Kullanıcı Oyu: 4 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin değil
 

BİZİM AKDENİZ

Antalya, Nisan 1941

Bir akşamüstü Erenkuş 'a doğru yürüyünüz ve elektrik santralinin taraçasına inerek iki yanınızda gür çağlayanlar, Körfez'i ve Akdağ'ı seyre­diniz. Fransız seyyahı diyor ki: "Bu dağların arkasına inen güneşi Antalya yakasında görmek kadar haşmetli bir şey akla gelemez." Kumsaldan en yükseği 3450 metreye çıkan bu dağ, tepe, sırt ve geçit yığınlarının ılık bir ekim ikindisinde aydın ve koyu, sönüp yanan renklerine bakıyorum. Toroslar, Antalya Körfezi'nden bu dalgalarla Akdeniz'e kavuşuyor. Sıfır­dan üç bin metre, şehir ve liman üstünde ezici, boğucu ve bunaltıcı bir ufuksuzluk hatıra getirebilir. Yatık kıydı, dar limanlı ve yakın yüksek dağ­lı İskenderun'da da hâl böyledir. Antalya'nın arkası ve bir yanı alabildi­ğine açıktır. Körfezi çeviren dağlar ise hem millerce uzaktadır hem de al­çaktı yüksekli tepeler, yaylalar, girinti ve çıkıntılarla yüceliğini kaybetme­yen fakat ağırlığı da duyulmayan eşsiz bir değişkenlik gösterir. Günün he­men hiçbir saatinde ışın-kara resim oyunlarının eksildiği görülmez. Ora­lardan pınarlar gibi saf Türk isimleri akıyor: Akdağ, Beydağ, Çanakyaran, Deliktaş, Yanartaş, Kızûcadağ... Türklerin bu yalçın kayalar üstüne ne zaman konduğu pek bilinmez.

Çağlayan sesleri ile gönül oyalayıp renklerine, resimlerine doyamadı­ğımız bu şeyin adına tabiat diyoruz. Burada tabiatın her türlüsü var: Lüb­nan çamları yetişen yaylaları ile dağ ve orman tabiatı, denize yukarıdan bakan ve çağlayan döken sonra uzaklarda alçala alçala geniş ve derin bir kumsalda eriyen yalısı ile eşsiz bir kıyılar tabiatı, sağa döndüğünüzde gözlerinizi görünmez çizgileri ile dinlendiren sola baktığınızda hayalinizi enginler rüyası içinde sallayan deniz tabiatı iki taraça ile Toros etekleri­ne doğru geniş, düz avlık ve seyranlık ova tabiatı, hepsi, her çeşidi var. İsviçre'deki dağ karşınızda, Riviyera'daki kıyılar önünüzde Macaristan'da­ki ova arkanızdadır.

Kaleleri, sarayları ve mezarları ile oyma kayadan, kapılarında İsken­der'i durduran Termesus, işte şu tepenin üstündedir. Atina'ya kadar gül yağı ve balsam yollayan Phaselis (Faselis), karşı kumsalın biraz yukarısındadır. Eski Olbiya, ağaçlarını gördüğünüz çiftliğin yanlarında idi. Siz, kendiniz, şimdi Bergama Kralı II. Attalus'un kurduğu 2099 yıllık Attalia (Atalya)'nın içindesiniz. Yirmi yirmi beş kilometrede bir jimnazları ile ti­yatroları ve stadyumları ile surları ve sütunları ile bir site yıkılarına rast­lıyorsunuz. Bu tarihtir. Onun da devir devir, bin türlüsü, bin hatıralısı var.

Tabiat, tarih ve sanat; iç içe, koyun koyuna katran çamı bir saray sü­tununa gölge vererek bir hisar, Akdeniz parçalarının en tatlısı üstüne ak­sini sunarak çağlayanların burçlardan sesi gelerek her şey bir aradadır.

Birini bulanı bahtiyardır. Fakat sizi Antalya'da nereye davet edeyim? Otel bulamayacaksınız. Katran çamlarının gölgesine kavuşabilmek için katır sırtı arayacaksınız. Aspendos Tiyatrosu'na gitmek için kuru hava bekleyeceksiniz ve orada küçük bir kulübe çatısı altına sığınamazsınız- İn­sanların yapamayacağı, yaratamayacağı, erişemeyeceği her şey var. Sizi bunların hazzına doyurabilmek, bunların koynunda avutmak için fakir, zengin herkesin yapabileceği şey eksik!

Alanya

"Gök, onun katında yer gibi görünür ve dağ, onun eteğinde tepecik gi­bi görünür ve denizden hendeği, mermer taşından hisarı var." Uğurlu sal­tanatı ile halka dirlik, ülkeye düzen veren Alaaddin Keykubat, Alanya'nın methini emirlerin ağzından böyle duymuştu. O zamanki adı ile Galonorus, Mısır üzerine ağır baç ve haraç yükleyen bir Bizans kalesi idi.

— Öyle bir payitaht cihan padişahından gayri kimseye yaraşmaz. Göklerle öpüşen o kaleyi biz kullanırız, kementlerimizin bağı ile çekelim ve ülke denizinin o incisini de ötekilerin sırasına dizelim.

Harp iki ay sürdü. Yorgun ve umutsuz asker bozulup dağılmak üzere idi. Tam bu sırada kale kumandanının yüreğine korku düşüyor: "Biz sul­tanın elinden kurtulamayız. Gerçi hisarımız yıldızlarla diz dize, kartallar­la yan yanadır. Fakat kaderin hükmünden kaçamayız. Padişah ile düş­manlığı dostluğa çevirelim."

Elçi, şöyle bir mektupla Selçukluların karargâhına geldi: "Cihan pa­dişahı duymuşlardır ki Dara Huşenk, İskender ve Kayser devrinden beri düşmana daima gıpta veren bu yalçın kale, baba ve dedelerimin yurdu ve benim mülkümdür. Şimdiye kadar hiçbir padişah onu almak için dövüşe kalkmamışlar. İçindeki yiyecek ve malzeme kıyamete kadar yeter. Fakat uzaktan cetlerinize baktıkça kendi kendime bu savaş, dağı yerinden oy­natmak, bez üstüne yumruk indirmek, başını rüzgâra vermek gibi fayda­sız olacaktı, dedim.

Padişah ülkesinde kendime sığınacak ve gizlenecek bir yer aramayı daha doğru buldum. Eğer bana canımdan aman, şu saltanat ülkesinde ge­çinecek bir yer verirseniz büyük lütufta bulunursunuz."

Sultan, cetir ve sancağı ile kaleye girdi. Kale halkı altın ve gümüş pa­ralar saçarak karşılamaya geldiler.

Dağ sırtlarını deniz tarafından ve yüksekten dolaşan yoldan Alanya Kalesi 'ni bir görüp bir kaybediyoruz. Sağımızda alabildiğine Akdeniz, ak­şam karartısı içinde sönüyor.

Bu yalçın yamaçlardan kaleyi ve Alanya kıyılarını seyretmek kadar hiçbir şey Akdeniz korsanlık destanlarını gözde canlandırmaz. Adacıkları, koyları, yakın dağları ve mağaraları ile bütün Antalya kıyıları tarihte kor­sanların ve esir kaçakçılarının yatağı idi. Deniz kenarları, talan eşyasını saklamak için hisarlarla donanmıştı. Alanya Hisarı da bunlardan biridir.

Denizle yaşayan Roma bir zamanlar bu korsanlardan o kadar yıldı ki Pompe'yi beş yüz gemi, yüz yirmi bin yaya, binlerce süvari ile buralarda büyük bir sefere çıkardı. Pompe, binden fazla gemi yaktı ve otuz binden fazla korsan yakaladı. Bununla beraber ne yağmalar ne kaçakçılık ne baskınlar durdu.

Side (Eski Antalya), Koraksior (Alanya) ve Phaselis (Tekirova)lilerin başlıca şöhreti korsanlık ve esir alım satımı idi. Korsanların pek güzel, burnu yaldızlı, kürekleri gümüşlü, küpeştesi erguvan halılarla süslü gemi­leri vardı. Kaçırdıkları esirlerden biri Romalı olduğunu söylerse karşısın­da saygı ile eğilir, diz çöker, bizi affediniz, derler; gene bir yanlışlığa uğ­ramaması için arkasına bir toga giydirirler, sonra denize bir merdiven ku­rarak: "Vatanınıza teşrif buyurunuz." derlerdi. Romalı denize inmek iste­mezse bir tafya tekmesi ile yuvarlanıp giderdi. Benim şimdi gördüğüm ufuklar henüz korsanlık ederken Barbaros'un da tekneleri ile sık sık ka­rarmıştır.

 

Falih Rıfkı Atay -Gezerek Gördüklerim  

 

 


TAÇ MAHAL

Hint yolculuğuna çıkarken okuyarak veya dolaşarak bu memleketi ta­nıyan herkesten aynı hasretli sözü duyarsınız:

—   Demek Taç Mahal'i göreceksiniz. Ve arkasından şu tavsiye: 

—  Fakat oraya hele ay ışığında gitmelisiniz. Hindistan'a vardığınız zaman sizi gezdirecek olanlardan biri şu müjdeyi verir: 

—   Talihiniz varmış, programda Ağra, tam mehtaba düşüyor...

  ... Taç Mahal, eşsiz bir anıt kadar bir aşk hikâyesini de hatıra getirir. Bir gönül ateşinde ısınan bu mermerler, asırlardan beri soğumamıştır. Neresine dokunsanız, bir kalp çırpıntısı duyacak gibi olursunuz.

Türbe, selatin camiler gibi geniş bir bahçe avlu ortasındadır. Avluya, her biri ayrı bir anıt kadar güzel ve ihtişamlı, yerine göre bir iki veya dört kapıdan girersiniz. Kapılar birbirine duvarla bağlanmıştır. Ve bazen bu duvarların iç tarafı medreseler veya buna benzer tesislerle kaplanmıştır. Türbeler, minarelidirler. Hindistan Türk mimarisinde minare, yalnız ezan okumaya değil aynı zamanda bu türlü anıtları süslemeye de yarar.

 Dış kapının kemeri altından Taç Mahave bakıyoruz. Servili bir su ka­nalının sonunda onun klasik olduğu kadar esrarlı güzelliği ve bilhassa ha­tırası, bizi kendine doğru çekiyor. Geniş bir mermer taraça ortasında bü­yük bir kubbe ve yanında daha küçük kubbeler... Nispetlerinde o kadar ahenk var ki uzaktan ezmeyici hafifliği, yaklaştıkça bir ihtişam manasına bürünür. Kapı eşiğinde ise ulu ve baş döndürücü heybet alır.

 Bütün içi akikler, somakiler, daha birçok kıymetli sert taşlarla âdeta dokunmuştur. Her tarafta aynı kakma ve kabartmalardan çelenkler, nakış­lar ve oymalar görürsünüz. Bununla beraber büyük bir sadelik ahengi hissini hiç kaybetmezsiniz. Bir sanatçı diyor ki: "Mimariye alınan süsle­me üsluplarının en güzel ve en değerlisi budur. Hele kakma taştan çiçek­lerle işlenen bir kaide üstündeki zarif sandukalarla bunların etrafındaki kafes mermer çevirmenin ihtişam içindeki ruh asilliği ve zenginlik fikrini öldüren sanat sükûnu hemen gönlü kavrar."

 Mümtaz-Mahal'in sandukası kubbenin tam altındadır. Yanındaki san­duka, iğreti gibi durur, Şah-ı Cihan, Cumna Irmağı'nın öbür kıyısında kendisi için de kara mermerden böyle bir türbe daha yaptırmak ve ikisini birbirine gümüş köprü ile bağlamak fikrinde idi. Birbirinden ayrılmayan bu iki şahane ruh, belki nisan şafaklarında, bu gümüş köprü üstünde bu­luşacaklar ve Cumna'nın sularına aksedeceklerdi. Fakat babasının ısrar­larından bıkan ve fakair gibi yaşayan mutaassıp Evrenk-Zeyb, Şah-ı Cihan't getirdi, bir sığıntı gibi karısının yanına gömdü.

Falih Rıfkı Atay


HIRÇIN VE UYSAL AMASRA 

İnsan, yaşamına derin çizgilerin nerede atılacağını bilseydi; oralara ilk gidişini, o kentlerle ilk karşılaştığı anı belleğine silinmez bir görüntü olarak nakşederdi.

Yıldızların şiirlerdeki harfler gibi gökyüzüne dizildiği bir sonbahar gecesiydi. Bartın'dan sonra, sanki bir yılanın sırtına binmiş ve dolana dolana dağlardan inmiştik. Karanlık, denizin yüzünü göstermemişti. Sonra birden bütün ışıklarını yakmış bir gemi gördüğümü sanmıştım. Limanda bekleyen uzun bir gemiyi andırıyordu kasaba. Ertesi sabah dalga sesleri beni uyandırdığında artık o geminin bir yolcusu olduğumu düşünmüştüm.

Biliyorum ki, adını Amasra'ya veren ve deniz ticaretinin yollarını izleyen Prenses Amastris de; gemileri karadan kızaklarla Haliç'e indirip İstanbul'u alan Fatih Sultan Mehmet de; bir zamanlann ünlü denizcisi Drake'in gemisi Golden Hind'in aynısını Çakraz'daki yapımevinde yeniden yaratan Hüseyin Çoban da; Amasra'yı dalgalı saçlarının arasında bir yavru yunus gibi saklayan Nezahat öğretmen de; kasabanın geçmişini tarihin derin sularından bir midye toplayıcısı gibi çekip çıkaran Necdet Sakaoğlu da o gemiyi gördüler. Gördüler ki, Amasra bir tutku oldu onlarda da.

Amasra benim onu ilk gördüğüm o günden bu yana, iyice ünlendi. Gezi dergilerinden, gazetelerin turizm eklerinden, film karelerinden, TV dizilerinden eksik olmaz oldu. Kolay keşiflerin meraklıları tepeden iner gibi doldular kasabaya, tıpkı yıllar önce kalesinin iç kesiminin evlerle dolması ve ruhunu zedelemesi gibi. Bense, kalabalıkların çekildiği zamanlarda ya da onlara uzak yerlerden seyrettim Amasra'yı.

Yazın, özellikle hafta sonları binlerce konuğu olur kasabanın. Kumsallar, balıkçı lokantaları, Çekiciler Çarşısı tıklım tıklım dolar.

Amasra'da yağmurları sevdim, Tavşan Adası'nın yanından geçen yunus sürülerini, Boztepe'de ilkyaz yağmuru damlalarını yüklenen zambakları. O zambaklar ki, Amasralılar onlara “susam” derler. Her ne kadar Sakaoğlu bu sözcüğün "Sesami, Sesam ya da Sesa”dan türemiş olduğunu söylese de; halk kasabanın ilk çağlardaki adı olan Sesamos'un adını bu yabani çiçeklerden aldığına inanır.

Bugünlerden başlayarak sis, sabahın erken saatlerinde pamuktan bir yorgan gibi evlerin ve ağaçların üzerine inecek. Kuşkayası'nda dinlenen kertenkeleler çekilecek, böğürtlenler ve mantarlar toplanacak. Yaz lokantaları kepenklerini kapatcaklar. Yelken Kulübü küçük optimistleri okullarının yolunu tutacak. Sert rüzgârların ve Amastra'in gözyaşlarını anımsatan yağmurun mevsimi başlayacak çünkü. Onlara kimse kızmasın, olmasaydılar Karadeniz bu denli yeşil olabilir miydi?

Mendireği aşıp yükselen güz dalgalarının ardından, Karadeniz’in sesine fırtınanın hırpaladığı yorgun yaban kuğularının kanat sesleri eklenecek. Karla birlikte Küçük Liman’a inecekler ve orada uzun süre kalacaklar. Ceneviz Kapısı’ndan geçen tarih meraklısı üniversite öğrencileri üzerindeki Cenova armalarını defterlerine çizecek. Balıkçı tekneleri ağlarını toplaya toplaya, peşlerinde martı sürüleriyle geri dönecekler.

Sonra bahar yenide a geri dönecek Amasra'ya. Soğuklar kırılacak. Kale içinde'nde oturan Zülfiye Hanım'ın ayakkabılara çaydanlıklara ve ne bulursa onların içine ektiği çiçekler boy atacak. Kayıklar boyanacak, elden geçecek.

Âşıklar, Kefaser Tepesi’nin ucuna bir uçurumun kıyısından yürüyerek varacak ve el ele tutuşup yeşil bir çanak gibi duran Küçük Liman'ı ve onun kolyesi olan Kemere Köprüsü'nü seyredecekler.

Bence Amasra'yı dört mevsimde de görmeli. Denizin uysal bir çocuk gibi kumsala yanaştığı kısa yaz günleri yetmemeli size.

Bartın-Amasra yolunun gelinliğini giymiş ağaçlarla bayram yerine döndüğü, ballıbabalarla, sümbüllerle, zambaklarla bezendiği ilkbaharda; sarışınlığı ıslak bir taç gibi başına geçirdiği, güneşin Küçük Liman'ın avucunun içinde battığı sonbaharda ve elbette vahşi, inatçı, başkaldıran yüzüne tanık olacağınız kış mevsiminde de gidin. Ama hangi mevsimde orada olursanız olun, Amasra'yı sokak sokak gezmeli, sokak sokak sevmelisiniz. Dönmeden önce, gün batımında kıyıdaki lokantalardan birinde salatayla birlikte balık yemelisiniz bir kere daha. Yalnız parmaklarınıza dikkat edin! Balığın lezzeti parmaklarınıza bulaşabilir!

 


GEZİ YAZISI PARAGRAFLARI

1.

Taşkent'i yakından tanımak için, akşama doğru sokağa çıkabildik. Günlerden pa­zardı. Dışarıda nefis bir hava vardı. Rast-gele yürümeye başladık. Büyük ve güzel parklardan geçtik. Büyük ve güzel mey­danlar gördük. Büyük ve güzel fıskiyeli havuzlar, ruhumuzu bir sonsuzluk türkü­süyle kucakladılar. Geniş kaldırımlı cad­delerde, yer yer açılıp saçılan zarif çiçek­likler, yüreğimizi sevdalandırdı. Birdenbi­re Taşkent'i bu haliyle de sevmeye başla­dım. Taşkent bana, sessiz ve sakin bir sayfiye şehriymiş gibi geldi. Müthiş bir sessizlik, müthiş bir ıssızlık, şehrin bütün caddelerini, bütün meydanlarını kucağı­na çekmişti. Görünürlerde, hemen he­men hiç kimse yoktu. Güzelim Taşkent, sanki bir hava hücumuna uğramış veya terk edilmiş bir şehir kaderiyle, derinden derine kendisini dinliyordu. Geniş yap­raklı ağaçların arkasında yükselen blok apartmanlar, pencerelerin ve balkon ka­pılarını sıkı sıkıya kapayarak esrarengiz hâllerini gözlerimizden kaçırmaya çalışı­yorlardı. Bizi, zaman zaman olduğumuz yere çivileyen bazı büyük binaların mi­marileri, Türk - İslâm medeniyetinin nakışlarıyla süslüydü. Ben, modern binala­rın ön cephelerinin büyük bir kilim gibi boydan boya işlendiğini, ilk defa Taş­kent'te gördüm. Bu çarpıcı güzellikler içinde, birkaç Özbek'e rastlamak, konuş­malarına kulak kabartmak, yüzlerine, gözlerine, kıyafetlerine bakmak için can atıyordum. Hayret! Kilometrelerce yürü­düğümüz halde, karşılaştığımız kimseler ancak 5-10 sayısı içinde kaldılar. Kırmızı yanan trafik lambaları önünde 3-5 araba ya var; ya yoktu. Her köşe başında, her cadde üzerinde, her meydan ortasında, sessizlik âdeta taş kesilmiş.

2.

Asıl İstanbul, yani surlardan beride olan minareyle camilerin şehri, Beyoğlu, Bo­ğaziçi, Üsküdar, Erenköy tarafları, Çek­meceler, Bentler, Adalar, bir şehrin içinde âdeta başka başka coğrafyalar gibi ken­di güzellikleriyle bizde ayrı ayrı duygular uyandıran, hayalimize başka türlü yaşa­ma şekilleri ilham eden peyzajlardır. Bey­lerbeyinde, Emirgan'da, Kandilli veya İstinye'de günün her saati birbirinden ayrı şeylerdir. Beykoz, Çubuklu, ağaçlarının serin gölgesinde henüz son rüyalarını üstlerinden atmaya çalışırken Yeniköy ve Büyükdere gözlerinin ta içine batan gü­neşle erkenden uyanırlar. Kuzguncuk'ta sular, sahil boyunca, arasına tek tük sümbül karışmış bir menekşe tarlası gibi mahmur külçelenirken, ince bir sis taba­kasının büyük zambaklar gibi kestiği İs­tanbul minareleri kendi hayallerinden da­ha beyaz bir aydınlığa benzer.

3.

"Güneş şehrine" giden yolda hayal âle­mine dalmışken geçtiğiniz yollar sizi bu kıtanın gerçekleri ile de yüzleştirmeyi ih­mal etmiyor. Sun City'e giden yolda iler­lerken bu ülkenin farklı dokularını bir ara­da görme şansına sahipsiniz. Yolunuz başta Johannesburg'un zengin ve yeşil kuzey mahallelerinden geçiyor. Sokakta yürüyen yoksul siyahları saymazsak her yer bakımlı ve zevkli, geniş yollar ve son model arabalar size Afrika'da olduğunu­zu unutturuyor. Kuzeye doğru yol alırken pencerede şehir görüntüleri yavaş yavaş kayboluyor. Bu sefer de ortaya Afrika'ya özgü bitki örtüsü, palmiye ağaçları ve kaktüslerle bezenmiş tepeler, suyu kuru­maya yüz tutmuş "Timsah Nehri", "Fil Ba­rınağı" ve "Devekuşu Sirki" çıkıyor. Arada sokak pazarları ve dört yol ağzında mey­ve satan siyah çocuklar, köyün futbol ta­kımına para toplayan delikanlılar derken yol, küçük bir Afrika köyünün içine doğru kıvrılarak uzuyor. Geçilen köy, sefalet iz­leri taşımasına rağmen neşeli bir dokuya sahip, yol kenarında görülen çocukların yüzü gülüyor, açık hava berberlerinde müşteriyle muhabbet koyulaşmış. "Gü­neş Şehri" belli ki buraları kalkındırıyor. Köyün caddeleri reklam billboardlarıyla bezenmiş, her ne hikmetse dünyaca ün­lü bir cep telefonu markası, yeni metalik modelini buralarda tanıtmaya heves et­miş.

4.

Dubai bir alışveriş cenneti. Zaten turistlerin çoğunu bu şekilde çekiyorlar. Yılın belli zamanlarında alışveriş fuarları düzenliyorlarmış. Devlet bir indirim oranı belirliyor ve tüm alışveriş merkezleri bu indirime katılıyormuş. İkinci gün yine kahvaltının ardından, iki saat süren bir otoban yolculuğundan sonra Abu Dabi şehrine ulaştık. Abu Dabi, Dubai'ye göre çok daha oturmuş, daha zengin, daha yeşil ve modern bir emirlik. Aslında her iki emirlik de çok modern. Yabancılar istedikleri kıyafetlerle istedikleri gibi dolaşıyorlar. Kimsenin dönüp baktığı bile yok. Bir yanda yüzü peçeli, kara çarşaflı bayanlar; bir yandan da şortlu, mini etekli yabancılar. Ayrıca, Abu Dabi daha zengin bir emirlik. Çünkü burada çok fazla petrol var. Dolayısıyla, paranın yaptırabileceği her şeye sahip olmuşlar. Özellikle geçtiğimiz yerler arasında bulunan Emirates Palace Otel'ini görmelisiniz. Yapımının maliyeti tahmin bile edilemeyen, yıllarca odalarını en yüksek fiyatla satsa bile maliyetini karşılayamayacak, krallığın zenginliğini dünyaya göstermek için yapılmış, gösterişli kelimesinin anlatmak için az geleceği bir şaheser.

5.

Fas usulü krepli ve omletli güzel bir kahvaltıdan sonra Old Medina olarak bilinen tarihi kent merkezinden başladılar yolculuklarına. Mahalle sakinlerinin meraklı bakışları arasında dar ve oldukça karmaşık sokaklarda dolaştılar. Yerliler sanki her adımlarını izliyor gibiydiler. Video kamerasını doğrulttukları sokaklardaki insanlar bir anda yüzlerini kapatma telaşına giriyorlardı. Cami önünde bekleyen kalabalık bir kadın grubu da aynı tepkiyi verdi. Çekim yapmakta olan kahramanlarımı­zı yüksek sesle uyaran kadınların her halinden sinirli oldukları anlaşılıyordu. Belli ki görüntülerinin çekilmesini istemiyorlardı. Portre çekimlerini iptal edip genel görüntülerle yetindiler. Old Medina'nın dar ve birbirine benzeyen sokaklarında saatler geçiren kahramanlarımı­zın yolu bir anda Kazablanka'nın en ünlü camisiyle kesişti. 5 yıllık inşaat çalışma­larının sonunda 1993 yılında biten II. Hassan Camii dünyanın üçüncü büyük dini yapısı olarak biliniyor. Tasarımında yerden ısıtma, otomatik kapı ve sürme çatı gibi günümüz teknolojisi kullanılmış. Caminin çatısı kubbe şeklinde değil düz olarak tasarlanmış, minaresi de kare şeklinde.


ANADOLU NOTLARI'NDAN

Anadolu notları arasına bugün dumanı üstünde bir Rumeli notu sıkıştırıyorum.

Trenle Çatalca'ya şöyle bir gidiş, geliş... İstanbul sonbaharı için bundan daha hoş bir gezinti olur mu?

Arkamda ipincecik bir elbise, ayağımda bir yazlık iskarpin... Yalnız geceye doğru belki hava serinler diye koluma hafif bir pardösü alıyorum. Ben, daha köşe başını dönerken hafif bir yağmur çiselemeğe başlıyor. Ziyanı yok. Yaz yağmuru ne kadar sürer...

Kompartımanda yalnızım. Tren Kumkapı'ya yaklaşırken pencereden hafif bir serinlik geliyor. İhtiyaten pencereyi kapıyorum. Fakat serinlik kesilmiyor. Etrafıma bakınarak bir delik deşik arıyorum. Bulamayınca pardösüyü sırtıma alıyorum.

Bakırköy'ünü geçtikten sonra o da beni ısıtmamağa başlıyor. Bu defa, gene etrafıma, pencere ve kapı aralıklarına bakıyorum. Nihayet iskarpinlerim gözüme ilişiyor: Sokakta ben farkında olmadan altları ıslanmış; su, yavaş yavaş çoraplara yürümüş...

Florya'dan sonra artık ayaktayım. Çünkü gittikçe artan anlaşılmaz soğuğa karşı vagonun içinde dolaşmaktan başka çare yok.

Hava, duman ve yağmur içinde. Görünürlerde ağaç ve yeşillik olmadığı için etraf birdenbire bir kara kış rengi bağlamış.

İki buçuk saat Sonra Çatalca. Trene yazın binmiş, kışın iniyor gibiyim, Üç, beş yolcu seller içinde istasyona doğru koşuyoruz Bir dakika içinde iskarpinlerim çamur, pardösüm su içinde kalıyor.

Baskın o kadar ani ki yaz sıcağı bekleme odasından çıkmağa daha vakit bulamamış. Şimdiden soba yanmasına imkân olmadığı halde adeta şüphe ile sobayı yokluyorum.

- Arkadaş, Çatalca nerede?

- Ta şu karşı tepelerin ardında,

- Arabalar, otomobiller nerede durur?

- Karşıda durur amma, bugün yok... Yol fena olduğu için otomobiller yalnız güzel havalarda işler­ler.

- Ben, şimdi ne yapacağım?

- Şimdi de bir tane var.

Tren yolunun karşı tarafında adamın gösterdiği yere bakıyorum. Üstü açık birtakım çardaklar ara­sında bir otomobil görüyorum.

Meğer ben, alık alık etrafıma bakınıp bekleme odasında sobayı muayene ederken öteki yolcular Oraya koşmuşlar.

Ben, soluk soluğa yetiştiğim zaman araba dolduktan başka birkaç kişiyi, yerde açıkta kalmış bu­luyorum.

Şoför: - Ben artık gelemem yollar çok fena; diye nazlanıyor, kalanlar:

"Yapma Allah aşkına... İstasyon binasında bir de iki çocuklu kadın kaldı", diye yalvarıyorlar

Nihayet, şoför tekrar döneceğine söz veriyor ve gidiyor.

Yolculardan bir, ikisi tekrar istasyon binasına dönüyorlar. Ben, bu sefer de atlarım korkusu ve yağmur altında beklemek bir nevi kıdem hakkı kazandım ümidiyle ondan ayrılmıyorum.

Çardaklardan biri kır kahvesi... Üstünde ağaç dalları ve tek tük yapraklar var. Kahve ocağının bulunduğu yerin üstü ve etrafı nispeten daha muhafazalı... Fakat nihayet tramvay sahanlığı genişliğinde bir yerde kahveci, kahvecinin bir alay hırdavatı ve iki müşterisi barınıyor. Ben, yanaşmağa cesaret gidemeyerek uzaktan hasetle bakıyorum.

Onlar, bu hissimi anlamışlar gibi: "Siz de buyurun, ıslanmayın" diyorlar.

Müşteriler benden beter giyinmiş iki genç. Birisi tepemizdeki otların arasından akan yağmuru gös­tererek:

"Hâşâ huzurdan çıplak biri zemheride balık ağının içine girmiş, Allah dışarıda kalanlara imdat eylesin, demiş... Bizim*vaziyetimiz de ondan farklı değil amma gene Allah şu kahveciden razı olsun" diyor.

Dert arkadaşlığı başka şey. Çabucak ahbap oluyoruz, birbirimize kahveler ısmarlıyoruz. Kahveci izahat veriyor:

— Hava bugün Çorlu panayırını berbat etti, Panayır haftaya burada kurulacak. Bu çardakları onun için hazırlıyorlar. Hemen Allah fakir fıkaraya acısın da hava böyle gitmesin...

Kahveci insaniyetli adam. Şoförün "gelemem" diye nazlanmasının yol bozukluğundan ziyade ni­yet bozukluğundan ileri geldiğini, yani bizden fazla para çekmek için bu ağzı kullandığını söylüyor ve böyle bir teklif karşısında sıkı dayanmamızı tavsiye ediyor.

Otomobilin durmasıyla istasyona giden yolcuların, yerden biter gibi birdenbire ortaya Çıkmaları ve otomobile atlamaları bir oldu. Benim kıdem hakkı yandı; gene açıktayım Fakat biraz evvel kahvede tanıştığım gençlerden biri büyük bir nezaketle bana yerini verdi.

Oy: İstasyon kadının iki çocuğu ve bohçasıyla beraber daha yeni bekleme odasından çıktığı görülü­yordu Fakat görmemezlikten geldik. Hâlbuki biraz evvel şoföre geri dönmesi için yalvarırken kendimiz­den ziyade o biçareyi ileri sürmüştük.

Evet, İstanbul'un burnunun dibindeki Çatalca'ya bu eski vilayet merkezinde istasyonla şehir arasın­da adamakıllı bir yol yok. Yağışlı havalarda arabalar ortadan çekiliyor, halk, muhasarada kalıyor.

Biz yağmurların ilk başladığı günde bu on dakikalık yolu adeta maceralarla geçtik. Bir, iki kere devrile­cek gibi olduk; küçük bir dereye daldık, çıktık. Sonra bir tarladan iki, üç metre yüksekliğinde caddeye çıka­bilmek için, beygirle mânia atlama yarışı yapar gibi, dört yahut beş defa gerileyip ileri saldırdık.

Her defasında tam tepeyi tutacağımız saniyede makine soluya, hırlıya duruyor, sonra geriliyor, şoför bizi kenardaki hendeğe dökmemek için türlü manevralar yapıyor. Yolcular "aman oğlum, biz ine­lim bari" diyorlar. Şoför: "Araba ağır olursa daha iyi" diye cevap veriyor. Biz, beş yolcu, adeta safra vazifesi görüyoruz.

Çatalca'da yemek ve gezinti:

Yağmur aşçı dükkânının camından geçerek önümdeki masanın muşambasına damlıyor. Hazır yemekleri. Gözüm kesmediği için ateşe bir dilim et koydurdum. Tavanları delip geçen yağmurun benim yazlık iskarpinleri ne şekle soktuğunu anlatmağa hacet yok. Potinimin içine kat kat gazete kâğıtları yayarak etin pişmesini bekliyorum. Sonra, artık hiç bir yağmurdan pervam kalmayacak surette ıslan­mış olduğum için rastgele çarşıyı, sokakları dolaşıyorum.

Reşat Nuri Güntekin Anadolu Notları


GÖNÜLLERİ OKŞAYAN ŞAM-I ŞERİF

Gönülleri okşayan koca şehir Şam-ı Şerif o kadar güzeldir ki so­kakları ariflerin mezhebi gibi geniş, duvarları yiğitlerin himmeti gibi yüksek, evlerin sokağa bakan odalarının pencereleri ise aşıkların gözüne benzetmektedir. Çardakların kemerleri birbiriyle birleşerek, evlerin dış tuğlalarını kille sıvamakla meydana gelen çeşitli görü­nümler, üzerlerine keçelerin örtülmesi ile ortadan kalkmıştır. Fakat cennet görünümlü temiz kalplere benzeyen evlerin içerisi temizlen­miş ve parlatılmıştır. Sarı tavanı ve lacivert nakışlı, parlak, renkkıran camları gökkubbeyi andırır. Keser işi yedi renkli bin parçadan oyul­muş döşeme mermerleri, insanı hayrette bırakan yıldızlar kümesi gi­bidir. O gönül süsleyen şehre, eski gül bahçesi nazm-ı kerimde özel­likle zikri geçen kevser tabiatlı yedi ırmak, her taraftan gelip toplanır.

Bütün mahallelerden akarak hayvanî ruha benzeyen mevzilerin hep­sine dağılır. Bütün dar ve geniş, büyük ve küçük evlerin birçok mev­zilerinde gümüş gibi ak baldırlı ve şişman güzellerin suretinde ve gövdelerinin ilikleri görünümünde akmaktadır. Bu ırmaklardan baş­ka, buranın ahalisi ayna renkli mermerden uygun büyüklükte bir ha­vuz yapmayı da lüzumlu görmüşlerdir. Eğlence törenleri anında bu bahçeler ihsan kasesiyle bu havuzlardan sulanır. Bahçelerin fidanlık­ları da havuzların omzuna yapraklar ve çiçeklerden yeni yeni renkli hilatler giydirerek nimetlere şükretmektedir. Fidanlar, güneş sıcaklı­ğının aralarından yol bularak girmemesi için kemerlerini sıkmakta anlaşmışlardır. Kemerden kemere uzanan aydınlık ve berrak çarşı­ları vardır. Bu çarşılara göz atan kimse sermayesini kaybeder. Fikir­lerin çığırtkanı ticarette tez davransa bile yine de çok görünür. Dük­kanların avlusunun temizliğine, arkadaşların yanlarında olmayan pa­ra keseleri bile imrenir. Eyvanların kemerlerinin süsü, gök kubbenin esnek bir hediyesidir.

Beyit:

O ırmağın varlığı arkadan yardımına koşmasaydı

Gönlün hayran kaldığı mertebe onun süsü olurdu.

Elemleri temizleyen çarşının arasında yer yer hatırlanan gönül­ler açıcı hamamlar vardır. Ve bunlar elbisesinden soyunan insanı te­mizleyip yalnızlığın sevinci içine gizler. Hamamların mermer döşe­mesi parlak ve küçük yapılmıştır. Sedeften imal edilmiş aynası da kı­rılma aracıdır. Fışkıran şadırvanının suyu tozlardan arınmaya sebep olur. Her halvette birçok sırlar barındıran başka halvetler ve her saf­hada birçok başka safhalar açılır. Ne bir sofası şadırvandan boşalır ne de bir halveti bir havuzda nihayete erer. Bu hamamın dokuz ibret­li kemerinin tek bir köşesinde vakit geçirmek asla mübalağa değildir.

Beyit:

Göz ona ilişip hemen bakakaldı.

Gözü ayırmak gönle imkânsız kaldı.

Hicaz Seyahatnamesi, Nâbi

 

MISIR TOPRAKLARINA DAİR

Sonbahar mevsiminin bitimi, Mısır'da ilkbaharın başlangıcıdır. Mevsimin ılık havasına rastlamaktan ziyade, Nil Nehrinin Kahire'nin kıraç arazisinin tamamını taşarak örttüğü mevsim olduğundan, Salihiye yakasından Mısır eteklerine varıncaya kadar dört beş menzil­den çok arazi mavi ayna gibi su içinde görünmez olur. Ancak, yolcu­ların geçişi için tahmini olarak dört beş zira eninde bir yol yüksek ve açık kalıp, bu kevser suyunun ortasında bir ok menzili kadar uzaklık­ta birer kasaba görünümlü köyler bulunmaktadır. Bu köyler kumlu bir yol ile birbirine ulaşmaktadır. Her dört köyün arasında, hoş gelen bir havuz şeklinde görünmekte olup, bu alanda baş yükselten her hur­ma ağacı:

Beyit:

Meyanı Nil'de her nahl-i hurma benzerdi güya

Şinaverlik eden bir dilber-i kakil-i perişane.

Mazmununu ifade eder. Mısır'ın latif toprağı bazen Nil taştığı zaman mavi elbise ile bazen de yeşil renkli hırka giyerek görünür. Salına salına yürüyen bir sevgili gibi Nil, yavaş yavaş çekildiği yer­lerden Hz. Hızır'ın ayak izleri gibi zümrüt renkli yeşil ibrişim telleri baş çıkararak yayılır. Nil'in ortasında süzülerek uçan birtakım kuşla­ra, avlanan doğanlara bakarak her mesafede bir sevinç dalgası ile karşılaşılır. Her neş'eden bir kez daha gönül çözüldüğünden, gönlü aklının estiğinde olan çocuk misali, dünyanın anasının kucağında uykuya dalarak istirahat çekildi.

 

Hicaz Seyahatnamesi, Nâbi


BALKAN'DA SEYAHAT - YAHYA KEMAL BEYATLI

İstanbul'dan Sofya'ya kadar küçük bir seyahat, mazinin kalbinde kalan haya¬lini sileceği yerde, daha ziyade alevlendirdi. Türklük, cezir ve meddi biten bir de¬niz gibi, o dağlardan çekilmiş, lâkin tuzunu bırakmış. Bütün o toprak Türklük ko¬kuyor. Bu tuz, Bulgar vatanının toprağında mı kalmamış? Kanında mı, huyunda mı, yaşayışında mı, giyinişinde mi, doyup düşünüşünde mi, oturup kalkışında mı; lisanında mı kalmamış? Daha nerelerinde Yarabbii... O toprakta gezdiğim müd¬detçe hep bunu hissettim.
Bulgar yaratılıştan politikacı ve çok hırslı. Bizden aldığı beş yüz senelik elas¬tikiyet de, bu unsuru elle tutulmaz bir kaplan etmiş, ilk bakışta göründüğü kadar basit değil; içindekini saklamasını biliyor. Dostuna karşı cana yakın, kurnaz; düş¬manına karşı cana kıyasıya zalim. Siyaset oyunlarında gayet hünerli.
En seçkin siyasileri, mutlaka, rovelvler, bomba ve bıçak oyunuyla sahneden çekilen bu memleketin halkı, az çok, bir şahıs etrafında birleşmiş görünüyor: Şâ¬ir İvon Vazof, elli seneden beri, Bulgarlığı, domuzundan kırmızı biberine kadar, bütün millîlikleriyle anan bu ihtiyar şâiri, akşamüstleri, Sofya'nın Tokatlıyan'ı olan Panap Bahçesi'nin taraçasında oturur görüyordum. Önünde akan bu halk, ona Hâlik'ına bakar gibi bakıp geçiyordu. O halkı bir havari gözleriyle süzüyordu.
Bütün hayâlinde milletinin Victor Hugo'su olmaya özenen bu şâirin tercüme edilmiş bazı parçalarını okudum, hiç sevemedim. Bana, örneğinin soluk bir göl¬gesi göründü. Lâkin közü itibariyle Bulgar mı Bulgar... Ziyaretine gitmemi teklif ettiler: "Beşi Bir Süngüde "adlı parçasını gördüğüm için, gitmek istemedim.
Ben orada iken âni bir ölümle öldü. Derhal, şehrin sokakları siyahlara bürün¬dü. Hükümet, resmî matem ilân etti. Bütün Bulgaristan şehirlerinde, köylerinde kasabalarında çanlar çalmıyor, pencerelerden siyah bayraklar sarkıyor. Hudut¬suz bir matem haftası. Bütün gazeteler Vazof la dolu.
Ah esaret! Ne feci cilvelerin var! O gün cenazede (tabiî mecburen) Vazofun nefret ettiği Türkler'in de heyetleri vardı. Ben o fesli kafileye hüzünle bakarken gafil Türklerimizden biri: "Bizde yazık ki, böyle büyük şâirler yetişmedi!" dedi. Fuzulî'yi, Bakî'yi, Nefî'yi, Nedim'i; Galib'i, Hâmid'i, Vazof a göre, bu Himalaya te¬pelerini düşündüm. Yüzüne baktım; sustum, Cehalet, gözüme esaretten bile bin kat feci göründü...
Sofya'nın iç bahçeleri çok kötü, can sıkıcı. Bir de meşhur Boris Bahçesi var: bizim eski mezarlıklarımızdan birinde, pek ziyade itina ile yetiştirilmiş bir bahçe. Bir kaç defa gidilince, o da nazarda ilk tesirini kaybediyor. Bana öyle göründü ki: tarihi olmayan bir şehrin canı da yok. Bu yepyeni şehrin başlıca kusuru bu!
Dönüşte Filibe'ye vardığım zaman, bunaltan bir Amerikan kasabasından, şirin bir Türk şehrine geçmiş kadar sevindim. Bu eski şehir; o yeni şehirden ne kadar güzel! Memleketime dönmüş gibiyim...

(Yahya Kemal Beyatlı, Dergâh Mecmuası)

İLGİLİ İÇERİKLER

11 SINIF SERVET-İ FÜNUN EDEBİYATINDA GEZİ ANI

11.SINIF GEZİ YAZISI SLAYTI

SERVET-İ FÜNUNDA GEZİ YAZISI

GEZİ- TAYMİS KIYILARINDA

KONYA-GEZİ YAZISI

GEZİ YAZISI ÖRNEĞİ- KIRIKKALE'YE GİDERKEN

GEZİ YAZISI ÖRNEĞİ - DAHA DÜN


GÜZELİM TAŞKENT-YAVUZ BÜLENT BAKİLER


Uçağımız, Moskova Havaalanı’ndan saat 23.00’te kalktı. Bir süre sonra gökyüzünde sanki rüzgârsız bulutsuz, yıldızsız bir noktaya, uzun bir süre takılı kaldık. Önce koyu lacivert sonra açık mavi bir gökyüzü pencerelerimizi süslemeye başladı. Böyle saatlerce güneydoğuya doğru uçtuk. Taşkent’e indiğimiz zaman güneşin ilk ışıkları, Türkistan topraklarım daha yeni yeni öpüyordu. Anlatılmaz bir şafak güzelliği, ruhumu ürpertilerle doldururken Taşkent toprağına ilk adımımı attım...


Serin bir rüzgâr yüzümü okşadı. Siz hiç rüzgâr öptünüz mü? Ben rüzgârı hem de yüzlerce defa o güzel Taşkent sabahında öperek yürüdüm. İçimden: “Merhaba huzur” diyordum. “Merhaba sevgili Taşkent!” Demek ki artık Türkistan toprağındayım.


Karşı binalardan iki Özbek, uçağa doğru koşmaya başladı, ikisinin de başında, ipek ibrişimlerle çiçek açan badem ve gözyaşı motifli Özbek takkeleri var. Badem motifleri, Asya Türkü’nün, çekik gözlerine benziyor. Orta yaşlı Özbek, genç yardımcısına bağırdı:
“- Envar! Envar! Sen mihmanları surda yığışla sonra bile getgen! Çabık! Çabık! Çabık!”

Taşkent’te, Türkçe duyduğum ilk cümle budur. Her kelime bir dost selamı gibi gelip yüreğimi buldu: “Enver! Enver! Sen misafirleri şuraya topla. Sonra birlikte gidelim. Çabuk, çabuk, çabuk!”


Misafirler, sağa sola koşuşan Enver’in gösterdiği salonda toplanmakta gecikmediler. Biraz sonra arabalarla Taşkent yoluna düştük. Ay yüzüne inmiş bir insan gibi her yere dikkatle bakmaya, her kelimeye kulak kabartmaya başladım. Alabildiğine uzanan düz bir toprak, sonsuzda, ufukla birleşiyor. Toprak tanınır mı hiç? Gökyüzü tanınır mı? Rüzgâr tanınır mı? Herhalde hayır diyeceksiniz! Ama ben, ilk defa gördüğüm o aziz topraklan tamdım? Gökyüzünü tanıdım! Rüzgârını tamdım! Kendi kendime: “Şu alabildiğine dümdüz uzanan topraklar, bal gibi Konya bozkırı! Şu açık, şu insana huzur veren masmavi gökyüzü, bizim Bursa’dan! Şu mis gibi serin rüzgâr Sivas yaylalarından! Ve bu sevimli yüzler, badem gözler, bizim eşimizden dostumuzdan; bizim kavim kardeşimizden!” diyordum.
Kilometrelerce yol aldığımız hâlde ne bir karış yüksekliğinde bir tümsekten adıyor ne de çok hafif bir meyilden kayıyorduk.

Taşkent’e huzurlu yaklaşıyoruz. Taşkent, sabahın ilk ışıkları altında yavaş yavaş gerinen bir dev gibi. Kendisine yaklaştıkça karşımızda önce toparlanıp oturmaya sonra doğrulup ayağa kalkmaya başlıyor.


Arabalarımız şehrin büyük ve geniş caddelerine girer girmez şaşırıp kaldım. Çünkü gördüm ki Taşkent, pırıl pırıl geniş caddelerle ve kocaman havuzlarla güzelleşen büyük meydanlar, heybetli apartmanlar, gölgeli ve çiçekli parklar, gösterişli sinemalar, Özbek nakışlarıyla süslü zengin müzeler, alımlı heykeller, çeşitli üniversiteler ve uğultulu fabrikalar şehri.


Etrafta ne bir kerpiç ev ne bir kerpiç duvar ne tozlu topraklı bir eski yol var. Taşkent, Asya ruhundan sıyrılarak tam bir Avrupa şehri olmaya başlamış.
Arabalarımız 16 kadı “Özbekistan Mihmanhanası” önünde durduğu zaman, güneş bir-iki minare boyu ancak yükselmişti. Gördüm ki Özbekistan Mihmanhanası, etrafını kuşatan geniş caddelere, birkaç metre yükseltilen yığma bir düzlükten bakıyor. 16 kadı Özbekistan misafirhanesi modern bir otel. Meydanın bir köşesinde, kocaman bir havuzun sayısız fıskiyelerinden şakırdayarak dökülen suların ince musikisi, kuş cıvıltılarıyla birlikte, etrafa perde perde yayılıyor. Ve o serin meydanı süsleyen iri güller, sabah mahmurluğuyla yüzümüze gülümsüyorlar. İki bin kişilik Özbekistan Mihmanhanası’nda, bizim için ayrılan odalarımıza çekildik.


Taşkent’i yakından tanımak için akşama doğru sokağa çıkabildik. Günlerden pazardı. Dışarıda nefis bir hava vardı. Rastgele yürümeye başladık. Büyük ve güzel meydanlar gördük. Büyük ve güzel fıskiyeli havuzlar, ruhumuzu bir sonsuzluk türküsüyle kucakladılar. Geniş kaldırımlı caddelerde, yer yer açılıp saçılan zarif çiçeklikler yüreğimizi sevdalandırdı. Birdenbire Taşkent’i bu hâliyle de sevmeye başladım. Taşkent bana, sessiz ve sakin bir sayfiye şehriymiş gibi geldi. Müthiş bir sessizlik, müthiş bir ıssızlık şehrin bütün caddelerim, bütün meydanlarım kucağına çekmişti. Görünürlerde hemen hemen hiç kimse yoktu. Güzelim Taşkent, sanki bir hava hücumuna uğramış veya terk edilmiş bir şehir kaderiyle derinden derine kendisini dinliyordu. Geniş yapraklı ağaçların arkasında yükselen blok apartmanlar, pencerelerin ve balkon kapılarını sıkı sıkıya kapayarak esrarengiz hâllerini gözlerimizden kaçırmaya çalışıyorlardı. Bizi, zaman zaman olduğumuz yere çivileyen bazı büyük binaların mimarileri, Türk-İslam medeniyetinin nakışlarıyla süslüydü Ben, modem binaların ön cephelerinin büyük bir kilim gibi boydan boya işlendiğini ilk defa Taşkent’te gördüm. Bu çarpıcı güzellikler içinde birkaç Özbek’e rastlamak, konuşmalarına kulak kabartmak, yüzlerine gözlerine, kıyafetlerine bakmak için can atıyordum.


Hayret! Kilometrelerce yürüdüğümüz hâlde karşılaştığımız kimseler ancak 5-10 sayısı içinde kaldılar. Kırmızı yanan trafik lambaları önünde 3-5 araba ya var ya yoktu. Her köşe başında, her cadde üzerinde, he meydan ortasında, sessizlik âdeta taş kesilmiş. Peki, ama bu bir milyon sekiz yüz bin nüfuslu şehrin halk nerelerde acaba? Çetin Tunca, içimden geçenleri duymuş gibi söze başladı:
- Taşkent böyledir işte! Âdeta bir sayfiye şehridir.
Yavuz Bülent BÂKİLER
Türkistan Türkistan

 

İLGİLİ İÇERİKLER

11 SINIF SERVET-İ FÜNUN EDEBİYATINDA GEZİ ANI

11.SINIF GEZİ YAZISI SLAYTI

SERVET-İ FÜNUNDA GEZİ YAZISI

GEZİ- TAYMİS KIYILARINDA

KONYA-GEZİ YAZISI

GEZİ YAZISI ÖRNEĞİ- KIRIKKALE'YE GİDERKEN

GEZİ YAZISI ÖRNEĞİ - DAHA DÜN