir mecaz sistemini ve mazmun dünyasını da ortaya çıkarmıştır. Klasik şiir geleneğinde, hem dünyevi ve hem de dinî olarak anlaşılan pek çok kavram, bu şiir anlayışında tamamen dinî ve tasavvufi anlamıyla kullanılmıştır. Klasik şiir ilkelerine uygun olarak gazel, kaside, musammat, mesnevi vb. nazım şekilleriyle şiirler yazan mutasavvıf şairler, içerik bakımından diğer şairlerden ayrılmaktadır. Buna göre, divan sahibi olan Sun’ullah Gaybi, Niyazi Mısri, İsmail Hakkı Bursevi ve Üsküdarlı Fenayi gibi mutasavvıf şairler, genellikle ilahilerinde Yunus Emre’nin peşinden gitmişlerdir. Klasik şiir geleneğine uygun olarak tertip ettikleri divanlarında ise, daha ziyade ahlaki, didaktik manzumeler yer almaktadır. Şair, mensup olduğu tarikatın ve taşıdığı tasavvufi anlayışın öğretilerini aktarırken, şiirin lirizminden yararlanmayı esas almaktadır. Böylece şiir, bir telkin aracı olmakta ve okuyucu, dinleyici üzerinde büyük bir etki yaratabilmektedir. Bu şiir anlayışında asıl olan anlamdır, şekil ise ikinci plandadır. Şiirin ahenkli olması, kolay okunabilmesi ve bestelenebilmesi bakımından önem taşımaktadır. Mutasavvıf şairlerin, telkin amacıyla meydana getirdikleri edebî eserlerde, içeriğin açık ve anlaşılır olması ile birlikte söyleyiş rahatlığı ve müzikalite de önem taşımaktadır. Şiirin bestelenmeye uygun, kısa dizelerden oluşması, yalın ve akıcı bir dille yazılması, bu şiir anlayışının ana esaslarını oluşturmaktadır.

ORTA Klasik Dönem şiiri, Türk edebiyatı tarihinde önemli bir devreyi teşkil eder. Şiirin kelime hâzinesi, anlam dünyası, dil ve üslubunda önemli değişmelerin yaşandığı bu dönemde, bir önceki asrın klasik mecaz ve mazmun dünyasından farklı, yeni bir terkibe doğru gidilmiştir. Bu anlayışa göre, XVI. yüzyılın benzetmeler dünyası, farklı bir anlam ve mahiyet kazanarak devam etmekle birlikte, şiir diline pek çok yeni unsur dahil edilmiştir. Dış dünyanın önem kazandığı ve şairin hayal dünyası dışındaki gerçek dünyayla daha yakından ilgilendiği bu dönemde, bir yandan da Sebk-i Hindî’nin etkisiyle şiir diline farklı his ve hayaller girmiş ve şiir dili genişlemiştir. Şiirin şahsi his ve düşünceler etrafında gittikçe anlaşılması zor hayal ve mazmunlarla farklı bir mahiyet kazandığı bu yüzyılda, mahallî / yerli bir anlayışın gelişmesi de dikkat çekicidir. Bu bakımdan XVII. yüzyıl şiirini, Türk şiirinin İran tesirinden uzaklaşarak daha yerli ve tabii bir kimlik kazanmasının başlangıç noktası olarak kabul etmek mümkündür. Yüzyılın başlarından itibaren varlığını devam ettiren Baki üslubu, Sebk-i Hindî mensubu şairler üzerinde de etkili olmuş ve yüzyılın sonunda daha tabii bir şiir anlayışıyla mahallileşmeye zemin hazırlamıştır. Esasen Sebk-i Hindî’den etkilenen Türk şairlerinin de orijinal malzeme bulma arayışının bir sonucu olarak mahallî unsurlara rağbet etmesi, realitenin şiirde yer almasını ve böylece şiirin farklı bir dile kavuşmasını sağlamıştır. Yeni ifade imkânlarına, yeni ve orijinal malzemeyle ulaşmaya çalışan şairler, o zamana kadar pek dikkate alınmayan dış çevreye yönelmişlerdir. Böylece reel çevre tasvirleri, yaşanması mümkün olay ve durumlar, sosyal değişme ve kültürel bozulmayla ilgili konular, şiire yepyeni bir anlayış kazandırmıştır. Şairler, şiirlerinde soyut tasvirlerden ziyade, etrafta olup bitenlerle meşgul olmaya ve sosyal, siyasi, kültürel gelişmeler karşısında etkin bir tavır takınmaya başlamışlardır. Nabi ve Nev’izade Atayi gibi şairlerin güncel konulara yönelmeleri, bu anlayışın en güzel örnekleridir.

Esasen bu dönem, büyük ölçüde klasik üslubun hakim olduğu ve şairlerin bu üslup etkisinde şiir yazmaya devam ettiği bir dönem niteliğindedir. Sebk- i Hindî’nin en verimli dönemi sayılan bu dönemde, şairlerin bu üsluptan etkilenmeleri sanıldığından daha sınırlı ve zayıf kalmıştır. Bu dönemde ortaya çıkan hikemî ve mahallî üsluplar ise, daha ziyade sonraki dönem şairleri arasında yaygınlaşacaktır.

 

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR

·      ŞİİR BİLGİSİ

·      ŞİİR HAKKINDA GENEL BİLGİLER KATEGORİSİ

·      ARUZ İLE ŞİİR YAZMAK

 

·      MANZUME VE ŞİİR FARKI

 

 

 

SON EKLENENLER

Üye Girişi