Kullanıcı Oyu: 5 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin
 

 

Dergâh, Milli Mücadele hareketini desteklemek ve Ana­dolu insanım bilgilendirmek maksadıyla çıkarılmış bir dergidir. İstanbul ve Anadolu basınının ikiye bölündüğü[1] bir ortamda çıkan Dergâh, Cumhuriyetken sonraki sanat ve edebiyat dergi­leri ve ortamına öncülük etmiş olması bakımından önemlidir.

Dergâh, 15 Nisan 1337/1921-5 Ocak 1339/1923 tarihleri arasında yayımlanmıştır. "Yarım aylık ilim ve sanat mecmuası" olarak toplam 42 sayı çıkmıştır. Yahya Kemal (Beyatlı, 1884 - 1958) başkanlığında çıkarılan derginin sorumlu müdürlüğünü Mustafa Nihat (Özön, 1896 - 1980) yapmıştır. Dergiye ad ola­rak; Dergâh, Haşhaş, Zaviye verilmek istenir. Dergâh[2] Yahya Kemal; Haşhaş, Ahmet Haşim (1885-1933) tarafından teklif edilir. Zaviye[3] adım, kimin teklif ettiği belli değildir.

Dergâh kelimesinin dergiye ad olarak verilmesinde; "dergiyi Yahya Kemal'in, öğrencisi veya hayranı olan üniversite gençleri"[4]nin çıkarıyor olmalarının etkisi vardır. Ayrıca bu ismin tercih edil­mesinde; "Baudelaire'in "Suni Cennetini, Quincey'in, "Bir Opyomanın Hatıraları"nı henüz tanımayan ve sembolist edebiyatın rüya ile şiir ara­sında kurduğu münasebetleri henüz bilmeyen"[5] bu gençlerin sanat ve edebiyata bakış açıları ve zevk anlayışlarının büyük payı vardır. Gençler arasında, Ahmet Haşim'in fantastik olanın, Yahya Ke­mal'in "ağırbaşlı ve öz"ün peşinde olduğu kanaati; Dergâh adı­nın tercih edilmesinde bir diğer faktördür.

Dergâh grubunun temelini oluşturan ve derginin çıkışın­dan 3 yıl öncesine dayanan ilk buluşma ve mütareke döneminin zor günlerini Ahmet Hamdi Tanpınar şöyle anlatır. “... 1919 Kasım sabahında, sonradan Dergâhçılar adını alan ve kırk sene evvelin genç edebiyat nesli olanların hepsi, eski Zeynep Hanım Konağı’nın üst katında, şimdi Türkiyât Enstitüsü olan medresenin karşısında büyük sınıfta toplanmış onu bekliyorduk. Ali Mümtaz, Mustafa Nihat, Meh­met Halit, Oğuz, Halil Vedat, bu asrın kapısında doğanların hemen çoğu oradaydık. Mütarekenin acıklı günleriydi. Her gün yeni bir felâket, içimizdeki yaşama kuvvetini kökünden söküp koparmak ister gibi sallı­yordu. Mahkûm bir neslin çocuklarıydık. Bununla beraber gençtik, şiiri seviyorduk. Çok zalim ışıklar arasında oba bile istikbâle ait büyük ümit­lerimiz vardı."[6]

Büyük ümitleri olan bu gençler üç yıl sonra Dergâh'ta bir araya gelerek iki halkadan oluşan bir yazı kadrosu oluşturur. I. halka orta yaş döneminde olan hocalar, şair ve yazarlardan; II. halka ise öğrenci-gençlerden oluşur. Bu grup; Yahya Kemal ve Ahmet Haşim'den başka; Yakup Kadri (Karaosmanoğlu, 1889-1974), Halide Edip (Adıvar, 1884-1964), Ruşen Eşref (Onaydın, 1892-1959), Abdülhak Şinasi (Hisar, 1883-1963), Falih Rıfkı (Atay, 1894-1971), Mehmet Halit (Bayrı, 1896-1958), İsmayıl Hakkı (Baltacıoğlu, 1889-1978), Mehmet Fuat (Köprülü, 1890- 1966), Mehmet Emin (Erişirgil, 1891-1965), Necmettin Halil (Onan, 1902-1968), Ali Mümtaz(Arolat, 1897-1961) daha sonra Ahmet Kutsi (Tecer, 1901-1967) ve Nurullah Ata (Ataç 1898- 1957) gibi isimlerden oluşur. Bu listeye edebiyat tarihlerinde ve sözlüklerde isimleri yer almayan, Emin Recep, Hüseyin Avni ve Tanpınar'ın belirttiğine göre; ''Karaosmanoğullarına mensup"[7] Fevzi Lütfi ve Cavide Hayri Hanımefendiyi de eklemek gere­kir.[8]

Mütâreke yıllarında bir araya gelen bu grup, Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatında 1960’lı yıllara kadar etkili olmuş önemli isimlerdir. Tanpınar bu grubun durumunu şöyle anlatır: "Dergâh", aralarında büyük düşünce birlikleri olan muharrirlerin mecmuası değildi. En fazla beraber yaşayan üç büyük rüknü arasında bile, Milli Mücadelenin ve Balkan Harbi'rıden beri ardı arkası kesilmeyen felâketlerin getirdiği siyasi görüş yakınlığından, zevk üstünlüğünden, bir evvelkilere karşı tabii aksülamelden ve nihayet dil meselesindeki anlaş­malardan başka bir bağ yok gibiydi."[9]

Derginin çıkmasında dizgi, baskı ve diğer teknik hususlarla ve makalelerin konusuyla bile ilgilenen Yahya Kemal, "Muha­sebe" ve "İstanbul'un On Beş Günü" adlı bölümlerin de hazır­layıcısıdır. Yahya Kemal'in amacı; "Mektepten memlekete" pa­rolası doğrultusunda; " milli kaynaklara inen, milli hayatı günün ve mazinin meselelerinde arayan ve onu Türk tarih ve coğrafyasının, Batı­dan da etkilenmiş bir sentezi olarak gören 'Tarih, sanat ve kültür milliyetçiliği"[10] oluşturmaktadır. Ayrıca, "Edebiyat fakültesindeki kabili­yetli öğrencilerini etrafına toplamak"[11] ve "Damat Ferit hükümetinin desteklediği Ümit dergisine karşı milli mücadele yanlısı ve Anadolucu bir tutum..."[12] ortaya koymaktır. Yahya Kemal, bu dergi etrafında oluşacak grubun özellikle genç üyelerine, Fransa'da bulunduğu yıllarda (1903-1912) tarih, sanat, kültür ve edebiyat üzerine edindiği bakış açısına göre yön vermek ister. Michelet'in, "Fransız toprağı on asırda Fransız milletini yarattı" sözünü bir düstur[13] edi­nen Yahya Kemal, bütün milli hayatı bir sentez olarak görür: Yahya Kemal'in bu bakış açışım elde etmesinde; Albert Sorel (1842-1906), Albert Vandal (1853-1910) ve Emile Bourgox, Louis Renault'un etkileri vardır. Geçmişi hâle taşıyan bir anla­yışla millî kaynaklara yönelen Yahya Kemal, edebiyat alanında tarih boyunca kazanılan kültür birikimini işlemek ister: O "Tanzimat”tan sonra gelenler arasında öz şiir (poesiepure= saf şiir) yolunun en güçlü şairi"[14] olmasının yanında, yeni Türk şiir esteti­ğinin oluşmasında da etkili isimlerden biridir. Bu şiir estetiğinin oluşmasında önemli yeri olan bir diğer isim de Ahmet Haşim'dir. Türk edebiyatında sembolizm’[15]in önemli temsilci­lerinden biri olan Ahmet Haşim; "Fransız: sembolistlerinden gelen bir sesle kendi mizacının sesini birleştirerek ayrı bir terkip"[16] oluşturur. Ahmet Hamdi Tanpınar'ın belirttiğine göre; "Mecmuayı kendi neslinden en fazla benimseyen Mustafa Şekip Tunç ile Ahmet Haşim ve Yakup Kadri"[17] olur. Mustafa Şekip Tunç (1886-1958)’da, Yahya Kemal'le beraber dergiye yön vermek ister. I. Dünya savaşından sonra, batıda moda olan Henri Bergson’un (1859-1941) düşün­celerinin bizdeki tanıtımını Mustafa Şekip Tunç yapar. Ayrıca Türk tekke şairlerinin şiirleri üzerine yaptığı değerlendirmelerle dergiye mistik bir hava kazandırır.

Derginin ilk sayısında Yahya Kemal tarafından kaleme alınmış olan "Üç Tepe" adlı makale, Dergâhçıların edebiyat be­yannamesi sayılır. Bu makalede yazar, Tanzimat'tan sonraki Türk edebiyatının kısa bir değerlendirmesini yapar. Siyasi geliş­melere paralel olarak Türk edebiyatının durumu ortaya konulur. İnönü muharebesinin siyasî hayatımızda oluşturduğu memnu­niyetle, edebiyatımızın gelişmesi arasında bağlantı kuran Yahya Kemal, Türk edebiyatının Tanzimat'tan sonraki macerasını şöyle anlatır; "Türk edebiyatı, yeni unvanını takındığı elli seneden beri iki tepeden âleme baktı, bu tepelerin biri Çamlıca Tepesi, öteki de Tepebaşıdır. Çamlıca, Namık Kemal ve genç arkadaşları Hamid, Ek­rem, Sezâi ve ötekilerin elli sene evvel âleme baktıkları tepedir."[18]

Tanzimat neslinin eserlerinde, bu tepeden gördükleri âlemi nasıl yansıttıklarım anlatan Yahya Kemal, oluşturulan edebiyatla ilgili olarak şu değerlendirmeyi yapar: "Bu edebiyat, çok sıhhatli, temiz havalı, çok sıcaktı; cephaneyi, üstüne çıkıp da berhavâ edecek zâbitlere, gemisini düşmana vermemek için batıracak kaptanlara vücut veriyordu. Yalnız bu edebiyat mâzidir. Çamlıca gençleri o tepede eski saltanatın rüyasını görüyor, o rüyaya yeni fikirlerle vücut vermeği hayâl ediyorlardı.[19] Servet-i Fünuncular ise âleme Tepebaşı’ndan bakmışlardır diyen Yahya Kemal, Türk edebiyatının dünyaya Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun belirttiği gibi bundan sonra “Metris Tepe”den bakacağım söyler

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “yeni bir edebiyatın programı[20] olarak nitelendirdiği “Üç Tepe” makalesi şu satırlarla biter: “Şimdi anlıyoruz ki, meğerse bir âlemin sonunda doğmuşuz. Onunçündür ki Yakup Kadri gibi edebiyatın bütün hazlarını aldıktan sonra bezen bir rûh yeni kelâm’ın nâzil olacağı tepeye bakıyor ve son günlerde millî timsâl’in gösterdiği tepe için dedi ki işte o, bu tepedir: “Metris Tepe”[21]

Dergâh’ta fazla olmamakla birlikte, değişik edebiyatlardan çevirilere de yer verilir. Yahya Kemal’in isteğiyle yabancı edebi­yatlardan yapılan çeviriler arasında: Maksim Gorki’nin “Serseri” hikâyesini ve M. Maeterlinck’in “Evdekiler” piyesini Mehmet Galip; Anatolie France’in “Thais”ini Nasuhi Baydar çevirir. Mustafa Şekip Tunç’un Bergson üzerine çevirileri ise ayrı bir önem taşır. Nesir ağırlıklı edebi ürünler veren Dergâhçılar, bazı topluluklarda görüldüğü gibi yayıncılık faaliyetlerinde de bu­lunmak isterler. Tanpınar’ın belirttiğine göre, Ahmet Haşim’in “Göl Saatleri” devam etmeyen Dergâh yayınlarının ilk ve son kitabıdır.[22]

İnönü savaşından (6-11 Ocak 1921) sonra edebiyat dün­yamıza giren ve aralarında sıkı bir dayanışma olmayan Dergâh grubu, memleketin Kurtuluş Savaşı verdiği bir dönemde, bu hareketi desteklemiştir. Dergâhçılar, Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatının kurulması ve gelişmesinde, “Dergâh Hareketinden Kaynaklanan İdealist Çizgi[23]de sanatkârların yetişmesinde önemli bir yere sahiptir. İstiklâl savaşının millî bünyede oluştur­duğu yeni heyecanla, yeni edebiyatın memleketçi bir özellik taşıyacağım belirten Yahya Kemal, Dergâh’ta ve yazdığı diğer gazete ve dergilerde düşüncelerini sistemleştirir. Böylece bir program ortaya çıkar. Bu programın özelliğini A. Hamdi Tanpınar şöyle özetler: “Böylece teklif ettiği şey bir bakıma, Fran­sa’da Birinci Cihan Harbinden evvel Barres’in ve arkadaşlarının yaptı­ğına az çok benzeyen, fakat realitelerimizden gelen mühim farklarla ondan ayrılan yeni ve tarihçi bir milliyetçilikti[24] “Tarihçi milliyetçi­lik” anlayışının edebi esere yansımasıyla ilgili olarak Şerif Aktaş Yahya Kemal’in bu dergide yaptığını şöyle nitelendirir: “Dergâh Mecmuası etrafında teşekkül eden Yahya Kemal grubu, Osmanlı mede­niyeti zevkini “mısra-ı berceste’de terennüm edilen seste bulur.”[25] Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatının takip etmesi gereken programın, Genç Kalemler’den sonra ikinci bir çerçevesini belirleyen Yahya Kemal, ölümüne kadar bu anlayışla eserler vermiştir.

 

DERGÂHÇILARIN BİLDİRİSİ: ÜÇ TEPE

“İnönü Meydan Muharebesinin son günü Metris Tepe’den vazi­yete bakan İsmet Paşa, neler gördüğünü millî timsal Mustafa Kemal Paşaya haber veriyordu:

Tabanları ensesine vurarak kaçan düşman... Fistanellâları tersine çevrilmiş şemsiyeler gibi kaçan efzunlar... Alevler içinde yanan Bozöyük!.

Millî timsal, bu bozgunu seyreden İsmet Paşaya Metris Tepe’den daha neler görüldüğünü, yarının müjdesini almış millet rehberlerine has bir sesle, hatırlatıyordu.

Millî timsalle İnönü kahramanı arasında geçen bu muhavereyi o gün dinlerken ürperdik. Yakup Kadri ise muhavereyi Metris Tepe’den yarının yırtılmış bir perdesi gibi görüyor.

Birkaç senedir, Yakup Kadri, edebiyatın yazı denilen cephesini kal­dırarak ruh denilen ötesini görmeye çalışıyor. Bu yeni meylini ilk göster­diği satırları birkaç sene evvel çıktığı zaman hemen eski perestişkârları meyus oldular, yalnız Halide Edip haber verdi ki bu yeni hareket bizde edebiyatın yakasım açan harekettir. Yazıdan hayata geçti geçeli muharrir Halide Edib’i unuttuk, iki sene evvel, Sultanahmet meydanlarında tek­birler çekilirken önümüze düşüp bize meşale çeken bu ulvî mahlûk, ede­biyatı hayata nakletti. O gün, o meydanda o tekbir sesleri ortasında siyahlarla görünen insan, hafızamıza yeni şahsiyetini o kadar kudretle hakkatti ki eski hayalini hatırlayamıyoruz. Ve bize öyle geliyor ki asıl eseri de o günden başlıyor, Yakup Kadri’nin Metris Tepeyi bundan sonraki Türk edebiyatının mihrakı gibi gösterdiğini işittiyse hemen tasdik etmiştir, sanırım.

Türk edebiyatı yeni unvanını takındığı elli seneden beri iki tepeden âleme baktı, bu tepelerin biri Çamlıca Tepesi, öteki de Tepebaşı’dır.

Çamlıca, Namık Kemal ve genç arkadaşları Hâmid, Ekrem, Sezâi ve ötekilerinin elli sene evvel âleme baktıkları tepedir. Namık Kemal, yeni edebiyatın ilk çocuklarına, orada, eski vezir konaklarında tesâdüf etti. Bu çocuklar, İstanbul kibar efendilerinin Çerkez câriyelerinden doğ­muş, dadılar ve lâlalar elinde büyümüş, devlet rüyasını daha beşikte iken görmüş, biraz şehzâde ruhluydular. Kemal, bu hânedan çocuklarını bir nefesiyle nasıl ayaklandırmış: Bu çocukların doğuşlarıyla eserleri arasın­da ne kadar fark var! Milletin önüne o zaman yeni fikirlerle bu hanedan çocukları düştüler. Eserlerinde Çamlıca havası eser, Çamlıca bahçele­rinde bülbül yavrusu dinledikleri sezilir, şiveleri o semtin vezir konaklan gibi ağır, harap ve şâirânedir. Yeni nesil, alafranga edebiyatın kırık dö­kük manzumelerinden, sarışın mensûrelerinden, tek gözlüklü tenkitlerin­den beri artık onları okumadıysa zevk, lisan ve hayâl sahasında bir düziye tecelli eden inkılâptandır, yoksa bugünlere kadar vekaayi’i onlar şevkettiler.

Üslûpları eski konaklar, yalılar ve köşkler gibi yıkılmış; eski esvap­lar gibi gülünç olmuş; eski edep, eski erkân, eski terbiye gibi itibardan düşmüş bu adamların fikirleri o zamandan bu güne kadar bütün siyasi hadiselere hâkim olmadılar mı?

Abdülhamid-i Sâni, onların edebiyatından korkardı, mekteplerin sı­ralarında onların sıralarını arar, kitapçıları, sahafları, Acem tâbılerinin mahzenlerini, onların eserlerini yakalamak, endişesiyle bastırır, onların kelimeleridir diye istiklâl, hürriyet, vatan kelimelerini ağza aldırmazdı.

Edebiyatta yalnız yazı mahiyeti gören bugünkü yüzler, Namık Ke­mal ve arkadaşlarının yalnız lisana ettikleri hizmeti görebiliyor; bilâkis fikirlere ve binnetice vekaayi’e olan tesirleriyle daha ziyade mümtazdılar. Namık Kemal’i son senelerde Midilli’de görenler naklediyorlar ki bütün Türk gençleri arasında en ziyade Harbiye gençlerine ehemmiyet verir, onlardan aldığı mektuplara hâhişli cevaplar gönderirmiş. Acaba Mustafa Kemal ve arkadaşlarının oradan yetişeceğin mi seziyordu?

Bu edebiyat, çok sıhhatli, temiz havalı, çok sıcaktı; cephâneyi, üs­tüne çıkıp da berhavâ edecek zabitlere, gemisini düşmana vermemek için batıracak kaptanlara vücut veriyordu. Yalnız bu edebiyat mâzidir. Çamlıca gençleri o tepede eski saltanatın rüyasını görüyor, o rüyaya yeni fikirlerle vücut vermeyi hayal ediyorlardı.

Çamlıca Tepesi’nden Tepebaşı’na geçiş nice muasırlara bir inhiatat hadisesi gibi görünüyor. Mâi ve Siyah kahramanı Ahmet Cemil’in Tepebaşı’ndaki meşhur gecesinden sonra son neslin gençleri millî rüya­dan uyanarak ve var kuvvetleriyle medeniyete atıldılar. Bu hareketi Galatasaray Mektebinden çıkmış bir şairler, İzmir’de bir Hıristiyan mektebinden çıkmış bir nâsırın sanatı sananlar ne kadar aldanır.

Medeniyette bütün idrâkler ihtirasla mümkündür. Bugünkü garp medeniyetini, kendiliğimizden tiksinecek kadar, ateşli bir ihtirasla sevmeseydik idrâk edemezdik.

Bizi bir müddet tatlısu frengine benzeten o edebiyat mukadderdi. Ona vücut verenler de bir medeniyetten bir medeniyete geçiş devresine zebundular. Bu itibarla o edebiyat hiç kayr-ı millî değil, millîdir de; çün­kü o mukadder geçidini gayet samimi bir inikâsıdır. Edebiyatın en güzel değeri ihtiras, itiraf etmeli ki Servet-i Fünûn edebiyatı ihtiras hamleleriyle yanar; o hummâlarla o sanatkârlar musâbdılar ve karilerine de sirâyet ettiriyorlardı. Yalnız o ihtiraslar yeni bir medeniyet intihasından ibaretti. Bununçün de vatandan huruç ve milletten ayrılmak alâmetleriyle görü­nür.

Abdülhamid-i Sâni, eski bir Asya padişahının kıskanç hırsıyla memleketi bir zevceyi benimser gibi öyle benimsemişti ki, yeni ruhlar eski memleketin her şeyinden tiksinerek harice fırlamak istiyorlardı.

Bu cendere içinde Beyoğlu birahanelerinde soğuk bir bira içerken, Tepebaşında Traviata’yı dinlerken, Adada bir tenis seyrederken, bir karnaval kafilesinin geçtiğini görürken teselli buluyorlardı. Bu hummâ ile bizi ve memleketi özendikleri çerçevede gösteren romanlar yazdılar. Yalnız bütün bu edebiyatın şiârı: “Buradan dışarı, bizden başka tür­lü! "dür.

Bütün bu hareket vatanın o zamanki geniş hudutlarından dışarıya şahsî bir saadet kaygısıyla atılıştır. Yeni Zelanda’da Hayat-ı Muhayyel o ruhu çok güzel ifade eder.

Hüseyin Cahid’in meşhur hikâyesini, Fikret’in, bu hayâl hakikate inkılâb edemediği zaman söylediği mersiyeyi:

Ne ser-âzâde ömr-i sâfiydi.

Geçecek gölgesinde çamlarının!

Mısralarıyla, az çok hayâl zannederdim. Meğerse o zaman pek sa­mimi ve saf Fikret, bu hayâle âdeta kapılmış.

Bir gün nakletti ki Servet-i Fünûn’da manzume, mensûre yazan­lardan başka birçok yeni fikirli doktorlar, mütecedditler, bu fikre and içmiş. Fikret, arkadaşı -bugünkü nazır- Hüseyin Kâzım Beyle oturmuş, aylarca hani hani Yeni Zeland’a bütün kafilenin çoluk çocuklu seyahati­ni tertip etmiş, orada kurulacak köşklerin plânım çizmiş, geçecek serâzât, saf kirden arı hayatın akşamlı sabahlı saatlerini bile düşünmüş, iş yalnız parayı bulmaya kalmış, Fikret’in evinde son tertibat için son içtima aktedildiği gece, Hayat-ı Muhayyelin bütün arkadaşları geliş, en sonra kapıdan Doktor (...) Paşa o günlerde ferikliğe terfi ettiği için, yeni üniformasıyla, nişanlarıyla girmiş, bu manzara karşısında Fikret’in gözleri kararmış, dudakları yeisten kül olmuş, ne diyeceğini şaşırmış bir an zannetmiş ki Yeni Zelanda seyahati ötekilerin hepsi hayâl, yalnız o budala gibi gerçek görüyor. Etrafına sersem sersem, dalgın dalgın bakınmış

Sen de gittin, senin de arkandan

Ağladım, ağladım...

O yanık mersiyenin ilk mısralarını o gün yeni üniformasıyla nişanlarıyla gelen arkadaşı Doktor ... Paşanın yüzüne baka baka söylemiş. Ziya derdi ki: “Fikret’i o edebiyatın havası boğdu, eski bir şair için söylediği iki mısraı doğrudan doğruya ona söylemek daha doğrudur: Ona bir başka zemin, başka zaman lazımdı. ”

O zümrenin en yüksek çehresi olduğu için değil, en ziyade çocuk ruhlu ve bir gayeye en ziyade irade ve hırsla kapılan olduğu için Fikret’e ve onun hayatına bakmak yeter. Şiirleriyle küçük bir kahraman yaptığı oğlunu İskoç illerinde medeniyete emanet ederken tavsiyelerini söyledikten sonra bir gün memlekete, esâtirin gökten ateşi çalan kahraman gibi döneceği tahayyül ediyordu.

Meğerse oğlan, müebbeden dönmemek üzere gitmiş!...

Bu çocuğun serencâmı o edebiyatın son götürdüğü merhaleyi ibretle düşündürecek kadar mânidar değil mi?

Medeniyetten epey zamandan beri bezginiz. Kusvâsına varanlar bile son senelerde nasıl merâretle döndüler.

Şimdi anlıyoruz ki meğerse bir âlemin sonunda doğmuşuz Onunçündür ki Yakup Kadri gibi edebiyatın bütün hazlarını aldıktan sonra bezen bir rûh yeni kelâmın nâzil olacağı tepeye bakıyor ve son günlerde millî timsal’in gösterdiği tepe için dedi ki işte o, bu tepedir: Metris Tepe!”

 

Türkiye'de Edebiyat Toplulukları, Dr.Öztürk EMİROĞLU



[1]   Orhan Koloğlu, siyasî gelişmelere paralel olarak İstanbul ve Anadolu basının durumunu şöyle anlatır: "1918'in sonlarındaki ortam, her geçen yıl yeni bir ni­telik kazandı. 1919'un umutsuzluğunu 1920'nin başları dikleştiren başarılan ve 1922'nin inanılmaz zaferi izledi. Anadolu'nun muhalif basım, öbür tarafta ise Kuvayı Milliyeci gazeteler vardı. Bunların dışında bir de Mustafa Kemal Paşa'nın bizzat yön verdiği ve geleceğin Türkiyesini biçimlendiren bir Ankara basım mevcuttu."(Türk Basını, Kültür Bakanlığı, Ank., 1993, s. 12). Bu konu­da daha geniş bilgi için bkz: "Basın" Tazminat’tan Cumhuriyete Türkiye An­siklopedisi, C.I, İletişim Yay., İst., s. 112-132. Rauf Mutluay, 50 Yılın Türk Edebiyatı, Türkiye İş Bankası Yay., 3. b., İst. 1976, s.131-132.

[2]   Dergâh adının, Yahya Kemal tarafından teklif edilmesi tesadüfî değildir. Yahya Kemal, Eski Şiirin Rüzgârıyle(İstanbul Fetih Cemiyeti Yay. 4,b., İst., 1985, s. 125) adlı eserinde yer alan "İthaf1 adlı şiirini; Samih Rıfat (1874-1932)ın "Nefesler"inden IV.'süne nazire olarak yazar. Derginin adı, ledünnî bir edâ ile ya­zılmış bu manzumenin, ikinci dürdüğünün ikinci mısrasında iki defa tekrar­lanan "dergâh" kelimesine yüklediği anlamdan doğar. A. Hamdi Tanpınar bu konuda şu bilgileri vermektedir: "Buradaki "Dergâh" kelimesini kaynaklar diye tercüme edin. Yahya Kemal'in araştırma susuzluğunu, bu araştırmanın mahi­yetini, hatta tabirimi kabul edersiniz, metodunu bulursunuz. Bizi etrafına top­lamak için çıkarttığı "Dergâh" mecmuasının adı da bu manzumenin havasın­dan gelir." (Yahya Kemal, Dergâh Yay., 2.b., İst., 1982, s.23)

[3]   Tanpınar, a.g.e'de; "Zaten bir ara "Zaviye" adı da ortada dolaşmıştı" demekte­dir. s. 23.

[4]   Ahmet Kabaklı, Türk Edebiyatı, C. III, TEV Yay., 9.b., İst., 1994, s. 337.

[5]   Tanpınar, a.g.e., s. 23.

[6]  Tanpınar, a.g.e., s. 5

[7]  Tanpınar, a.g.e., s. 39

[8]   Dergâh'ın yazı kadrosu ile ilgili olarak bkz: Ziya Bakırcıoğlu, "Dergâh", Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, C.2, Dergâh Yay., İst., 1977, s. 246.

[9]  Tanpınar, a.g.e., s. 41

[10]   Bakırcıoğlu, a.g.mad., s. 245.

[11]   Tanpınar, a.g,e., s. 23.

[12] Atilla Özkırımlı, "Anahatlarıyla Edebiyat", Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, C.3, İletişim Yay., İst., s. 582.

[13]   Tanpınar, a.g,e., s. 24.

[14]   Kabaklı a.g,e., s. 441

[15] Orhan Okay, “Ahmet Haşim’in Şiirlerinin Sembolizm Açısından Yorumu”, Sanat ve Edebiyat Yazıları, Dergâh Yay., İst., 1990, s.189-200. Baha Öngel, “Türk Edebiyatında Sembolizm”, Hisar, S.32, Aralık 1952, s.7-10-17.

[16]   Şerif Aktaş, "Cumhuriyet Devri Türk Edebiyatı", Türk Dünyası El Kitabı, C.3, TKAE Yay; Ank., 1992, s. 505.

[17]   a.g.e., s. 34.

[18]  "Üç Tepe" Eğil Dağlar, MEB Yay.,İst, 1985, s. 317.

[19] Beyatlı, a.g.e., s.318-319.

[20] Tanpınar, a.g.e.,s. 44.

[21] Beyatlı, a.g.e.,s. 322.

[22] Tanpınar, a.g.e.,s.35.

[23]Şükran Kurdakul, Çağdaş Türk Edebiyatı 3, Cumhuriyet Dönemi/ 1, Bilgi

Yay., 2. b., Ank., 1992, s.45.

[24] ll7Tanpmar, a.g.e.,s. 45.

[25] Şerif Aktaş, "Cumhuriyet Devri Türk Edebiyatı", Türk DünyasıEl Kitabı,C.3, TKAE Yay., Ank., 1992, s. 905.

SON EKLENENLER

Üye Girişi