Kullanıcı Oyu: 2 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

MÜNAZARALAR, SORULAR

Tarık BUĞRA

Okullarda yapılan münazaralar güzeldir, yararlıdır. Bu kafa ve bilgi yarışmalarının gelenekleşmesini, liglerinin, şampiyonalarının yapılmasını isteriz. Bir şartla; konulan büyük bir titizlikle hazırlanmalı, taraflar akla yatkın, mantığa uygun tezler için karşı karşıya getirilmelidir.

Daha açık bir söyleyişle, iki tezin de savunulabilir yanları olmalıdır. Yoksa bir taraf ister istemez lâfazanlığa, çenebazlığa ve o yaygın deyimi kullanırsak, demagojiye itilmiş, hatta zorlanmış olacaktır.

Liseli okuyucularımdan, belki de sayın öğretmenlerinin tavsiyesi ile mektuplar alırım. Benden, katılacakları münazara için ipuçları isterler. (Burada onlara ufacık bir azarlamam olacak.) Ama bu istek elime, çoğu zaman cevap yetiştiremeyeceğim bir zamanda geçer. Öyleleri de vardır ki, bana geniş zaman bıraksalar bile cevap vermek elimden gelmez, cevap vermeyi gönlüm istemez. Çünkü bunlarda bir taraf, az önce söylediğim gibi demagojiye mahkûmdur. Bu acıklı mahkûmiyetten kurtulmanın da bir tek yolu vardır: Susmak.

 Sonra... Münazaralarda dikkat edilmesi gereklidir sandığım bir başka nokta daha: Konular bir, ak mı, kara mı tartışması çıkaracak şekilde olmamalı, bir tarafı "saçma" ya itelememelidir. Genç kafalan nüanslar, ince farklar üzerinde araştırmaya, çalışmaya alıştırmak ne güzel şeydir!

Bir de anket soruları, bir mesele veya bir önemli kişi üzerinde eser hazırlayanların istedikleri cevaplar vardır. Bunların bazıları da titizlikle hazırlanmamış münazara konularına benziyor, insanı -boş bulunursa-farkına bile varmadan "saçma" ya düşürüyor. İşte size bir örnek:

Kendisini de beğendiğim, iyi niyetini bu hazırlığı ile de ispatlayan bir insan, gerçekten çok, çok beğenip övdüğüm rahmetli bir edebiyatçımız için bazı edebiyatçılara, bu arada bana da soruyor:

"Aşılmış mıdır, aşılmamış mıdır?"

Hayır, soru bu olmamalı, böyle olmamalıdır. Zira edebiyatta, genel olarak sanatta "en" diye bir şey yoktur; "en büyük... en güzel... en üstün" yoktur. Olsa olsa "en meşhur" vardır ki, bundan da sanat değeri dediğimiz şeyle ilgisi yoktur. Bir yazarın üstünlüğü, başarısı, bir başka yazarınkini silip götüremez: Bu bir atletizm yarışması, bir "rekor" konusu değildir.

Sanatta her şey kişiliğe, üslup dediğimiz dünya görüşünün ve düşünce tarzının, bu arada elbette anlatımının benzemezliğine ve benzetilemezliğine bağlıdır, buna göre de değerlendirilir. Kolay taklit edebilenlere taklit özentilerinin o alanda yeri yoktur. Öylelerini "şöhret" bile kurtaramaz, toz olur giderler.

Buna marnlıyorsa, edebiyat ve sanatta "en üstün'ü en güzel'i" aramak, elma ile portakalı, muzu, armudu toplamaya benzer.

Daha da acıklı bir hatadır bu; zira ve mesela, Dostoyevski mi, Tolstoy mu veya Camus mu, Sartre mı diye düşünmek, sonra da bunlardan birini iteleyivermek, özür dilerim, barbarlık kokan bir değer bilmezliktir. Yani bana öyle gelir.

  


Bir münazara örneği:

Konu: Toplummu sanatkârı yetiştirir, sanatkâr mı toplumu yetiştirir?

Savunulan tez: Toplum sanatkârı yetiştirir. (Aşağıya münazaranın bir bölümü alınmıştır.)

 Sayın Jüri üyeleri, değerli arkadaşlarım,

Tezimin doğru olduğunu savunmaya sanat ile sanatkâr kelimelerini açıklayarak başlayacağım. Sanat, seçilen bir konuda tek ve en güzel eseri ortaya koyma çabasıdır. Edebiyat, resim, müzik, tiyatro ve mimarlık güzel sanatların başlıcalarıdır. Fuzulî'nin Leylâ ile Mecnun'u, Baki'nin Kanunî Mersiyesi, Şeyh Galib'in Hüsn ü Aşk'ı, Namık Kemal'in Hürriyet Kasidesi ve Yahya Kemal'in Süleymaniye'de Bayram Sabahı adı eserleri, Türk edebiyatının kendi alanlarında tek ve en üstün sanat eserleridir. Sanatkâr ise, kendi alanında tek ve en mükemmel eseri ortaya koyan şahsiyet demektir.

Biz, bu saydığım sanat eserlerinde sanatkârın şahsında Türk toplumunun yüzyıllardan beri yaşadığı maceralı bayatı görüyoruz. Fuzuli’nin eserinde sevginin derinliğini, Baki'nin eserinde servet ve ihtişamının içindeyken bile fâniliğin ve ölümün hüznünü okuyoruz. Şeyh Galib'in eseri Hüsn ü Aşk'ta mutlak güzelliği elde etmek için uzun ve maceralı bir yolculuğa çıkarken, Namık Kemal'in Hürriyet Kasidesi'nde hürriyet, vatan ve millet kavramlarıyla duygulanıyor ve heyecanlanıyoruz. Süleymaniye'de Bayram Sabahı adlı şiirden ise, şahsiyetimizin, milletimizin tarih ve kültür değerleri ile oluştuğunu anlıyoruz.

(...)

Dil, tarih, kültür toplumun malıdır, toplum bunları ortaya koyar. Sanatkâr da toplumun ortaya koyduğu bu değerleri eserinde bir malzeme olarak kullanır, onları işler, geliştirir ve bir sanat eseri olarak yeniden ortaya çıkarır. Böylece toplum, sanatkâra eserini meydana getirmek için malzeme verir, ona imkân hazırlar, dolayısıyla toplum, sanatkârı yetiştirir.

Güzel sanatlardan birisi üzerinde tek ve en güzel eseri ortaya koyabilmek için derin bilgiye, geniş kültüre ve güçlü bir iradeye sahip olmak gerekir. Sanatkâr bunları tek başına ve kendi kendine çalışmasıyla elde edemez. Bilgi elde etmek için toplumsal bir kurum olan okula gitmeye, kültür elde etmek için milletinin tarihine uzanmaya ve güçlü bir iradeye sahip olmak için de kendisinden önce yetişmiş büyük sanatkârların ve örnek şahsiyetlerin hayatlarını incelemeye mecburdur. Sanatkâr bu kaynaklardan elde ettiği bilgileri kendi şahsiyetinde toplayan, değerlendiren ve onlardan yeni yeni eserler ortaya çıkaran kimsedir.

Bir an için karşı tezi savunan arkadaşların düşüncelerinin doğru olduğunu kabul edelim ve diyelim ki, "Sanatkâr toplumu yetiştirir." Peki, o zaman bu sanatkârın kendisi nasıl ve nerede yetişir? Gökten zembille mi iner? Anasından sanatkâr olarak mı doğar?

Toplumdaki büyük sanatkârları madem toplum yetiştirmiyor, onlar kendi kendilerini yetiştiriyorlar, öyleyse karşı tezi savunan arkadaşlarıma soruyorum:

Siz niçin toplumsal bir kurum olan okula geliyorsunuz? Evinizde kendi kendinize çalışıp niçin ünlü bir yazar, başarılı bir müzisyen ve değerli bir mimar olmuyorsunuz?

(...)

Karşı tezi savunan arkadaşlar, "Sanatkâr önce kendisini yetiştirir, sonra da gelir toplumunu, milletini yetiştirir." diyorlar. Bu düşünceye göre içinizden sanatkâr olmak isteyenlerin, bu günden tezi yok, hemen Arabistan çöllerine veya Afrika ormanlarındaki mağaralara gitmeleri gerekir. Hâlbuki biz sanatkâr olmak isteyenleri Arabistan çöllerine, Afrika ormanlarındaki mağaralara değil, Avrupa'ya, Amerika'ya ve buralardaki üniversitelere ve akademilere gönderiyoruz. Laboratuvarda deney yapmadan bir kimya mühendisinin, hastanede ameliyat yapmadan bir cerrahi doktorun yetişmesi nasıl mümkün değilse, toplumun duyguları, düşünceleri ve dertleri içinde yoğrulmadan, onlarla beslenmeden büyük sanatkârların yetişmesi de mümkün değildir.

"Marifet, iltifata tabidir." diyen bir atasözümüz vardır. Bu atasözü, marifetli bir eser ortaya koyan sanatkârın daha da ilerlemesi ve gelişmesi için iltifat görmesi, ilgi görmesi gerektiğini anlatır. Buna göre toplum, sanatkârın meydana getirdiği eseri ne kadar benimser, ona ne kadar sahip çıkarsa, sanatkâr da o kadar heveslenir, umutlanır ve daha güzel eserler meydana getirme gücünü kendisinde bulur. Buna karşılık, toplum sanatkârın eserini kendisine yabancı bulur, onu reddeder ve sanatkârı kendi eseri ile baş başa bırakırsa, o sanatkârda daha güzel eserler meydana getirme arzusu kalır mı? Artık ona başarılı olma umudunu kim verebilir? Dünyaca ünlü ressam Leonardo da Vinci (Vinsi), ölüm döşeğinde, artık dünyanın bütün renkleri gözlerinin önünde soluklaşmaya başladığı sırada, yanındaki krala hitaben: "Sizin ve halkınızın sayesinde yaşadım, gördüm ve çizdim." demiştir.

Hayır, arkadaşlar hayır, bir sanatkâr, toplumdan koparak tek başına çalışması veya sadece Tanrı'nın lütfü ile meydana gelmiş bir varlık değildir! Büyük sanatkârlar, toplumun içinden, işte bu sıralardan, sizlerin aranızdan yetişmişlerdir. Yarının büyük sanatkârlarını simalarınızda şimdiden görür gibi oluyorum.

  Duymaz, Recep. Uygulamalı Kompozisyon Bilgileri, Seda yayınları, İstanbul, 1985, s. 298-300

 


Münazara örneği-3

Konu: Toplum mu sanatkârı yetiştirir, sanatkâr mı toplumu yetiştirir? Savunulan tek Toplum sanatkârı yetiştirir.

(Aşağıya münazaranın bir bölümü alınmıştır.)

Sayın Jüri üyeleri, değerli arkadaşlarım,

Tezimin doğru olduğunu savunmaya sanat ile sanatkâr ke­limelerini açıklayarak başlayacağım. Sanat, seçilen bir konu­da tek ve en güzel eseri ortaya koyma çabasıdır. Edebiyat, re­sim, müzik, tiyatro ve mimarlık güzel sanatların başlıcalarıdır. Fuzuli’nin Leylâ ile Mecnun'u, Baki'nin Karnim Mersiyesi, Şeyh Galib'in Hüsn ü Aşk'ı Namık Kemal'in Hürriyet Kasidesi ve Yahya Kemal'in Süleymaniye'de Bayram Sabahı adlı eser­leri, Türk edebiyatının kendi alanlarında tek ve en üstün sa­nat eserleridir. Sanatkâr ise, kendi alanında tek ve en mü­kemmel eseri ortaya koyan şahsiyet demektir.

Biz, bu saydığım sanat eserlerinde sanatkârın şahsında Türk toplumumun yüzyıllardan beri yaşadığı maceralı hayatı görüyoruz. Fuzulî'nin eserinde sevginin derinliğini, Baki'nin eserinde servet ve ihtişamının içindeyken bile faniliğin ve ölü­mün hüznünü okuyoruz. Şeyh Galib'in eseri Hüsn ü Aşk'ta mutlak güzelliği elde etmek için uzun ve maceralı bir yolculuğa çıkarken, Namık Kemal'in Hürriyet Kasidesinde hürriyet, vatan ve millet kavramlarıyla duygulanıyor ve heyecanlanıyo­ruz. Süleymaniye'de Bayram Sabahı adlı şiirden ise, şahsiye­timizin, milletimizin tarih ve kültür değerleri ile oluştuğunu anlıyoruz.

(….)

Dil, tarih, kültür toplumun malidir, toplum bunları ortaya koyar. Sanatkâr da toplumun ortaya koyduğu bu değerleri eserinde bir malzeme olarak kullanır, onları işler, geliştirir ve bir sanat eseri olarak yeniden ortaya çıkarır. Böylece toplum, sanatkâra eserini meydana getirmek için malzeme verir, ona imkân hazırlar, dolayısıyla toplum, sanatkârı yetiştirir.

Güzel sanatlardan birisi üzerinde tek ve en güzel eseri or­taya koyabilmek için derin bilgiye, geniş kültüre ve güçlü bir iradeye sahip olmak gerekir. Sanatkâr bunları tek başına ve kendi kendine çalışmasıyla elde edemez. Bilgi elde etmek için toplumsal bir kurum olan okula gitmeye, kültür elde etmek için milletinin tarihine uzanmaya ve güçlü bir iradeye sahip ol­mak için de kendisinden önce yetişmiş büyük sanatkârların ve örnek şahsiyetlerin hayatlarını incelemeye mecburdur. Sa­natkâr bu kaynaklardan elde ettiği bilgileri kendi şahsiyetin­de toplayan, değerlendiren ve onlardan yeni yeni eserler orta­ya çıkaran kimsedir.

Bir an için karşı tezi savunan arkadaşların düşüncelerinin doğru olduğunu kabul edelim ve diyelim ki, "Sanatkâr toplumu yetiştirir." Peki, o zaman bu sanatkârın kendisi nasıl ve nerede yetişir? Gökten zembille mi iner? Anasından sanatkâr olarak mı doğar?

Toplumdaki büyük sanatkârları madem toplum yetiştirmi­yor, onlar kendi kendilerini yetiştiriyorlar, öyleyse karşı tezi savunan arkadaşlarıma soruyorum:

Siz niçin toplumsal bir kurum olan okula geliyorsunuz? Evi­nizde kendi kendinize çalışıp niçin ünlü bir yazar, başardı bir müzisyen ve değerli bir mimar olmuyorsunuz?

(….)

Karşı tezi savunan arkadaşlar, "Sanatkâr önce kendisini yetiştirir, sonra da gelir toplumunu, milletini yetiştirir." Diyorlar. Bu düşünceye göre içinizden sanatkâr olmak isteyenlerin, bu günden tezi yok, hemen Arabistan çöllerine veya Afrika ormanlarındaki mağaralara gitmeleri gerekir. Hâlbuki biz sa­natkâr olmak isteyenleri Arabistan çöllerine, Afrika ormanla­rındaki mağaralara değil, Avrupa'ya, Amerika'ya ve buralar­daki üniversitelere ve akademilere gönderiyoruz. Laboratuarda deney yapmadan bir kimya mühendisinin, hastanede ameliyat yapmadan bir cerrahî doktorun yetişmesi nasıl mümkün değilse, toplumun duygulan, düşünceleri ve dertleri içinde yoğrulmadan, onlarla beslenmeden büyük sa­natkârların yetişmesi de mümkün değildir.

"Marifet. İltifata tâbidir." diyen bir atasözümüz vardır. Bu atasözü, marifetli bir eser ortaya koyan sanatkârın daha da ilerlemesi ve gelişmesi için iltifat görmesi, ilgi görmesi gerekti­ğini anlatır, Buna göre toplum, sanatkârın meydana getirdiği eseri ne kadar benimser, ona ne kadar sahip çıkarsa, sanat­kâr da o kadar heveslenir, umutlanır ve daha güzel eserler meydana getirme gücünü kendisinde bulur. Buna karşılık, toplum sanatkârın eserini kendisine yabancı bulur, onu reddeder ve sanatkârı kendi eseri ile baş başa bırakırsa, o sanat­kârda daha güzel eserler meydana getirme arzusu kalır mı? Artık ona başarılı olma umudunu kim verebilir? Dünyaca ünlü ressam Leonardo da Vinci (Vinsi) ölüm döşeğinde, artık dünyanın bütün renklen gözlerinin önünde soluklaşmaya başladığı sırada, yanındaki krala hitaben: "Sızın ve halkınızın sayesinde yaşadım gördüm ve çizdim." demiştir.

Hayır, arkadaşlar, hayır bir sanatkâr, toplumdan koparak tek başına çalışması veya sadece Tanrı’nın lütfü ile meydana gelmiş bir varlık değildir! Büyük sanatkârlar, toplumun içinden, işte bu sıralardan, sizlerin aranızdan yetişmişlerdir. Yarının büyük sanatkârlarını simalarınızda şimdiden görür gibi oluyorum

Nezih Duyar, 6 Ed-B, No: 1721 Eyüp Lisesi, 1975

(Recep Duymaz, Uygulamalı Kompozisyon Bilgileri)

 

İLGİLİ İÇERİK

MÜNAZARA NEDİR?

MÜNAZARA ÖRNEĞİ

MÜNAZARA HAKKINDA BİLGİ

SON EKLENENLER

Üye Girişi