KONU :ZİYA GÖKALP VE TÜRK DÜŞÜNCESİ
YÖNETEN :ALİ GEVGİLİ
KATILANLAR :PROF. DR. MEHMET KAPLAN,PROF. DR. TARIK ZAFER TUN AYA PROF. DR. ŞERİF MARDİN
ALİ SEVGİLİ - Türk düşüncesinin gelişimindeki en önemli dönüm noktalarından birisi, Ziya Gökalp’tır. Büyük sosyolog ve düşünür Gökalp, ölümünün ellinci yılı dolayısıyla, 1974 ekiminde Türkiye'de yeniden saygıyla anılıyor.
Bugün yapacağımız açık oturumun konusunu, Gökalp 'ın yeri ve düşüncelerinin kaynakları gibi meseleler oluşturacak.
Sayın Prof. Kaplan, Türk toplumunun hangi meselelerle karşı karşıya bulunduğu bir dönemde tarih sahnesine çıkmıştır, Gökalp? Ziya Gökalp’in düşünceleri, davranışları, tezleriyle Türk kültür ve düşünce dünyasına getirdiği yenilikler, temel kavramlar nelerdir?
PROF. KAPLAN: Ziya Gökalp ''büyük mefkûrelerin, toplumların büyük buhranlar geçirdiği yıllarda doğduğunu1' söyler. Gökalp’ı de aynı gerçeğin ışığında değerlendirmek mümkün.
Gerçekten de, yaşadığı dönemde, hem Ziya Gökalp kişisel hayatında kendisini intihara götürecek kadar büyük bir buhran geçirmiştir, hem de o dönem yani 1874 - 1924 arası Türk toplumu için büyük bir buhran zamanı olmuştur. Gökalp’ın kendi açıklamalarına göre, kişisel hayatındaki buhran da Türk toplumunun geçirmiş bulunduğu buhranla zaten çok yakından ilgiliydi.
Söylendiğine göre, gençlik yıllarında yaşadığı bu buhran, Batı'dan gelen materyalist tabiat görüşü'yle içinde bulunduğu dinsel dünya arasındaki çatışmadan doğmuştur. Gökalp, çatışan iki ayrı dünya görüşü arasında kalmış ve hayatına giderek bir anlam veremeyerek intihara kalkışmıştı. Mutlu bir tesadüf neticesi intihardan kurtulmuştur. Gökalp... Bu, onun iki uç olan materyalizmin ile eski şark mistisizmi arasında son derece enteresan bir görüş bulmasıyla sonuçlanan bir kişilik bunalımdır.
Gökalp'in yaşamış olduğu kişilik buhranı, Tanzimat'tan sonra bizzat Türk toplumunun yaşadığı büyük buhranın uzantısıdır. O devir, daha ziyade maddeye, makineye, tabiata önem veren Batı medeniyeti bin yıldan beri Türk kültürüne şekil veren din ve mistik düşünce arasındaki çatışmanın zirvelere ulaştığı dönemdi. 1874 ile cumhuriyet arasında, imparatorluktan millî devlet'e geçiş diye adlandırdığımız son derece mühim bir sosyal değişmenin içinde bulunuyordu. Türkiye... Ziya Gökalp bir tek değil, çeşitli plânlarda Türk toplumunun yaşamış olduğu değişim buhranlarına cevaplar aramış ve karşılıklar vermiştir.
MİLLÎ DEVLETE YÖNELEN DÜŞÜNÜR
Gökalp'in buldukları ve Türk toplumuna getirdikleri, topluca, şöyle açıklanabilir:
Osmanlı devletinin dağılmakta olduğu o yıllarda Gökalp'in büyük rolü, millî devlet'in ana fikirlerini bulmuş ve belki de en iyi biçimde ifade etmiş olmasıdır. İmparatorluğun içinden tarihi akışı sonucu millî bir devlet doğmuştur. Cumhuriyet ile kemaline erişmiştir, milli devlet... İşte cumhuriyetten önce de, cumhuriyetten sonra da bu yönde gelişen fikirlerin büyük kısmını Ziya Gökalp buldu ve çevresindeki insanlara aktardı. Bu fikirler, tarihî şartlara uygun oldukları için gerçekten de çok etkili oldular. Arap, Fars, Bizans, Türk gibi çeşitli unsurlardan ibaret karışık Osmanlı yüksek kültürü'nün yerine Ziya Gökalp'ın getirmiş olduğu en önemli şey, millî kültür kavramıdır.
Gökalp, yolunu aydınlattığı millî devlet'i, milliyetçilik fikri üzerine dayandırır. Milliyetçiliği ise millî kültür temeline oturtur ve millî dil fikrine dayandırır. Bir sistem bulan Gökalp zamanla bu sistem içinde çeşitli fikirleri işlemiştir.
ATATÜRK VE GÖKALP
Gökalp, cumhuriyet devrinden önceki (1911 - 1923) nesle tesir etmekle beraber, gerçekten, cumhuriyet sonrasını da ana fikirleriyle son derece etkileyebilmiştir. Zaten pek çok bakımdan Atatürk'le paraleldir, fikirleri... Atatürk de millî devlet fikriyle hareket etmiştir. Ziya Gökalp, cumhuriyet'le beraber, meselâ, Türkçülüğün Esasları'nda, fikirlerinde tarihî şartlara göre ayarlamalar yapmıştır. Merhaleler vardır, düşüncelerinde... Millî devlet fikri, millî kültür fikri, sade dil fikri, her yönüyle halk kültürüne değer verme düşüncesi ve buna benzer fikirleri cumhuriyet sonrasında bütün Türk toplumuna mal olmuştur. Gökalp'ın düşünceleri cumhuriyetin yarım yüzyılı boyunca yaşar ve nesillerden nesillere intikal ederken fikirlerinin bazıları belki de tarihî şartlar müsait olmadığı için fazla yeşermemiş ya da dikkati çekmemiştir.
Ama 70'lerin sosyal ve ekonomik şartları içinde Gökalp'in tekrar üstünde durulması gereken son derece enteresan fikirleri de var.
GÖKALP’İN DRAMI VE BATININ ŞÜPHESİ
GEVGİLİLİ: Ziya Gökalp'in en ilginç yanlarından birisi de kendi çağdaşlarının hem içinde, hem de dışında olabilme özelliğidir. Sayın Prof. Mardin, bir sosyolog olarak çağına dönüp, Gökalp'in sosyal ve bilimsel köklerine indiğimiz zaman nelerle karşılaşıyorsunuz? Özellikle XIX. Yüzyıl sonu ve XX. Yüzyıl başları Türkiye'sinin bir yeniliğini teşkil eden pozitivist düşünce, Gökalp ve çağdaşlarına hangi kaynaklardan geliyor?
Gökalp'in pozitivizm'le dinsel dünya arasındaki bunalıma verdiği karşılık, Türkçülük tezleri ne gibi özellikler taşıyor?
PROF. MARDİN: Ziya Gökalp'in fikirlerini anlamaya çalışırken, kendisini intihara kadar sürüklemiş olan şahsî buran, hiç kuşkusuz, temeldeki bazı gerçekleri aydınlatabilecek bir olay olarak karşımıza çıkıyor. Ziya Gökalp'in bunalımı, kendi kuşağının da buhranıydı. Bir yanda Osmanlı toplumundaki İslâm dini terbiyesinin önerdiği esaslar, öte yandan da Osmanlı İmparatorluğu'nda o devirde her şeye rağmen yayılmaya da başlayan yeni fikir akımları ve bunları bağdaştırma sorunu vardı. Gökalp, bu dramı yaşadı.
Ziya Gökalp kendi devrindeki fikirlerden esinlenmiş ve etkilenmiştir. Bunlar o dönemin Batısında da beliren eğilimlerdir ve orda da pozitivizm ile din arasındaki köprüyü kurmaya çalışmaktadırlar. Özellikle XIX. Yüzyılın sonuna doğru Nietzsche'nin Batı uygarlığını yerici bir biçimde ele almasıyla birlikte, pozitivist görüşün eskiden beri vaat ettiği sonuçlara varamayacağı şüphesi belirmiştir. Batı'da... Gökalp'in esinlendiği düşünürlerin kafasında, bu etkileri açıkça görmek mümkündür.
NEDEN TÜRKÇÜLÜK?
Türkçülüğün şekillenmesini anlamak için yine aynı toplumsal grupta bir kısmı serhatlardan gelen bu taşra öğrencilerinin devlet'in parçalandığı kaygı ve korkusunu hatırlamak gerekir. Yine aynı kurumdaki karşılıklı öğrenci ilişkileri ve Türklükle ilgili yayınlar, bu sorunun da öğrenciler için bir entelektüel odak noktası halinde gelişmesini temin etmiştir.
GEVGİLİLİ - Gökalp'in yaşadığı çağ, kişilik bunalımlarının yanı sıra, Türk toplumunda büyük politik ve ekonomik bunalımlarında sahneye çıktığı bir çağdı. Sayın Prof. Turtaya, Gökalp'in geçirdiği tarih kesitlerini bir siyasal bilimci olarak incelediniz zaman, hangi gelişme eğilimlerini görüyorsunuz? Gökalp, çağının politik meselelerine hangi karşılıkları vermiş, ne gibi katkılarda bulunmuştur?
PROF. TUN AYA - "Ziya Gökalp Türkiye 'de büyük bir insan ve fikir adamı olmakla birlikte, aynı zamanda, büyük bir olay'dır da... Bu olayı, pek doğal olarak, kendi yaşadığı toplumun koşullarından da ayırmaya imkân yoktur. Onun için:
* Gökalp'i önce Meşrutiyet toplumu içinde incelemek gerekir.
* Daha sonra Gökalp'i, o toplumun alın yazısını elinde bulundurmuş ve altı aylık bir süre dışında sürekli iktidarda kalmış olan bir partinin, İttihat ve Terakki'nin içinde ele almak zorunludur.
* Ondan sonra da Ziya Gökalp'in bu topluma, bu parti kanalıyla neler getirdiğini araştırmak gerekiyor.
Osmanlı İmparatorluğu 1908yılında İşkodra' dan Basra'ya kadar uzanan, üç milyon kilometrekareyi aşan bir ülkeye sahipti ve ülke üzerinde yaklaşık olarak otuz milyon insan yaşıyordu. Bu nüfusun yüzde 80'i köylüydü. 1919 yılında yapılan bir istatistiğe göre, imparatorlukta altmış bin köy vardı, bunların on bininde ise okul yoktu. Beyrut ve Şam bölgesinde beş yüz köye bir tek okul düşüyordu. Yine doğrudan doğruya nazırların yaptıkları açıklamalara göre, yüz kuruş vergi veren halka yirmi paralık sağlık hizmeti yapılmıyordu. Öyle ki, bir mebus, "insanlarımız vahşi hayvanlar gibi yaşıyorlar, onları ehlî hayvan durumuna çıkarsak, çok büyük bir iş başarmış oluruz" diyebiliyordu o sıralarda... Köylü toprağın sahibi değil; zaten nüfusun yüzde 40'ı ancak elli dönüme kadar arazi sahibidir.
Ayrıca, Osmanlı Devleti dışa bağlıdır. Türkiye'de kapitülâsyonlar, imtiyazlı şirketler, yabancı sermayeler var ve bunlar olağanüstü baskıları deney bilmektedirler. Parlâmento üstünde bile dış çevreler öylesine baskılar yapıyorlar ki... Parlâmentonun adeta bağımsızlığını kaybettiğini gösteren bir delil, İspirtolu İçkiler Kanunu'dur. Bu kanun parlâmentodan çıkmış ve padişah tarafından tasdik edilmiş olmasına rağmen çıkarı olan devletlerin başvurmaları üzerine geri alınmıştır.
Bütünüyle dışa bağlı ve dış borçlanmalarla yaşayan bir ekonomiydi, bu. İkinci Meşrutiyet dokuz kere borçlanmıştır. Umumi harp sonunda devletin bir milyarı aşkın borcu vardı. Yalnız 1916 yılında borç taksitlerinin toplamı yirmi milyonu tutuyordu. Bu kendisine, pek hakim olamayan bir toplumdu. Abdülhamit toplumunun devamıydı.
TÜRK TARİHİNİN BİR AŞAMASI
GEVGİLİLİ: "Ziya Gökalp'in ölümünün ellinci yılında, Osmanlı'nın en son dönemlerini ve Ziya Gökalp'in o günün Türkiye'si içindeki yerini değerlendiren bu açık oturumda şu ana görüşler beliriyor:
1. XIX. Yüzyıl sonlarında Türkiye ekonomik ve politik anlamda artık büyük bir sarsıntı ve dış baskı süreci içindedir. Ekonomi kendi kendisini geliştirmekte güçsüz düşüyor; buna karşılık, kapitülâsyonlar, yabancı sermaye ve yabancı şirketler aracılığıyla güçlü Avrupa devletleri Türkiye üzerinde belirli bir tempoyla hegemonya kurmaya yöneliyordu. Osmanlı İmparatorluğu'nda yayılan milliyetçi akımlarla Balkan halkları arasında ayrılıkça eğilimler büyürken, Türklerin yalnızlığı artıyordu.
2. Türk aydın tabakalarının o dönemde toplumu kurtarıcı çözümler aradıkları görülür. Ziya Gökalp Anadolu'dan gelen bir aydın olarak, burada hem toplumda beliren yeni Batılı düşüncelerin, pozitivizmin etkilerini yaşamış, hem de geldiği kaynağın kendisine verdiği mistik, dinci yönlerden çelişkilerini duymuştur. Ziya Gökalp'i intihar deneyine kadar sürükleyen bu bunalım, o dönem aydınının yaşadığı Doğu - Batı çelişkisinin de bir simgesi sayılabilir. Gökalp, çelişkiyi birey'in yerine toplum'u koymakla birlikte, belirli bir mistisizmi de sürdürerek yeni bir denge içinde çözmek istemiştir.
3. Politik plâtformda ise, Gökalp millî devlet kavramının gelişmesine katkıda bulunmuştur. Osmanlı İmparatorluğu'nun yerini alacak bir Türk devleti'nin, Türkçülüğün, çok daha büyük bir perspektifte ise Turan devleti dediği bir Türk İmparatorluğu'nun ideolojik, politik, düşünsel temellerini ortaya koymak istemiştir, Gökalp.
4. Bir bilim adamı olduğu kadar, politik bir kişi de olan Gökalp, kendi çağdaşları arasında, onların üstüne çıkan ve topluma, kendine özgü yeni sentezler sunmaya çalışan kişiliğiyle hâlâ dikkati çekiyor ve tarihteki yerini alıyor.
(Milliyet, 27.10.1974)(Kompozisyon Sanatı, Sakin Öner, Yuva Yayınları, İstanbul 2005)
İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR:
AÇIK OTURUM, PANEL, FORUM, SEMPOZYUM
10.SINIF SUNU TARTIŞMA PANEL SLAYTI
TÜRKÇE ÜZERİNE
R.OĞUZ TÜRKKAN'ın yönettiği, Prof. HASAN EREN, Prof MUHARREM ERGİN, Prof. FARUK KADRİ TİMURTAŞ ve AHMET KABAKLI'nın katıldıkları, Türkçe üzerine yapılan bu açık oturum Televizyonun Yay-Kur dersleri arasında iki defa yayımlanmıştır.
R.OĞUZ TÜRKKAN - Konuştuğumuz Türkçe bu gün hâlen şu anda benim konuştuğum, sizin aranızda konuştuğunuz dildir. Bu Türkçe Anadolu'ya Oğuzlar ve türlü Türk göçleriyle getirilmiştir. Türkler Anadolu'da yeni bir kültür çevresine de girmiş bulunuyorlar. Bunun neticesi Türkler, bu yeni çevrede Selçuklular. Osmanlılar, Arapçadan, Farsçadan yeni terimler aktarmak mecburiyetini hissettiler. Türkçe o zaman da manevî mefhum ve fikirleri anlatamaz değildi Bildiğiniz gibi Uygurların geliştirdiği Türkçede, icabında felsefî, metafizik yahut ilmî görüşler işlenebilmiştir. Fakat Anadolu Türkleri, Orta Asya'daki ana dil hâzinesi ile mesafeyi hayli açtıkları için kaynak ve temas zorlaşmıştı. Bu yüzden daha kolay bularak diğer dillerden aktarmalar yaptılar.
(…)
Bildiğimiz gibi bizde ÖMER SEYFETTİN'in ve ZİYA GÖKALP'ın etrafında toplanan Türkçüler, bu inkılâbı başlattılar. Atatürk de devam etti. Zaten benzeri başka yerlerde de var. Meselâ Çin milleti bir ara, Çinceyi unutur bir vaziyete gelmişti Aynı şeyi İrlanda dilinde de müşahede edebiliriz. Orada da inkılâp lâzım gelmişti. Bizde inkılâp halk diline doğru bir dönüş, daha tabiî bir Türkçeye dönüş oldu. Bu tabiî dönüşüne devam etseydi belki bu gün Türkçe böyle bir mesele hâline gelmeyecekti Fakat maalesef bu tabiî gelişme olmadı. Birtakım gruplar bazı zorlamalar yaptılar. Bu zorlamalar neticesinde, dil öyle bir istikamet aldı ki bu sefer ayrı görüşler çatışmaya başladı.
Yirmi yıldır bunu tartıştık, belki de daha fazla münakaşası yapıldı, kitaplar yazıldı, televizyon tartışmaları, kurultaylar yapıldı. Şimdi artık bir şey yapmak lâzım, bu çıkmazdan çıkmak için. Bazıları An Türkçe denilen istikametten uydurmacılığa da yol veren kelime türetme şeklinde bunun çözümünü düşündüler. Yalnız tartışmasını yapmakla kalmayıp, tatbikata geçtiler. Bu grubun kontrol edebildiği bazı basın, televizyon ve radyo, buna yol açar bir vaziyet yarattı. Onlara karşı tabiî görüşmeyi tabiî dili korumak isteyen millet var, sağduyu sahibi bilginler var. Bu gün, burada işte dilimizin kaderini tartışacağız.
Şimdi sıra ile Sayın Prof. Dr. Muharrem Ergin, Sayın Prof. Dr. Hasan Eren, Sayın Prof. Dr. Faruk K.Timurtaş ve Edebiyat Tarihçisi Gazetecisi Sayın Ahmet Kabaklı konuşacaklar. Sözü sayın Prof. Muharrem Ergin'e bırakıyorum.
PROF. DR. MUHARREM ERGİN - Teşekkür ederim Sayın Başkan. Müsaade ederseniz ben Türkçenin meseleleri konusunu biraz daha geniş Ölçüde arkadaşlarıma takdim edeyim Türkçe, Türk milletinin dilidir. Türk kültürü yeryüzündeki en büyük kültürlerden biridir. Türk kültürünün en büyük unsuru olan Türk dili, insanoğlunun yarattığı en büyük eserlerden biridir. Fakat Türkçe büyük bir insanlık eseri olmasına ve fevkalâde tarihî, coğrafî varlığına rağmen, bu gün İlmî ve millî birçok meselelerle karşı karşıyadır. Ben, bu gün Türkçenin karşı karşıya bulunduğu ilmi ve millî meseleleri 5 madde etrafında topladım:
BİRİNCİ MESELE, Türkçeye Türk milletinin sahip çıkması meselesidir. Türkçenin varlığının devam ettirilmesi şarttır. Bunun için gelişme yollarını açık tutmak mecburiyetindeyiz. Türkçeye lâzım gelen desteği göstermek, içeride ve dışarıda gereken yatırımları yapmak mecburiyetindeyiz.
İKİNCİ OLARAK, Türkçe, Türkiye dışında da varlığını muhafaza eden bir dildir. Dış-Türk ülkelerinde, Türkçe varlığını devam ettirmek mücadelesi yapıyor, Türk yazı dili, biliyorsunuz, yirminci asra kadar iki ve üç koldan gelişmiş, yirminci asra üç yazı dili olarak ulaşmıştır. Hâlbuki bu gün Türkçe aşağı yukarı her lehçesi ayrı bir yazı dili olmak üzere pek çok yazı dillerine bölünmüş durumdadır. Şu anda, dışarıda Türkçe, Türk yazı dilinin birliğine gitmek meselesi ile karşı karşıyadır. Bilindiği gibi hangi ülkede ve hangi siyasî toplumda otursa olsun tek bir dil, aynı yazı ile yazılır. İngilizce dünyanın dört bir tarafında bir tek yazı kullanmaktadır. Arapça da öyledir, diğerleri de... Türkçemiz ise, dışarıda birçok alfabelere bölünmüştür. Şu hâlde dışarıda Türkçenin baş meselesi, yazı birliğine gidecek yollar aramak ve açmaktır.
ÜÇÜNCÜ MESELE, Türkçenin bu gün dünyada İlmî olarak aydınlığa çıkarılmasıdır. Yalnız Türkiye'de değil yabancı memleketlerde de Türk dilini konu alan "Türkoloji ilmi'' diye, mevcut bir ilim vardır. Bu ilim henüz başka milletlerin dillerini, edebiyatlarını tetkik eden ilimler seviyesinde gelmemiştir. Demek ki "Türkoloji’nin" İlmî olarak gelişmesi dünyadaki Türkçe meselelerinden biridir.
DÖRDÜNCÜSÜ, dil bir kültür unsuru olduğuna göre, ancak öğretimle nesillerden nesillere intikal eder. Bu gün Türkçe öğretiminde büyük aksaklıkla karşı karşıyayız. İstiklâli olan vatanımızda dahi Türkçe layığı ile çocuklarımıza intikal ettirilememiştir.
BEŞİNCİ VE SONUNCU MESELE: Sayın Başkan'ın getirip düğümlediği meseledir. Türkiye'de siyasî, sosyal, hatta ekonomik sahada görülen anarşilere paralel ortaya çıkarılmış, bir dil anarşisi mevcuttur. Millî kültürümüzün, kırk beş milyon birbirine bağlayan dil unsurunun, bu bağlayıcı rolü âdeta bir tarafa bırakılmış, aramızda bir kavga unsuru, mücadele unsuru hâline gelmiştir. Ayrı ayrı kelimeleri, ayrı ayrı dilleri konuşan kimseler, aynı milletim, fertleri olamaz. Aynı şekilde, bu anarşi nesiller arasında büyük bir uçurumdur. Dilin, maziden gelip geleceğe intikal eden kültür akışını sekteye uğratmaktadır. Türkçe, bu gün büyük bir anarşi içindedir. Bu anarşiyi kısaca arz edeyim:
İki yanlış hareketle karşı karşıyayız, Türkçe düşünce sahasında devrik cümle yanlışı ile karşı karşıyadır. İkincisi uydurmacılıkla karşı karşıyadır.
R. OĞUZ TÜRKAN: Müsaade buyurursanız Muharrem Bey, çok güzel meselelere temas ettiniz, bir dahaki dönüşte çözümleri rica edelim Şimdi Sayın Prof. Dr. Hasan Eren lütfen.
PROF, DR. HASAN EREN - Teşekkür ederim İnsanı insan yapan dildir. Bu bakımdan Türk'ü Türk yapan da Türk dilidir. Bu açıdan bakıldığı takdirde Türkçenin meseleleri Türkçenin çağdaş problemleri tamamıyla millî konularımızdır. Türkçenin birtakım dertleri, birtakım problemleri var dedik. Yabancı dillerin buna benzer problemleri yok mudur? Avrupa'nın en gelişmiş, en zengin kültür dili olarak Fransızcayı alabiliriz; son yıllarda Fransızlar da dilleri ile daha yakından daha ciddî olarak uğraşmak ihtiyacını duymuşlardır. Evet, Fransa'da eskiden beri dile sahip çıkan, dilin belli başlı konularını halletmeye çalışan bir akademinin çalıştığını biliyoruz. Ancak, anlaşılan bu akademi, çalışmalarında biraz geri kalmıştır. Günlük ihtiyaçtan, günlük problemleri görememiştir. Fransızcanın bu konudaki problemleri bilhassa ikinci Dünya Savaşı'ndan sonra ortaya çıkmıştır. İkinci Dünya Savaşı Anglosakson âleminin, aşağı yukarı bütün dünyaya hâkimiyetini sağlamıştır. Bunun üzerine Fransız diline, İngilizceden gerekli veya gereksiz birçok yabancı kelimenin alındığını görüyoruz. Tıpkı bizde Arapçanın, Farsçanın Türkçeye girmesi gibi. İşte Fransız kelime hâzinesine giren bu yabancı kelimelerle savaşmak, bu gün Fransızlar tarafından ön plânda tutulan bir dava, bir zorunluluk olmuştur. Yani France (Frans) ve Angle kelimelerinin birleşmesinden Frangle şeklinde bir terim bile uydurulmuştur.
Şimdi Fransız ilgilileri, Fransız Kültür Bakanlığı, bu konuda bundan birkaç yıl önce bizim ilgili bakanlıklarında, ilgili bilim kuruluşlarımıza başvurmuşlardır. "Siz Türkiye'de, Atatürk döneminde başarılı bir çalışma yaptınız. Türkçeyi yabancı unsurlardan, Arapçanın, Farsçanın etkisinden kurtardınız. Avrupa'dan alınmış olan kelimelerin bir kısmını kendi imkânlarınızla karşıladınız. Bu konuda, kullanmış olduğunuz metotları yolları bilmek istiyoruz." demişlerdir. Bu şekilde bizim bu güne kadar elde etmiş olduğumuz tecrübelerden Fransızların yararlanmak istemesi, gerçekten dikkate değer bir olaydır,
R. OĞUZ TÜRKAN- Teşekkür ederim Hasan Bey, şimdi zamanımız kısa olduğu için sözü Prof. Dr. FARUK TİMURTAŞ'a bırakalım.
PROF. DR. FARUK K. TİMURTAŞ - Dil bir milleti meydana getiren unsurların başında gelmektedir. Milleti meydana getiren unsurlar maddî ve manevî unsurlardır. Manevî unsurların en başta geleni millî kültürdür. Millî kültür içinde dil en başta yer almaktadır
BİRİNCİSİ MESELE Türkçenin iyi öğretilmemesidir. Yani biz yeni nesillere Türkçeyi iyi öğretememekteyiz. Bunda okulların ve millî eğitimin rolü kadar basının ve TRT’nin de rotu bulunmaktadır.
İKİNCİ MESELE, dil üzerindeki araştırmalar, yani Türkçenin ele alınıp işlenmesi meselesidir. Bu yolda hayli ilerlenmekle beraber, yeter derecede bir sonuca ulaşılamamıştır. Türkçenin ilmi bakımdan ele alınması lazımdır. Bunun başında "akademi" gelmektedir.
ÜÇÜNCÜ MESELE imlâ meselesidir, bununla ilgili olarak telâffuz meselesi yine Türkçenin öğretimi ile ilgilidir.
R. OĞUZ TÜRKKAN - Çok teşekkür ederim hepinize, görüşlerinizi en iyi bir şekilde bu kadar kısa bir zaman çerçevesinde belirtebildiğiniz için. Toparlamam lâzım gelirse: Dil doğru şekilde geliştirilmelidir, yanlış şekilde geliştirilmek olmaz. Dil bir anlaşma sebebi olmalıdır, yalnız Türkiye Türklerinin içindeki çeşitli nesiller arası ve sınıflar arası anlaşma vesilesi olmakla kalmamalı aynı zamanda bütün Türk dünyası için de bir anlaşma şekli olmalı Bir Babil kulesi hâlinde birbirimizi anlamaz hâle gelmemeliyiz. Vatan, istiklâl millet gibi artık bizim olan kelimeler üzerinde dil ırkçılığı yapılamaz. Yeni kelimeler şüphesiz gelecektir. Nitekim oluşturmak, tartışma, sakınca gibi, denizaltı gibi, bildin, duyuru gibi, sözleri kullanıyoruz. Nihayet şunu söyleyeceğim: Dil yalnız dil bilginlerinin bile konusu değildir, şairlerin ve edebiyatçıların, bilhassa milletin anlaşma vasıtasıdır. Bunları göz önünde tutarak inşallah Türkçemizin meselelerini yavaş yavaş çıkmazdan çözüme doğru yöneltmeyi becereceğiz.
Teşekkür ederiz.
(Yaşayan Türkçemiz 3)