AKTIL İLE İNCECİK
"Arzuhal eylesem deftere sığmaz
Omuzdan kesilmiş kolumuz bizim."
Serdarî
Seher deli esiyordu otomobilin yanına vardığımda Elbistan uyanıyordu toz duman. Toz duman ki düşman başına bile değil. Kavakların dibine çöktüm. Araba hazır değildi de. Gıcır gıcır kağnılar geliyor pazara Kağnıları ardında sıska, kara kuru, kuyrukları arka ayaklarının arasına Sıkışmış köpekler. Ürkek, çekimser.
Sonra köylüler elleri değnekli, Kimisi kör, kimisi topal, tümü yorgun, argın, Eşeklerin üzerinde uyuyan bebekler Analarının sırtında, kucağında uyuyan bebeler... Kimi hasta, kimi cayırtılı.
Bir insan akını pazaryerine. Mal mülk heybeler, tehlizler kağnılar dolusu. Saman kağnıları, sap kağnıları, buğday kağnıları gıcır gıcır, yakarışlı, Ardlarında, yanlarında yüzlerce ayak, toprağa değdiği zaman puf diye toz kaldıran çarıklı, lastikli çıplak ama hepiciği yorgun sürünen ayaklar toz duman.
Bölüm bölük insan akını, Arkaları naylonlu traktörler, kamyonlar on beş kişi bindirince öbek olmuş insan yığılı jeep’ler... Ve bu kadar araçtan korna sesinden tedirgin elindeki değnekle eşekleri sağa sola kovalayan, kağnıların ipine asılan, güya canını, malını kurtarma savaşında o insan seli. Toz duman içinde. Sonra kavakların arasından süzüm süzüm süzülen seherin ilk ışınları... Boru gibi, boru gibi tozdan
Hazırız Beg
"Hazırız beg" dedi muavin sandığım, arabayı iki Saattir ırgalayan adam. "Atla beg" dedi. Atladım. Ehliyeti yokmuş amma, alacakmış yakında. İşte böyle köy yollarında belliyormuş sürmesini! Bu arabayı nice güçlükle almış? Yazmaya ne kalem, ne kâğıt yetermiş efendi!... İşler iyi değilmiş bir süredir. Para çekilmiş ortadan, ama uydurup borç harç almış arabayı... Dururken de giderken de sağ ön teker öteki üçtekere uymamak için elinden geleni yapıyordu.
Şoförümsü genç, benzinciye yaklaşınca oradaki çocuğa:
"Kop lan" dedi. "Şoooordan yimbeş kuruşluk kırmızı biber al haydi...."
Çocuk yirmi beşliği alınca savuştu. Geldi. Şoförümsü genç o bir paket kırmızıbiberi radyatöre boşalttı! Radyatör delikmiş de iyi gelirmiş kırmızıbiber, pekleştirirmiş! Radyatör değil besbelli lahmacun!
Ne demiş Hazreti Ali? "Bana bir kelime öğretenin kulu olurum..." Delik radyatöre yirmi beş kuruşluk kırmızıbiber... Kelime ne demek? Hem iş, hem cümle öğretti, ben de sizlere... Ödeştik.
(...)
Fikret Otyam (Topraksızlar)
Sakin Öner, Örneklerle Kompozisyon Düzenli Yazma ve Konuşma Sanatı, Yuva yay.
İLGİLİ İÇERİK
BİR YUDUM ÇAY İÇİN
Günlerdir Rize'nin şirin köylerinde yaptığımız konuşmalar, tanıştığım insanlar geliyor güzlerimin önüne...
— Niçin bir yudum çayı ağzımızın tadı ile içemiyoruz?
— Kabahat yalnız üreticisinde değil bey.. Bizim % 20 hatamız olduğunu da inkâr etmeyiz... Fabrikalar niçin kaliteli çay yapmıyor? Bunu sorun...
— Mayıs ayında çay baskını oluyor. Bunları saklayacak, yakacak depolarımız yok... Sonra, kapasitemiz o kadar yaprağı işlemeye müsait değil...
— Peki, yeni fabrikalar, ilaveler yapılsın!
— Bu da ekonomik olmaz. Yılın her ayı çay işlenmez ki... Sonra boş kalır makineler!
— Bir de 2,5 yaprak, körpe yaprak meselesi var. Ehliyetli çay uzmanları bu işin başına geçmeli. Onlar da ekiplerini yetiştirip çay yaprağı alımını bir mesuliyetti esasa bağlamalılar. Çay Teşkilat Kanunu mutlaka çıkmalıdır.
— O zaman iyi çay...
— Evet, o zaman iyi çayı, dünyanın en iyi çayını İçeri/... Dışarıya da salıp döviz kazanırız ama...
— Aması ne?
— Bu kazandığımız serveti havaya atmamamın, çarçur etmememin çarelerini de bulmak lazımdır!
Karadeniz'de akşam olmak üzere şimdi... Bilmem, bu kadar güzel gurubu dünyanın neresinden seyretmek mümkün? Alevden bir kürre Karadeniz'in düz ufuk hattını oturtulmuş gibi... Bir eşsiz manzara, bir muhteşem tablo bu... Turuncu ile ateş rengi karışık yanık vücuduyla el değmemiş bir genç kız, kendisini hiç seyretmiyormuşçasına pervasız ağır ağır Karadeniz'in sularına gömülüyor sanki... Sonra orada bir yarım daire görüyorum. Ve zaman ilerledikçe o da kayboluyor... Bütün bir ufuk turuncu ile ateş rengini alıyor. Alevden küre parçalanıp içindeki dağılmış gibi...
İşte bu son akşamın yeşil altın diyarında...
Bir fincan kahvenin kırk yıllık hatırı varmış... Bir yudum çayın da hatırı ondan eksik değildir herhalde...
Rize'de içtiğim çayların hatırına bir ömür yeter mi acaba?
Ne çayının tadını, ne hatırını... Ve ne de dost insanlarını unutamayacağımı bilerek ayrılıyorum oradan...
RİZE ÇAY DESTANI
ERKEK:
Başında yeşil yaprak
Koynunda bir demet gül
Görünce aşık oldu
Sana bu deli gönül
Tatlısın hülya gibi
Söyle sen nerelisin
Gül kokuyor her yanın
Sanki bahar yelisin
ERKEK:
İnce kalem kaşların
Kemence yayı gibi
Kırmızı dudakların
Rize'nin çayı gibi
Ağzına kadar doldur
Bardağı kana kana
İç çayı soğutmadan
Dudağın yana yana
ERKEK:
Tepemde esen rüzgâr
Taze, yeşil çay kokar
Abıhayat dediğin
Çeşmelerimden akar
KIZ:
Benim adıma derler
Albayrağın yıldızı
Şöhretimi sorarsan
Yurdun en güzel kızı
Rize'dir benim yurdum
Bahara benzer kışım
Hint bahçeleri gibi
Çay kokar içim dışım,
KIZ:
Yanağımın yanında
Gül bile sönük kalır
İçtiğin çay rengini
Dudaklarımdan alır.
KIZ-ERKEK HEP BERABER
Kaynasın semaverler
Bardaklara dolsun çay
Halka olun uşaklar
Çevirelim sık saray
EKREM KARADENİZ
(Röportaj: Yılmaz Çetiner-Cumhuriyet)
(Salih Sarıca-Mustafa Gündüz, Güzel Konuşma Yazma, Fil Yay.)
İLGİLİ İÇERİK
GERÇEK BİR YERYÜZÜ CENNETİ SAPANCA
Sapanca; Doğu Marmara'nın cennet köşesi.
Kur'an "İçinden ırmaklar akan"[1] bir mekân olarak tanımlar cenneti. Peki dünya gözüyle nedir cennet? Yahut neresidir?
İddiamız odur ki, hangi noktasından bakarsanız bakınız; Sapanca Gölü gerçek bir yeryüzü cennetidir.
Soğucak Yaylası'ndan[2] inerken Sapanca Gölü'ne, Adapazarı'na bir bakınız alıcı gözle! Bize ne kadar çok hak vereceksiniz... İnsanların isimleri gibi oturdukları semtlerden de nasipleri var; Yahya Kemal boşuna yazmamış "İstanbul’un fethini gören Üsküdar" diye.
Dünyanın bütün kadim şehirleri ya deniz kıyısındadır, ya boğaz, ya nehir. Su hayat veriyor onlara çünkü. Paris, Kahire, İstanbul, Üsküp, San Fransisko, Mançester, Atina... İnsanlık tarihinin ortak zenginliği olan bu tür şehirleri kuran atalarımız, "cenneti bu dünyada görmek ve göstermek" istemişler biraz da.
Bir yer bilimi profesörümüz "Deprem insanlara Allah'ın bir lutfudur"[3] demişti de inanmamıştık. "Zira bir bölgede göller varsa, deniz varsa, nehirler varsa, yaylalar varsa, kaplıcalar varsa, ovalar varsa, yeşil ve mavi varsa; bütün bunları yapan depremdir, tek şartı depreme uygun yapılaşacaksınız" diye ilave etmişti.
Hatta "iki kıyısına otoyol yapma cinayetini, enfes güzellikleri kamuyla paylaşmak için işlemiş olmalılar büyüklerimiz" diyesi geliyor insanın.
İklimi her türlü meyveciliğe uygundur.
Kıyısından otoyol geçene değin üç şeyi meşhurdu Sapanca'nın; eriği, kirazı, elması. Hatta borç ödeme vadesi olarak "erukta Bostancunun Kahvesinde verurum" esprisi anlatılırdı sık sık.
Bugün bir turizm mekânı Sapanca; biraz da süs bitkiciliği üssü.
Küçük bir Osmanlıdır Sapanca, etnik farklılıklar yönünden; Gürcüce konuşulur sokaklarında; Lazca konuşulur, Çerkezce - Abazaca konuşulur; küçük bir Türkiye'dir âdeta; ama akşamla yatsı arasında kuzeyden esen o tatlı o nefis meltem rüzgârının etkisiyle midir bilinmez; eritmiştir bir potada insanını; neredeyse dünyanın her yöresinde hemencecik kendini ele veren ortak bir "Sapancalı" tipi kalmıştır geriye.
Söylenecek çok söz var elbet. Sapanca’ya dair; söylencesi de var elbet Sapanca'nın; rivayete göre; Bir zamanlar "verimli topraklar üzerinde varsıl ama cimri ve bencil insanlar yaşamaktadır. Bir gün burayı Adapazarı'nın güneyindeki Erenler Tepesinden bir ermiş ziyaret eder, selam verir alan olmaz, aç susuzdur konuk eden bulunmaz, nihayet geçimini sapan yaparak kazanan bir yaşlı buyur eder yedirir içirir, gecelerler. Ertesi sabah sapancı baba, ermişi Adapazarı'na doğru geçirip uğurlar. Geri döndüğünde ovanın yok olup göle dönüştüğünü şaşkınlıkla görür; bir tek onun evi ayaktadır, kötüler ve kötülükler yok olmuştur. Göle Sapancı Gölü adı verilir, zamanla Sapanca'ya dönüşür."[4]
Söylencelerimiz ne kadar gerçeğe uzaksa, inanılmaya da o kadar yatkındır.
Son çeyrek asır, defalarca göstermiştir; Adapazarı'nda en büyük bahtiyarlık Sapanca'yla dost olmak"tır; akşam sabah selamlaşmaktır; kâh el sallamaktır uzaktan, kâh yürümektir kıyısında efkârlı efkârlı, kâh dalıp gitmektir Keltepe'ye bakıp ayakları suda. Kâh şiir akşamlarında uçup gitmektir bir dizenin peşinden.
Meşhurları da boldur: Türk futbolunun gerçek imparatoru Oğuz Çetin, Rambosu Turan Sofuoğlu, Olimpiyat şampiyonu güreşçi Hakkı Başar, bir zamanların efsane içişleri bakanı Sadettin Tantan, hâlihazır Türk-İş Başkanı Salih Kılıç, bir de Abdülhamit'in ünlü paşası Gürcü Hasan Fehmi Paşa.
Evliya Çelebi "beyaz kirazı ve beyaz somunundan (ekmeğinden)" söz eder. Bir de Kanuni'nin damadı ve sadrazamı (başbakanı) Rüstem Paşa'nın Mimar Sinan'a yaptırttığı cami, hamam ve imaretten. Mahmudiye Köyü'nde yaptıranının adıyla anılan Hasan Fehmi Paşa Camii (1887) ve Abdülhamit'in sütannesi adına yaptırttığı Uzunkum'daki Rahime Sultan Camii, yöredeki tarihi eserlerden bir kaçıdır.
Orhon Kapısı aslında yeni hayatlara, yeni olaylara, yeni dünyalara açılan kapı olmuştur Anadolu'ya gidip gelenler için.
Sapanca da İstanbul için de "ikinci konut" mekânıdır; hafta sonları büyük şehir keşmekeşinden kaçıp "nefes alma" imkânsızdır çoğu kez.
Sapanca; özenerek yaratığı bir köşe Tanrımızın. Bir bağıştır Sapanca; bir armağandır insanlara. Bir güzelliktir; bir"tatlı huzur"dur. Sapanca hayattır.
IRMAK DERGİSİ
Temmuz/2005/Sayı: 55 Fahri TUNA
[1] "... içinden ırmaklar akan cennetler olduğunu müjdele..." (Bakara/25, Maide/12 vs.)
[2] Soğucak Yaylası: Sapanca'nın güneyinde Samanlı Dağları üzerinde yer alan Skarya'nın 18 yaylasından biri.
[3] Prof.Dr. Ahmet ERCAN'la 2003 Yılı Temmuz ayında Fahri Tuna'nın yaptığı söyleşiden.
[4] Yahya Razi Tunalı, Sakarya Söylenceleri, Irmak Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 41.. Sh. 26
İLGİLİ İÇERİK
Hilmi Yavuz;
GÜLÜN BÜYÜK USTASI
Mezopotamyalı bilge.
Bilge şair; filozof şair.
Kaymakam Siirtli Yahya Hikmet beyin oğlu olarak İstanbul'da doğdu. Arapçası "tek kelime Türkçe bilmeyen" babaannesinden tevarüstür. Aristokrat; sesinin tınısında aristokratlığın ekâbirliğini hissediyorsunuz ya; bu onun sesine lezzet katmaktadır.
Saçları bakışlarına şemsiye gibi duruyor; üstelik alnıyla, iki kaşıyla, ağzıyla kafiyeli olarak. Daima mütebessim bir çehre, geniş taraça bir alın, yay gibi keskin gerili kaşlar, derinden gerilerden bakıyor izlenimi veren gözler, dar çıkık bir çene; ona hafif tepeden bakan bir hava veren ince bir burun ve ağız.
Sağ elini ve elinden düşürmediği gözlüklerini yüzünden bir parça gibi kullanıyor; "elini yüzüne alanlardandır.
O konuşurken sanırsınız ki, "zaman ve mekândan müstağni bir dünyalı" konuşuyor; "bin yılları, bin bir ülkeleri harmanlıyor" da öyle anlatıyor.
Geçimsiz ve aksi olmakla itham edilirse de o bu durumu "birey olabilmenin yolu düşman edinmekten geçer, benim düşmanım boldur"[1] sözleriyle izah eder.
Felsefecidir, gazete yazarıdır, üniversite hocasıdır ya, ama o "benim için her zaman aslolan şiir olmuştur"[2] diyecek ve ekleyecektir: "Baki Efendi, Yahya Kemal, Asaf Halet Çelebi, Behçet Necatigil... Sadece bunlar değil elbet! Daha birçok şair benim esin perilerim olmuştur."[3]
İlk gençliğini bir cümleyle açıklamak mümkündür: "Fatih'ten, elinde bir gül, Yenikapı'ya, denize inen çocuk! Zaten "ilk gençlik şiirleri de "Bakış Kuşu"dur[4]
1970-2000 arası Türk şiirinin en büyük birkaç şairinden birisi olduğu tartışılmaz.
Şiir anlayışını "benim şiirimde her düzeyin kendine göre bir özerkliği vardır. Bir düzey, ötekilerin üzerine çıkmaz"[5] şeklinde açıklayacaktır.
"Kendini hem Batılı hem Doğulu" olarak tanımlayan Yavuz, yaşadığı çağı bir 'Hüzün Çağı' olarak tanımlar.
İşte onun en tanınan ve sevilen iki mısraı:
"Hüzün ki en çok yakışandır bize belki de en çok anladığımız"[6]
Sesi İmge kokuyor; imge ve hüzün.
Dilde kompleksizdir, "yaşayan dil"den yanadır; tam ortasında duruyor; ne uydurukça ne de Osmanlıca."Yeri geldikçe ikisini de kullanıyorum" diyor, "Mesele"yi çok sık kullanıyor; yakışıyor da.
Muhiplerince "Hoca" olarak tanımlanan Hilmi Yavuz, halen Bilkent Üniversitesi İnsani Bilimler ve Edebiyat Fakültesi'nde "Türk Eleştiri Tarihi" okutmaktadır.
Sigarası ağzından hiç eksilmez; ama hiç yakmamak kaydıyla...
Sağ gözü önde konuşuyor, sol gözü kısık ve geridedir, sağ göze bilgi servisi yapmakla meşgul
Mizahı çok sever, "gülmek medeniyettir" diyecek kadar.
İrfan Külyutmaz'la mizah ve ironinin de zirvelerini getirir soframıza.
Esmer aydınlık yüz.
Gülün yani şiirin büyük ustası.
( Fahri TUNA, IRMAK DERGİSİ, SAYI:63- MART 2006)
[1] Fahri Turtayla 18.03.2006 tarihinde Adapazarı'nda yaptığı söyleşiden.
[2] Şafak Güneş, Hilmi Yavuz'la Söyleşi. Gösteri, Ağustos-2001,
[3] Enver Ercan, Hilmi Yavuzla Söyleşi, Cumhuriyet Gazetesi, 16.06.1994
[4] 1969'de yayımlanan ilk şiir kitabının adı.
[5] Enver Ercan, Hilmi Yavuzla Söyleşi, Cumhuriyet Gazetesi, 16.06.1994
[6] Hilmi Yavuz'un "Nazım Hikmet" şiirinden bir bölüm
İLGİLİ İÇERİK
ÇIK KÜRSÜYE
Kerimerz idi adı. Sokakta bağırmaktan sanıktı. Bağırmış, bir siyasî partinin şiddetle savunmasını yapmıştı.
"- Doğru mu?" dedi yargıç.
"-Evet, diye cevap verdi Kerimerz, burası hür bir memlekettir. Hürriyet var, istediğim gibi konuşmakta, hükümeti tenkit etmekte serbest değil miyim?"
"-Konuşmaya ve tenkid hürriyetine kimsenin karışamayacağı tabiîdir. Ancak sen trafiği aksatmışsın..."
Onun için de "doğru" dedi ateşli adam, cezasını çekmeye hazır olduğunu belirtti.
Geniş söz ve yazı hürriyeti var İngiltere'de. Başkasına iftira etmek, dinsizlik propagandası yapmamak, vergi ve demokrasi aleyhinde konuşmamak, kral ailesine ve silâhlı kuvvetlere dokunmamak kaydı ile istediğini söylemekte serbest herkes. Bunlar da "zorla yasak" edilmiş değil. Konuşan dinleyici bulamıyor da ondan. Dine, en ileri demokrasi ülkesinde kökleşmiş gelenekli krallığa saygı gösterildiği için dokunulmazlık var. Halk kendi kendini bu arada hatibi kontrol altına almış.
Herkes yurt ve dünya meseleleri hakkında görüşlerini trafik aksamadan söylesin diye her şehirde "serbest kürsüler" kurulmuş. En önemlisi Hyde Park'da. Marble Arch, diyorlar oraya. "Hatipler Köşesi". Bir portakal sandığı, bir sandalye kucaklayan varıp "kürsü"sünü kuruyor, verip veriştiriyor.
Konuşanın İngiliz olması şart değil. Hangi milletten olursa olsun hatip "köşe" açık. Yeter ki dinleyici bulabilsin. Bizim vardığımızda başı mevsim gereğince yapraklarını dökmüş kel ağaçlara benzer biri tepinmekteydi. Silâhsızlanma konusunu ele almış. "Silâh, diyordu kuşları öldürüyor. Mahalle bakkalından başbakanına kadar bütün İngilizler kuş avına çıkıyor. Kuşu öldüren silâh daha büyük hayvanları da Öldürüyor. Daha sonra sıra insanlara geliyor. İnsanlar, insan öldürünce ne geçer ellerine?..."
Kennedy'in öldürülmesi olayı yeni idi daha, İngilizler de Amerikan Devlet Başkanını seviyorlardı. Misâli iyi yakalamıştı hatip, sözlerinin etkisini silâhlı bir dünyada yaşamış olmanın utancı içinde başlarını Öne eğen insanların yüzünde okuyordu.
" Kennedy, diyordu, eğer silâh olmamış olsaydı, şu anda bizim gibi yaşamakta olacaktı, dünyada silâhsızlanmayı, kardeşçe yaşamayı, ırk ayırımı yapmadan geçinmeyi savunacaktı..."
Ateşliydi hatip, ateş gibi gözyaşları dinleyicilerin yüzünde çizgiler açıyordu.
"İngilizler az konuşur, çok iş görür, çok düşünür" derler. Çok düşünüp çok iş yaptıkları kadar çok konuştukları da gerçek. Saha bulunca İngiliz de makineli tüfek gibi başlıyor gürül gürül konuşmaya. Kitaplıklarda, kulüplerde, dost meclislerinde ve hatta parlâmento üyeleri kamaralarında ortaya atılan konu üzerinde geniş tartışma açıyorlar.
BBC radyosu da bütün İngilizler adına konuşuyor. Herhangi bir taraf tutmak yok. Radyo da televizyon da haber ve yorumlarında tarafsız davranmak zorunda. Yoksa Kraliyet Müşavirler Kurulunun işbaşına getirdiği yöneticiler başlarına geleceği peşin olarak düşünmelidir. Ya bütün evlerdeki radyo ve televizyonlar kapatılacak veyahut da dinleyiciler yayın yerlerine hücum edeceklerdir. İngiliz, "benim verdiğim vergi ile kurulup çalışan radyo ve televizyonda belli bir partinin propagandası yapılamaz" demek hakkını kullanacaklardır.
BBC radyosu Türkçe dahil 43 ayrı dilden yayın yapıyor. BBC radyosu kantinlerinde her dilden konuşan kişi ile karşılaşmak mümkün. Eğlence, eğitim programları yayınlamak maksadıyla kurulan Bağımsız Televizyon Makamı'nın programları da halkın görüşlerine aykırı olamıyor, bir partiye bağlı olamıyor.
Basın için de ayrıca kanun yok. İnsan hakları, haysiyetli, demokratik görüşü ve dinî inancına dokunmamak şartına okuyucunun koyduğu "kontrol" sistemiyle uyan basını istediğini istediği gibi yazmakta serbest, Kimse bir "tahrir-i sükûn" bir "tedbirler kanunu" çıktığını hatırlamıyor, hatta savaş yıllarında bile!...
(Tahir Kutsi Makal, Köylü Gözüyle Avrupa, 1965)
İLGİLİ İÇERİK
IHLARA VADİSİ
1860 adet mağara-ev... 104 adet kayaya oyulmuş kilise... 16 adet manastır... Ve, peribacaları, peribacaları, peribacaları... Burası, bir Göreme değil, belki on Göreme olan yeni bir turizm definesidir.
Niğde'nin Aksaray ilçesinin 30 km. güneydoğusunda, Ihlara Bucağının hemen yanında 13 km. boyunca uzanan Ihlara Vadisi, İsa'nın doğumdan sonra 303 - 331 yıllarında, II. İmparator Dioklesien'in zulmünden kaçan Hıristiyanların barınak yeri olmuş, bugün ise, doğal güzelliği, tarihsel kiliseleri, mağara - evleri ve peribacalarıyla efsaneler ülkesi görünümünde, bir turizm hazinesi olarak ortaya çıkarılmıştır.
Ihlara Vadisi'ndekl 1860 mağara-ev, vadiyi çevreleyen yumuşak kayaların yer altı ve yer üstündeki bölümlerinin oyulmasıyla meydana getirilmiştir. Bu evlerin yükseklikleri, yedi kata kadar varmaktadır.
Dik ve sarp görünümlü kayalar oyularak yapılan kiliselerin duvar ve tavanları, renk renk dinsel resimlerle süslüdür. Bu kiliselerdeki resimlerde İncilde anlatılan olaylar canlandırılmakta, İsa'nın yaşantısı gösterilmektedir.
Vadide ciddî bir inceleme yapan Aksaray Müzesi Memuru İbrahim Atalay, bu 104 kiliseden, köylülerin Ağaç Altı kilisesi adım verdikleri kilisenin içini, şöyle anlatmaktadır:
Kilise, bütünüyle bir haç şeklinde oyulmuştur. İç bölümünde, kesme taşlarla yapılmış hissini uyandıran mimarî dekorasyona yer verilmiştir. Girişte, tepeye doğru oyularak bir kubbe meydana getirilmiştir. Bu kubbenin tam ortasında güneş sembolünün içinde Hazret-i İsa tasvir edilmiştir. İsa'nın bir elinde İncil bulunmaktadır.. Tavana ejder motifi işlenmiştir. Yan duvarlarda, havari ve azizlerin figürleri yer almaktadır. Bu ana motiflerin aralan, boş bırakılmamak için saç örgüsü, baklava dilimi, iç içe giren kare. dikdörtgen, daire ve nokta dizileri gibi geometrik motiflerle süslenmiştir. Kişilerin üzerlerindeki elbiseler gayet süslüdür. Figürler arasında yer yer kitabeler görülmektedir.
Hemen hepsi bu tür resimlerle ve yazılarla süslenmiş kiliselerin büyük çoğunluğu, şükürler, tahrip edilmemiş durumdadır.
Kiliselerde ayrıca, birer, ya da ikişer mezar bulunmaktadır. Bu mezarlardan, rahiplerin ve dinsel önderlerin cesetleri, mumyalanmış olarak çıkarılmıştır,
Yapılan incelemeler sonucu, Ihlara Vadisinde, III. yüzyılda, Kapadokyalı hıristiyanların yerleştikleri anlaşılmıştır.
Konuyla ilgili kişiler, Ihlara Vadisinin, Türkiye'nin en çok turist çeken bölgesi olan Göremeden çok daha üstün tarihsel, arkeolojik ve doğal değerler taşıdığını iddia etmekte ve otel, motel, lokanta gibi tesislerin yapılmasından sonra, bu vadinin, büyük sayıda özellikle yabancı turist çekeceğine inanmaktadırlar.
Mete AKYOL (Milliyet, 1972)
İLGİLİ İÇERİK
RÖPORTAJ PARAGRAFLARI
Havada kar değil kömür kokusu var. Zihnime kodlanan o meşhur beyaz kaftanı yerine gri bir sis tabakasını giyinmiş şehir. Eksi 30'larla beni kesecek bir havaya teslim olmaya hazırlanmışken beremi, eldivenimi ve dahi gocuğumu bile çıkarttıran kış güneşi karşılıyor. Hani nerede yolların iki yanına kürenmiş kar tepecikleri, bıyıklarından buz parçaları sarkan adamlar nerede? Erzurum beni önce üşütecek ve sonra sıcak bir mekâna kapağı atma telaşıyla ödüllendirecekti oysa. Kıtlama şekerle içilen bir bardak çayla... Eyvah! 500 milyon dolarla Cumhuriyet tarihinin en büyük yatırımı boşa mı gidecek? 27 Ocak-6 Şubat arasında yapılacak Dünya Üniversitelerarası Kış Oyunları öncesinde şehri karmaşık duygularla gezdim, iki yıl gibi kısa bir sürede bitirilen tesisleri büyük bir hayranlıkla incelerken, hava şartlarının beklentilerin çok uzağında olması korkuttu beni. Hava soğumaz, kar yağmazsa suni kar makineleri oyunların namusunu kurtarır diye bir ümit vardı herkeste. O makineleri Erzurum'un yeni sembolü 5 platformlu atlama kulelerinde gördüm ilk. Sonra Palandöken'de. 6 sabit kar makinesi, kulelerin varlığını anlamlı kılmak için durmadan kar püskürtüyordu. Palandöken'de 71, Konaklı'da 201, Biatlon alanında 32, Cros Country alanında 42 ünite tül perde çekiyordu havaya ve perde yere inip kardan kilimler seriyordu kayakçılara. Fakat iş bu kadar basit değildi. Bu makinelerin verimli çalışabilmesi için ideal hava sıcaklığı eksi 9. Benim bu tanıklığı yaptığım anda hava eksi 2'ydi. Tabii en önemlisi kara dönüşecek suyun durumuydu. Göletler tam su tutmadığı için bu konuda da sıkıntı yaşanabilirdi. Kar yağsa bile suni karın üstündeki tabaka profesyonel kayakçılar için sorun olabilirmiş.
2.
Bir yazarın herhangi bir ülkeyi, şehri, bölgeyi, fabrika gibi işyerini gezerek gördüklerini kendi görüşleriyle birleştirerek gazete veya dergisine yazmasıdır. Olaylar neden-sonuç ilişkisi içinde anlatılır. Yalın ve çarpıcı bir dil kullanılır. İlgi çekici, akıcı bir anlatımı vardır. Ele alınan konunun özelliğine göre belge ve soruşturmalardan yararlanıldığı gibi örnekleme, kanıt ya da tanık gösterme yollarından da yararlanılır. Tanınmış şahıslarla çeşitli konular hakkındaki görüşlerini öğrenmek için yapılan konuşmaya da bu türün adı verilmektedir.
3.
Dün, Küçükçekmece'de Menekşe'de bir gecekonduyu yıktılar. Kırk yaşında üç çocuklu Giresunlu Hasan Aksoy'un gecekondusunu yıktılar. Hasan Aksoy on iki yıl önce Cihangir'de inşaat işçisi iken orada bir eczanede çalışan Fikriye'yle tanışıp evlenmiş. İkisi de gurbetçi, Fikriye Aksoy şöyle anlattı: "Sekiz yaşımda evlatlık olarak İstanbul'a geldim. O yıl bu yıldır ne anamı gördüm ne köyümü. Benim köyüm de Hasan oldu evim de." Evlendikten bir yıl sonra işte bu gecekondu yerine, Menekşe sırtlarına gelmişler. Paraları olmadığı için kendilerine bir çadır uydurmuşlar. Tam beş yıl kadar, sıcakta çadırda yaşamışlar. Geçen yıl da komşuların yardımıyla bu gecekonduyu yapmışlar.
4.
Tatlı denince aklına önce çikolata gelen, acil durumlar için evin bir köşesinde, hatta yatağının başucundaki çekmecede çikolata saklayıp sabah ilk iş o çikolatadan bir parça ısıran insanlar tanıyorum. Ben o kadar düşkün değilim çikolataya. Ama sabah kahvesi yanında şöyle bir parça bitter çikolataya da hayır demem doğrusu. Zaman zaman kendi yaptığım da olur. Pudra şekerini ve oda sıcaklığında yumuşamış yağı derin bir kaba koyup üzerine karbonat, tahin, ılık su ve kakao eklerim. Bir taraftan yoğururken bir taraftan da fındık içi ve unu azar azar ilave ederim. Malzemeler iyice karışana kadar yoğururum...
5.
Vietnam, Türkiye ile hiçbir kültürel, dini vb. bağı olmayan ükelerden biridir. Geçenlerde burada yaban doğada yaşayan en kalabalık kuzey beyaz yanaklı giban topluluğu bulundu. Dünya Doğa Kurumu üç yıldır Vietnam'da soyu tükenmekte olan giban topluluklarını araştırıyordu. Bugüne kadar sadece küçük topluluklar bilmişti. Vietnam'ın kuzeyinde, Laos sınırında Pu Mat Ulusal parkında çalışan uzmanlar 455 bireyden oluşan 130 grubun varlığını tespit etti.
6.
Dünyanın en büyük şehri, içimizdeki şehrin yanında bir mahalle kalır ancak. Antonina Turizm-Doğan Kitap işbirliğiyle gerçekleştirilen yazarlarla edebiyat turlarının sonuncusunda bir kez daha anladım bunu. Mario Levi'nin İstanbul fotoğraflarını paylaşmak için bir grup edebiyatseverle Beyoğlu'nda yürüdük. Onun hayatında iz yapan mekânlarda, hüznün tebessümle harmanlandığı anılarını dinlemedik sadece. Eksilmeler ve kayboluşlar bir azınlık mensubunda nasıl yaralar açar ve kök saldığı çoğunluk toprağı o yaralara nasıl merhem olur, bunları da hissettik. Levi, bildiğiniz gibi bir İstanbul Yahudi'si. Bir Şehre Gidememek, Madam Floridis Dönmeyebilir, istanbul Bir Masaldı, Bir Yaz Yağmuruydu, Lunapark Kapandı, İçimdeki istanbul Fotoğrafları adlı kitaplarından tanıyorsunuz onu. Aslında onun çocukluk ülkesi Şişli-Feriköy-Osmanbey bölgesiydi. Ancak son elli yılda öylesine değişmişti ki bu gezinin güzergâhını daha korunaklı kalan Beyoğlu üstlenmişti.
İlk kez 1940'ta açılan, 1980'den sonra kapatılan, 2003'te yeniden açılan ve şimdi adı Yemek Kulübü olan eski Markiz Pastanesi'nin vaktiyle dört mevsimi betimleyen büyük fayans panolarından bugün yalnızca ilkbahar ve Sonbahar'ın kaldığını öğrendiğinde bir daha buraya girmemeye yemin etmiş Levi. Kış ile Yaz'ın kırılıp çöpe atılmasını duvarda bıraktığı boşluktan çok, hayatın renklerinden soyunuşu olarak algıladığı açıktı. Cumhuriyet kurulduğunda sayıları 80 bin olan Yahudilerin bugün topu topu 18 bin kaldığı gerçeğini de resmediyordu sanki o kayıp panolar.
7.
Havada kar değil kömür kokusu var. Zihnime kodlanan o meşhur beyaz kaftanı yerine gri bir sis tabakasını giyinmiş şehir. Eksi 30'larla beni kesecek bir havaya teslim olmaya hazırlanmışken beremi, eldivenimi ve dahi gocuğumu bile çıkarttıran kış güneşi karşılıyor. Hani nerede yolların iki yanına kürenmiş kar tepecikleri, bıyıklarından buz parçaları sarkan adamlar nerede? Erzurum beni önce üşütecek ve sonra sıcak bir mekâna kapağı atma telaşıyla ödüllendirecekti oysa. Kıtlama şekerle içilen bir bardak çayla... Eyvah! 500 milyon dolarla Cumhuriyet tarihinin en büyük yatırımı boşa mı gidecek? 27 Ocak-6 Şubat arasında yapılacak Dünya Üniversitelerarası Kış Oyunları öncesinde şehri karmaşık duygularla gezdim, iki yıl gibi kısa bir sürede bitirilen tesisleri büyük bir hayranlıkla incelerken, hava şartlarının beklentilerin çok uzağında olması korkuttu beni. Hava soğumaz, kar yağmazsa suni kar makineleri oyunların namusunu kurtarır diye bir ümit vardı herkeste. O makineleri Erzurum'un yeni sembolü 5 platformlu atlama kulelerinde gördüm ilk. Sonra Palandöken'de. 6 sabit kar makinesi, kulelerin varlığını anlamlı kılmak için durmadan kar püskürtüyordu. Palandöken'de 71, Konaklı'da 201, Biatlon alanında 32, Cros Country alanında 42 ünite tül perde çekiyordu havaya ve perde yere inip kardan kilimler seriyordu kayakçılara. Fakat iş bu kadar basit değildi. Bu makinelerin verimli çalışabilmesi için ideal hava sıcaklığı eksi 9. Benim bu tanıklığı yaptığım anda hava eksi 2'ydi. Tabii en önemlisi kara dönüşecek suyun durumuydu. Göletler tam su tutmadığı için bu konuda da sıkıntı yaşanabilirdi. Kar yağsa bile suni karın üstündeki tabaka profesyonel kayakçılar için sorun olabilirmiş.
8.
Dizi filmler gecelerimizi gasp etti. Akşam 20.00'de televizyon başına oturan bir müptela, 90 dakikalık dizinin, tekrarları ve reklam aralarıyla birlikte neredeyse gece yarısına kadar çoğu birbirine benzer hikâyelere harcıyor en değerli zamanını. Nerede ağlatacağı, nerede güldüreceği, nasıl öfkelendirip nasıl sevdireceği ince ince hesaplanmış ticari hikayelere... Seyircinin isyanını duymadık bugüne kadar. Ama uzun zamandır film ekipleri dizilerin uzunluğundan şikâyetçi. Süresi 45 dakikaya inerse hem daha insani şartlarda çalışacaklarını hem de yaptıkları işin kalitesinin artacağını söylüyorlar. Fakat talepleri bir türlü hayata geçemiyor. RTÜK'ün bu konuda yaptırım gücü yok. Sorunu çözmek tarafların işi. Bir yanda televizyon kanalları, bir yanda yapımcılar, bir yanda reklam verenler var. Fakat onların temsilcileriyle görüştüğümde anlıyorum ki ekonomik çıkarların getirdiği bir fasit daire var ortada. Herkes topu birbirine atıyor. Sistem şöyle işliyor: Yapımcılar bir televizyon kanalıyla belirli bir rakama anlaşıyorlar. Kanal dizinin aldığı ratinge göre bonus veriyor. Böylece kanallar, en baştan büyük paralar verip dizi tutmazsa kaybetme riskini ortadan kaldırmış oluyor. Tabii yapımcı vaat edilen o bonusu kazanmak için önce hikâyesini reklam alacak cazibeye getiriyor, sonra kesesinin ağzını açıyor. Kastından dekoruna kadar tüm prodüksiyona harcanan paraların yapımcıya hemen dönmesi mümkün olmuyor. Bazı dizilerde başa baş noktasına gelmek on bölümü buluyor. Dizi tutmuşsa daha sonra para kazanılmaya başlıyor.
İLGİLİ İÇERİK
ABİDİN DİN0 18 YIL SONRA İSTANBUL'DA
Abidin Dino gurbete gideli tam on sekiz yıl oldu. Dile kolay... Dile kolay demenin de bir tadı var. Onun bileğinde bileziklerin hasından birkaç tanesi vardı. Vardı ama, gene de gurbet çekilmezdi. Abidin Dinonun Paris macerası, buna bütün anlamıyla macera demek gerek, çok ilginç ve dolu geçti. Paris'e bir büyük kişilik olarak gitti. Paris'ten çok öğrendiği olmuştur, bu bir gerçek. Onlara, Batı dünyasına vereceği çok şeyi de vardı dağarcığında. Az zamanda çok sevilen bir ün oldu. Türkiye'den vıcır vıcır, çiçeği burnunda bir İstanbul götürdü. Balıkçının türküsünü, Halicin sisini götürdü. Boyacı çocuğu, Çingene kızını, dok işçilerinin ellerini götürdü. Ve çok uzak bir gökyüzü götürdü, Anadolu bozkırının üstünde salınan uçsuz bucaksız, yanık sarı bir bozkır götürdü. Uçsuz bucaksız, yürüyen, bükülmüş, canlarını dişlerine takmış insanlarıyla. Şekerkamışına yere düşürmeden yirmi bıçak atan oğlan Adanalıdır. Toz duman içindeki dut ağacı, yaprakları tozdan apak olmuş. Çukurova'dadır. Bitmeyen yollar, bitmeyen yollara dökülmüş insanlar... Çok uzun yollardan geliyorlar. Ulu dağların ardından, büyük, uzak göklü bozkırlardan geliyorlar. Düşünceli, durgun, vuruşkan, öfkeli. Hep yürüyorlar. Bir karanlıktan bir ışığa yürüyorlar. Nâzım Hikmet, Abidin Dino için yazdığı bir şiirde aşağı yukarı böyle söylüyordu... O, bütün bunları götürdü beraberinde Paris'e. Nakışlı çam bardakları, Toros'un hızmanı, Sivas'ın, Avşar'ın kilimi de vardı bir yanında... O Paris'e yalnız gitmedi. Bir memleketle birlikte gitti. Daha daha çok şeyle gitti. Daha daha çok şeyle gitti ki buradan, bitmez. Saymakla bitiremezsin, kaleme gelmez. Bir de ışıklar, renkler, biçimler götürdü. Götürdükleri ona orada on sekiz yıl yetti de arttı bile...
Ve Paris'ten gümbür gümbür bir İstanbulla döndü. Paris'te on sekiz yıl yaptığı resimleri, satılmamış olsa da, beraberinde onları da getirseydi Dino, koskocaman, şaşırtıcı bir Anadolu getirecekti ki, lal-ü ebkem kalacaktık. Bir belalı Anadolu özlemi görecektik ki, olmaya-gitsin...
Onunla önce Nafi Baba tekkesine çıktık. Aşağılarda Boğaz bin-bir renk içinde dönüp duruyordu. Çok uzakta, yarılmış derin bir kuyu gibi. Işığa batmış gitmiş... Işıklar içinde... uçuşuyor. Oradan Rumeli-hisarına indik. Sonra Arif Dino'nun mezarına gittik. Sonra da Orhan Veliye. Arifin, Orhan'ın mezarları erguvana batıp çıkmış. Bir İstanbul güneşi ki, veryansın etmiş. Bir de yeşil, bir de Boğaz mavisi, bir de İstanbul ışığı. Bir de Boğazda türlü renk ile yürüyen kayıklar, motorlar, gemiler... Kıyılara serilmiş bin bir renk içindeki ağlar. Sarı muşambalı balıkçılar, durmadan bir şey yapıyor, işliyorlar, durmadan konuşur gibiler.
Kıyı boyunca yürüdük. Arifi, Orhan'ı, eski anıları, Çukurova'yı, sarı sıcağı konuştuk. Abidin Dino'nun bir huyu vardır... Gözlerini dünyaya diker, öylece saatlerce, günlerce dünyaya bakar. Bütün Abidin Dino bir göz olmuştur. Açılmış, biraz hayretten büyümüş, her gördüğü güzellik önünde bir sevinç çığlığı atan... Arif Dino bana demişti ki birinde, Abidin demişti, iki yıl gözleri açık konuşmadan, duymadan dünyaya hayretle baktı. Biz İstanbul'u dolaşırken Abidin Dino bir düşte yürür gibiydi. Biraz İstanbul gibi olmuştu. Tarabyaya vardık. Boğazın üstünde birkaç ak martı uçuyordu. Karşıya geçtik. Gittikçe düş içine giriyor, gittikçe sevinci artıyordu. Bir ara Üsküdar'daki koru, mor erguvana kesti. Camiler, arabalı vapurlar...
Bu halde, onunla konuşulamazdı. Onu bu havadan çıkarmak olmazdı. Yazık olurdu. İstanbul başına vurmuş gibiydi. Bir adamın başına İstanbul böylesine vurmuşsa... Hani dağ sarhoşluğu, denizaltı sarhoşluğu vardır, bir de İstanbul sarhoşluğu vardır. İstanbul, Türkiye sarhoşluğuna yakalanmış gurbetçi. Onu iyice anımsıyorum. Adana'da sıcağın alnında, ortalık sıcaktan çatır çatır ederken, onu bir de böylesine Adananın sarı sıcağı tutmuştu... Sergisini gördüm sonra... Sergisi tepeden tırnağa İstanbul'du. Düş içinde, uzaklarda yapmıştı İstanbul'u. Bir büyük sanatçının özlemi vurursa böyle vururmuş demek. Kim bilir görmediğimiz Anadolu özlem resimleri ne kadar güzeldi... Paris'e götürdüklerinden daha gerçek, daha güzeliyle geriye geldi Dino. Sergiden sonra azıcık açıldı Dino. Azıcık belalı istanbul'a alıştı... İstanbul'u, resimlerini, Adana'yı, Arifi, Nâzımı konuştuk onunla. Yazık ki onunla konuştuklarımızın hepsini yazamayacağım. Konuşmalardan en ilginçlerini seçtim.
Ben sordum:
"On sekiz yıl sonra İstanbul?" dedim.
"Ferhat ile Şirin meselesi..." dedi. "Nedir ki o?" dedim.
"Ferhat Şirine kavuşmak için elinde demir külünk, dağları deler yol eyler. Abıhayat suyunu akıtır ki Şirine kavuşsun. Sular gürül gürül çağlarken Şirin gelir Ferhad'ın yanına. Herkes bakar bunca yılın hasretine. Ferhat oralı bile olmaz. Şirini tanımaz. Bunca yıl Şirinin güzelliğini, bedenini unutturmuş ona. Şirin artık onun için bir düş olmuştur. Ben Şirini tanıdım. Öyle, olduğu gibi duruyor. Bıraktığım gibi. Öylesine kederli, öylesine sevinçli. Cesur, fakir, kirli, candan ve insan İstanbul... Elimle koymuş gibi buldum. Yerli yerinde duruyor ve güzel."
"Dün sergiyi gezerken bir seyirci diyordu ki, Paris'te yapılmış İstanbul resimleri gerçekten daha gerçek. Düşten daha bela. Bunu söyleyen genç bir adamdı."
"Flaubertin bir sözü var... Aşağı yukarı şöyle olacak, gerçeği öylesine yoğun yaşayacaksın ki, her uydurduğun gerçekten daha gerçek olacak. Bendeki belki de bir İstanbul özleminin birikimidir. Bu birikim bir parlama olmuş olabilir. Bana kalırsa bu sergi başarılı olmuş ya da olmamış, söz konusu olacak olan bu değil. Benim de üstünde durduğum asıl sorun bu değil. Bu bir deney. Düşle gerçek arasında, yarı yolda, anıyı gerçekle, düşle karşılaştırma sorunu. İçimde bir korku vardı, yapacağım İstanbul duygusal bir İstanbul mu olacaktı? Gençlerin beni, bir zamanlar benim Yahya Kemali gördüğüm gibi görmelerini istemezdim. Yani şahane bir İstanbul ressamı. Görkemli bir geçmiş. Şu bu..."
"Gene o genç seyirci, herhalde ressam falan olacak, sergide konuşuyordu. Güzel bıyıklı kumral bir adam. Diyordu ki, bir acayip sanat sırrıdır belki bu. Dino'nun istanbul'unda hiç insan gözükmüyor ama, her köşe bucağında insan var. İnsanlar ev ev, sokak sokak, deniz deniz soluk alıyorlar. Delikanlı şaşkınlığını gizleyemiyordu."
"Buna çok sevindim. Ama sergide gecekondular var. Fırtınaya tutulmuş, bir gemi örneği şehrin iniş çıkışları var. Zaman zaman karanlık, zaman zaman ışıklar var. Fakat sergide önemli bir şey eksik. Bunu açılışta daha iyi anladım. Şehri uzaktan görmüşüm. Ve bu şehrin insanlarını uzaktan çizmeye gücüm yetmemiş."
"Ama delikanlı, Abidin Dino'nun İstanbul'unda sokaklar, evler insanla doluymuş gibi geliyor bana, dedi. Bu düş şehrinde gerçek insanlar soluk alıyor, dedi. Bu nedendir? Bir insana böyle geliyorsa bir gerçek payı olmalı..."
"Olmasına sevinirim. Bence vıcır vıcır insanın kaynaştığı kalabalıklar şehrin çizgilerinden de önemli. Şehri insanla dolduracaksın ki şehir olsun. Yazık ki, İstanbul'u İstanbul yapmaya uzaktan gücüm yetmemiş..."
Bey öyle sanıyorum ki, bir sanatçı alanlarca insan yapar da bir tek insanın sıcak soluğunu duyuramaz. Başka bir sanatçı da boş bir şehirde vıcır vıcır insan kaynaştırır. Ben sergideki kumral bıyıklı delikanlıdan yanayım."
"Doğru. Bu da sanat gerçeğinin bir yanı."
"İstanbul böyle... İstanbul uzaktan insansız çizilmiş. Paris'te Çukurova üstüne çizilmiş birkaç resminizi görmüştüm. Bir de Orta Anadolu bozkırı üstüne. Onlarda insan vardı. Hem de etiyle kemiğiyle. Uzun yürüyüşe çıkmış insanlar. Uzakta bir gökyüzü. Düzlükte akan, kan tere batmış, toza dumana bulanmış insanlar... Onları nasıl yaptınız? Biliyorum, Adana'da, Kayseri'de, Çorumda yaptığınız resimler de böyleydi. Böyleydi demem, bu biçimde demek... Bunlar ötekilerden daha belalı, daha olgun..."
"Kim bilir. Anadolu gerçeği daha ağır basıyor. Belki de Adana ovasını, Orta Anadolu bozkırını sanatçı insansız düşünemiyor. İstanbul'u insansız çizebiliyor da insan, belki Anadolu'yu, Çukurova'yı insansız çizemiyor. Düz ova üstünde dikine durmuş, yürüyen, çalışan insanlar belki de kaçınılmaz bir önem taşıyor. Yıllar boyunca Paris'te işlediğim temalardan biri uçsuz bucaksız sonsuz uzaklıklar ve insan...
"Düz topraklar uzak, gökyüzü uzak, her şey uzak ve düzlükte yürüyen insanlar... Kurtuluş Savaşının sonsuz uzaklıkta yürüyen insanları... Bozkırla insan arasında yaman bir ilişki olacak. Bozkırı tek başına çizemiyorsun..."
"İnsana gücün yetip yetmemesi mi?"
"İki oynanmamış piyesim var. Bu piyeslerde insan sorununu, deminden beri konuştuklarımızı daha iyi hallettim. Bu bir özür değil. Bugün vardığım yerden, insanı anlatabilme bakımından, daha ileri gideceğimi sanıyorum. Resmin kendine özgü araçlarıyla. Bir gün insanı da bütün tadı, acısı, sevinci, güzelliğiyle, gücüyle çizebileceğim."
"Yazarlığınızın resminizle bir ilişkisi oluyor mu? Çizgi, renk sanatına faydası mı var, zararı mı?"
"Bak, ben bir büyük ressam seviyorum. Duydun mu bilmem. Viktor Hugo..."
"Resim de yapmış. Elde beş yüz kadar resmi var. Resimlerindeki imgeler şiirlerindeki imgelerden bambaşka. Ve güzeli, bu imgeler günümüzün imgeleri. Resimleriyle Hugo bugünün habercisi. Işık ve karanlık içinde fırlayan görüntülerin yepyeni mesafe kavramı... İç çelişmelerin şaşkınlığı içinde suratlar... Müthiş bir güç, müthiş bir resim tekniği. Bir sanatçı kendisini başka başka alanlarda anlatabilir. Bu da sanatın kuralları içinde."
"Daha açık söyler misiniz?"
"Bir yazar da resim yapar. Ama ressamın araçlarından başka araçlarla. Aradaki başlıca fark malzeme farkı. Ve kıpırdama olanağı. Devinme işi. Yazar da sinemacı gibi dinamik oluşumun içindeyiz, diyor. Ressam, oluşumunu resmin içsel öğeleriyle seyircinin kafasında canlandırmak zorunda. Resmin renk ve çizgi diyalektiği. Göze yaptırdığı gezilerle...
"Ayzenştayn, Film Duygusu ve Film Biçimi adlı kitaplarında resim sanatında durallık içinde hareketten söz etmiştir. Rönesans ressamlarının seyircinin gözünü istif sayesinde nasıl belirli bir gezintiye zorladığını anlatmıştır. Resimde devrimciliğin önemli bir yönü de bu. Devrimci konu yeterli değil, devrimci anlatım da gerekli. Zaten bunun ikisi baş başa gitmezse, sanat olmuyor. Gerçi bu birlikte yürümesi gereken güç, kah birisinde, kah öbüründe ağır basıyor. Bu da zaman koşullarıyla ilgili. Resim tarihi boyunca konuyla anlatım arasında böylesine dengesizlikler olmuştur. Konu yeniliği yeni biçimleri, yeni biçimler de konu yeniliğini zorlamıştır. Yani biçim yeniliği konuları hazırlamıştır."
"Şu uzaklık sorunu benim kafamı çoktandır uğraştırıyor. Göklerin uzaklığı, yolların, bozkırların uzaklığı... Bütün bu uzaklıklar içinde küçücük kalmış insanlar... Doğru, gerçek bu. Bunu başka deneyen sanatçılar da var mı?"
"Sinemacılar var. Ayzenştayn, Peter Brook bu mesafe işini işlediler. Ama ayrı ayrı biçimde ve ayrı ayrı düşünceler için. Örneğin Peter Brook insan yalnızlığını bütün hışmıyla duyurmak için. Benim için aynı şey değil... Benim insanım doğadan ayrılmıyor. Onun bir parçası da insan. İç içe bir macera. Ayzenştayn'ın işi step yalnızlığını, sonsuzluğunu derinlemesine duyurmak. Gerçekçi Rus yazarlarının yaptıklarını yapmak aşağı yukarı. Anadolu insanı için mesafe soyut değil, somut. Nâzım bir şiirinde benim resimlerimdeki insanlar için, bunlar insanda bir yere mutlaka varacağı duygusunu uyandırıyor, diyor. Lurçat da bir yazısında aşağı yukarı aynı şeyi söylüyor..."
"Bu uzun yolda varılacak yere varamayan insanlar da var."
"Ama varanlar daha çok ve yaracaklar."
Bana öyle geliyor ki, görmeden insanları da yapmak... Bir soyut var. Adana'yı, İstanbul'u, bozkırı bir daha derinlemesine yaşamak gerek. İnsanı derinliğine işlemek, onu bir daha derinden yaşamak gerek. Nâzım İstanbul'u göremedi, bir daha İstanbulu'nu yaşayamadı. Çok özlemişti İstanbul'u. Ben İstanbul'u gördüm, İstanbul'a onun gözleriyle bakıyorum. Onun sevinci içindeyim. Burada olmayanların gözleriyle bakıyorum istanbul'a. Bu bir acayip duygu."
"Duydum ki, Paris'te Mayıs Olayları üstüne bir sergi açmışsınız. Günlük olaylar üstüne sergi. Belki de politik bir kavga üstüne. Bazı kimseleri yadırgattı bu."
"Bu sergideki resimleri birkaç arkadaşla birlikte geçen Mayıs Olaylarında öğrenciler dövüşürlerken çizdik. Sonra da sergiledik."
"Bir gazete foto muhabiri gibi."
"Ona yakın. Biz olayın tanığıydık. Resimler iyi ya da kötüydü. Sorun o değil. Bunun bizce bir önemi yoktu. Önemli olan sanatçı olarak tanıklığımızı belirlemekti. Her birimiz ayrı bir açıdan, sanat çizgisinin mantığı içinde olayları yansıttık. Beni ilgilendiren belli bir kavga biçiminin yarattığı belirli bir hareket düzeni. Şunu demek istiyorum ki her çağın, her yerin kendine göre bir çarpışma görüntüsü var. Üstelik çağın içinde de bunların çeşitleri beliriyor. Herhangi bir memlekette haksızlığa başkaldıran gençlerle Vietnam'da sömürgecilere karşı dövüşen gençlerin bedenleriyle anlattıkları şeyler farklı. Vietnam'da ölüm bir milimetrelik ve bir anlık bir kıpırtıya bağlı. Oysaki kent sokaklarında (tehlike ne olursa olsun) boğa güreşinde toreador güzelliği içinde gençliğin direnmesi var. Ressam için bu gerçekleri çağı içinde perçinlemek...
"Zamanın, hareketlerin oluşması... Olayların üstünden zamanın geçmesi, her şeyin arınması, durulması... Bir de hareketin, olayın içinde pişerek birlikte sanat yapmak..."
"Resmin gündeliğe girmesi ya da girmemesi... Tartışılıyor. Girsin diyenler de var... Giremez diyenler de..."
"Buna vereceğim karşılık sanat tarihine dayanıyor. Mağara devrindeki ya da Çatalhöyük'teki neolikit kentteki av resimleri... Gündelik olayları hiç de büyüsel bir yola başvurmadan yansıtıyorlar. Bir de çok sağlam bir resim var, bir örnek. Ressam Davidin, Marat'nın öldürülmesi sahnesi, Picasso da Guernica'yı İspanya İç Savaşı bitmemişken dünyanın gözü önüne serdi.
"Anıdan düşe, sonra gerçeğe, sonra gündeliğe... Binicinin sağı solu yok. Yeter ki, sanatçının eli çağın elini sıkı sıkıya tutsun..."
Biz böyle oturmuş konuşurken ak bir martı gibi büyük bir gemi Boğazdan ağır ağır geçti. Bir özlem türküsü gibi.
Bir Bulut Kaynıyor Bu Diyar Baştanbaşa ,
Yaşar Kemal
ÇIK KÜRSÜYE - TAHİR KUTSİ MAKAL
Kerimerz idi adı. Sokakta bağırmaktan sanıktı. Bağırmış, bir siyasî partinin şiddetle savunmasını yapmıştı.
"- Doğru mu?" dedi yargıç.
"-Evet, diye cevap verdi Kerimerz, burası hür bir memlekettir. Hürriyet var, is¬tediğim gibi konuşmakta, hükümeti tenkit etmekte serbest değil miyim?"
"-Konuşmaya ve tenkid hürriyetine kimsenin karışamayacağı tabiîdir. Ancak sen trafiği aksatmışsın..."
Onun için de "doğru" dedi ateşli adam, cezasını çekmeye hazır olduğunu be¬lirtti.
Geniş söz ve yazı hürriyeti var İngiltere'de. Başkasına iftira etmek, dinsizlik propagandası yapmamak, vergi ve demokrasi aleyhinde konuşmamak, kral aile¬sine ve silâhlı kuvvetlere dokunmamak kaydı ile istediğini söylemekte serbest herkes. Bunlar da "zorla yasak" edilmiş değil. Konuşan dinleyici bulamıyor da on¬dan. Dine, en ileri demokrasi ülkesinde kökleşmiş gelenekli krallığa saygı göste¬rildiği için dokunulmazlık var. Halk kendi kendini bu arada hatibi kontrol altına almış.
Herkes yurt ve dünya meseleleri hakkında görüşlerini trafik aksamadan söy¬lesin diye her şehirde "serbest kürsüler" kurulmuş. En önemlisi Hyde Park'da. Marble Arch, diyorlar oraya. "Hatipler Köşesi". Bir portakal sandığı, bir sandalye kucaklayan varıp "kürsü"sünü kuruyor, verip veriştiriyor.
Konuşanın İngiliz olması şart değil. Hangi milletten olursa olsun hatip "köşe" açık. Yeter ki dinleyici bulabilsin. Bizim vardığımızda başı mevsim gereğince yap¬raklarını dökmüş kel ağaçlara benzer biri tepinmekteydi. Silâhsızlanma konusu¬nu ele almış. "Silâh, diyordu kuşları öldürüyor. Mahalle bakkalından başbakanı¬na kadar bütün İngilizler kuş avına çıkıyor. Kuşu öldüren silâh daha büyük hay¬vanları da Öldürüyor. Daha sonra sıra insanlara geliyor. İnsanlar, insan öldürün¬ce ne geçer ellerine?..."
Kennedy'in öldürülmesi olayı yeni idi daha, İngilizler de Amerikan Devlet Baş¬kanını seviyorlardı. Misâli iyi yakalamıştı hatip, sözlerinin etkisini silâhlı bir dünyada yaşamış olmanın utancı içinde başlarını Öne eğen insanların yüzünde okuyordu.
"- Kennedy, diyordu, eğer silâh olmamış olsaydı, şu anda bizim gibi yaşamak¬ta olacaktı, dünyada silâhsızlanmayı, kardeşçe yaşamayı, ırk ayırımı yapmadan geçinmeyi savunacaktı..."
Ateşliydi hatip, ateş gibi göz yaşları dinleyicilerin yüzünde çizgiler açıyordu.
"İngilizler az konuşur, çok iş görür, çok düşünür" derler. Çok düşünüp çok iş yaptıkları kadar çok konuştukları da gerçek. Saha bulunca İngiliz de makineli tü¬fek gibi başlıyor gürül gürül konuşmaya. Kitaplıklarda, kulüplerde, dost meclis¬lerinde ve hatta parlâmento üyeleri kamaralarında ortaya atılan konu üzerinde geniş tartışma açıyorlar.
BBC radyosu da bütün İngilizler adına konuşuyor. Herhangi bir taraf tutmak yok. Radyo da televizyon da haber ve yorumlarında tarafsız davranmak zorunda. Yoksa Kraliyet Müşavirler Kurulunun işbaşına getirdiği yöneticiler başlarına ge¬leceği peşin olarak düşünmelidir. Ya bütün evlerdeki radyo ve televizyonlar kapa¬tılacak veyahut da dinleyiciler yayın yerlerine hücum edeceklerdir. İngiliz, "be¬nim verdiğim vergi ile kurulup çalışan radyo ve televizyonda belli bir partinin propagandası yapılamaz" demek hakkını kullanacaklardır.
BBC radyosu Türkçe dâhil 43 ayrı dilden yayın yapıyor. BBC radyosu kantinle¬rinde her dilden konuşan kişi ile karşılaşmak mümkün. Eğlence, eğitim programları yayınlamak maksadıyla kurulan Bağımsız Televizyon Makamı'nın programla¬rı da halkın görüşlerine aykırı olamıyor, bir partiye bağlı olamıyor.
Basın için de ayrıca kanun yok. İnsan hakları, haysiyetli, demokratik görüşü ve dinî inancına dokunmamak şartına okuyucunun koyduğu "kontrol" sistemiy¬le uyan basını istediğini istediği gibi yazmakta serbest, Kimse bir "tahrir-i sükûn" bir "tedbirler kanunu" çıktığını hatırlamıyor, hatta savaş yıllarında bile!...
(Tahir Kutsi Makal, Köylü Gözüyle Avrupa, 1965)
İLGİLİ İÇERİK