Kullanıcı Oyu: 4 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin değil
 


CİMRİ

Bir zamanlar cimri bir adam yaşarmış. Öyle cimriymiş ki bütün mallarını altınla değiştirmiş. Bir çuval altını olunca da gidip bir ağacın dibine gömmüş.

Gelgelelim aklı hep altınlarındaymış. Onları düşünmekten gözüne uyku girmez olmuş. Yemeden içmeden kesilmiş. Gece gündüz demez, aklına estiği zaman gider, toprağı kazarmış. Sonra altınlarını bir bir sayarmış.

Rastlantı bu ya. Oradan geçen biri olanları uzaktan görmüş. Bakmış ki bu iş her gün tekrarlanıyor, durumu hemen anlamış.

"Bu adam cimrinin biri" diye düşünmüş.

Bir zaman sonra bizim cimri yine toprağı kazmış. Kazmış ama altınlar yerinde yok! Ne yapsın? Başlamış dövünmeye, çırpınmaya.

Uzun zamandır cimriyi gözleyen adam dayanamamış.

"Ne var? Ne oldu da böyle ağlıyorsun?" diye sormuş.

Cimri cevap vermiş:

- Daha ne olsun? Altınlarım yok olmuş. Hepsi çalınmış!

Olan biteni bilen adam:

- Altının ha varmış ha yokmuş. Harcayıp yemedikten sonra bir taş al, altın yerine onu göm. Senin için hiç fark etmez, demiş.

 

YİĞİT İLE BABASI 


 

Bir zamanlar yaşlı bir adamcağızın bir tek oğlu varmış. Bu oğlan yiğit mi yiğitmiş. Gözü hiçbir şeyden yılmazmış. Ava çıkmayı da çok severmiş.

Günlerden bir gün delikanlı ormana avlanmaya gitmiş. Gitmiş ama yaşlı babasının içine bir ateştir düşmüş. Bütün gün "Ya aslanın biri oğlumu parçalarsa?" diye düşünmüş durmuş.

Akşam olmuş; genç yiğit avdan dönmüş. Yaşlı adam kuşkularını oğluna anlatmış.

- Seni arslan parçalayacak diye çok korkuyorum. Ava çıkmanı istemiyorum, demiş.

Delikanlı ne kadar karşı çıksa da yaşlı adam büyük bir ev yaptırıp oğlunu oraya kapamış. Oğlan ne bir daha dışarı çıkabilmiş, ne de ava gidebilmiş.

Adam oğlunun canı sıkılmasın diye evin bütün duvarlarını hayvan resimleriyle donatmış.

Zavallı delikanlı çaresiz, bu resimlere bakar avunurmuş.

Bir gün arslan resminin önünde durmuş; eski günleri düşünmüş. Arslan resmine bakıp "Senin yüzünden eve kapatıldım. Hiçbir yere çıkamıyorum. Ne yapsam da senden öcümü alsam?" demiş. Aynı anda da arslanın gözüne bir yumruk atmış.

Ama duvardaki bir çivi eline batmış; canı çok acımış.

Ertesi gün delikanlının eli şişmiş. Ateşlenip yataklara düşmüş. Zavallı o günden sonra bir türlü iyi olamamış. Sonunda da ölmüş.

Babası yaptığı hatayı anlamış.

- Ne yaptım da kadere karşı çıktım? Oğlumu gerçek arslandan korudum; bir arslan resmine yenik düştüm, demiş.

Demiş ama iş işten geçmiş

 

GEYİK İLE KAPLAN

 

Geyiğin biri ormanda geziniyormuş. Çok susamış; derenin başına gitmiş. Suya başını daldırınca bir de ne görsün?

Boynuzları çok gösterişli, bacakları ise incecik bir geyikmiş. Koca koca boynuzları hoşuna gitmiş, ama bacaklarını hiç mi hiç beğenmemiş.

Geyik boynuzları ile böbürlenip bacaklarıyla yerinirken arkasında bir kaplan belirmiş.

Kaplan geyiği parçalamak için atılmış. Geyik bu ya; o incecik bacaklarıyla hızla koşup uzaklaşmış.

Uzaklaşmış ama boynuzları bir dala takılınca olduğu yerde kalakalmış. Kaplan da yetişip hemen onu yakalamış.

Beğenmediği bacakları ona iyilik ederken çok güvendiği boynuzları kötülük etmiş.

Zavallı geyik oracıkta ölmüş.

 

KURT İLE KOYUN

Karakoyun otluyormuş. Bir ara başını kaldırmış. Bir de ne görsün? Çoban da sürü de görünürlerde yok! O sırada aç bir kurdun üstüne geldiğini görmüş. Çok korkmuş. Kurdun gözleri parlıyormuş.

Koyun “Selam" demiş kurda.

Kurt dişlerini gıcırdatmış:

- Selam; sen burada ne arıyorsun? Biliyorsun ki bu dağlar benim. Seni şimdi yiyeyim de gör!

Koyun hemen bir oyun düşünüp kurtulması gerektiğini anlamış.

- Bak, demiş kurda. Ben bu dağların senin olduğuna inanmıyorum. Eğer doğru söylüyorsan bir yatırın türbesine gidelim. Sen orada mezara elini koyup yemin et. Sonra da beni ye.

Kurt içinden "Önce yemin ederim, sonra da onu lokma lokma yerim" diye gülmüş.

İkisi de gide gide bir ağacın altına varmışlar. Sürünün köpeği orada uyuyormuş.

Koyun "Kurt kardeş, işte yatır. Hadi yemin et, demiş.

Kurt yemin etmek için elini kaldırıp ağaca dayamış. O sırada uyanan köpek kurdun üzerine atılıp boğazına yapışmış.

 

PARMAK ÇOCUK

Vaktiyle yoksul bir oduncu varmış. Karısı ve yedi çocuğuyla bir kulübede otururmuş. Çocukların en sonuncusu minicikmiş. Ona “Parmak Çocuk"adını takmışlar.

Günün birinde parasızlıktan yiyeceksiz kalmışlar. Ne yapacağını şaşıran anne ile baba çocukları ormana bırakmaya karar vermişler belki zengin bir avcı onları alır götürür diye.

Parmak Çocuk onların konuşmalarını duyup ceplerini beyaz çakıl taşlarıyla doldurmuş. Onları birer birer yere atmış. Bu taşları izleyen çocuklar evlerine dönebilmişler.

Anne ile baba çocukları yine ormana götürüp bırakmışlar. Ama Parmak Çocuk bu kez yola ekmek kırıntısı atmış. Ne yazık! Kuşlar kırıntıları yemiş.

Çocuklar korkudan ağlamaya başlamışlar. Parmak Çocuk ağaca tırmanmış. Uzaktan ışığı yanan bir ev görmüş. Gidip kapıyı çalmışlar.

Kapıyı açan kadın "Burası devin evidir. O çocuk yer " demiş. Sonra çocukları yatağın altına saklamış.

Dev eve gelince çocukları bulmuş.

“Şimdi karnım tok. Yarın hepinizi yerim" demiş.

Dev ile karısının yedi tane kızları varmış. Başlarında altın taçları, geniş bir yatakta uyuyorlarmış.

Parmak Çocuk kardeşlerinin takkelerini almış, küçük dev kızların taçlarıyla değiştirmiş.

Sabah olunca dev, takkeli çocukların boyunlarını kesmiş.

Anne kendi kızlarının boyunlarını kesik görünce bayılmış. Dev ise öyle öfkelenmiş ki hırsından uçurumdan yuvarlanıp ölmüş.

Parmak Çocuk ile kardeşleri de kurtulmuşlar.

 

PERİLER

Bir zamanlar yeni yetişen iki kızıyla dul bir kadın varmış. Küçük, sevimli ve yumuşak bir kızmış ama annesi onu hiç sevmezmiş. Bütün ev işlerini ona yüklermiş. Büyüğü ise annesi gibi kendini beğenmiş biriymiş.

Bir sabah küçük kız su dolduruyormuş. Çeşme başında yaşlı bir kadınla karşılaşmış.

“Günaydın güzel kızım" demiş. “Bana biraz su verir misin?”

Genç kız "Elbette nineciğim" diye karşılık vermiş.

Böylece yaşlı kadına su vermiş. Oysa yaşlı kadın bir periymiş. Peri iyi kıza "Yaptığın iyiliğe karşı sana bir armağan vereceğim. Her söz söyleyişinde ağzından değerli bir taş çıkacak" demiş.

Kızcağız eve dönünce başından geçenleri annesine anlatmış. Kız konuştukça ağzından inciler dökülmüş.

Dul kadın çok şaşırmış. Hemen büyük kızını çeşmeye göndermiş. Kibirli kız bakmış, kardeşinin anlattığı yaşlı kadın yok. Sadece genç bir bayan gelip ondan su istemiş.

Sevgili kızı eve dönünce dul kadın telaşla "Ne oldu bakalım?" diye sormuş.

Kız "Ne olacak; genç bir kadın benden su istedi. Ben de vermedim." demiş ve ağzından yılan çıkmış.

Dul kadın öfkeyle "Bütün kabahat senin!" diyerek küçük kızı dövmüş. Sonra da evden kovmuş.

Kız ağlaya ağlaya ormanda dolaşırken bir prense rastlamış. Kız prense başından geçenleri anlatmış. Perinin verdiği olağanüstü armağanlar prensin gözünü kamaştırmış. Kızla hemen evlenmiş.

Çok mutlu olmuşlar.

 

SİHİRLİ ÇAKMAK

Genç bir asker savaştan dönüyordu. Yolda bir sihirbaz kadına rastladı.

Kadın ona “Selam asker. Zengin olmak ister miydin?" diye sordu.

Asker “Elbette!" diye haykırdı.

Kadın bu kez “Öyleyse şu çakmağı al" dedi ve uzaklaşıp gitti.

Asker şaşkın ve ürkek, oradan ayrılarak kente gitti. Kendine çok güzel giysiler aldı. Kentliler ona, krallarının hiç kimseye göstermediği dünyalar güzeli bir prensesi olduğunu söylediler.

Asker “Neden hiç kimseye göstermiyor?" diye sordu.

“Çünkü falcılar prensesin bir askerle evleneceğini söylediler. Kral da bunu istemiyor"cevabını aldı.

Asker "Prensesi tanısam iyi olacak" diye düşündü. Gitti; kralın bahçelerinde dolaştı. Ama boşuna yoruldu.

Sonunda kapkaranlık bir gecede elini cebine atınca sihirbazın çakmağını buldu. Onu çıkarıp çaktı. Birdenbire kocaman gözlü büyük bir köpek ortaya çıktı:

“Dile benden, ne dilersen?”

Asker: “Demek bu çakmak sihirli bir çakmak! Bana güzel prensesi getir" diye emretti.

Göz açıp kapayıncaya kadar köpek, uyuyan prenses sırtında çıkageldi.

Asker onu uzun uzun seyretti. Yanağına bir öpücük kondurdu.

Fakat kralın nöbetçileri köpeği takip edip askeri yakaladılar. Kral, askerin asılması için emir verdi.

Prenses durmadan ağlıyordu.

Tam asılırken asker çakmağını çıkardı. Üç kez çaktı. Köpeği meydana çıktı. Yargıçla krala saldırdı. Hepsinin kemikleri kırıldı.

Herkes "Küçük asker, sen bizim kralımız ol. Prensesle evlen " dedi.

Prenses ve asker çok mutluydular. Yedi gün yedi gece düğün yapıldı.

 

AÇ FARE

Dağda yaşayan bir fare varmış. Bir gün karnı çok acıkmış. Elma bahçesine girip üç tane elma yemiş. Dönerken yolda birini görmüş. Elinde su kovası, evine gidiyormuş.

Fare "Ey insanoğlu! Karnım çok aç. Üç tane elma yedim. Şimdi de seni yiyeyim mi?" demiş.

Adam "Kovayla başına bir vurdum mu ölürsün!" diye öfkelenmiş. Ama aç fare adamı yutuvermiş.

Gide gide bir yere varmış. Burada düğün varmış. Yeni gelin mangalda ateş yakıyormuş. Fare "Gelin gelin! Karnım çok aç. Üç elma, bir adam yedim. Şimdi de seni yiyeyim mi?" demiş.

Gelin "Hadi oradan! Ateşi kafana geçiririm!" diye çıkışmış. Ama aç fare onu da yutmuş.

Gide gide bir yere varmış. Bu yerde üç güzel kız gergef işliyormuş. Fare "Güzel kızlar; karnım çok aç. Üç elma, bir adam, bir de gelin yedim. Şimdi sizleri de yiyeyim mi?" demiş.

Kızlar “İğneyi gözüne batırırız" demişler. Ama aç fare onları da yutmuş.

Gide gide misket oynayan çocukların yanına varmış. Onları da yemiş.

En sonunda yaşlı bir kadına rastlamış. “Hey ihtiyar! Çok insan yedim. Seni de yiyeyim mi?" demiş.

İhtiyar "Ben bir deri bir kemiğim. Benimle doymazsın sen. Ben sana iyi bir yiyecek getireyim" demiş.

İhtiyar, eteğinin altına kocaman bir kedi saklayıp getirmiş.

Kedi farenin karnını yırtmış. O zaman adam, gelin, kızlar ve misket oynayan çocuklar dışarı çıkmışlar. Hepsi de kediye yemesi için bir sürü yiyecek getirmişler.

 

PEKMEZCİ ANNE

Bir tüccarın biricik bir kızı varmış. Adı Akçiçek’miş. Bir gün tüccar hacca gitmeye karar vermiş. Fakat kızına bakacak kimsesi yokmuş.

Akçiçek “Babacığım, sen merak etme. Eve bir senelik yiyecek koy, kapıyı da üzerimize taşla ördür. Sen gelinceye kadar ben dadımla evde kalırım" demiş.

Adam çaresiz kabul edip hacca gitmiş.

Akçiçek’in böyle evde kapalı kaldığını padişahın oğlu işitmiş. Bu kızı çok merak etmiş. Bir gün yaşlı kadın kıyafetine girerek yanına pekmez almış ve kızın örülü kapısına gitmiş.

- Pekmez satarım, gönüllere sevinç katarım, diye bağırmış.

Kız bu sözleri dinlemiş. Babası da pekmez almayı unutmuş. Yalnızlıktan da sıkılmaya başlamış. Kapının önüne gelip pekmezciye seslenmiş:

- Pekmezci anne! Çık damın üzerine. Pekmez sat; masal söyle bize, demiş.

Pekmezci anne kızın dediğini yapmış. Gönlünü de kıza kaptırmış. Akçiçek de onun masallarından çok hoşlanmış.

Artık her gün pekmezci anne geliyor, masal söylüyormuş. Akçiçek de ona kalbindeki arzuları anlatıyormuş. Babasına kavuşmak ve pekmezci anneden ayrılmamak en büyük arzusuymuş.

Nihayet babası hacdan dönmüş. Padişah adamı karşılayıp Akçiçek’i oğluna istemiş. Tüccar bu işe çok sevinmiş. Ama Akçiçek pekmezci anneden ayrılacağı için çok üzülmüş.

Düğün günü gelip çatmış. Şehzade gelin odasına girince Akçiçek’i ağlar bulmuş.

Sebebini sormuş.

Kız "Ben pekmezci anne olmadan yaşayamam" deyince şehzade “Bundan sonra hep onunla birlikte yaşayacaksın. Çünkü pekmezci anne bendim" demiş.

Akçiçek ile şehzade evlenip mutluluk içinde yaşamışlar.

 

KEDİLER SULTANI

Bir zamanlar yoksul bir kadın varmış. Bu kadıncağız o kadar yoksulmuş ki yiyecek yemeği bile yokmuş. Bir gece açlıktan ve soğuktan bir köşede uyuyup kalmış. Rüyasında aksakallı bir ihtiyar görmüş. İhtiyar, eğer kediler sultanını bulabilirse yoksulluktan kurtulacağını söylemiş.

Kadın o gün bu gündür kediler sultanını arayıp durmuş. Ama ne çare! Hangi kedinin yanına sokulup "Sen kediler sultanı mısın?" dese, kediler miyavlayıp kaçarlarmış.

Bir sabah kalıntı unlardan küçücük bir hamur açarken gözlerinden seller gibi yaşlar akmaya başlamış. "Allahım. Böyle yoksul ve muhtaç yaşamaktansa, yer yarılsa da içine girsem" diye yalvarmış.

O sırada yer yarılmış. Kadın içine girmiş. Geniş bir avluya düşmüş. Burada birçok kedi varmış. Kediler yemek pişiriyorlarmış.

Kadın "Kediler sultanını biliyor musunuz?" diye sormuş.

Kediler hiç konuşmadan elleriyle yukarı katı göstermişler. Kadın yukarı çıkmış. Orada birçok kedi temizlik yapıyormuş.

Kadın "Kediler sultanını nerede bulabilirim?" diye sorduğunda kediler "Yukarda" demişler.

Kadın bir kat daha çıkmış. Burada da birçok kedi çamaşır yıkıyormuş.

Kadıncağız "Ne olur, beni kediler sultanına götürün" demiş.

Kediler hep bir ağızdan “Yukarı çık" demişler. Kadın bir kat daha çıkmış. Kediler sultanı başında tacı, altın bir taht üzerinde oturuyormuş. Kediler sultanı yoksul kadına bir torba uzatmış.

Tavan yarılmış. Kadın yukarı çıkmış. Evine varınca da torbayı açmış. Torbanın içi ağzına kadar altın doluymuş. Kadın artık yoksulluktan kurtulmuş. Zengin olunca da bütün yoksullara yardım etmiş.

 

İLGİLİ İÇERİK

MASAL ÖRNEKLERİ-3

MASAL

MASAL HAKKINDA

MASAL NEDİR?

MASAL ÖRNEĞİ-DOĞRULUK

MASAL ÖRNEĞİ- SABIRTAŞI

KAŞIKÇI BABA MASALI

TÜRK MASALLARI ÖZETİ - NAKİ TEZEL

 

 

GÜRÜLTÜCÜ ÇOCUK

Gürültücü çocuğu hiç kimse sevmezdi. Çünkü o kadar gürültü yapardı ki yer yerinden oynardı. Hele yürürken çıkardığı sesler dayanılacak gibi değildi. O sokağa çıktığı zaman herkes evine koşar, kapıyı pencereyi sıkı sıkı örterdi.

Bir gün annesi gürültücü çocuğu ekmek almaya gönderdi.

Gürültücü doğru fırına gidip bağırdı:

- Bir tane ekmek istiyorum!

Öyle bağırdı ki arabasında uyumakta olan minik bebek ağlamaya başladı. Bebeğin annesi gürültücüye dönerek "Ne düşüncesiz çocuksun! Biraz yavaş konuşamaz mısın sen?" diye söylendi. Ama bizim gürültücü çocuk hiç akıllanmadı. Eve dönerken başladı gülmeye. Kahkahaları her yeri çınlatıyordu.

Pencereden genç bir hanım başını uzatıp gürültücüye seslendi:

- Neden bu kadar hızlı gülüyorsun? Çocuğum hasta ve başı çok ağrıyor. Sesin onu rahatsız etti. Haydi, git buradan!

Gürültücü çocuk daha da çok gülmeye, gümbür gümbür sesler çıkarmaya başladı.

Artık ona bir ders vermenin zamanı gelmişti. Bütün mahalle halkı toplanıp konuştular.

Ertesi gün gürültücü çocuk ekmek almak için fırına girdi. Her zamanki gibi bağırmaya başladı:

- Bir tane ekmek istiyorum.

Ama fırıncı hiç oralı olmadı; duymamış gibi davrandı. Gürültücü çocuk daha da bağırdı:

- Bir tane ekmek istiyorum dedim!

Fırıncı yine ses çıkarmadı.

Gürültücü çocuk çaresiz fırından çıktı.

Yürürken "takır tukur"sesler çıkarıyor, ıslık çalıyordu.

Evin önünden geçerken biri pencereyi açtı ve gürültücü çocuğun başına bir kova soğuk su döktü. Gürültücü titremekten hiç ses çıkaramaz oldu.

Sonra doğruca evine gidip olanları düşündü. Çevresine ne kadar saygısızca davrandığını anladı.

O gün bu gündür gürültücü çocuk bir daha hiç gürültü yapmadı.

 

MUTSUZ ÇOCUK

Mutsuz çocuk çok mutsuzdu. Niye mi? Çünkü hiçbir şey onu mutlu edemiyordu. Ailesi doğum gününde ona hediyeler aldı. Çeşit çeşit oyuncaklar, rengârenk giysiler. Ama mutsuz çocuk hiç sevinmedi. Onlara bir teşekkür bile etmedi.

Annesi sevdiği yemeklerden, pastalardan yaptı. Babası kumbarasına atması için para verdi. Mutsuz çocuk yine mutlu olmadı.

Bir gün okula giderken ağlayan bir çocuk gördü. Yanına yaklaşıp sordu:

- Neden ağlıyorsun?

Çocuğun üstü başı yırtık içindeydi. Ağlayarak cevap verdi:

- Karnım çok aç. Hiç kimsem yok. Ailem de yok.

Mutsuz çocuk ona çok acıdı. “Gel benimle" diyerek evine götürdü.

Mutsuz çocuğun ailesi ağlayan çocuğa çok iyi davrandı.

Anne onu yıkayıp saçlarını taradı. Mutsuz çocuğun giysilerinden giydirdi. Hazırladığı yiyeceklerden yedirdi. Baba para verdi.

Mutsuz çocuk da oyuncaklarıyla oynamasına izin verdi.

Zavallı çocuk o kadar çok sevindi ki üzüntüsünü unuttu. Ağlamayı kesti. Mutsuz çocuğa "Ne kadar şanslı bir çocuksun! Güzel bir evin, iyi bir ailen, giysilerin, oyuncakların, yiyeceğin var. Her halde sen çok mutlu bir çocuk olmalısın" dedi.

Mutsuz çocuk onun bu sözlerinden nelere sahip olduğunu ve nankörlük ettiğini anladı; çok utandı.

O günden sonra hiç mutsuz olmadı.

 

KÜÇÜK YALANCI

Durmadan yalan söyleyen bir çocuk vardı. Bu yüzden onu hiç kimse sevmezdi. Ondan söz edilecek olsa “Şu yalancı çocuk mu? Hani hep yalan söyleyen?" derlerdi.

Böyle yalancı tanınmak çok kötü şey. Çünkü arada bir doğru söyleyecek olsanız bile kimse size inanmaz. İşte bizim küçük yalancının başına da böyle bir felaket geldi.

Bir gün annesi küçük yalancıyı evde bırakıp çarşıya gitti. Giderken de sıkı sıkı tembih etti:

- Aman yavrum, sakın yaramazlık yapma! Ben dönünceye kadar uslu uslu otur, dedi.

Küçük yalancı uslu oturacağına söz verdi. Verdi ama hiç onun sözüne güvenilir mi?

Annesi kapıyı kapar kapamaz küçük yalancı kibritle oynamaya başladı. Kibriti yakıyor sonra üflüyor ve çok eğleniyordu. İşte ne olduysa o anda oldu ve perde tutuştu. Alev alev yanmaya başladı.

Küçük yalancı çok korktu. Hemen sokağa çıkıp "Koşun! Evimiz yanıyor! Yangın çıktı!" diye bağırmaya başladı.

Bağırdı çağırdı ama kimse ona inanmadı.

Komşular "Yine yalan söylüyorsun. Yalan söylemeye utanmıyor musun? Hadi oradan! Yalancı çocuk!"gibi sözler ettiler.

Yalancı çocuk "Bu kez doğru söylüyorum. Evimiz gerçekten yanıyor!" dediyse de boşuna uğraştı.

Bereket versin, annesi çarşıdan çabuk döndü de itfaiyeye haber verdi. Yangın hemen söndürüldü.

Bu olay küçük yalancıya iyi bir ders oldu. O günden beri hiç yalan söylemedi.

 

İBİŞ İLE MAVİŞ ŞEHİRDE

 

İbiş ile Maviş şehri gezmeye çıktılar. O gün hava çok güzeldi. Her yer mis gibi çiçek kokuyordu. Kuşlar, kelebekler hayatlarından çok memnundu. Dere boyu yürüdüler. Balıklar, kurbağalar berrak suda yüzüyorlar, sanki dans ediyorlardı.

İbiş ile Maviş el ele tutuştular. Bir ara durup papatya topladılar.

İbiş Maviş’e "Doğa ne kadar güzel, Maviş!" dedi.

Maviş İbiş’e "Evet. Doğa hem güzel hem de canlı. Onu yaşatmak, korumak bizim elimizde İbiş" diye yanıt verdi.

Uzun zaman bu güzellikler arasında dolaştılar.

Şehire iyice yaklaşmışlardı. İleride, yükselen büyük fabrika bacalarını gördüler. Bu bacalardan siyah dumanlar çıkıyordu.

Biraz önce mis gibi çiçek kokan hava şimdi duman kokuyordu. İbiş ile Maviş hemen öksürmeye başladılar.

Deniz kenarına geldiklerinde İbiş gözlerine inanamadı. Deniz kıyısına çöpler yığılmıştı! Bu çöpler çok kötü kokuyordu.

Maviş burnunu tıkadı ve "Öff! Çabuk buradan gidelim İbiş" dedi.

Şehir meydanına geldiler. Burada birçok satıcı vardı. Temiz giyimli bir çocuk mısır yiyordu. Çocuk mısır bittikten sonra koçanı yere attı. İbiş ile Maviş hemen onun yanına gidip ikaz ettiler. Az ötede duran çöp sepetini gösterdiler. Çocuk "Bana ne!" der gibi omuzlarını kaldırdı.

İbiş ile Maviş bu duruma çok üzüldüler.

Köprünün üzerinde yaşlı bir adam balık tutuyordu. İbiş ile Maviş adama yaklaştılar. Adam oltasını çekerken hepsi heyecanla beklediler. Ne yazık ki olta boş çıktı. Yaşlı adam başını iki yana salladı. "Burada balık yaşamıyor artık! Fabrikaların atıkları bu suları zehirliyor" dedi.

İbiş ile Maviş’in gözlerinden bir damla yaş süzüldü.

Sabah derede dans ederek yüzen balıkları düşündüler.

NESRİN KANAR, MASAL DEMETİ

ÜÇ ELMA

 

Üç elma, gönül alma! Biri at, biri murat, biri de attan, murattan ileri evlât...

Evvel zaman içinde kalbur saman içinde; cinler cirit oynarken eski hamam için­de... Bir memleketin birinde bir padişah varmış. Ötekiler gibi tacın, tahtın delisi değil,

o soydan gelenlerin iyisi mi dedim iyisi imiş. Mem­leketi öyle bir dirlik düzen­liğe kavuşturmuş, öyle bir dirlik düzenliğe kavuştur­muş ki, hangi kırk harami­ler, hangi kapı ardı bezirgânları! Ne devler top oynayabilir, ne cinler cirit atabilirmiş. Herkes kendi işinde, kendi aşında; ken­di toprağında, kendi ta­şında; ekeceğini eker, di­keceğini diker; güler yüz, tatlı dil ile gönül hoşluğu içinde yaşayıp gidermiş... Öyle bir devirde böyle bir padişaha kim kurban olmaz amma, ne çıkar, felek insanı güldürmedikten geri...

Öyle ya, Allah ona devlet üstüne devlet vermiş ama gel gelelim; yerini yur­dunu tutacak bir evlât vermemiş. Bu yüzden yaşı, başı ilerledikçe gamı, kasaveti de artıp gece dememiş, gündüz elememiş; yeri göğü yaradana yalvarıp yakarmış ama yer demir, gök bakırmış; duası yerini bulmamış.

Günlerden bir gün, padişah yine kara kara düşünüp dururken, güngörmüş, umur görmüş biri yanına girmiş:

"Padişahım" demiş, "Derdini söylemeyen derman bulamaz; ne derdin, kede­rin var?" Yanlış bir dala taş atan mı oldu, bir komşu kapısına yan gözle bakan mı? N'oldu, ne hâl oldu sana?"

Padişah boynunu bükmüş:

"Ey benim hâlden anlar kulum," demiş; Allah her devleti verdi ama bir evlâ­dı çok gördü bana; yedi yıldır derdime derman arayıp duruyorum; ne var ki, güven­diğim dağlara kar yağıyor; tutunduğum dallar kırılıp geliyor. Oturup derdime yan­maktan gayri bir derman bulamıyorum.

Adam bunu duyunca:

"A devletlim" demiş; "Akıl öğretmek gibi olmasın ya, insan bir şeyi kendine dert etmeye görsün; gayri bu dert, gün günü sökülür gelir; yüreğinize koydukça kor;

dünü, günü kaybedersiniz sonra... Ne yapalım; bu dünyada her şey elimizde, ovu­cumuzda değil ki, kader böyle imiş; belki bunda da bir hayır vardır; öyle ya, veren Allah ya verdiğini geri alırsa! Ne kuru çayda koyun gütmeye benzer ne de emanetlik mintan giymeye... Ocaklardan ırak, ateşten gömlek gibi, yakar, yandırır adamı!" Padişah başını sallamış:

"Doğrusun, ağzı dualı kulum, doğrusun; Allah verecekse, hayırlısından, ömür­lüsünden versin ve sen onu büyüt de kendi boyunca, sonra da götürüp kendi elin­le kara topraklara ver. Böylesine acıya Eflâtun olsa dayanamaz ama bunu bir ke­re dert edindim kendime; şimdi ikide bir, bir efkâr basıyor beni; bilmem ki netsem, neylesem?" diye sormuş.

Bu hâlden, anlayan adam da:

"Padişahım" demiş, "Her şeyin bir çaresi var; bu dert sizi üstelemeden, siz bu derdi üsteleyin; efkâr dağıtacak öyle bir bahçe yaptırın, öyle bir bahçe yaptırın ki, göllerinde kuğular, köslerinde ahular... Ne sümbüller saçını yolsun, ne menekşeler boynunu büksün; vursun davullar gümbür gümbür; çalsın sazlar nazlı nazlı; güller gün eylesin; bülbüller düğün eylesin, böylesine bir bahçe... Şimdi, günün birinde bir efkâr bastı mı; bir, iki deme; var git bu cennet katına... İster bir havuz başına kurul; ister bir ağaç altına uzan; daha da istersen, suların sesiyle uyu; yeşilin rüyasına dal ve uyanabilirsen, kuşların türküsüyle uyan... Evvel Allah, gözün gönlün açılır; gayri ne gam kalır, ne efkâr!"

Bu söz padişahın aklına yatmış; nasıl olsa, hazineleri taşıp dökülüyor, bir bah­çenin de sözü mü olur? Öyle bir bahçe yaptırmış, öyle bir bahçe yaptırmış ki, nasıl söylesem, masallardaki gibi... Salkım salkım söğüt, elvan elvan çiçek, buram buram koku, aygın baygın ses... Doğrusu görenlerin parmağı ağzında kalmış; padişah da sevinip seyran eylemiş, beğenip bayram eylemiş ama gelgelelim bulduğu, umdu­ğuna değmemiş. Hangi gün, hangi saat başının üstünde bulutlar dolaşırsa, bu bah­çeye çıkmış ama bir de varıp görmüş ki, ne görsün, o gam, o kasavet kendinden önce gelip de ağaçların altında yolunu beklemiyor mu! De yiğitse gülsün bakalım! Güller gün eylerken, padişahın yüreği kan ağlamış; bülbüller düğün eylerken, gam üstüne gam bağlamış; derdi bir iken iki, iki iken üç olmuş; bir daha dönüp bahçenin yüzüne bakar mı? Atmasına adımını atmamış ama başında kara yeller estiği bir gün, yine bahçeye çıkmış, bu defa da bir ferahlık duymayınca, büsbütün öfkelen­miş. Gayrı ne çiçek demiş, ne böcek; önüne geleni kırıp geçirmiş; nerede ise taş üs­tünde taş bırakmayacakmış ya, karısı eline, ayağına sarılmış yoksa... Zaten bu ha-tuncuğun bir ayağı bahçeden çıkmıyormuş ama o günden geri, büsbütün kendini oraya vermiş. Toprağıyla toprak olmuş; yaprağıyla yaprak olmuş. Hele gül fidanları üstüne öyle bir titrer, öyle bir titrermiş ki, bir tomurcuğunu solmuş görse, onun da be­ti benzi solar; bir dalını eğilmiş görse, onunda boynu bükülürmüş. Bundandır, bahçe­nin taşı, toprağı bu hatuncuğu ayaklarının sesinden tanırmış; çiçekler en güzel renk­lerini ona gösterir; en tatlı kokularını ona saklarmış, Meyvesiz, ayvasız ağaçlar bile, bütün sırlarını ona söyler; kimi: "Ben şu derde devayım! der, kimi de: "Ben şu hasta­lığa şifayım! dermiş ama hiçbirisi onun derdine derman olamazmış. Öyle iken hatuncuk kendi talihine küsermiş ama kıl kadar olsun onlara gücenmezmiş. Nasıl ol­muşsa, bir gün yüreciğine dokunmuş da:

"A benim dalım, yaprağım; saraylar yaptırdım, altın eşikli; içinde yatmadım, yanı beşikli; ne siz muradımı verip benim yüzümü güldürdünüz, ne de ben padişa­hın yüzünü güldürebildim; bu olmadıktan geri ne deseniz, ne yapsanız nafile!" de­miş onlara...

Bu söz üstüne, utancından koca bir ağacın dili tutulmuş amma, Hikmet-i Hûda, kuru ağacın biri, lisanı hâl ile:

"İnan bacı" de­miş, "Derdini biliyorum, dağ olsa dayanamaz; eski hâlim olsaydı, sa­na eyle bir elma verir­dim, öyle bir elma ve­rirdim ki, ne muradın varsa yerini alırdı ama hani bende o dal, hani dalımda o elma? Padişahın öfkelenip de, her şeyi kırıp ge­çirdiği gün yok mu, o gün benim de kolum, kanadım kırıldı; kuruyup döküldü yap­rağım, dalım; bir filizcikten geri kalmadı yeşilim, alım... Şimdi, sabretmesini biliyorsan, üstündeki o filizleri koparıp ele güne karşı dikiver; bir gün gelir, benim vermediğimi o verir sana. Adam sende, deme; vereceği elma murat elmasıdır. Yarısını sen ye, ya­rısını padişaha yedir; dilerim Allah umarım Allah, her ne muradın varsa verir inşal­lah!"

Demiş, padişahın karısı da dediğini etmiş; o filizciği koparıp dikileceği yere dikmiş; tamam yedi yıl, yedi ay kendi evlâdı imiş gibi titremiş üstüne; esen yelden, uçan kuştan korumuş onu... Gel zaman git zaman, filiz büyümüş, fidan olmuş; bu fi­dan da serilip serpilip koskoca bir ağaç olmuş; derken bir bahar, çiçek çiçek bezenip, yaprak yaprak salınmaya başlamış... Bir de bakmış ki, ne baksın; ta tepesinde bir elma... Ha düştüm, ha düşüyorum, diyor. Elma da ne alma ya! Bir yanı o kadar beyaz, o kadar beyaz ki, aydan arı, günden duru... Bir yanı da, güneş mi öpmüş, ne olmuşsa, öyle kızarmış, öyle kızarmış ki aldan al, nardan kırmızı...

Daha durur mu hatuncuk, almış elmayı, bölmüş elmayı, yarısını kendi yemiş, yarısını da padişaha yedirmiş...

Şimdi sözü uzatıp da ne biz günaha girelim; ne de sizin başınızı ağrıtalım. Ara­dan dokuz ay, dokuz gün, dokuz saat geçmiş; gayri sevinçlerine pâyan olur mu! İki­sinin de, deli divane olası gelmiş!

Dört bir yana kuşun kanadıyla haberler gide dursun, padişah:

"Kurulsun meydanlar!" demiş, kurulmuş meydanlar... "Vursun davullar!" de­miş, vurmuş davullar... Tamam, kırk gün kırk gece şenlik, şadımanlık etmişler; yiyip içip muratlarına ermişler; gökten üç elma daha düştü, kimin muradı varsa onun başı­na...

 

Eflatun Cem GÜNEY

En Güzel Türk Masalları

 

İLGİLİ İÇERİK

MASAL ÖRNEKLERİ-3

MASAL

MASAL HAKKINDA

MASAL NEDİR?

MASAL ÖRNEĞİ-DOĞRULUK

MASAL ÖRNEĞİ- SABIRTAŞI

KAŞIKÇI BABA MASALI

TÜRK MASALLARI ÖZETİ - NAKİ TEZEL

SON EKLENENLER

Üye Girişi