Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

 Epik sözcüğü Yunanca epope sözcüğünden doğmuştur. Tarih öncesi dönemlere ilişkin, tanrı, tanrıça, yarı tanrı ve kahraman­larla ilgili olağanüstü olayları konu alan şiirlere epope (destan) denir. Bu tür metinlerde kullanılan anlatım epik (destansı) anla­tımdır.

Destanlar (epopeler), ulusların yazı öncesi çağlarında oluş­muştur. Bütün toplumların sözlü edebiyatlarında “destanlar” önemli bir yer tutar. Destanlar, bir milletin hayatını yakından et­kileyen tarihî ve toplumsal olaylar ile ilgili kahramanlıkları dile getiren hikâye şeklindeki şiirlerdir. Epik şiirin en güzel örnekle­ri olan destanlarda olağanüstü olayların, doğaüstü kahraman­ların, tanrıların savaşlarının yanı sıra; eski çağ insanlarının ina­nışları, yaratılış ve var oluş konusundaki düşünceleri; ulusların özlemleri ve düşleri de dile getirilir. Destanlar, insanların olayla­rı dinleme ve anlatma gereksiniminden dolayı kuşaktan kuşa­ğa yayılmıştır.

Destanlar halk gözüyle görülen, halk ruhuyla duyulan ve halk hayalinde masallaştırılan tarihlerdir. Destan kahramanlarının doğaüstü özellikler göstermesi, olayların olağanüstülüklerle anlatılması destanların gerçeklerden tamamen uzak olduğunu göstermez. Destanlar, anlatımlarındaki olağanüstü özellikler ayıklandığında ulusların tarihini aydınlatan en önemli kaynak­lardır.

Yüzyıllar boyunca Türklerin duyuş, düşünüş, inanış ve hayalle­rini; güzel sanatlarını; aşk, aile, vatan, ulus ve devlet anlayışla­rını Türk destanlarında görebiliriz.

Men sinlerge boldum Kağan

Alalıng ya takı kalkan

Tamga bizge bolsun buyan

Kök böri bolsungıl uran

 

Temür gıdalar bol orman

Av yirde yürüsün kulan

Takı taluy takı müren

Kün tuğ bolgıl kök kurikan

 

Günümüz Türkçesiyle:

Ben sîzlere oldum kağan

Alalım yay ile kalkan

Talih bize olsun nişan

Bozkurt (sesi) olsun uran

 

Demir mızraklar (bir) orman

Av yerinde yürüsün kulan

Daha deniz, daha müren

Güneş bayrak, gök kurıkan

 

(uran: savaş bağırışı,

kulan: yaban atı ve eşeği,

müren: ırmak,

kurıkan: çadır)

(Oğuz Kağan Destanı'ndan)

 “Men sinlerge boldum Kağan” cümlesi kısa ve basit bir cüm­ledir. O güne ait bu cümle yapısı ile günümüzün cümle yapısı pek değişmemiştir. Yukarıdaki metinde yer alan, bir şiirde olma­sı gereken biçimsel özelliklerin hepsini taşıyan dörtlükler edebî bir dilin olduğunu gösteriyor. Bu dil de günlük konuşma dilin­den ayrılmaktadır çünkü bu metin günlük dilin söyleyişinin üstünde bir söyleyişe sahiptir ve edebî bir dildir. Anlatım, destansı anlatımın gereği olarak abartılıdır.

Oğuz Kağan, şiir biçimindeki bu hitabetiyle kendisine bağlı kıl­dığı halkın ruhuna hâkim olarak onlara cihangirlik fikirlerini aşı­lar. Özellikle son iki dize, Oğuz Kağan’ın ruhundaki dünya öl­çeğinde bir devlet kurma ülküsünün veciz bir ifadesidir. O, gök kubbeyi bir çadır, bir yurt; güneşi ise bayrak olarak gösterir.

‘Bu çocuğun gözleri ela, yüzü gök, ağzı ateş gibi kızıl, saçları ve kasları kara idi. Ayakları öküz ayağı gibi, beli kurt beli gibi, omuzları samur omuzu gibi, göğsü ayı göğsü gibi idi. Vücudu baştan aşağı tüylü idi. ”

Oğuz Kağan Destanı’ndan alınan bu metinde Oğuz Kağan doğduğunda yüzü ve fiziki yapısı abartılı olarak tasvir edilmiş­tir. Kahramanın fiziki yapısına ait hayvanlara benzetmeler abar­tılı teşbih örnekleridir. Destan kahramanlarının bu şekilde tasvir edilmesi, destanın anlatım üslubundan kaynaklanmaktadır.

Destansı anlatımda niteleyici sözlerden sıkça yararlanılır. Söz­gelimi Oğuz Kağan’ın ağzı, ateş gibi kızıl olarak tasvir edilmiştir. Ayrıca buna benzer bir abartılı tasvir Manas Destanı’nda da vardır. Manas’ın doğumu anlatılırken gözlerinin kızıl kızıl, yü­zünün gömgök olduğu ifade edilir.

“Yine günlerden bir gün Oğuz Kağan Tanrı’ya yalvarmakta idi. Karanlık bastı. Gökten bir gök ışık indi. Güneşten ve aydan da­ha parlaktı. O ışığın içinde bir kız var, yalnız oturuyordu. Çok gü­zel bir kızdı. Başında ateşli ve parlak bir beni vardı, demir kazık gibi idi. O kız öyle güzeldi ki gülse gök Tanrı gülüyor; ağlasa gök Tanrı ağlıyordu. Oğuz Kağan onu görünce aklı başından gitti, sevdi, aldı. ”

Oğuz Kağan Destanı’ndan alınan bu metinde ise cümleler son derece kısa ve genellikle hareket ifade eder. Oğuz Kağan’ın Tanrı’yla konuşması, gökten ışık inmesi, onların güneşten ve aydan daha parlak olması, kızın gülmesiyle Tanrı’nın da gülme­si, ağlamasıyla Tanrı’nın da ağlaması destansı anlatımlar olarak karşımıza çıkmaktadır.

Destanların tamamının manzum olduğu ama yazıya manzum olarak geçirilmediğini göz önüne aldığımızda destan dilinin gelişmişliği daha iyi ortaya çıkar. Şiir, gelişmiş bir dilin kullanılmış olduğu metinlerdir. Ayrıca şiirin öğreticiliği azdır ve şiirler daha çok, coşkuya dayalı metinlerdir. Şairlerin, destanları törenlerde söylediği bilindiğine göre destanlarda öğreticilikten çok, coşku vardır. Öyleyse destanlarda dil, sanatsal işlevde kullanılır. Bu netinde de öğreticilik söz konusu değildir.

Destanların kimileri bazı milletlerde sonradan derlenip dü­zenlenmiştir.

Yunanlıların “İliada” ve “Odysseia”

Finlilerin “Kalevala”;

Almanların “Nibelungen”;

Hintlilerin “Ramayana” ve “Mahabarata”;

İspanyolların “Cid”;

Fransızların “Chanson de Roland”;

İngilizler’in “Beovful”,

Sümerlerin“Gılgamış”;

Rusların “İgor”;

İranlıların “Şehname”;

Japonların “Şinto”;

Türklerin “Bozkurt”, “Alp Er Tunga”, “Oğuz Kağan”, “Şu”, “Ergenekon”, “Göç” , “Türeyiş”, “Manas”, “Ediğe", “Satuk Buğra Han”, “Köroğlu”, “Danişmend Gazi”, “Battal Gazi"', “Cengiz Han” destanları bu destanlara örnektir.

 

Bu destanlar sözlü gelenekte geliştiğinden ve ilk söyleyenleri elli olmadığından yani anonim ürünler olduğundan, doğal destan örnekleri sayılır. Söyleyenleri belli olan, yakın tarihte meydana gelmiş olaylardan söz eden epik şiirler de vardır.

Virgilius’un “Aeneis”i, Tasso’nun “Kurtarılmış Kudüs”ü, Milton’un “Kaybolmuş Cennet’i, Dante’nin “İlahi Komedya’sı, Luovico Ariosto’nun “Çılgın Orlando”su; Fazıl Hüsnü Dağlar­ının “Üç Şehitler Destanı”, Kayıkçı Kul Mustafa’nın “Genç Osman Destanı” yapay epik şiirlerdir.

...

Tarihimizde birçok şanlı zaferler yaşadığımızdan, epik şiir yö­nüyle bir hayli zengin bir edebiyatımız vardır. Hece ölçüsü ile oluşturulan, bir kahramanlık hikâyesini veya şanlı bir olayı an­latan koşma nazım şeklinin bir türü olan koçaklamalar, destan­lar ya da varsağılar birer epik şiirdir.

Cumhuriyet Döneminde yazılan millî marşlar, geleneksel des­tanlardan ayrılık gösteren uzun kahramanlık şiirleri de biçim ve içerik yönünden bir tür epik şiirlerdir.

Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın “Üç Şehitler Destanı”, Mehmet Akif Ersoy’un “Çanakkale Destanı' buna örnek olarak gösterilebilir.

 Bu bilgiler ışığında epik anlatılma yazılmış metinlerin ortak özelliklerini şöyle sıralayabiliriz:

  • Olağanüstü olaylar ve kişiler anlatılır.
  • Destan türünün yiğitçe havası vardır.
  • Eylemler ön plandadır.
  • Tarihî konular ve kahramanlıklar işlenir.
  • Etkileyici bir anlatımı vardır.
  • Sürekli hareket vardır.
  • Kelimeler yan ve mecaz anlamlarda kullanılabilir.
  • Şiir, destan roman, hikâye, tiyatro, destansı anlatımın kulla­nıldığı türlerdir.
  • Anlatımda abartıya yer verilir.
  • Dil, sanatsal işlevde ve alıcıyı harekete geçirme işleviyle kullanılabilir

 Aşağıdaki manzumelerin-birincisi doğal, ikincisi de yapma epik manzumelere örnektir :

Doğal epik manzume:

DESTAN

Hazır olun ey gaziler

Varalım Bağdat üstüne

Ulu dağlar sarp kayalar

Geçelim Bağdat üstüne

 

Sarptır Bağdat'ın eteği

İçi erenler yatağı

Sultan Murat'ın otağı

Kurulur Bağdat üstüne

 

İçtim Şat'ın suyunu

Bildik Şahının soyunu

Sultan Murat'ın tuğunu

Dikelim Bağdat üstüne

 

 Alurlar elden komazlar

Üstünde Han var demezler

Ulu toplar balyemezler

Atulur Bağdat üstüne

 

 Çalın vezirin borusun

Dostu gafil koman girsin

Koyverin asker yürüsün

Gaziler Bağdat üstüne

 

Demirc'oğlu sözün haktır

Hiç sözünde hilâf yoktur

Osmanî'de gayret çoktur

Kırılır Bağdat üstüne — DEMİRCİOGLU

 

Yapma epik manzume:

ÜÇ ŞEHİTLER DESTANI

Mustafa Kemal

Mustafa Kemali gördüm düşümde,

«Daha!» diyordu.

Uğruna şehit olasım geldi hemen,

«Sabaha!» diyordu.

 

Al bir kalpak giymişti,

al Al bir ata binmişti, al,

«Zafer ırak mı ?» dedim, «Aha!» diyordu.

Tabur Bir Mucize İçindeydi

 

Bir muhabbet sarmıştı her yönü,

Vatanı ve bizi seven.

Çoğalmıştık bir uçtan bir uca, rüya gibi,

Büyüyordu ova kendiliğinden.

 

Neydi damarlarımızda çağlayan, çağlayan?

Neydi bu tepenin ardı?

İçimizde sadece vatan değil,

Yeryüzü kadar bir şey vardı.

 

Ateş mi gelirmiş, yel mi esermiş?

Akıyoruz, hayatımız nerede pek belli değil.

Kurtulmuşuz bedenden artık,

Kimse ayaklı, elli değil.

Kursun İşlemeyen Şey

 

Vurulmuş, vurulmuş,

Düşmez kat'iyyen yere.

Karşısındakine dehşet verir.

Karışmış sanki ölümsüzlere.

 

Bu, beşinci bölükten Vanlı İbo,

Bir vatan kadar hür.

Vurulmuş, vurulmuş,

Gövdesi ardında yürür.

Fazıl Hüsnü DAĞLARCA

 

(Üç Şehitler Destanı, 1949)

 

 

 KUVAYI MİLLİYE DESTANENDAN

Kocatepe yanık ve ihtiyar bir bayırdır, 

ne ağaç, ne kuş sesi,

              ne toprak kokusu vardır.

Gündüz güneşin,

                 gece yıldızların altında kayalardır.

Ve şimdi gece olduğu için ve dünya karanlıkta daha bizim, 

                            daha yakın,

                               daha küçük kaldığı için 

ve bu vakitlerde topraktan ve yürekten

           evimize, aşkımıza ve kendimize dair 

                                    sesler geldiği için

kayalıklarda şayak kalpaklı nöbetçi 

okşayarak gülümseyen bıyığını

            seyrediyordu Kocatepe'den

                        dünyanın en yıldızlı karanlığını.

Düşman üç saatlik yerdedir 

ve Hıdırlık tepesi olmasa

                 Afyonkarahisar şehrinin ışıkları gözükecek. 

Kuzeydoğuda Güzelim dağları 

ve dağlarda tek

        tek

               ateşler yanıyor.

Ovada Akarçay bir pırıltı halinde ve şayak kalpaklı nöbetçinin hayalinde

           şimdi yalnız suların yaptığı bir yolculuk var : 

Akarçay belki bir akar su,

              belki bir ırmak,

                      belki küçücük bir nehirdir.

Akarçay Dereboğazı'nda değirmenleri çevirip 

                         ve kılçıksız yılan balıklarıyla

                               Yedişehitler kayasının gölgesine girip

                                                                             çıkar.

Ve kocaman çiçekleri eflâtun 

                 kırmızı 

                        beyaz

ve sapları bir, bir buçuk adam boyundaki

                      haşhaşların arasından akar.

Ve Afyon önünde

               Altıgözler Köprüsü'nün altından 

                               gündoğuya dönerek 

ve Konya tren hattına rastlayıp yolda 

Büyükçobanlar Köyü'nü solda

              ve Kızılkilise'yi sağda bırakıp 

                                              gider.

Düşündü birdenbire kayalardaki adam

kaynakları ve yolları düşman elinde kalan bütün nehirleri.

Kim bilir onlar ne kadar büyük,

                             ne kadar uzundular?

Birçoğunun adını bilmiyordu,

yalnız, Yunan'dan önce ve Seferberlik'ten evvel

Selimşahlar Çiftliği'nde ırgatlık ederken Manisa'da 

                              geçerdi Gediz'in sularını başı dönerek.

Dağlarda tek 

                 tek

                 ateşler yanıyordu.

Ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki 

şayak kalpaklı adam 

nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden 

                       güzel, rahat günlere inanıyordu 

ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında, 

birdenbire beş adım sağında onu gördü.

Paşalar onun arkasındaydılar.

O, saati sordu.

Paşalar: «Üç,» dediler.

Sarışın bir kurda benziyordu.

Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.

Yürüdü uçurumun başına kadar, eğildi, durdu.

Bıraksalar

ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak 

ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak 

Kocatepe'den Afyon Ovası'na at Uyacaktı.

NAZIM HİKMET RAN

 

 

İLGİLİ İÇERİK

DESTANSI ANLATIMA ÖRNEK METİNLER

10.SINIF DESTANSI (EPİK) ANLATIM SLAYTI

DESTANLAR

TÜRK DESTANLARI

DESTAN (MANZUM) ÖRNEKLERİ

DESTAN

 

SON EKLENENLER

Üye Girişi