Kullanıcı Oyu: 4 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin değil
 

 ELEŞTİRİ ÖRNEKLERİ

12 Eylül'den sonra, Atatürk'ün bizzat kendi parasıyla kurdurduğu Türk Dil Kurumu kapatıldı. Ya­salar çiğnenerek hem de. Türk Dil Kurumu'nun yönetimi, dil devrimine karşı olanlara teslim edildi. Bu­gün de bu durum sürmektedir. Böylece güzelim Türkçemizin yuvasına yabancı dillerin yumurtaları konuldu. Türkçe bilim dili değildir gibi saçma sapan tartışmalar başladı. Ve dilimizdeki aşırı-kirlenme, o günden bu güne bir çığ gibi büyümektedir.

Bizler konukseveriz ama yurdumuza, evimize gelen İngilizce, benim dilimi susturuyor, onu kova-maya çalışıyorsa, bütün satış yerlerinin, meydanların, otellerin, büyük binaların, işhanlarının, özel tele­vizyonların, magazin dergilerinin adlarından benim güzelim Türkçem kovuluyorsa, bütün gücümüzle buna karşı çıkmamız gerekiyor. Yurduma gelen konuk elimizi dostça tutuyorsa, dilimize saygı gösteri­yorsa, onu her zaman hoş karşılarız. Ama elimizi tutmuyor da, parmaklarımızı sıkarak kırmaya çalışı­yorsa o el dost eli değildir.

Unutmayalım, diller ulusların gece gündüz yanan kandilleridir. Ülkeme gelenler benim kandilleri­mi, sokak lambalarımı söndürüyorlarsa, benim anamdan atalarımdan öğrendiğim güzelim Türkçeme bir çeşit 'Soykırım' uyguluyorlarsa, onlara karşı savaşım vermemiz gerekmektedir.

Dilimizi toprağımızı korur gibi korumalıyız. Çocuklarımıza bırakabileceğimiz en büyük servet, zengin, temiz bir Türkçe olmalıdır.

Ceyhun Atuf Kansu, bugünleri görmüş, ta 1966 yılında yazdığı bir şiirde şöyle diyor: "Haraç Me­zat / Yaylalarımdan yarın oksijenimi satarsanız / Ve korkuyorum alfabemdeki ulusal besini / Türküleri­mi sevincimin gezeneğini, / Ağlamak hakkımı bile ağıtlardan, / Bağımsızlık yelinin yolunu keserseniz/ Bir gün onurumun altın madenini verirseniz / Dağlarımı da satarak eloğluna, / Alın gidin o gün, hayrını görün demokrasinin" İmece Dergisi, sayı:65, Eylül 1966.

Osmanlılarda ve günümüzde kimi edebiyatçılar, birtakım söz oyunları ile sözü gerçek yaşamdan koparmaya çalıştılar. İçinde tane olmayan harmanı savurmaya benzer bu. Oysa bugün dünya çığırın­dan çıkmıştır. Ülkemiz ve dünya insanlığı ABD emperyalizmi ile AB emperyalizminin ağır kuşatması altındadır. Ülkemizin çok büyük sorunları vardır. Çok büyük haksızlıklar ve kötülükler vardır. Biz yazar­lar bütün bunları, yalnızca biçim ve sözcük oyunlarıyla, moda anlayışlarıyla halkımıza nasıl anlataca­ğız? Sözcüklerin anlamını ve kan grubunu değiştirenleyiz.

Söz sanatını 'Salt anlatımdır' diyerek, onu özünden kopararak ölü sözcükler yığınına dönüştüre­nleyiz. Kulağa hoş gelen, sık bir sözcük örgüsüyle ama özünde hiçbir şey olmayan şiirler, öyküler, romanlar yazılıyor günümüzde. Buna plastik anlatım ya da slikonlu anlatım da diyebiliriz. İçi boşaltılmış sözcüklerle kulağa hoş gelen ses dizimleriyle kalıcı bir sanat yapılamaz

Son yirmi beş yıldan beri dilimiz yüzsüzleştirilmeye başlandı. Dilimiz adeta hadım ediliyor. Günü­müzde 'alıcıları hep batı'yı, batı dillerini çeken bir çeşit sömürge vatandaşı kimliğindeki kişiler, konuş­maları ile yazıları arasına İngilizce sözcükleri serpiştirmeden kendini alıkoyamıyorlar. Bu kişiler etkili yerlerde oldukları için, toplumumuza çok kötü örnek olmaktadırlar. Son yıllarda dilimize o kadar ya­bancı sözcük girdi ki sıradan bir kentin ana sokaklarındaki satış yerlerinin adlarına baktığımız zaman bunu kolayca anlayabiliriz.

Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün 1926 yılında, 825 sayılı madde ile sınırladığı TÜRKÇE SATIŞ YERLERİNİN ADLARI ile ilgili yasa, Turgut Özal zamanında kanun hükmünde bir kararname ile orta­dan kaldırıldı. O günden sonra da dilimiz yabancı sözcüklerin saldırısına uğradı. Sonuç olarak bir fut­bol takımının oyuncu kadrosuna dönüştü dilimiz. Sahaya çıkan on bir kişinin yarısı yabancı futbolcu­lardan oluşuyor çünkü. Dilimiz, kendi kültürlerinden, kendi coğrafyalarından utanan, ona sırt çevirenle­rin alkışlandığı, parlatıldığı bir döneme girmiştir. Türkilizce melez bir dil oluşmuştur. Bu dille sanat ya­pılabilir mi? Seyrani'nin ünlü deyişiyle "Eğri okla doğru nişan vurulabilir mi?"

Dilini yozlaştıranların önce kendilerini yozlaştırdıklarını burada apaçık söylemeliyim. Yazılı ve görsel basında Türkçe harfleri kendi ses uyumlarıyla değil, İngilizce ses uyumuyla okuyup söyleyerek, örneğin: "Er aş negatif kan aranıyor" diye duyuru yapıyorlar. Duyuru sözcüğüne "anons", gen sözcü­ğüne "junior" diyorlar. Yıldız sözcüğüne "star", cankurtaran sözcüğüne "ambulans" diyorlar. Film gös­terime girdi demek varken, "vizyona girdi" diyorlar. Dünya sözcüğü, "world"la yer değiştirdi. Hoşça kal sözcüğü "bye bye" oldu. Halkımız gökyüzüne sema değil, gökyüzü diyor. Aynı anlama gelen bir tele­vizyon kanalının adı "sky". Yaşam demek varken "life", haber demek varken "haber portalı", yüksek, verimli çalışma demek varken "performans" diyorlar. Kendi ana dillerini ayaklar altına almak için adeta çıldırıyorlar. Bu bir aşağılık duygusunun, yabancı diller karşısında kendi ana dilini küçük görmenin göstergesi değilse nedir?

Tanıtıma "demo", sunucuya "spiker", gösteriye "show", gösteri yapana "showmen", radyo sunu­cusuna "diskjokey", hanımefendiye "fırstlady", bakkala "market", torbaya "poşet", mağazaya "süper, gros market", ucuzluğa "damping", duyuru tahtasına "bilbord", sayı tablosunun adına "skorbord" diyor­lar. Bilgi vermeye, bilgilendirmeye "brifing", bildiri sunmaya "deklarasyon", uğraşa "hoby", kentlerin girişine güzelim "Hoş geldiniz" yazmak varken "welcome", kent çıkışına yine İngilizce "goodbye", ko­rumaya "bodygard", sanat ve meslek ustalarına "duayen", saygın kişiye "prestij sahibi", alanlara, mey­danlara "platform", merkezlere "center", büyüğe "mega", küçüğe "mikro", sonuca "final", özleme "nos­talji", iş hanlarına "plaza", sergiye "galeri, center room, show room", ana kentlere "mega kent", yolüstü aşevlerine "fast food", yemek çeşitlerine "menü", ödemeye ise "adisyon" diyorlar.

Sözlerimi ünlü şairlerimizden Cemal Süreya'nın bir sözü ile bitiriyorum. "Türkçeden bir kıl kopar; içinde güneşler, dünyalar, ırmaklar vardır. Ama Türkçeden koparacaksın..."

Osman Şahin

Türk Dili Dergisi sayı 115, Temmuz-Ağustos 2006

 


 

Mona Lisa'nın Gülüşü Niçin Bu Kadar Özel?

 

Mona Lisa tablosunu herkes bilir. Bugüne kadar hiçbir tablo onun kadar taklit edilmedi. Tablodaki gizemin Mona Lisa'nın gülüşünde olduğu söylenir. Peki bu gülüş neden bu kadar ilgi çekici?

Paris'teki Louvre müzesinin bir salonunda kalın bir cam vitrinin arkasında sergilenen Mona Lisa tablosunu her yıl milyonlarca ziyaretçi büyük bir hayranlıkla izliyor. Aynı salonda en az bu tablo kadar hatta daha güzel eserler de sergilenmekte ama hiçbirinin önünde Mona Lisa'daki kadar büyük bir izdiham yaşanmıyor. '

Herkes kim olduğu bile bilinmeyen bir kadının resmini mümkün olduğu kadar yakından görebil­mek için cam vitrinin önündeki ahşap engele kadar ulaşmak için büyük bir çaba harcıyor.

Evet, tablodaki kadının kimliği hala bir sır perdesinin ardında gizli. Kimi uzmanlar ressamın ken­disini kadın kimliğiyle resmettiğini söylerken, kimileri da Vinci'nin hiçbir model kullanmadığını, bunun yerine hayalindeki bir kadını resmettiğini düşünür.

Bilindiği kadarıyla tablo 16.yy'da Mailand'da (Kuzey İtalya) yapılmış. Ressam, tabloyu ölümünden kısa bir süre önce kral Franz l'e sattığı için tablonun kimin tarafından sipariş edildiği bile bilinmemekte. Bir zamanlar Napolyon'un yatak odasını da süsleyen tablo, 20.yy'ın başından bu yana Paris'teki Louvre müzesinde sergilenmekte.

 

İlginin nedeni

Peki Mona Lisa tablosu niçin bu kadar ilgi çekmekte? Birçokları b.unu gizemli gülüşüne bağlıyor­lar. Aslında dikkatli incelendiğinde gülüşün gerçek bir gülüş olmadığı görülmekte. Gizemli gülüş izleyi­cinin bakış açısına göre mutluluğu veya üzüncü yansıtır. Ressam bu etkiyi tabii ki bilerek yaratmıştır. Mona Lisa'nın dudaklarına ve ağız çevresine dikkatlice baktığınız zaman kenarlarının hiç de belirgin çizilmediğini görürsünüz.

 

Fakat Mona Lisa'nın diğer dikkat çekici bir özelliği de bakışları. İzleyici nereden bakarsa baksın, Mona Lisa sanki hep doğrudan doğruya onun gözlerinin içine bakıyor gibi duruyor.

 

Leonardo da Vinci, bilimsel deneyimlerini eserlerinde kullanan ender sanatçılardan biriydi. Eserle­rinde özellikle de izleyicinin üzerindeki optik etkiye önem veren ve üçboyutlu görüntülere yaklaşmaya çalışan ressam, her sanatçının eserlerini kusursuz olarak yaratabilmesi için doğayı çok iyi bilmesi ge­rektiğine inanırdı. .

 

Kim bilir belki de bu tabloyu bu kadar eşsiz kılan bilim ve sanatın buluşmasıydı.

Bizde tenkit olmadığını söylerler. Doğrudur: Gerçekten sanat sevgisi yok ki tenkit olsun. Yermele­rin, hele övmelerin çoğu, sanatla ilişiği olmayan duygularla, düşüncelerle yazılıyor. Zevkine inandığınız birini görüyorsunuz, falanca için çok ağır hükümler veriyor, onun eserinin bütün kusurlarını bir bir gösteriyor, "Ağır söylüyor, ama doğru söylüyor," Diyorsunuz. Üç gün sonra bir gazetede bakıyorsunuz o falancanın eseri bir övülmüş, bir övülmüş... Altında da sizin zevk sahibi zatın imzası, Şaşırıyorsunuz. Anlatıyor; O falancanın eserini sevmezmiş, ama aralarında arkadaşlık varmış, hatırlarını saymalıymış, belki bir iyilik de bekliyormuş... Bunu yalnız tenkitçi diye tanınmış yazarlarımız İçin söylemiyorum, bütün şairlerimiz, yazarlarımız bu günahı işliyor,

 

"Onların söylediklerine bakma. Onlar tenkitçi değil, İstenmiş de öyle yazmışlar. Asıl tenkitçi doğ­ruyu söylemeli" demeyin. Her sanat adamının bir tenkitçi olması gerekir. Beğenmediği eserlerin kusur­larını göstermeli, onların değersizliğini bildirmelidir. Bir sanat adamının üzerine düşen iki İş vardır; Kendi eserini yaratmak bir, kendi sanatının gerçekten anlaşılması İçin gereken havayı hazırlamak iki. İkinci işten kaçınan sanat adamı, birinci İşini de yarım bırakıyor demektir. Şairsiniz, ressamsınız, ese­rini gerçekten beğenmediğiniz, çirkin bulduğunuz bir kimse İle birlikte oluyor, dergi çıkarıyor, sergi açıyorsunuz. Böylece: "Onu beğenin, o da iyidir." demiş olmuyor musunuz? Artık; "Benim işim tenkit değil." diyemezsiniz. Birlikte çalışmakla, isteseniz de, istemeseniz de, onu da öne sürmüş olursunuz. Sizin sanatınızın da ancak onunki gibi anlaşılmasını önleyemezsiniz.

 

Bizde tenkit elbette yok. Tenkidi, tenkit ahlakını sanat adamları kendi kurar. Onlar sanatla ilişiği olmayan duygularla, düşüncelerle birbirini övdükçe, sanatlarını her şeyden de, kendi kendilerinden de daha üstün tutup yalandan kaçınmadıkça bizde tenkit olmayacaktır. Sanat adamında olmayan bir ah­lakı tenkitçiden nasıl bekleyebiliriz?

Nurullah Ataç

(Cumhuriyet, 3 Ekim 1942)

 


 YANLIŞ KULLANILAN BAZI KELİMELER

25 yıldır Türk Dil Kurumu üyesiyim. Dilimizin güzelleşmesi, zengin­leşmesi, sadeleşmesi için yapılan olumlu çalışmaları takdirle karşılarım. Dilin, milletlerin hayatında, kültür, sanat ve edebiyatında çok önemli bir yeri olduğu kanaatindeyim. Uzun yıllardır şiirle uğraşan bir edebiyat eri olduğum ve şiirin kelimelerle yazıldığı fikrine katıldığım için kelimeler üze­rinde titizlikle durmayı bir görev sayıyorum.

Diline sevgi ve saygısı olan bir kişi olarak, dilimizin yozlaştırılması, abuk sabuk kelimeler türetilmesi, hiç bir ilmî kaynak ve dayanağı olma­yan bu uyduruk kelimelerin gazete, dergi, kitap ve TRT yayınlarında yalan yanlış ve zevksizce kullanılması dilin siyaset ve ideolojilere âlet edilmek istenmesi, dilini seven herkes gibi, beni de rahatsız ve tedirgin et­mektedir.

Şimdi, TRT’nin Radyo ve Televizyon yayınlarında, gazete ve dergi­lerde, aydınlarımız ve halkımız arasında bazı kelimelerin yanlış kullanıl­dığını ve Türkçe halaları yapıldığını belirtmek istiyorum.

Önce "savunma" kelimesi üzerinde duracağım. Bu kelime TRT’nin radyo ve televizyon yayınlarında hemen her gün, hatta hazan günde bir kaç defa yanlış bir şekilde kullanılmaktadır.

Türk Dil Kurumu'nun "Türkçe Sözlük"ünde "savunmak" kelimesinin karşılığı "müdafaa etmek"tir. Radyo ve televizyon yayınlarında ise savun­mak kelimesi iddia etmek anlamında kullanılmaktadır. "Bay A. Bay C.'nin ekonomimizi kötü duruma soktuğunu savundu." "Bay O., Sayın E.'nin, Nazizim geliyor, Faşizm tırmanıyor, yaygaralarının dayanıksız ve yalan olduğunu savundu" "Bay N., erken seçim anahtarının Doğruluk Partisi'nin elinde olduğunu savundu" gibi cümlelere radyo ve televizyon yayınlarında sık sık rastlamaktayız. Ancak bu cümlelerde "iddia etti" ye­rine kullanılan "savundu" kelimesi yanlış olarak kullanılmaktadır. Yukar­da da belirttiğimiz gibi "savundu" kelimesi "müdafaa etti" kelimesinin karşılığıdır. Yakardaki cümlelerde "savundu" kelimesi yerine "öne sürdü", "ileri sürdü" kelimelerini kullanmak gerekir. O zaman cümleler doğru an­laşılır ve sade bir Türkçe ile söylenmiş olur.

Gene televizyon ve radyo yayınlarında, bazı bankaların reklâm programlarında, yaşlı bir kadarı: "Kızım bizi de maaşa bağla." bir başkası "Bizi maaşa bağladı" deyip durmaktadır. Hâlbuki bu cümlelerin doğrusu "... Bankasınca bana maaş bağlandı." veya "... Bankası bize maaş bağla­dı." şeklinde olmalıdır. Radyo ve televizyonda sürüp giden bu hataların düzeltilmesini ilgililerden bekliyoruz.

Prof. Faruk Kadri Timurtaş da başka yazarlar da defalarca yazdı­lar, ozan'la şair arasındaki farkı belirttiler. Ozan, şiirini sazı ile çalar ve söyler, şair ise şiirini yazarak sunar. Gel gör ki, bazı dergiler ve gazeteler, özellikle televizyon ve radyolar bu farkı bir türlü anlamıyor, anlamak iste­miyor. Şaire de ozan deyip duruyorlar. Bazı şairlerimiz de yeni ve ilerici görünmek hevesiyle olacak, kendilerine ozan denmesine ses çıkarmıyor, bu yanlış tâbiri kabulleniyorlar.

Kelimeler tek başına mütalâa edilmez, yaşamalarını tek başına sür­dürmezler. Kelimelerin müştakları vardır. Dilimizde bu müştakların yeri ve önemi büyüktür. Hâlbuki kelime türetenler çok kere bu hususu nazarı itibare almıyorlar. Böylece de türetilen yeni kelime kullanışsız, hatta ölü doğmuş oluyor. Meselâ "aşk" kelimesinin yerine "sevi" kelimesini koydu­lar. Sık sık da kullanıyorlar. Ama bu kelimenin müştakları hiç düşünül­memiş. "Aşk güzeldir" yerine "Sevi güzeldir" diyebiliriz. Ama "Âşık oldum". "Aşığa Bağdat sorulmaz." yerine ne diyeceğiz. Bunların karşılığı yok. Onun için böyle görevini yapamayan yarım yamalak kelimelerin üretilme­sine lüzum görmüyoruz. Köylümüzün, kentlimizin bilip anladığı o canım "aşk" kelimesi varken "sevi'ye ne gerek var?

Bir de "eser" yerine "yapıt" kullanılır oldu. "Çapıtı" hatırlatan yapılışı ilmî dayanaktan yoksun bu sevimsiz kelimenin aklı başında edebiyatçı­lar, yazarlar ve aydınlar tarafından kullanılmaması gerektiği kanaatinde­yim.

"Sebep" yerine ortaya sürülen "neden" ise gerek anlam, gerek ahenk, gerek gramer bakımından "sebep'in yerini asla tutmamakta, dol­durmamaktadır. Dilini sevenlerin bu ve benzeri sevimsiz, sakat kelimele­re itibar etmemeleri gerekiyor.

Birçok kimseler de "sayın" kelimesini cümlenin yanlış yerinde kul­lanıyorlar. Meselâ, "Devlet Deniz Yolları Genel Müdürü Sayın H. A." veya "Devlet Deniz Yolları Sayın Genel Müdürü H.A." diyecek yerde, "Sayın Devlet Deniz Yolları Genel Müdürlü H.A." denilmekte ve böylece, "sayın" sıfatı Devlet Deniz Yollarına yüklenmiş bulunmaktadır.

Son olarak "hürmet" karşılığı kullanılan "saygı" kelimesi üzerinde duracağım. Özellikle ses sanatçıları sahnelerde programlarının başında "Sayın dinleyicilerim hepinizi saygı ve hürmetle selâmlarım." deyip dur­maktadırlar. Bazı seçim konuşmalarında da aynı hatanın siyasetçiler ta­rafından yapıldığını zaman zaman görüyoruz, duyuyoruz.

Ufak bir gayret ve dikkatle bu yanlışlıklana düzeltilmesi mümkün­dür. Dilini sevmesi ve bilmesi gereken herkesin bu gayreti göstermesini diliyoruz.

 İlhan GEÇER

 


 YAKUP KADRİ KARAOSMANOĞLU

Türk romanında Tanzimat yazını dönemi "hazırlık", Edebiyât-ı Ce­dide (Servet-i Fünûn) Dönemi "olgun bir başlangıç" olarak kabul edilir­se, Halide Edip Adıvar, Reşat Nuri Güntekin ve Yakup Kadri Karaosmanoğlu gibi yazarların roman ve öykü birikiminin de üçüncü dönemi oluş­turduğu söylenebilir. Bu dönem yazarları, artık daha öncekiler gibi te­maları ve yazış biçimleri birbirine benzeyen yazarlar değildir; bunlar, et­kilendikleri akımlar, yerli ve yabancı romancılar bir yana, her biri birbi­rinden farklı roman anlayışları, dilleri ve anlatımları olan yazarlardır. Bu dönemde Türk romanı, ilk kez bilinçli olarak hem İstanbul dışına, Ana­dolu'ya açılmış, hem de roman kahramanlarının birer toplumsal varlık olduklarının farkına varılarak, "bireysel" kişiliklerden uzaklaşılıp, içinde yaşadıkları toplumun ve bu toplumun tarihsel koşullarının belirlediği kahramanlar yaratılmaya başlanmıştır.

Yakup Kadri, sanat yaşamının ilk yıllarında Fecr-i Âtî topluluğu­na katılır; bu akımın "Sanat şahsî ve muhteremdir." savsözüyle özet­lenen bildirisine imza atar. Bu dönem ürünlerinde toplumdan soyut­lanmış bireyin duygu ve düşüncelerini coşumcu ve melânkolik bir tavırla yansıtır. Kısa bir süre sonra, yaşanan toplumsal felâketlere ilgi­siz kalamayarak Millî Edebiyat topluluğuna katılır; "Sanat, önce bir toplumun, sonra bir milletin malıdır; sonra da bir devrin ifadesidir." düşüncesini benimser. Bu tarihten beriye de çalışmalarını roman üs­tüne yoğunlaştırır.

Yakup Kadri'nin romanları bir tür "ırmak roman" türüne sokulabi­lir. Bunlar, Osmanlı - Türk toplumunun Tanzimat'tan 1950'li yıllara kadar geçirdiği tarihsel ve toplumsal dönüşümleri ele alır: Batılılaş­ma sürecinde kuşaklararası çatışma, konak yaşamının ve büyük ai­lenin çözülüşü, geleneksel kurumların yozlaşması (Kiralık Konak [1922], Nur Baba [1922], Hüküm Gecesi [1927]); işgal altındaki İstanbul, İstanbul kentsoylusunun ihaneti ve işbirlikçiliği, Ulusal Kurtu­luş Savaşı sırasında Türk köylüsünün ve aydınının durumu (Sodom ve Gomore [1928], Yaban [1932]); savaş sonrasında Ankara'nın ge­lişmesi, devletin yeniden yapılanması ve devrimlerin yeniden yapı­lanması ve devrimlerin gerçekleştirilmesi (Ankara [1934], Panorama [1953]) Ona göre sanat, tarih ve toplumla hesaplaşan bir uğraş; sanatçı da toplumsal koşulların ortaya çıkarıp biçimlendirdiği bir insandır.

 

Tanzimat'tan 1950lere Tarih ve Romancı

Yakup Kadri yazmaya 1920'de başlar. Daha önce yayımladığı "mensur şiirler, oyunlar ve öykülerin, yazmaya hazırlık olduğu söy­lenebilir. Yakup Kadri gazetecidir, politikanın içindedir, diplomattır; her şeyden önemlisi yaman bir gözlemcidir. Yazı yaşamının başlan­gıcında dönemin genel koşulları ve eğilimleri nedeniyle "sanat şahsî ve muhteremdir" ilkesini benimsediyse de Balkan bozgununu, kan ve gözyaşı içindeki göçleri, Birinci Dünya Savaşı'nın yenilgisini, 600 yıllık imparatorluğun çözülüşünü noktalayan Mütâreke'ye, işgalin ge­tirdiği onursuzluğu ve zulmü, yerel nitelikte başlayıp Mustafa Kemal'in önderliğinde ulusal mücâdeleye dönüşen direnişi gördükten sonra, sanatın kişisel değil toplumsal bir yaratım olduğunu kabul eder. Kuşkusuz onun bu sanatsal dönüşümünde, sanatın toplumun dertlerini dile getirmesi gerektiğini söyleyen Millî Edebiyatçıların da büyük etkisi vardır.

 

Onun romanındaki, dolaylı yoldan geçmişle hesaplaşma ve ya­şadığı dönemi eleştirel gözle betimleme anlayışının, kendi vicdanındaki bu kişisel ve ruhsal hesaplaşmanın bir uzantısı olduğu söylene­bilir. Kimi romanlarında dayanamayarak (çağdaş roman uygulayımı­na aykırı olsa bile) olayı anlatmaya ara verip kendi düşüncelerini söylemesi buna bağlanabilir. Romanlarının genel çizgisi, toplumsal çözülüşün ve yeniden kuruluşun çeşitli katmanlardaki kişiliklere yan­sıması biçiminde özetlenebilir. Buna göre Yakup Kadri'nin romanla­rında ele aldığı tarihsel dönem, Tanzimat'dan 1950'lere kadarki dö­nemdir.

 

İlk Romanlar: Eski Yeni Çatışması

Yakup Kadri'nin ilk üç romanı aynı zaman dilimindeki değişik çevreleri ve kişileri irdeler: Kiralık Konak, 1908-1918 arasında XIX. yüzyıl ortalarında başlayan "Avrupâîleşme" değişimini, konak yaşa­mının büyük aile yapısında simgeleşen ortamında anlatır; artık bü­yük ailenin geleneksel yapısı, genç kuşaklarla eski kuşakların çatış­ması nedeniyle çatırdamaktadır. Nur Baba, aynı dönemde, İmpara­torluk döneminde kültürel ve toplumsal yaşamda önemli bir yeri olan kurumların çözülüşünü, ailenin ve toplumsal yaşamın değişimini, Nur Baba tekkesini, Eşref Paşa konağını ve Safâ Efendi'nin yalısını betimleyerek verir. Hüküm Gecesi ise, 1908-1911 arasında İttihâd ve Terakki döneminin siyasal çalkantılarının toplumsal yaşama yansı­masını, muhalif bir gazetecinin, Ahmet Kerimin gözüyle anlatır. Her üç romanda da yazar "çatışma" motifinden yola çıkar. Nur Baba'da tekke-konak karşıtlığıyla duygu ve akıl, ölçüsüzlük ve ölçü karşıtlığı simgelenir. Bu da değişmenin karşısında oluşu değil; ölçüsüzlüğün egemenliğiyle, olması gerekenin arasındaki çatışmayı vurgular. Bu çatışmada akıl ve ölçüyü Celile Hanım temsil eder. Hüküm Gecesi'nde Ahmet Kerim, İttihâd ve Terakki döneminin ölçüsüzlüklerini eleştirirken, parti ileri gelenlerinden birinin kız kardeşi olan Sâmiye'yle aşk ilişkisine girer. Partinin onu tıpkı muhalif arkadaşı Ahmet Samim gibi öldürme girişiminden Sâmiye kurtarır ama Ahmet Kerim yine de Sâmiye'den uzaklaşır, Sinop'a sürgün gönderilir. Yarı belge­sel bir yapıt olan bu romanda tarihsel olaylardan izler ve başta gaze­teci Ahmet Samim olmak üzere gerçek kişiler de yer alır.

  

İşgal Dönemi Romanları

Sodom ve Gomore ile Yaban, Birinci Dünya Savaşı sonundaki mütâreke ve işgal dönemini anlatır. İlki, işgal altındaki İstanbul'u, Tevrat'taki ünlü öyküye konu olan Sodom ve Gomore kentlerine anıştırma yaparak anlatırken, ikincisi savaş sırasında bir kolunu yiti­ren ve işgalden sonra emireri Mehmet Ali'nin Sakarya'daki köyüne sığınan Ahmet Celâl'in anı defteri biçiminde, taşrayı betimler. Sodom ve Gomore'de İstanbul, artık çürümüş ve çökmüş bir imparatorluğun simgesidir. Leyla'nın amacı bir İngiliz subayı tavlamaktır ama aslın­da Alman kültürüyle yetişmiş olan Necdet'le nişanlıdır. Necdet, yoz­laşmış Leyla ile ulusal onur arasında bocalar. Kurtuluş Savaşı'nın başarısından sonra, hem de Leyla'nın aşkından kurtulur. Yazar, ulu­sal bir tragedyayı ve bu tragedyanın sonuçlanmasından sonraki fe­rahlığı, bir aşk öyküsüyle vermektedir. Jackson Reed, Leyla ve Nec­det ilişkisi, aslında dönemin İstanbul'unun çeşitli kesimlerinin öykü­südür.

İstanbul'da bunlar olurken, Yaban'da köylünün Kurtuluş Savaşı'na olan ilgisizliği ve yüzyıllardan beri kendisini dışlamış olan "ay­dın"! bir "yaban" olarak görüşü tartışılır; yazar yer yer Coşumcu ro­manlara özgü seslenişlerle aydını suçlar.

 

Çölde Bir Feryat: Yaban

Yakup Kadri'nin 1922'de yayımlanan Yaban romanı, yazarın en beğenilmiş ve en çok okunmuş yapıtıdır. Bunda, konusunun 1930lu yılların toplumsal düşüncelerine denk düşmesi kadar, yazarın öteki yapıtlarına göre daha basit, okunması daha kolay olması da etkin ol­muştur denebilir.

Yazar, Sakarya Savaşı'ndan hemen sonra, Tedkik-i Mezâlim Heyeti'ne (Yapılan Zulümlerin İncelenmesi Kurulu) görevli olarak katıl­mış, düşmanın çekilirken yakıp yıktığı yerlerde gözlemlerde bulun­muş, bunları sıcağı sıcağına öykülerinde kullanmıştır. Ahmet Celâl'in anı defteri biçiminde yazılan Yaban'ın temel malzemesi de yine bu gezi sırasında edindiği gözlemler ve izlenimlerdir.

Büyük savaşta bir kolunu yitiren Ahmet Celâl, işgalin başladı sırada, emireri Mehmet Ali'nin önerisiyle İstanbul'dan uzaklaşır; emirerinin Porsuk Çayı kıyısındaki köyüne çekilir. Yenilginin utancını yok eden, yitirdiği kolunun onurudur ve o, köyde köylüler için yitirdiği kolunun onuruyla saygın biçimde karşılanacağını sanmaktadır ama köy, hiç de "bildiğini sandığı" köy değildir. Sakat, açlıktan bir deri bir kemik kalmış, aydınlıktan payını alamamış, hocaların ve şeyhlerin elinde oyuncak olmuş insanların yaşadığı bir yerdir köy. İstanbul'un işgali, imparatorluğun çöküşü, bu insanları zerre kadar ilgilendirmemektedir. Ahmet Celâl, korkunç bir düşlem kırıklığına uğrar. O, köylüleri direniş için örgütlemeyi düşünürken köylüler onu bir "yaban olarak görmekte, onun bu köye neden geldiğini anlayamamaktadırlar.

Romanda tema, köylüyü tanımayan "aydınla "aydının ilgisizliği sonucu karanlıkta yaşamaya mahkûm edilen" köylünün karşıtlı çelişkisi, giderek çatışmasıdır. Aydın kökünden kopmuştur, halk ihmâl edilmiş, çağdışına itilmiştir. Yazar yer yer araya girerek aydınlara seslenir; köylünün Kurtuluş Savaşı'na ilgisizliği konusunda "aydının ektiğini biçtiği"ni, bu nedenle "hayret etmemesi" gerektiğini haykırır.

Romanın sonunda, düşmanın köye yaklaşması üzerine bütün köy halkı kaçar. Ahmet Celâl, gönül yakınlığı kurduğu, Mehmet Ali'nin kardeşinin karısı Emine'yle birlikte kaçmak zorunda kalır. Emine ağır yaralanır. Ahmet Celâl anı defterini Emine'ye bırakarak uzaklaşır. Nereye gittiği belli değildir ama yazar, daha sonra Ankara romanında, "aydın"ın "nereye" gittiğini ve "ne" yaptığını anlatacaktır.

Yakup Kadri, ilk yayımlandığı sırada "köylü aleyhtarı" oldu köylüyü aşağıladığı gerekçesiyle suçlanan Yaban romanının iki basımına eklediği önsözde, kendisine yöneltilen bu suçlamanın haksız olduğunu çünkü romanının nesnel olmadığını, aslında köylü değil; köylüyle ilgilenmeyen, onu kendi hâlinde yazgısıyla ve derdiyle baş başa bırakan aydınları suçladığını söyleyerek "Yaban, çölde bir feryattır." der.

Yer yer söylev anlatımının egemen olması, yazarın araya girerek kendi düşüncelerini söylemesi, betimlemelerde doğalcı tutumu benimsemişken yazarın kendi ağzından yazdığı bölümlerde Coşumcu yazarlarda görülmeyecek bir duygusallığa yer vermesi, romanın yazınsal yapısını bozmaktadır. Bununla birlikte Yaban, yazarın öteki romanlarından daha içtenlikle yazılmıştır.

Kemal Bek, Anlatıdan Eleştiriye

 


 SİNEKLİ BAKKAL

Halide Edip Adıvar'ın ilk romanları ile Sinekli Bakkal arasında ro­man türü bakımından ayrım büyüktür. Onun için Sinekli Bakkal'a gel­meden önce, ilk romanları üzerinde kısaca durmak doğru olacaktır.

Raik'in Annesi (1909), Seviye Talip (1910), Handan (1912) ve Son Eseri (1913), ilk örneğini Aşk-ı Memnu'da gördüğümüz, sorunu bireysel, psikolojik aşk romanlarıdır. Yazar, kahramanlarını yakıp yıkan bir sevgiyi dile getirmek istediği için onların iç dünyasına yönelir ve bu sevginin zamanla şiddetli bir tutkuya dönüşümünü sergiler. Önemli olan, birkaç kişi arasında kurulan duygusal ilişkilerin gelişimidir ve bundan ötürü bu romanlar da Aşk-ı Memnu'da olduğu gibi dar bir çevrede geçerler. Gerçi hemen hemen hepsinde Fransa, İngiltere, Almanya gibi dış ülkelere gidişler vardır ve olayların bir kısmı orada geçer; ama yine romanın aynı birkaç kişisi arasında. Ayrıca kahramanların başka bir ülkede olmaları onları aile çevresinden uzaklaştırarak başkalarına kapalı bir mahalde bir araya getirmeye ve Türkiye'de güç olacak bir kadın erkek arkadaşlığı için elverişli ortamı sağlamaya yarar. Handan'da Refik ve Handan Londra'da kalırken İngizlerden ayrı kendi dünyalarında yaşarlar, Londra ve İngiliz toplumu romana girmez. Okura sunulan iki üç kişi arasındaki yoğun duygu­sal ilişkidir. Son Eseri'nde de Feridun ile Kâmuran Almanya'da Königsi'de kalırlar ama bu kasaba onların rahatça buluşup görüşebilecekleri bir yer olmaktan öteye gitmez.

Bu ilk romanlarda ön planda gelen kadın kahraman olduğu ve yazar onu bir erkeğin gözüyle değerlendirmek istediği için romanlarının anlatıcısı olarak bu kadına âşık ya da hayran bir erkeği seçer, Raik'in Annesi'nde Siret'i, Seviye Talip'te Fahir'i, Son Eseri'nde Feridun'u, Yeni Turan'da Asım'ı, Ateşten Gömlek'te Peyami'yi. Handan'da mektup yöntemini kullanır Adıvar. Dolayısıyla romanın bir tek anlatıcısı yoktur, ama mektupların konusu Handan'dır yine de ve çoğu Handan'a âşık Refik'in kaleminden çıkar. Bu yöntem anlatıcı rolündeki erkeğin kadına hayranlığını, ondan etkilenişi, onu değerlendirişini, ona beslediği duyguları ve içine düştüğü ikilemi okura do­laysız olarak sergileyebilmek için uygun bir yöntemdir.

Romanı anlatan erkeğin kadını tanıması da onun olağan dışı ki­şiliğini vurgulamaya hizmet edecek biçimde ayarlanır. Erkek ise ön­ce ayarlanır, kadın kahraman hakkında başkalarının görüşlerini işitir ve olumsuz bir izlenim alır. Seviye Talip adını Fahir ilk kez bir toplan­tıda duyar. Kocasını bırakıp sevdiği adama kaçan bu kadının adının toplantıda anılması bile ayıp sayılır. Refik ise Handan'ı başkaların­dan, özellikle karısından dinler. O da olumsuz bir izlenimle başlar. Son Eseri'nde aynı durumu gözlemleriz: Feridun henüz tanışmadığı Kâmuran'ı duygusuz sanır ve sinirine dokunduğunu söyler. Ancak bu erkeklerin, kadını tanıdıkça onun yüksek değerlerini nasıl yavaş ya­vaş keşfedip sonunda ona âşık oluşlarını anı defterlerinden ya da mektuplarından adım adım izleriz. Anlatıcı rolündeki erkek kahrama­nın baştaki olumsuz tutumu kadının etkileyici ve büyüleyici kişiliğini vurgulamaya yarar.

Söz konusu romanların ortak bir noktası da yasak bir aşkı konu edinmeleridir. Erkek (bazen kadın da) evli olduğu için kaçınılması olanaksız bir iç çatışma romanların moral sorununu oluşturur ve ro­man, ya kadının ya da erkeğin ölümüyle biter. Adıvar tragedya öğe­sini aşk ile ahlak ilkeleri arasındaki çatışmaya dayandırmak isterse de 'acıklı'dan öteye gittiği söylenemez. Denebilir ki romanlarındaki iç çatışma da mutsuz sonuç da kadının üstün özelliklerini, gücünü ve yüksek ahlak anlayışının gerektirdiği soylu davranışını kanıtlamak amacına yöneliktir. Yalnız ötekilerden biraz farklı özellikler taşıyan Mev'ud Hüküm'de (1918) tragedya öğesi Otello'dan alınmıştır. Dok­tor Şinasi çok sevdiği karısı Sara'yı öldürür çünkü amcasının kızı Behire, Kami'nin paltosunun cebinden çaldığı Sara'nın mendilini ve bir tutam saçını, kadının ihanetinin kanıtı olarak Şinasi'ye yollar. Konu bir Otello konusu: suçsuz kadın, İago rolünde Behire, kanıt olarak, mendil, saç ve nihayet çok sevdiği karısını öldüren erdemli ama kıs­kanç koca Kasım Şinasi.

II. Meşrutiyette kadın hakları konusu, basında şiddetli tartışma­lara yol açmış; Batıcılar ve bazı kadınlarımız kadın haklarını savun­muşlardı. Bu arada Kadınlar Dünyası, Mehasin, Kadın ve Demet gi­bi kadın dergileri çıkarılmış ve bazı kadın dernekleri de kurulmuştu1. Adıvar da kadın sorunu üzerinde durmuş, yazılar yazmış, bu işte fa­al bir rol oynamıştı2. Yazarın, biraz da kendi olduğu söylenen bu ka­dın kahramanları, o dönemde ideal saydığı Türk kadınını temsil ederler. Seviye Talipler, Handanlar, Kâmuranlar her şeyden önce güçlü bir kişiliği olan, haklarını savunan, Batı terbiyesi almış, ama Batılılaşmayı giyim kuşamda aramayan, resim ya da müzik gibi bir sanat kolunda yetenek sahibi, yabancı dil bilir, kültürlü ve çekici ka­dınlardır.

Bir tür ütopya sayılabilecek olan Yeni Turan (1912) Adıvar'ın yurt sorunlarına ağırlık verdiği ilk romanıdır. Ateşten Gömlek (1922) ve Vurun Kahpeye'de de (1923) Kurtuluş Savaşı sırasında Anadolu'da tanık olduğu kahramanlıkları, direnişleri, ihanetleri anlatır. Bununla birlikte, bireysel bir aşk sorununun aşıldığı bu romanlarda da yücel­tilmiş kadın kahraman yerini korur. Ancak bu kez, yine olağan dışı bu kadın, öncekiler gibi bireysel sorunlarla sarsılan bir aydın ya da bir sanatçı olarak değil, ulusal dava peşinde erdemlerini kanıtlayan, ya da düşmana karşı savaşan bir yurtsever olarak çıkar karşımıza.

Adıvar'ın ilk yapıtlarında Türk okuruna sunduğu bir yenilik, yarattığı bu kadın imges'idir. Bu imge toplumda birbirine karşıt olarak algı­lanan bazı değerleri uzlaştırdığı için önemliydi. İslam-Osmanlı gele­neklerine göre ev kadını olarak yetiştirilmiş, kapalı, basit ve cahil ka­dın, aydın kesimin gözünde geri kalmış bir uygarlığın simgesi gibiy­di. Beri yandan, Batılılaşmış "asrî" kadın da köklerinden kopmuş, de­ğerlerini şaşırmış, serbest davranışları kuşku uyandıran bir kadındı. Adıvar'ın kahramanları işte bu çelişkiyi kendilerinde uzlaştırmakla bir özleme cevap veriyorlardı. Çünkü bunlar hem Batılılaşmış hem de ulusal değerlerine bağlı kalmış, hem okumuş ve serbest hem de na­mus konusunda çok titiz, ahlakı sağlam kadınlardı. Gerektiğinde bir erkek gibi spor yapan, ata binen bu kadınlar dişiliklerini de koruma­yı başarmışlardı üstelik.

Adıvar'ın bu kitabıyla yeni bir aşamaya vardığını, sanatında ileri bir adım attığını görürüz. Daha önceki yapıtlarının bireysel konularını, dar sınırlarını aşarak topluma ve sorunlarına felsefî bir açıdan bakmaya çalıştığı bir roman bu. Sinekli Bakkal'ın daha önce sözünü ettiğimiz romanlarından farklı özellikler gösterdiğini söylemiştim, Adıvar ilk romanlarında, kafasındaki bir kadın kahramandan çıkar yola Yapıtın yazılmasının nedeni bu kadın imgesi olduğundan, olay örgüsü, kadının merkez olduğu aşk ilişkilerine bağlı olarak gelişirken, romanın öğeleri onun kişiliğini belirtmek için kullanılır. İstanbul'da II Abdülhamit dönemindeki Türk toplumunun panaromik bir tablosunu çizen Sinekli Bakkal'ın olay örgüsü ise topluma yayılarak genişler ve siyasal, toplumsal, dinsel sorunlarla örülmüş olarak gelişir. Rabia önceki kahramanlardan izler taşımakla birlikte ne merkezidir Sinekli Bakkal'ın ne de yazılmasının nedeni. Tersine bazı sorunların ele alınması için bir araç da olur zaman zaman. İlk romanların kişileri, yaşadıkları toplum çevresinden soyutlanmış izlenimini verecek kadar bireysel hayatlarını yaşarlar; Sinekli Bakkal'da ise kişiler belli bir toplumun kişileridir ve sevinçleri, acıları o dönemin tarihsel ve toplumsal koşullarından soyutlanmış değildir.

Tekrar tekrar basılan Sinekli Bakkal'ın, okuru en çok çeken yönü de herhalde II. Abdülhamit döneminin İstanbul'unu, her zümreden insana yer vererek anlatmasıdır. Fakir kenar mahallesi, zengin konak­ları ve saray çevresiyle. "Kitabın asıl güzel ve büyük tarafı, yerli ol­ması, bize ait şeylerle dolu olması ve cemiyet hayatımızın çok mü­him bir dönüm yerinde, ondan kesilmiş bir makta gibi canlı, vazıh ve türlü maniyerden uzak bir aynası olmasıdır." diyor Ahmet Hamdi Tanpınar da3. Ne var ki Adıvar bir dönemi yansıtmakla yetinmiyor; ama­cı yalnızca belli bir tarih dönemindeki yaşamı canlandırmak değil, aynı zamanda bu insanların yaşamı dolayısıyla genel bazı siyasal ve toplumsal sorunlarla ilgili düşüncelerini anlatmak. Bundan ötürü ro­mana koyduğu çeşitli çevrelerin bir işlevi de belli değerleri temsil et­mektedir. Sinekli Bakkal mahallesi gelenekleri ve insancıl değerleri sürdüren halk sınıfını; Hilmi ve arkadaşları devrimci aydınları; saray çevresi ise yozlaşmış yönetici sınıfı temsil eder. Güzel sesli Rabia'nın hafız olarak bütün bu çevrelere girebilmesi sayesinde bu çev­reler bir olay örgüsü etrafında toplanır ve yerlerini alırlar.

Roman iki kısma ayrılmıştır. Birinci kısmın ana teması, Abdülhamit'in istibdat idaresi karşısında ayaklanıp devrim yapmanın doğru olup olmayacağı sorunudur. Romanın başında Sinekli Bakkal mahal­lesini, Rabia'yı ve ailesini tanırız. Babası sürgüne yollanan Rabia'yı, Düyükbabası imam Hacı ilhami Efendi hafız olarak yetiştirir. Kız daha on bir yaşında mevlitlerde aşir, ramazanda camilerde mukabele okurken Selim Paşa'nın konağa çağrılır. Böylece ikinci bir çevreyle tanışırız: Zaptiye Nazırı Selim Paşa'nın konağı. Rabia bu konakta Mevlevi Şeyhi Vehbi Dede'den alaturka musiki dersi alır.

Abdülhamit'in "zulüm aleti" Selim Paşa acımasız bir zaptiye na­mdır. Padişahın düşmanlarına ya da düşmanı saydıklarına göz açtırmaz, ama yaptıklarını çıkar hesabıyla değil, gerçekten doğru olduğuna inandığı için yapar. Padişah ile devlet kavramını ayıramayan bu adam kendi oğlu için, "Hilmi'nin Genç Türk olduğunu görsem tabanlarını didik didik edecek bir falakaya çeker sonra Fizan'a sürerim." diyecek kadar padişaha sadık bir nazırdır. Oğlu Hilmi, Genç Türk hareketine bulaşmış, Abdülhamit rejiminin düşmanı ve baba­sından ötürü utanç duyan bir gençtir. Baba oğul arasındaki bu görüş ayrılığı romandaki siyasal çatışmayı ve dolayısıyla siyasal sorunu yaratır.

"İstibdat idaresi" karşısında takınılacak tutum ne olmalı? Bir yanda padişah ve yönetici sınıf, bir yanda da "başlarında boza" pişen halk vardır ve Adıvar gerçi zorbaların karşısında ve içtenlikle halktan yanadır ama savunduğu mistik felsefe ve gelenekçiliği, şiddete ve devrime inanan Genç Türkler'i onaylamasına engeldir. Duruma kendi felsefesiyle uyuşacak bir çözüm önermek amacıyla bu soruna eği­lir hemen. Şunu da belirtmeliyim ki yazarı burada ilgilendiren ne Ab­dülhamit'in genel politikasıdır ne de Genç Türkler'in programı. O sa­dece şiddete başvurarak devrim yapmanın doğru olup olmadığı so­rusuna eğilmektedir.

Bu siyasal ve bir bakıma ahlaksal sorunu ortaya atmak için Adı­var, Hilmi'nin odasındaki bir toplantıdan yararlanır. Bu toplantıda Hil­mi ve arkadaşlarından başka, piyanist Peregrini ile romanda, Doğu'nun vardığı en ince, olgun, gerçek din anlayışına örnek olarak su­nulan Vehbi Dede de vardır. Okuru her vesileyle Vehbi Dede'den ya­na etkileme yollarını arayan yazar fırsat buldukça onun zerafetinden, olgunluğundan, sükûnunu bozmayan bilge kişiliğinden söz eder. Bir ara, Peregrini'nin, şeytanın insanlara bilginin anahtarını verdiğini id­dia etmesi üzerine bu konuda ne düşündüğünü Vehbi Dede'den so­rarlar. İşte bu sorudan yararlanarak romanın metafizik tezini bile Dede'nin ağzından açıklar yazar...

Romanın ikinci yarısında sanat açısından bir düşüş göze çarpar. Bunun nedenlerini incelemeden önce ikinci kısmın temalarına ve ge­lişimine bir göz atmak yerinde olacak.

Siyaset ve devrimle ilgili çizgi gerçi kitabın sonuna kadar sürer, ama sürgün olayı ile kapanan birinci kısımdan sonra arka plana dü­şer ve çok az yer tutar. Birinci kısımda Genç Türklerle ilgili tema olaylarının gelişmesinde ve nihayet, gerek Rabia'nın evinin gerekse Selim Paşa konağının acıya boğulmasında baş etkendir, ikinci kı­sımda ise ana tema evlilikle sonuçlanan Rabia ile Peregrini ilişkisi ve fakir Sinekli Bakkal mahallesiyle yozlaşmış saray çevresinin karşılaştırılmasıdır.

Adıvar'ın savunduğu değerlere ters düşen yalnız Genç Türkler değil yönetici sınıftır aynı zamanda. Onun için romanda bu sınıfın in­sanlarını eleştirmek isteyen yazar, bir yolunu bulup bizi saray çevre­sine de sokacaktır. Tevfik'in sürgüne yollanmasıyla geçim sıkıntısına düşen Rabia'ya yardım etmek ve ona üzüntüsünü unutturmak için Peregrini bir çare bulur: Sarayda alaturka bir orkestra kurmayı öner­miştir ve Rabia, Abdülhamit'in yeğeni şehzade Nejat Efendi'nin evin­de üç kıza müzik dersi vererek onları yetiştirecektir. Vehbi Dede de ikinci mabeyinci Saffet Bey'in konağında okutulacak mevlidin Rabi­a'ya okutulmasını sağlar. Böylece önümüzde yeni bir çevre açılır: Saray çevresi. Yazarın bu sınıfın insanlarını eleştirirken üzerinde durduğu noktaları şöyle özetleyebiliriz.

Bu sınıfta yozlaşma kısmen kendi geleneklerimizden, milli zevk­ten koparak Batılılaşma hevesinde görülür. Bunun bir örneğine ro­manın birinci kısmında Dahiliye Nazırı Zati Bey'in konağında rastla­rız. Zati Bey kadına ve aşağılık eğlencelere düşkün rezil bir adam­dır. Beyoğlu dükkânlarından alınmış eşya ile tıklım tıklım dolu evi "zamanın alafrangalığa özenen yeni evi"dir (s.107). Yerli değerler­den kopmanın bir örneğini de mabeyinci Saffet Bey'in akrabası Behire Hanım'ın kocasında ve kızlarında buluruz. Öğrenimini Avru­pa'da yapmış bu mühendise göre Avrupa'dan gelen her fikir yüzde yüz doğrudur. Fransız mürebbiyelerin elinde yetiştirdiği, Türkçe okut­maya bile gerek görmediği kızları da babaları gibi yerli olan her şe­ye dudak bükerler.

Saray çevresinde, özellikle sultan ailesi içinde yozlaşmanın bir şekli de yaşadıkları sağlıksız koşullar altında dejenere olmalarıdır. Kapalı bir hayat yaşayan, dış dünya ile bağları kesilmiş bu insanla­rın işleri güçleri de yoktur. Nejat Efendi'nin kendi biraz gariptir, ama aile üyelerinden bazıları tamamen anormaldirler. Babası Çamlıca'daki köşkünün bahçesinde havuza iskeleler yaptırmış; beyler ge­mici kılığına girer, kendisi biletçi olur, bu iskelelerden birinde bilet kesermiş. Amcazadesi Raif Efendi'nin merakı ise tulumbacılık. Arada sırada yanındaki beyler de kendi de tulumbacı kıyafeti giyer, hanım­lar içeriden yangın işareti verince tulumbayı omuzlar, sarayın bahçe­sinde koşarlarmış.

Bu sınıfın Batı taklitçiliğinin ve yozlaşmanın yanı sıra ahlaksal çöküntüsüne, gaddarlığına ve hırsızlığına da değinir Adıvar. Padişah kendisi kanlı bir zalimdir; yanında çalışanlarla birlikte inim inim inle­tir ülkeyi. Böyle bir yönetimde "İktidar sahiplerinin rekabet entrikala­rı, haddi aşan hırsızlıkları, memleketi soyup sovana çeviren, apaşi-kâr alınan ve satılan imtiyaz rezaletleri, rüşvetler ve pazarlıklar" (s.112) almış yürümüştür...

Tezli romanın bir tehlikesi, yazarı, kişiler arasındaki ilişkiyi, olay­ları tezin doğrultusunda zorlamaya itmesidir. Adıvar da bu tehlikeyi savuşturamamış. Hissediyoruz ki olaylar yazarın kafasındaki bir gö­rüşü dile getirmek için tertiplenmekte ve Rabia ile Peregrini de yaza­rın tezi gereği evlendirilmektedir. Kısacası, olayların ilk yarıdaki do­ğal gelişimi, çatışmaların yarattığı gerilim ve dramatik sahneler ikin­ci yarıda silinip giderken yerlerini Rabia ile Peregrini arasındaki zor­lama ve yapay bir ilişkinin gelişimine bırakınca roman hızını ve can­lılığını kaybediyor. Sinekli Bakkal iyi başlayan ama bir şeyler kanıtla­mak kaygısının romancılık kaygısına üstün geldiği yerde başarısını yitiren romanlarımızdandır.

Bkz. Niyazi Berkes, Türkiye'de Çağdaşlaşma (1973), s. 391-392.

Bkz. Halide Edip Adıvar, Mor Salkımlı Ev (1963), s. 130-131 ve in­ci Enginün, Halide Edip Adıvar'ın Eserlerinde Doğu ve Batı Me­selesi (1978), s. 30-32.

"Sinekli Bakkal", Yaşadığım Gibi, s. 308.

 

Berna Moran, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış

 


 

1.

Eleştirmenler, Uşaklıgil'in en iyi yapıtının "Aşk-ı Memnu" olduğunda birliktirler ama romanın neyi anlattığı ve tezi konusunda ayrılırlar. Birçokları romanın ana temasını Bihter'in yasak aşkında bulur. Bazı­ları ise Batılılaşma bunalımındaki toplumumuzun sorunlarını, değer­lerini elden kaçıran eski hayatın umutsuz direnişini, zenginliğe he­veslenen kadın iştihasının düşeceği kaçınılmaz tuzakları, sarsılan ahlak ölçülerimizin kargaşasını verdiğini söyler. Her şeyden önce onun ne tür bir roman olduğuna dikkat etmeliyiz. Hakkında yazanlar onu ya ahlaksal bir bildirisi olan ya da İstanbul'daki Türk toplumunun bir kesiminin yaşamını yansıtan bir roman olarak yorumluyorlar. "Aşk-ı Memnu" topluma değil, bireye ve bireyler arası ilişkiye dönük romanlardandır. Uşaklıgil, somut ve tek olan bir evliliğin belli koşul­lar altında nasıl işlediğini, belli insanların arasındaki ilişkiler örgüsü­nün niteliğini ve gelişimini anlamaya - anlatmaya çalışır.

 

2.

"Yaban" ya aydın ile köylü arasındaki uçurumu içtenlikle dile getirdi­ği, bu yarayı cesaretle deştiği ve Anadolu köylüsüne ait gerçekleri bütün çıplaklığıyla önümüze serdiği için övülmüş ya da tek yanlı ol­duğu, gerçekleri çarpıttığı ve köylünün yalnız olumsuz yönlerini an­lattığı için eleştirilmiştir. Tartışılan sorun hep şu olmuş: Yakup Kadri'nin sergilediği köylü gerçeğe uyuyor mu uymuyor mu? Yaban'ı ro­man olarak ele alıp inceleme çabaları yok denecek kadar az. Oysa Türk romanı tarihinde önemli bir yer tuttuğunu, etkileyici ve çarpıcı olduğunu inkar eden de yok. Anlaşılan romanın bu çarpıcılığını içe­riğine borçlu olduğu düşüncesi yaygın. Yaban'da özensiz yazıldığı kanısını uyandıran ya da romandan çok denemeye benzetilmesine ve eleştirmenlerin dikkatinin içeriğine çekilmesine neden olan şey belki de Yaban'ın roman türünün en önemli özelliklerinden yoksun görünmesi. Bir olay örgüsünün olmaması.

 

3.

İnanç yozlaşmasının yaşandığı bir Osmanlı toplumunda doğan Hü­seyin R. Gürpınar, gerçekçi ve doğalcı yöntemle yazdığı bütün ro­manlarında, bilime ve maddeye olan inancını temel dünya görüşü olarak ele alır. Cahil toplumun gören gözü, duyan kulağı, düşünen beyni olmayı yeğler. Romanlarında çizdiği İstanbul hiç iç açıcı bir kent değildir; birbirine ihanet eden karı kocalar, açlıktan sokağa ve kötü yola düşen çocuklar, dini ve boş inançları, kötüye kullanarak ca­hil halkın sırtından zenginleşen asalaklar, savaş zenginleri... Yazar "Mutallaka" (Boşanmış Kadın, 1898) romanında "Boş ol!" diye eşini boşayan bir adamı anlatır. Aile içi sorunlara, bu sorunların doğurdu­ğu trajik sonuçlara değinirken; okura, eski nikahın (imam nikahının) böylesine kolayca, düşünmeden bir öfke anında söylenebilen iki söz­cükle ortadan kalkabileceğini, bu nedenle de tarafların nice acılara katlanmak zorunda kalacağını duyumsatır. Bu eleştiri yazısı hangi yöntemle yazılmıştır? Yazınız. 

4.

Dünyada çeşitli milletler vardır. Bu milletlerin dilleri arklı olduğu gibi hayata bakış tarzları, değerleri yani geniş manasıyla medeniyetleri de farklıdır. Bu yüzden her medeniyet kendi değerlerini muhafaza edebilen insan tiplerini yetiştirir ve ancak böylece ayakta durabilir Türk tarihinde başlıca üç ana devre görmekteyiz: Atlı göçebe Türk medeniyeti, İslami devre ve Çağdaş Batı medeniyetine geçiş dönemi. Türkler tarih sahnesine Orta Asya bozkırlarında çıkmış ve yüzyıllar boyunca akıncı bir hayat yaşamışlardır. Bu akıncı Türklerin ideal insan tipine "alp" denebilir. Alp tipinin en önemli özelliği iradesiyle dünyaya hakim olmak istemesidir. Atlı göçebe Türkler manevi yönlerini besleyen İslam sayesinde Selçuklu ve Osmanlıyı kurmuştur. Bu organizasyonda hiç şüphesiz “gazi” tipine dönüşen “alp”tipiyle, maneviyatı besleyen “veli”lerin önemli rolü vardır. 

5.

Namık Kemal'e göre Avrupa'da refahı sağlayan şeyler; özgürlük, eşitlik ve "fen"di. O, Batı'da teknolojinin ya da başka bir deyişle top­lumsal yapının ürettiği ideolojinin bir parçasını alıp İslam ideolojisine yamayarak Osmanlı imparatorluğunun gerileme sorununa bir çözüm getirebileceğine inanıyordu. Bunu da aydınlar yapacaktı. Bu yüzden "Yeni Osmanlılar'ınki de toplumsal bir tabana oturtulmamış bir giri­şimdi. Ama beri yandan Tanzimat Batıcıları halktan kopma ve halka sırt çevirme yanlışına düşmediler. Çünkü İslam ideolojisini ve Os­manlılıklarını sürdürerek Batı'dan yararlanmaktan yanaydılar. Batı'dan ithal etmek istedikleri aydınlanma felsefesi gereği cehaletle savaşmak için halka yönelmek zorundaydılar. Başarılı olmaları için Türkiye'de kafaların aydınlatılması, halkın eğitilmesi gerekiyordu. Bu anlamda Yeni Osmanlılar halka dönüktü demek yanlış olmaz. Bu amaçla gazete ve edebiyatı kullandılar.

 

4.

Osmanlının son dönemlerinde yönetici sınıf ile yönetilen sınıf arasın­da kopukluk vardı ama 19.yy'ın ikinci yarısındaki durumu daha ön­cekiyle karşılaştırmak için işin başka bir yönünü anımsatmakta fay­da var. Söz konusu bu yön; iki sınıfı, iki kültürü birleştiren genel ide­olojidir. Devletin dini İslam'dı ve her ne kadar halkın din anlayışında kendine özgü öğeler var idi ise de İslam ideolojisi Osmanlı impara­torluğunun genel ideolojisiydi ve iki sınıf için ortaktı. Bu ortaklık yal­nızca soyut bir inanç düzeyinde de kalmıyordu. İdeolojinin yaşayış biçimlerine geniş ölçüde şekil veren pratiğini de içine alıyordu. Bu pratik; bayramları, orucu, mevlidi, iftarı ile yönetici sınıfla halkı bütün­leştirmeye yönelik bir eylemdi. Kadın erkek ilişkisini bu ideoloji belir­lediği için saraylardaki harem-selamlık, halk arasında da en azından kaç göç biçiminde bir yaşam geçerliydi. Bu eleştiri yazısı hangi yöntemle yazılmıştır?

 

5.

Ahmet M. Efendi gibi sanatın yararlı olması gerektiğine inanan ve halk için yazan Hüseyin R. Gürpınar, "sanat için sanat" ilkesine ina­nan ve seçkinlere seslenen Uşaklıgil'in tam karşı kutbunda yer alır ama halka aşılamak istediği dünya görüşü bakımından da Ahmet Mithat'ın. Romanı halkı eğitmek amacı ile kullanma konusunda Ah­met Mithat'ı izleyen Gürpınar'ın ondan ayrıldığı nokta, getirmek iste­diği değer değişikliğinin çok daha köklü olmasıdır. Ahmet Mithat te­melde, halkın İslam ideolojisinden kaynaklanan değerlerini paylaşan bir adamdı. Gürpınar ise politika, din ve ahlak alanlarında halkın gö­rüşünden çok ayrı fikirler besliyordu. Özellikle İkinci Meşrutiyet'in ila­nından sonra yazdığı romanlarında. Halkın geleneksel inançlara, gö­reneklere ve dine dayalı zihniyeti yerine; Batı'nın akla, bilime dayalı pozitivist zihniyetini yerleştirmeye çalışmıştır.

 

6. 

Yeni çıkan kitabı karıştırırken, Orhan Veli için ilk yazdığım yazılardan birini hatırladım. Hemen hiçbir yazımı saklamadığım gibi onu da saklamadım, eski Haber gazetesinden de onu kim bulup çıkaracak? Dursun durduğu yerde, bugün onu belki ben de beğenmem, "Hatırlamasaydım keşke şunu!" derim. O yazımda, Orhan Veli ile arkadaşlarının, yani Oktay Rıfat'ın, Melih Cevdet'in şiirlerini okurken bende de şiir yazmak hevesi uyandığını söylüyordum. Geçmiş gün, yanılmıyorsam bir yerinde de şöyle diyordum: "Ben şiir yazacağım da siz benimle alay etmek için yeni bir fırsat ele geçireceksiniz diye hemen sevinivermeyin. Yapmam öyle şey, bilirim ben boyumun ölçüsünü. Ancak size bu gençlerin insana şiiri sevdirdiklerini, dünyaya bir şair gözüyle bakmayı öğrettiklerini, çevremizde umulmadık güzellikler sezdirdiklerini söylemek istiyorum." Kitabı karıştırırken gene durdum o ilk şiirlerin üzerinde. Bilmem ama

bana öyle geliyor ki biri de yitirmemiş tazeliğini: "Robenson", "insanlar", "Bayram", "Hicret"... Hepsi de şiir yazmak hevesi uyandırıyor gene bende, hepsi de Oktay Rıfat'ın şiirde söylediği gibi, benim için gökyüzünü birdenbire başlatıveriyor, bu dünyayı bağışlayıveriyor. Küçücük bir kitap ama bir şairden, gerçek bir şairden kalma bir kitap, neler neler var içinde...

 

7.

Deniz insanlarına olan hayranlı, Cevat Şakir'i, yanında yöresinde görüp tanıdığı, ölesiye bağlandığı sıradan insanlar yanında, tarihimize mal olmuş deniz kahramanlarının hayatlarını da romanlaştırılmaya götürür. Uluç Reis (1962 Turgut Reis (1966) adlı romanlar bu hayranlığın bir ürünüdür. Cevat Şakir'in öykücülüğü ve romancılığı yanında, bir o kadar önemli, bir o kadar üzerinde durulması gereken özelliği, tarih bilinci ve mitoloji merakıyla sivrilen, bunların da ötesinde, gelmişi geçmişiyle Anadolu'nun kültür kaynakları üstüne eğilen, gerçek bir düşünür, yurtsever bir düşünür olmasıdır.Cevat Şakir, bir yandan mitoloji tutkusuyla Anadolu Efsaneleri (1955) ve Anadolu Tanrıları (1962) üzerine eğilirken öte yandan Batı kültürünü oluşturan kaynağın Yunanistan'da değil, Anadolu serip geliştiğini ispatlamaya adar kendini. Anadolu'nun Sesi (1971) ve Hey Koca Yurt'ta (1972) İyonya (Anadolu) Kültürünün Yunanistan kültüründen üstünlüğünü göstermeye çalışır. Ona göre Batılıların Yunan Mucizesi diye belledikleri şey aslında Ege bölgelerinde yeşermiş aklı mantığı, olumlu düşünceyi başlatan bir çabanın, adına, göğsümüzü kabarta kabarta Ege Mucizesi diyebileceğimiz bir düşünce akımını ürünüdür. "Balıkçı”ya göre, insan aklının olumlu tohumları maddeci düşünürlerle İyonya'da atılmıştır. Sokrates ve Platonla, bu akılcı atılım bir başka yöne yaptırılmış, ruh ve madde ayrılığı içinde ruha üstünlük tanıyarak insan aklı 1800 yıllık bir gecikmeye uğratılmıştır.

 

8.

Yunus'un güzellik anlayışında; Allah'a olan derin bir inanç, O'na duyulan sami­mi bir sevgi ve muhabbet ile derin bir aşk iştiyakında "fena fillâh" mertebesine ulaş­mak vardır. Yunus, dünya ve ahiret ni­metleri karşısında önce hayret ve hay­ranlığını gizleyememiş, bilâhare bu du­yuş ve düşüncesinden vazgeçerek Al­lah'tan sadece "Mutlak Güzellik" talebin­de bulunmuştur. Bundan ötürü şiirin dı­şındaki güzel sanatların hemen hepsi, evrensel bir hüviyet taşımalarına rağmen şiir; dil, ses, ahenk, ifade ediş tarzıyla olduğu gibi duyuş ve düşünüş yapısıyla da millî bir hüvîyete sahiptir. Ancak, şiirin muhtevasına taalluk eden bu millîlik, şii­rin dil ve şekil/form unsurları kadar kesin ve kalıcı değildir. Zira başlangıçtan bu yana menşei dine dayanan şiirin, muhte­vasını vücûda getiren bediî tefekkür un­surları, çoğunlukla "inanç" gibi evrensel bir hüviyet taşımaktadır. Şairliğinin ya­nında aynı zamanda büyük bir mutasav­vıf olan Yunus'un; "Yaratılmışı sevecek­sin yaratandan ötürü" sözüne dayanan "insan sevgisi"nin, "insanlık anlayışının yahut: "Mecnunlara Leylî gerek bana se­ni gerek seni" mısraındaki ilâhî aşk işti­yakının evrenselliği tartışılamaz. Ancak biz, Yunus'tan günümüze kadar gelen bu sesi, bu söz kudretini, Allah'ın bize bah­şettiği ana dilimizin ifade zenginliği ile se­simizin derin ahengi sayesinde duyabil­mekteyiz.

 

9.

Halide Edip'in erken dönem romanları "otobiyografik roman"sa, "ideal kadın" yazarın kendisiyle özdeşleştirilebilir ve kurgu, yani erkek anlatıcının ideal kadına aşkı veya hayranlığı yüzünden benliğini yitirmesi, belki de yazar için belli bir ego tatmini işlevi görür. Fakat romanların ya­pısal özellikleri dikkate alınırsa, yazma işleviyle bağlantılı olarak ikinci bir okuma yapmak da mümkündür. Bu okumaya göre, kadın olarak kendini yazma müca­delesi içindeki Halide Edip'in egosu sa­dece ideal kadın karakter olarak değil, "erkek anlatıcı" ile "ideal kadın" kimlikleri arasında parçalanmış bir ego olarak metne yansır. Bu iki karakter arasındaki ilişki ise metinlerde bir bütün ego yarat­ma mücadelesidir. Yazı üzerinde otorite hiçbir zaman ideal kadına verilmez fakat yazarlık otoritesine sahip olan erkek de romanın akışı boyunca bu otoriteden mahrum bırakılır (örneğin Yeni Turan'da Asım).

 

10.

Ayverdi, eserlerinde hanımların yaşadık­ları zengin hayatın yanında, konakların çöküşe geçmesiyle birlikte, çektikleri se­faletten de bahseder. Küçüklüğünde ko­nak hayatını gören Samiha Ayverdi, ka­dın olması itibariyle konağın harem kıs­mında yaşayanları/yaşananları doğal halleriyle tanıma fırsatı bulur. Ayrıca, ya­zarın bu dönemde çocuk olması gözlem­lerine katkı sağlar. Çünkü Samiha Ayverdi'ye çocuk nazarıyla bakan hanımlar, onun yanında sırlarını çok rahat bir şekil­de ortaya dökerler. Böylece Ayverdi, bir bakıma konağın gerçek hâkimi olan bu hanımların hayallerini, dertlerini, iyi ve kötü yönlerini öğrenir. Öğrendiklerini ise, eserlerine aktarır. Özellikle romanlarında kadın kahramanlarını oluştururken, bu hanımlardan faydalanır. Romanlarındaki anlatımlarda, olaylara kadın penceresin­den bakabilmesinin yanı sıra duygu ve düşüncelerine vakıf olduğu bu kadınları birebir tanımanın rahatlığından istifade eder.


Harry Potter ve Felsefe Taşı 

(Harry Potter and the Sor cer er's Stone) YAW NAAPTINIZ?

İngiltere’nin küçük civar cafeleri, salt soğuktan başlarını sokacak yer aramanın hevesinde olan, çünkü parasızlıktan evlerini ışılamayan bir anne ve kızma ev sahipliği yapıyorlardı o zamanlar. Hem kendini hem de küçük kızını eğlendirmek için kalemini ilk kez eline aldığında acaba J.K.Rowling’in aklına yazacağı hikâyelerin birer başyapıt olacağı, tüm dünyada 47 dile çevrileceği ve 100 milyondan fazla satış yapacağı gelmiş miydi? İsteyerek ya da istemeyerek, J.K.Rowling o kahverengi masalarda yeni kuşağa bir idol yaratmıştı: “Harıy Potter”.

1997 yılında 7 ciltlik "Harry Potter’’ serisinin ilk kitabı olan "Harry Potter ve Felsefe Taşı”nı beyaz perdeye taşımak isteyen Warner Bros, kitabın bütün haklarını satın alır. Senaryo, oldukça takdir edilen yazar "Steve Kloves”a verilir. Kloves 1999’da senaryoyu tamamlarken, "Harry Potter Fan Clubs” üyeleri milyonları bulmaktadır, üstelik üyeler yalnızca çocuklardan oluşmamaktadır. Senaryo sonrası yönetmen arayışlarına giren YVarner Bros ’un tabiki aklına hemen "Steven Spielberg” gelmiştir. Ne var ki, filmi Amerikanlaştırmayı düşünen Spielberg benim de anlamadığım bir şekilde film ekibini korkutmuştur. Böylece filmi almadığı mı yoksa filmin verilmediği mi şaibeli olan Spielberg in tahtına "Stepmom”, "Home Alone”, “Mrs. Doubtfıre” gibi filmlerle ismini duyurmuş olan İtalyan yönetmen Chris Colombus oturmuştur. 43 yaşındaki Colombus’un Harry Potter’la tanışması ise kızının kitabı eline tutuşturması ve asla geri alamamasıyla başlamıştır. Colombus ’a göre filmin yönetmenliğinin ona verilmiş olmasının sebebi adaylar arasında kitaba en sadık kalacak yönetmen izlenimi yaratmasıdır. Böylece Rowling, Colombus, Kloves ve yapımcı David Heyman 2000yazında süper dörtlüyü oluştururlar. Sıra oyunculara gelmiştir: Başkarakter "Harry Potter” ı bulmak 9 aylık çetin bir mücadele alır. İngiltere 'den ve hiç şansları olmasa da ABD ’den yaklaşık 16.000 aday çocuk katılır, ne var ki 16.001'inci olan ve daha önce de "David Copperfıeld”ın TV versiyonunda yer almış olan Daniei Radcliffe seçilir. "Harry”nin en yakın arkadaşları "Ron”ı Rubert Grini, "Hermione”yi ise Emma JVatson canlandırır. Sette yaklaşık 2000 çocuk ve her birinin 2-3 yedeği rol almıştır (ders zorunluluğu). Öğrencilere "Ben İngiliz'im ” diye bağıran formalar hazırlanmış ve gerek öğrencilerin gerekse diğer karakterlerin makyajları saatler almış. Filmde “Hogvvarts Cadılık ve Büyücülük Okulu” olarak hizmet verecek olan okul mimarisinde ise; Cambridge ve Oxford Üniversiteleri’nden akademik açıdan, Gloucester ve Durham Katedralleri ’nden ise kutsallık ve büyü açısından ilham alınmış. Bunca titiz çalışmalardan sonra ise "Titanic”den sonra hâsılat rekorları kırmaya hazırlanan "Harry Potter ve Felsefe Taşı ” ortaya çıkmış.

Film 1 Şubat’ta ülkemiz sinemalarında gösterime girdi ve “Yüzüklerin Efendisi” hayranlarının hayal kırıklığını paylaşacak birçok “Harry Potter” hayranı ortaya çıktı. Ben de sinemadan “Yaw naaptınız?” sorusuyla ve en korkunç yüz edasıyla çıkan hayranlardan bir tanesiydim. Artık nasıl olur demiyorum, çünkü bu soruya cevap vermiş olan birçok sinema yorumcumuz var. Başta kitabın çevirmeni olan Sevin Okyay’ın gelmesi de oldukça şaşırtıcı, ilk olarak Okyay gibi ben de “Harıy "mizin bir adet “Harry Potter Abi” olmaması gerektiğinden yanayım. Kitap genel algılandığından farklı olarak bir çocuk kitabı değildir, bunun farkını serinin 4. kitabını tamamlamış ve gece uyku sıkıntısı çekmiş olanlar da fark etmişlerdir kanımca. Kitap kahramanları çok daha olgun karakterdedirler ve kötü güçler çok daha korkunç tanımlanmışlardır metinlerde. Ne var ki film, “.Aman çocuklarımız korkmasın, aman Harıy Ahi’lerini sevsinler!” formatında öykülendiği için başarısız olması tabi ki kaçınılmaz. Sebep bulduğum ikinci başarısızlık ise ekibin “iflah olmaz İngiliz obsesifliği”dir. Bu takıntının nerden başladığı bilinmiyor; ama esrarengiz bir şekilde setteki 3000’e yakın kişinin yüzde doksan dokuzunun İngiliz olmasıyla olay son noktayı bulmuş. Söylentilere göre tüm bu saplantı, her şeyin İngiliz olmasını buyuran ve setten hiç ayrılmayan yazar J.K.Rowling’in başının altından çıkmış (Hollywoodda ne (!). Ülkemize dönmek gerekirse, dublajdan gerçekten bahsetmek istemiyorum, yine de şöyle desem anlarsınız sanırım:

“Hagrid”, “Hermayni”, “Damblidor ”... Tüm bunların yanı sıra oyuncuların performansını, görüntü yönetmenliğini, kostüm tasarımını, makyajı ve özellikle de soundtrack’i takdir etmemek ayıp olur. Gerçekten başarılı olduklarına inanıyorum. Yine de insanın aklına şöyle bir soru takılıyor: Acaba kitaba kutsal kitap muamelesi yapan Colombus yerine yüzyılın yönetmeni Spielberg ya da sinema sektörünün delisi Terıy Gilliam filmi alsalardı yazdığım bu metin daha mı değişik olacaktı? O zaman başlık “Ne iyi yaptınız!” mı olacaktı? Kim bilir...

SELİN GÜNER

 

SON EKLENENLER

Üye Girişi