Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

 REFİK HALİT KARAY KİMDİR?

İkinci Meşrutiyet dönemi yazarlarından Refik Halit Karay (1888-1965), İstanbul'un farklı yönlerini anlattığı ve farklı bir anlatım tarzı sergilediği İstanbul'un iç Yüzü'nden (1918) sonra uzun müddet sessiz kalmıştır. 

Yezidin Kızı (1939), Refik Halit Karay'ın Suriye çöllerindeki seyahatleri sonucunda kaleme alınmıştır. İlk kısımda polisiye, ikinci kısımda sosyoloji etkindir. Roman, Mar­silya'dan Orta Doğu'ya sefer yapan Mariette-acha vapurunda Zeliha ile Hikmet Ali'nin tanışmasıyla başlamaktadır. Olay, daha sonra Suriye ve Irak'a taşın­maktadır. Denizde, Çölde, Dağda başlıklarını taşıyan bölümlerden oluşan ro­manda Kürtçe konuşmasıyla dikkat çeken Zeliha ile Hikmet Ali arasındaki aşk ilişkisi anlatılmaktadır. Refik Halit Karay'ın romanlarında çokça işlenecek olan yaşlı erkekle genç kadın arasındaki aşk ilişkisi bu romanın da asıl konu­sudur. Erkek tecrübesiyle kadın da güzelliğiyle cazibe merkezi durumundadır.

Refik Halit Karay'ın sürgün yıllarını konu alan bir diğer romanı Çete'dir (1939). Yezidin Kızı'nda gurbet acısını yaşayan yazar, Çete'de bu duyguların­dan sıyrılarak memleket meselelerine, millî konulara yönelmektedir. Tezli roman niteliğindeki Çete'de, Hatay'ın neden Türklere ait olduğu, roman kur­gusu içerisinde, vurgulanmaya çalışılmaktadır. Romanın birinci bölümünde asıl kahraman durumundaki Nina'nın Beyrut'taki Suriye ve Lübnan, Fransız Yüce Komiserliği binasında bütün özellikleriyle tanıtıldığını görmekteyiz. Nina, Çarlık Rusyasıda saraya mensup bir genç kızdır. 1917 Rus İhtilali sonu­cunda çok maceralı bir hayata yelken açmıştır. Romanda daha sonra da erkek kahraman Nezih Suat (Kıran Bey) dış görünüşü ve sosyal konumuyla tanıtılır. Çetenin ikinci ve üçüncü bölümlerinde de, ayrı siyasal ve sosyal ortamlardan gelen bu iki kahramanın bir araya gelmeleri ve ilişkileri dikkatlere sunulur. Nina ile Kıran Bey'in konuşmalarından Hatay bölgesinin özelliklerini, sosyal ve siyasal yapısını, kahramanların durumlarını öğrenmekteyiz. Hatay'daki köylerin ve semtlerin isminin Türkçe oluşunu da yine bu konuşmalardan an­lamaktayız. Yazar, doğrudan söylemek yerine, roman kurgusunun bir gereği olarak tezini kahramanlarına söyletmektedir.

Sürgün (1941), ele aldığı konu ve Türk edebiyatında oluşturduğu yankı bakı­mından Refik Halit Karay'ın en ünlü eserlerinden birisidir. Romanın başkahramanı durumundaki Hilmi Efendi Türkiye devleti tarafından sürgüne gönderilmiştir. Hilmi Bey, roman içerisinde korkunç ve kötü bir sona yuvar­lanır. Sağlığını, aklını ve hayatım kaybeder. Roman, Hilmi Bey'in memleke­tinden ayrılırken vapur iskelesinde kızı Seher ile vedalaşmasıyla başlar. Seher hoppa bir kızdır. Kızının kötü yola düşeceğinden korkmaktadır. Daha sonra Seher'in Kani adlı bir aktörle evlendiği haberi duyulur. Alkol ve uyuşturucu tuzağına sürüklenen Seher, romanın sonunda babasının ölümüne de neden olur: Seher, Sitti Nevber adıyla Halep gecelerinde dansözlük yapmaktadır. Deyim yerindeyse, bedenini pazarlayan bir kadın durumundadır. Hilmi Efen­di, davetli olarak gittiği bir gece kulübünde, Sitti Nevber adıyla, yarı çıplak dans eden kadının kızı Seher olduğunu görür ve kalp krizi geçirerek ölür.

Refik Halit, Hilmi Efendi'nin yaşadıklarını, kendi hayat tecrübesinden de yola çıkarak, Hilmi Efendi'nin ölümünden hemen önce şöyle açıklar.- "Sürgü­nü yalnız memleket özlemi yıkmaz; yıkması için bu özleme utandırıcı bir gö­nül yarası da karışmalıdır. İşte Seher, Hilmi Efendi'de böyle bir yara açmıştı; kader hükmünü vermişti." (Sürgün, 5. Baskı, 1985, s.195).

Bu arada Refik Halit Karay romanlarına has bir aşk kurgusunun da Sürgün'de bulunduğunu söylememiz gerekir: Yaşlı Hilmi Bey ile genç Suzidil arasındaki aşk.

Yezidin Kızı, Çete ve Sürgün-, Refik Halit Karay'ın sürgün olarak yurt dışında bulunduğu yılların izlenimlerini konu almaktadır. Memleketten ayrı kalmış olgun bir erkeğin yaşadığı maceralar, üç romanda da dikkati çekmektedir. Ay­nı konu, daha kapsamlı bir şekilde Nilgün (1950) ve Yer Altında Dünya Var (1953) romanlarında da işlenir. Sürgün yıllarına ait hatıraların, yazar muhay­yilesi ile birleşmesi sonucunda ortaya çıkan romanın yazılış macerası roman oluşturma tekniği bakımından dikkate değer: "Nilgün, arkadaşından dinledi­ği bir vakanın Orta Doğu'yu bilen yazar muhayyilesinde roman tekniğine uy­gun olarak geliştirilmesi sonucu ortaya çıkan bir romandır. Eserin birinci kıs­mı yazarın dostu olan Artist Osman adlı bir zatın anlattıkları esas alınarak yazmıştır." (Aktaş 3004: ıı3). Refik Halit Karay, Türk Prensesi Nilgün olarak yayınlanan birinci cildin ardından, romanın beğenilmesi üzerine Mapa Meli­kesi Nilgün ve Nilgün'ün Sonu adıyla iki cilt daha kaleme almıştır.

Roman, İtalyanların Habeşistan'a sevkiyat yaptıkları 1936 yılında Conte Verdi adlı bir vapurdaki erkek kahramanın izlenimleriyle başlar:

 

"Doğu'ya gidiyorum. Niçin? Ben kimim?...

Sizlere bunu şimdi söyleyemeyeceğim. Yazıma ifşaatla başlamalıyım. Önceden izahat vermemekle beraber öyle tahmin ediyorum ki hikâyem ilerledikçe şahsiyetim kendiliğinden belirecek.

Hüviyetime ait olan kısmı az çok örtülü geçmek istememin sebebi, okuyucuları meraka düşürmek gibi bir roman tekniğine dayanmıyor. Birdenbire açığa vurmak hoşuma gitmiyor. İşime gelmiyor da diyebilirim. Şayet kısım kısım, yahut sonuna doğru hepsi meydana çıkarsa pekâlâ! Olacağın önüne geçilmez." (Nilgün 1974,s.7)

 

Okuyucuyla sohbet eder tarzda romanına başlayan bu anlatıcı, —romanın ilerleyen kısımlarında isminin Ömer olduğunu öğreniyoruz— aynı zamanda roman boyunca Nilgün'ü izleyen, onu değerlendiren, hatta ona âşık olan kişi durumundadır. Nilgün Osmanlı hanedanından bir genç kızdır. Güzelliğine ve gençliğine son derece güvenen, çevresindeki erkekleri kendisine hayran bı­rakmaktan zevk alan birisidir. Ne istediğini ve aradığını bilmeden sürekli de­ğişmek arzusu ve büyük güç elde etmek ihtirası Nilgün un temel özelliğidir. Nilgün'ün aşk karşısındaki tavrı Bovarizmin Refik Halit'teki etkisiyle de açıklanabilir. Sürgün'deki Seher, Nilgün, Bugünün Saraylısı'ndaki Ayşen, Dört Yapraklı Yonca'daki Emire ve Dişi Örümcek'teki Nurper; aşk karşısında takın­dıkları tavır bakımından birbirlerine benzerler. Bu roman kişilerinin yaşa­dıkları dram bakımından da aralarında benzerlikler bulunmaktadır.

Anahtar da (1947) Cumhuriyet dönemi İstanbul'u (II. Dünya Savaşı Yılları) çeşitli yönleriyle dikkatlere sunulur. Roman bir şüphe üzerine şekillenir. Başkahraman durumundaki Kenan Bey, anahtarını kaybedince hanımının çanta­sından gizlice bir anahtar alır ve aynısından yaptırır. Fakat bu yaptırdığı anahtar kapısını açmaz. Bunun üzerine karısının kendisini aldattığından şüphelenen Kenan Bey, böylece İstanbul sosyetesinin içerisine girer. Karşı­laştığı her insandan, zihnini kemiren anahtar problemi nedeniyle şüphele­nir. Perihan ve kendisiyle konuşan erkeklerin gizliden gizliye onunla buluşup buluşmadıklarına dair şüpheler taşır. Bu davranış tarzı Kenan Bey'in yüksek seviyede bir memur, maddesel problemleri aşmış bir insan olmasına rağmen farklı bir yaşayış tarzı olan sosyetik olmayı içine sindiremediğini göstermek­tedir. Şerif Aktaş'ın, romandaki temel düşünce ile tespiti şöyledir: "Eser, Cumhuriyet sonrası İstanbul'unda dış görünüşü Garplı olmasına rağmen, zih­nî yapısı ve düşünce tarzı ile henüz Türk toplumundan kopmamış insanlardan teşekkül eden zümrenin, bu ikilikten doğan dramını ortaya koyar. İşlediği bu konu düşünülerek anahtar'a sosyal roman demek mümkündür" (2004: 109)-

Bu Bizim Hayatımız (1950) romanında da İmparatorluk döneminin şaşaalı ailelerinin Cumhuriyet sonrasındaki hayatı dikkatlere sunulur. Romanda ay rica II. Dünya Savaşı sonrasında bütün İstanbul'un bir panoraması verilir. Refik Halit Karay'ın sürgün yıllarının dışında ele aldığı ikinci tema olan İs­tanbul'la, toplumumuzun yaşadığı sosyal değişim de anlatılır.

Buraya kadar, kendi ıstıraplarını veya sosyal problemleri aksettiren Refik Ha­lit Karay, Dişi Örümcek (1953) ile birlikte aşk romanlarına yönelir. Daha önce, aşkı değişik problemlerin ve çatışmaların içinde vermeyi tercih eden Refik Ha­lit, Dişi Örümcek'te konusu aşk olan bir roman kaleme alır. Romanın kadın kah­ramanı Nurper, sevdiği erkeklere eziyet etmekten zevk alan bir kadındır. Ken­disine kadınlığından dolayı yaklaşmak isteyen erkeklerden kaçar. Buna karşılık yaşlı fakat cinsel cazibe ile mevkii ve makamı arasında tereddüt yaşayan erkek­leri tercih eder. Bu bakımdan Viskonsül Hayati Beyle ilişki kurar ve onunla ev­lenir. Romandaki Ebu Ali, Casim, Bahtiyar Bey, Murtaza ve Hayri gibi bütün er­kek kahramanlar kayıtsız şartsız Nurper'e bağlıdır. Erkek avlamada son derece hünerli olan Nurper, Viskonsül Hayati Bey'i de cinsel cazibesiyle ezmektedir.

1954 yılında Hürriyet gazetesinde Olduğa Gibi adıyla tefrika edilen 1964'te adı değiştirilerek yayınlanan Bugünün Saraylısı, Refik Halit Karay'ın en ünlü romanlarındandır. Romanda küçük şehir hayatına alışmış bir genç kızın yüksek sosyete içerisinde düştüğü durum anlatılmaktadır. İlk bölümde II. Dünya Sava­şı yıllarında Gedikpaşa'da maddi imkânsızlıklar içerisinde yaşayan Ata Efendi ve ailesi tanıtılır. Ata Efendi'nin akrabası Yaşar Efendi ile olan ilgisine dikkat çekilir. Yaşar, savaş döneminin karmaşasından yararlanarak zengin olmuş biri­sidir. Yaşar'a göre oldukça karakterli ve kültürlü olan Ata Efendi ise zor şartlar­da geçinmektedir. Romanın asıl kahramanı Yaşar'ın kızı Ayşen'dir. Ayşen, üvey annesinin ölmesi üzerine yalnız kalmıştır. Yaşar Efendi de, ilgilenmeleri ama­cıyla Ayşen'i İstanbul'da oturan akrabası Ata Efendi'nin yanına göndermiştir. Ayşen, Ata Efendi'nin evinde karısı Üftadi ve kızı Feride nezdinde, biraz da ge­tirdiği hediyeler ve para sayesinde baş tacı edilir. Evin sürekli misafiri olur.

Ayşen gösteriş ve lüks meraklısı bir genç kızdır. Dolayısıyla, paranın ve gü­zelliğin verdiği imkânla, kenar mahalleden yüksek sosyeteye geçişi gerçekle­şir. Ata Efendi, çocukluk ve gençlik yıllarında Osmanlı konak hayatının içeri­sinde yaşamıştır. Yaşlılığında ise akrabası olan Ayşen'in koruyucusu olmak görevi ile modern hayatın içerisine girer. Romanda, anlatıcının hareket nok­tası olarak aldığı Ata Efendi'nin iç dünyasını anlatılarak Meşrutiyet öncesi ve Cumhuriyet sonrası benzeyen ve değişen yönleriyle ortaya konulur.

Bu arada Ata Efendi'nin Ayşen'e, Ayşen'in de. Ata Efendiye dile getirileme­yen aşk duygularının bulunduğunu söylemeliyiz. Modern hayatın, güzelliğiyle bir anda gözdesi durumuna gelen Ayşen, etrafında dönen erkeklerden hangi­sini tercih edeceğini bilemez. Şaşkınlık içinde, daha çok imkân sağlayacağı düşüncesiyle Rüveyha Paşa ile evlenir. Ayşen, tıpkı Refik Halit Karay'ın diğer kadın kahramanları gibi, ne istediğini bilmeden arzu ve istekleri doğrultu­sunda sürekli değişim gösteren bir karakterdedir. Bu da, Nilgünde ve Sürgün'de olduğu gibi acı sonu hazırlayacaktır.

Bugünün Saraylısı adlı romanda II. Dünya Savaşı'nın ortamından yararlana­rak zengin olmuş bir Anadolu tüccarının kızının, yetişme tarzından çok fark­lı bir yaşama içerisine girişi ve oradaki bocalayışı vardır. Bu serüvenin anla­tılmasında, bir bakıma romancının kendi misyonunu yüklediği Ata Efendi gi­bi, birçok dönemi görmüş ve yaşamış bir insanın hayat tecrübesi ve yaşananları yorumlaması dikkat çekicidir. Yaşama tarzları arasındaki başka­laşma da romanın bir başka ilgi çekici noktasıdır. Ata Efendi ailesi varlık için­de bir yaşama tarzından yokluğa, Yaşar Efendi ve kızı da yokluk içinde bir ya­şamadan sınırsız zenginliğe gitmişlerdir. Savaş ve değişen hayat şartlan, in­sanları çok farklı hayatlara hazırlamaktadır.

Refik Halit Karay'ın Bugünün Saraylısı'ndan sonraki romanları geçim kaygısından kaynaklansa gerek, popüler roman yazmaya yöneliktir. 2000 Yılın Sevgilisi (1954), İki Cisimli Kadın (1954), Kadınlar Tekkesi (1956), Karlı Dağdaki Ateş (1956), Dört Yapraklı Yonca (1957), Sonuncu Kadeh (1965) adlı romanlar aşk konusunun farklı tarzda işlendiği eserlerdir.

2,000 Yılın Sevgilisinde iki sevgilinin aşkının 2ooo yıl önceki bir tarih süre­cinde yaşatıldığını görmekteyiz. Fahir ile Güldal arasındaki aşk, 2ooo yıl önce­sinden gelmektedir. Bu üçüncü hayatlarıdır. İlk aşklarında adları Parmis (Fa­hir) ve Tamara'dır (Güldal). Parmis, Akdeniz'de bir korsan olarak Tamara'ya aşık olur. İkinci aşk Selçuklu döneminde yaşanır. Burada da Fahir Ali Pars, Güldal da sonradan Müslüman olup Zerrintaç ismini alan bir genç kızdır. Ro­man bu yapısıyla tarihsel roman özelliği de göstermektedir. Tarihsel zamanlar, hâlden geçmişe doğru iç içe girmiş bir tarzda karşımıza çıkmaktadırlar.

Refik Halit Karay'ın ölümünden sonra Yerini Seven Fidan (1977), Yüzen Bah­çe (1981) ve Ekmek Elden Su Gölden (1985) adlı romanları yayımlanmıştır. Ye­rini Seven Fidan'da bir Anadolu gencinin büyük şehirde tutunma çabası ve aşk dünyası, Ekmek Elden Su Gölden 'de ise, türedi zenginlerin yaşama tarzları ve sınıf atlama çabaları ele alınmaktadır.

 Kaynak: Yakup Çelik, Cumhuriyet Dönemi Roman, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Türk Edebiyat Tarihi, sayfa:215-275, cilt:4 


 

REFİK HALİT KARAY

(1888-1965)  Türk hikâyeci ve romancısı.

 

14 Mart 1888'de İstanbul Beylerbeyi'nde doğdu. Babası maliye baş veznedarı ve Bank-ı Osmânî nâzırı, Mevlevi tarikatına mensup Mudurnulu Mehmed Hâlid Bey, annesi Kırım Giray hanları sülâlesinden gelen Nefise Ruhsar Hanım'dır. Aile Karakayışoğulları diye bilindiğinden Refik Halit de bir süre Karakayış soyadını kul­lanmış, daha sonra bunu Karay'a çevir­miştir.

 

İlköğrenimini Vezneciler'deki Şemsül-maârif Mektebi ile Göztepe'deki Taşmektep'te gören Refik Halit, on iki yaşında Galatasaray Mekteb-i Sultânîsi'ne kaydedildiyse de altı yıl sonra mezun ulama­dan ayrıldı (1906). Yazıldığı Mekteb-i Hukuk'ta öğrenci iken Maliye Nezâreti Devâir-i Merkeziyye Kalemi'nde kâtiplikle memuriyete başladı. Meşrutiyet'in ilanıy­la okulu ve memuriyeti bırakarak Servet-i Fünûn ve Tercümân-ı Hakikat gazete­lerinde çalıştı. Bir süre Son Havadis adıy­la bir gazete çıkardı. Bu arada Beyoğlu Be­lediyesinde başkâtiplik yaptı. Kısa ömür­lü Fecr-i Âtî edebî topluluğu arasında yer aldı. Eşref, Şehrah, Kalem ve Cem der­gilerinde imzasız veya Kirpi takma adıyla yayımladığı siyasî yazı ve hicivlerinden do­layı tedirgin olan İttihat ve Terakki ikti­darı, Mahmud Şevket Paşa'nın katli ha­disesiyle suçlananlar arasında onu da Sinop'a (1913) arkasından Çorum'a( 1916) sürgün etti. Bu sürgün kendi isteğiyle ön­ce Ankara'ya (1917), daha sonra Bilecik'e (1917-1918) çevrildi. Fırkada sözü geçen Ziya Gökalp'in aracılığıyla sürgün cezası kalkmaksızın İstanbul'da ikametine izin verildi (1918). Robert Kolej'de Türkçe öğretmenliği yaptı. Mütareke'yi takip eden günlerde Zaman gazetesinde İttihat ve Terakkî'yi şiddetle tenkit eden yazıları yanında Vakit ve Tasvîr-i Efkâr gazete­lerinde de edebî ve siyasî yazıları çıktı. İkinci kuruluşunda Hürriyet ve İtilâf Fırkası'na üye oldu. Bu fırkanın teşkil ettiği hükümette aralıklarla iki defa posta ve telgraf umum müdürlüğünde bulundu (Nisan-Ekim 1919; Nisan-Eylül 1920). Alemdar, Sabah ve Peyam-ı Sabah gazetelerinde siyasî yazıları çıkarken Aydede adıyla bir mizah dergisi yayımladı (1922). İzmir'in Yunanlılar tarafından iş­galiyle başlayan ve Anadolu'da Millî Mücadele'nin en çetin günlerine rastlayan umum müdürlüğü sırasında postahanelere Kuvâ-yi Milliye'nin ve diğer direniş gruplarının telgraflarının kabul ve keşi­de edilmemesi için emir verdiğinden ve Millî Mücadele aleyhindeki yazılarından dolayı savaş sonunda Yüzellilikler listesi­ne alındı. Bu listenin çıkmasından önce 9 Ekim 1922'de Türkiye'den ayrılarak Su­riye'de Beyrut yakınlarındaki Cünye ka­sabasına yerleşti. Burada geçimini Doğ­ru Yol ve Vahdet gibi Türkçe gazetelere yazdığı makaleleriyle sağlayan Refik Halit'in daha sonra Cumhuriyet inkılâpları­nı takdir eden yazıları, Hatay'ın Türkiye'ye ilhakı için bölgedeki Türk gençlerini teş­vik gayretleri Ankara hükümetini mem­nun ettiğinden önce özel olarak affı söz konusu oldu. Bir süre sonra da Yüzellilikler hakkında çıkarılan af kanununun yü­rürlüğe girmesiyle on altı yıllık sürgün ha­yatının ardından Türkiye'ye döndü (Tem­muz 1938). Bundan sonraki geçimini ga­zete yazıları, roman tefrikaları ve kitap­larının neşrinden temin etti. Aydede'yi yeniden bir süre daha yayımladı (1948-1949). Geçirdiği bir ameliyat sonucu 18 Temmuz 1965'te öldü ve Zincirlikuyu As­ri Mezarlığı'na defnedildi.

Galatasaray Mekteb-i Sultânîsi'nde okuyan, divan ve Tanzimat dönemi edebiyatlarına ilgi duymayan Refik Halit'i edebiyatçı olarak besleyen kaynaklar he­men tamamıyla Batı edebiyatına aittir. Roman tekniğindeki ustalığı açısından Edebiyât-ı Cedîde'yi takdir etmekle bera­ber dil ve millî ruh bakımından onları da eksik bulur. Sürgün olarak Anadolu'da ge­çirdiği yıllar, Anadolu insanlarının ilk de­fa gerçekçi bir gözle edebiyata yansıma­sına vesile olur. Ustalıkla kullandığı İstan­bul Türkçesi, hikâyelerindeki her taba­kadan Anadolu insanının psikolojisini ve davranışlarını ifadesiyle Millî Edebiyat çı­ğırının başta gelen yazarları arasında yer almıştır. Özellikle Memleket Hikâyele­ri samimi ve gerçekçi üslubuyla Anadolucu edebiyatın ilk önemli ürünlerindendir. Yurt dışındaki sürgün yılları da ona bir taraftan vatan hasretinin en güzel hi­kâyelerini yazdırırken diğer taraftan Türk edebiyatının başarılı egzotik romanlarını kaleme almasına imkân vermiştir. Gün­lük hayatında etrafındaki kişilerin zaaf­larını yakalayarak zeki ve iğneleyici nük­teler sarf eden, yer yer onları küçültücü bir dil kullanan, bununla beraber sohbet­leri aranan bir şahsiyet olduğu değişik hâtıra ve portrelerde anlatılan Refik Halit'in bu üslûbu hiciv yazılarında, hatta roman ve hikâyelerinde de dikkati çeker. Böylece Türk toplumunun Meşrutiyet ve Cumhuriyet'le yaşadığı değişmeleri be­nimsemekle beraber yeni zengin, miras­yedi ve alafranga tipleri hicvetmekten de geri kalmamıştır.

 

Kirpi, Kirpi-i Nâtüvan, Aydede. Mübeccel Halid, Vak'anüvis, Rehak takma adla­rını da kullanan Refik Halit'in roman, hi­kâye, tiyatro, deneme, fıkra, hiciv gibi de­ğişik türlerde çok sayıda eseri sevilerek okunmuş ve defalarca basılmıştır. Çete, Sürgün, Nilgün, Karlı Dağdaki Ateş, İki Bin Yılın Sevgilisi ve Yatık Emine adlı eserleri filme de alınmıştır. Bunların dışında hayatını ve önemli olayları şahsî yorumlarıyla dile getirdiği hâtıraları ve çok defa günlük olaylardan hareket ede­rek hayat tecrübelerini ve düşüncelerini yansıttığı kronikleri de yakın dönem tari­hine ışık tutması bakımından önemlidir.

 

ESERLERİ:

Hikâyeleri:

Refik Halit'in, kla­sik bir Maupassant yapısı gösteren ve he­men bütün tenkitçiler tarafından en gü­zel Türkçe ile yazılmış olduğu kabul edi­len hikâyelerinden 1908-1919 arasında yazılmış on dördü Memleket Hikâyeleri (İstanbul 1335) adı altında toplanmıştır. Bunlardan konusu İstanbul'un kenar semtlerinde geçen üçü dışında diğerleri yazarın ilk sürgün yerleri olan Sinop, Ço­rum. Ankara, Bilecik'te geçer. Anadolu'­nun ilk defa sağlam bir hikâye tekniği ve usta bir kalemle dile getirildiği bu hikâ­yelerde memur, esnaf ve orta halli insan­ların sıkıntıları, geçim dertleri, kasaba eğ­lence hayatı, örflerin bağlayıcılığı gibi ko­nular canlı ve realist tabiat tasvirleriyle işlenmiştir. Hikâyelerin dili mahallî ağız taklitlerine saplanmayan tabii bir İstan­bul Türkçesi'dir.

Çoğunu ikinci sürgün dö­neminde yazıp Türkiye'ye dönüşünde ya­yımladığı Gurbet Hikâyeleri'nde ise (İstanbul 1940) ikisi Anadolu'da, diğerle­ri Suriye'de geçen on yedi hikâye yer alır. Bunlarda yazarın yurt dışı hâtıra ve inti­halarının zenginleştirdiği ve çöl insanla­rının hayatı, vatanlarından uzakta yaşa­mak zorunda kalanların daüssıla duygu­ları ve bu duyguların birbirine bağladığı insanlar anlatılmıştır.

 

ROMANLARI:

Refik Halit romanlarında genellikle Türk toplumunun geçirdiği sosyal değişmeleri, bunların kişilere yansı­malarını, savaş gibi olağan üstü hallerden faydalanan vurguncuları, ezilen orta sınıf insanını ele alır. Yazar, bu gibi meseleler­de genellikle yozlaşmış bir değişmeye kar­şı muhafazakâr tutumludur. Bunların dı­şında popülizme kaçmamak şartıyla he­men bütün romanlarının konusunu aşk, egzotik ülkelerde sürükleyici maceralar, seyahatler, hatta polisiye olaylar teşkil eder.

İlk romanı İstanbul'un İçyüzü’nde (İstanbul 1336) II. Meşrutiyetin öncesi ve sonrasında İstanbul'da yüksek memurlar, aile ilişkileri, siyasî olaylar ve savaş yılla­rında zengin olan insanlar, roman kahra­manı İsmetin hâtıraları şeklinde ve her birinde ayrı kişi ve çevrelerin anlatıldığı altı bölüm halinde verilmiştir.

  1. Yazarın sürgün yıllarının ürünü olan Yezid'in Kı­zı (Halep 1937) Yezidîlerin yaşayışını, örf­lerini, inançlarını zengin tabiat tasvirle­riyle anlatır.
  2. Çete (1939) Hatay'da, Fran­sız işgali yıllarında bir Türk çetecisinin Fransızlar ve Nestûriler'le olan mücade­lesinin ayrı dünyalara mensup iki insanın aşkı çerçevesindeki hikâyesidir.
  3. Yazarın hayatının benzerini yaşayan bir Osmanlı yüzbaşısının Beyrut, Halep ve Şam'daki hayatını anlatan Sürgün (1941), hane­dana mensup diğer sürgünlerle beraber çekilen sıkıntıların ve hazin akıbetlerinin romanıdır.
  4. Anahtar(İstanbul 1947), Cumhuriyet'ten sonra yeni bir hayata ve sos­yeteye ayak uydurmaya çalışan bir ailenin dramıdır. Nilgün (1950-1952), II. Dünya Savaşı yıllarında çeşitli sebeplerle yurt dı­şında kalmış Türklerin hayatlarına yer yer temas eden Uzakdoğu egzotizmi ağırlıklı bir aşk romanıdır.
  5. 2000 Yılın Sevgilisi (İstanbul 1954), Roma ve Selçuklu impa­ratorlukları devrinde ve aynı zamanda gü­nümüzde yaşanan değişmeyen bir aşkı anlatır.
  6. İki Cisimli Kadın (İstanbul 1955), bir kadının iki uzak coğrafyada iki farklı ruhu taşımasının fantastik hikâyesidir.

Diğer romanları:

Bu Bizim Hayatımız (1950),

Yer Altında Dünya Var (1953),

Dişi Örümcek (İstanbul 1953),

Bugü­nün Saraylısı (İstanbul 1954),

Kadınlar Tekkesi (İstanbul 1956),

Karlı Dağdaki Ateş (İstanbul 1956),

Dört Yapraklı Yon­ca (İstanbul 1957),

Sonuncu Kadeh (İs­tanbul 1965),

Yerini Seven Fidan (1977),

Yüzen Bahçe (1981).

TİYATRO:

Deli( Ha­lep 1929).

MİZAH-HİCİV:

Sakın Aldanma, İnanma, Kanma ... (1335);

Kirpinin De­dikleri., 2. bs., 1 336);

Ago Paşa'nın Hatıratı (İstanbul 1338),

Ay Peşinde (1338), Tanıdıklarım (1341);

Guguklu Saat (İstanbul 1341).

HATIRA:

Minelbab İlelmihrab (İstanbul 1964);

Bir Ömür Boyunca (İstanbul 1990).

KRONİK:

Bir Refik Halit Karay'ın Rıza Tevfik'e yazdığı bir mektubu (Abdullah Uçman koleksiyonu) İçim Su (Halep 1931);

Bir Avuç Saçma (Halep 1932),

İlk Adım (1941),

Makiyajlı Kadın (İstanbul 1943);

Üç Nesil Üç Ha­yat (1943),

Tanrıya Şikâyet (İstanbul 1944).

BİBLİYOGRAFYA:

Ruşen Eşref Onaydın, Diyorlar ki (İstanbul 1334). İstanbul 1972, s. 227-238; İsmail Habip [Sevük], Türk Teceddüd Edebiyatı Tarihi, İstan­bul 1340, s. 634-637; Hikmet Münir Ebcioğlu. Kendi Yazdıklarıyla Refik Halid, İstanbul 1943, tür. yer.; Mustafa Baydar, Edebiyatçılarımız Ne Diyorlar, İstanbul 1960, s. 107-112; Yahya Ke­mal Beyatlı, Siyâsi ve Edebi Portreler, İstanbul 1968, s. 44-47; Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Gençlik ve Edebiyat Hatıraları, Ankara 1969, s. 59-93; Şerif Aktaş, Refik Hâlid Karay, Anka­ra 1986, s. 7-38; ayrıca bk. tür. yer.; a.mlf., "Re­fik Halit Karay", Büyük Türk Klâsikleri, İstan­bul 1992, XII, 74-78; Taha Toros, Mazi Cenneti, İstanbul 1992, s. 90-99; Hakkı Süha Gezgin. Edebî Portreler (haz. Beşir Ayvazoğlu). İstanbul 1997, s. 242-244; Erol Üyepazarcı, "Refik Halit'in 'Aydede'si ile 'Millî Mücadele' ve 'Millîci'ler". Müteferrika, sy. 2, İstanbul 1994, s. 135-143; Fahir İz. "Karay, Refik Hâlid", (lng), IV, 635-637; Mustafa Kutlu, "Karay, Refik Halid", 7 D£A, V, 192-195; Nihad Sami Banarlı. "Refik Hâlid Karay", Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul 1979,11, 1205-1209; Selim İleri. "Karay, Refik Halici", DBİst. A, IV, 462-464; Ab­dullah Uçman. "Karay, Refik Halit", Yaşamları ve Yapıtlarıyla Osmanlılar Ansiklopedisi, İs­tanbul 1999, II, 16; "Karay, Refik Halit", Tanzi­mat'tan Bugüne Edebiyatçılar Ansiklopedisi, İstanbul 2001, II, 482-485.

 

M. Orhan, OKAY, DİA, cilt, 24


 

REFİK HÂLİD

Tanışmadım amma gördüm. İnce bir gövde, renksiz bir yüz ve bu solgun yüzü köprü gibi ikiye bölen kemerli bir burun. Küçük, parlak; fakat namlu içi gibi karanlık, yine namlu içi gibi derinliğinde bir fişeğin nikel şimşeği çakan gözler. Acı sözleri hatırlatan biber renkli bir ağız. Konduğu yerlere kaşıntı veren ışıktan ısırganlı bakışlar. Benim gördüğüm madde Refik Hâlid işte budur. İnsanlık tarafını tanımadığım, iyi bilmediğim için bu cephesi üstünde durmayacağım. Yalnız girgin bir adam olduğunu sanıyorum. Çünkü o, Sinop’ta sürgünken, değerli bir sanatkârın çile çekmesine dayanamayan bazı arkadaşlar, Rahmetli Talât Paşa’ya başvurarak onu İstanbul’a getirtmişlerdi. Merkez-i Umumi o sıralarda Yeni Mecmua yı çıkarıyordu.

Refik Hâlid de bu mecmuanın yazıcıları arasına karıştı. Aradan bir ay geçmeden herkesle can ciğer olmuş, kendini adamakıllı sevdirmişti. O kadar ki kendisini sürgünden getirtenler, herhangi bir dileklerini büyüklere kabul ettirmek için, onun delâletine muhtaç kaldıklarını gülerek söylerlerdi.

Daha sonraları, Bahriye Nâzırı Cemal Paşa gibi gerçekten yaman bir adamın yardımına kavuştuğuna bakılırsa, girginliğinden kimsenin şüphesi kalmaz sanırım.

Hiciv, mesut adamın işi değildir. Çok kere onu verimsiz, hain bir hayat hazırlar. Dünyanın büyük satircilerine bakınız, acı bir çocukluk, incinmiş bir gençlik çağının örsle çekici arasında dövüle dövüle keskin birer kılıç olduklarını görürsünüz. Onlar, hiciv ve alaylarıyla, geçmişten öç alırlar.

Refik Hâlid in çocukluğunda böyle zehirli bir çağın bulunduğunu zannetmiyorum. Fakat öç duygusu, sade yoksulluktan, yaşayış darlığından doğmaz. Sevgi ve şefkat mahrumiyeti de bu ruh titizliğini meydana getirebilir. Onu bu geniş tetkik süzgecinden geçirmediğimiz için, bilgimizi tam sayamayız. Hem sonra ona, nihayet bir istisna gibi bakmak da mümkündür. Yalnız onun kendi çocukluğuna ait bazı iç enstantanelerini hatırlıyorum ki ruhunun tahlilinde bize yardım edebilir.

Meselâ, günün birinde sofraya oturulurken, gözü büfedeki kaymaklı ekmek kadayıfına gidiyor ve anlaşılmaz bir gönül çıkmazına saparak, hiç sebepsiz:

-    Ben bunu yemem! diyor.

-    Niçin? diye soruyorlar.

-    Sevmem de, cevabını veriyor. O günden sonra evde ne vakit bu tatlı yapılsa “Refik bunu yemez!” sözü geçiyor ve işte bu mânâsız şey, onun yıllarca kaymaklı ekmek kadayıfından mahrum kalmasına sebep oluyor.

Bu hâdisede belki Refik Hâlid’in siyasî hayatındaki çetrefilliği anlatacak bir ipucu bulunabilir. Belki bir gün:

-Ben İttihatçılardan hoşlanmam! demiş ve sonra, tatlı meselelerinde olduğu gibi, bir daha da bu sözünden dönememiştir.

Sanatkâr Refik Hâlid’e gelince: Fecr-i Âti, eğer edebiyat tarihinde nefes almışsa, onu yaşatan kudretlerden biri, belki en büyüğü odur. Halit Ziya’dan, Rauf ve hattâ Hüseyin Cahit’ten sonra düzgünsüz, yaldızsız nesrin ilk güzel örneğini o verdi. Dilde inkılâp yapmak ihtiyacını da onun sadelikte gösterdiği mükemmellik doğurmuştur, sanıyorum. Terkipsiz, boyasız halk Türkçesinin kuvvetli bir sanatkâr elinden geçince ne sevimli ve ne alımlı hale girdiğini, Halide Hanım’dan önce o göstermişti.

Kirpinin Dedikleri'ndeki “Polislerin İmtihanı” hikâyesi çıktığı vakit etrafta uyandırdığı duygu hem hayret hem imrenme oldu.

Refik Hâlid’de, çöplüğü cennet yapan büyülü bir sanat menşuru var. Ondan süzdüğü manzaralar, tabiat ve şahıslar altın suyuna batırılmış zincirler gibi ansızın kıvılcımlı bir parıltı ile göz alırlar. Sözler nota, cümleler batota olur. Oynak, berrak, cilveli satırlar sıralanır. Yazıya ilk bakışta göze çarpmayan gizli bir musikî, bir iç ahengi yayılır. Duygusunda çarpıcı derinlikler, düşünüşünde zihni durduracak genişlikler yoktur. Fakat kendi yolunda bir tanedir.

“Şeftali Bahçeleri”, “Sarı Bal”, “Yatık Emine” hikâyeleri, hikâyeye memleketin girişidir. Bunlarda yazıldığı çağın manzarası, psikolojisi, mantığı, iç ve dış varlığı ile bütün memleket yaşar.

Memleket Hikâyeleri gerçekten öz hikâyelerdir. Ondan sonra ne kadar gayretliler çıktı. Bu yolda uğraştılar. Fakat gözlerindeki kalın perdeyi sıyıramadılar. Baktıkları yeri göremediler. Kabukta kaldılar, cevhere varamadılar.

Refik Hâlid pervasızdır. Başkasının ne diyeceğini düşünmez. Bildiği, hoşuna gittiği gibi yazar. Nitekim Ankara yangınını anlatan bir yazısında, eski Ankara cayır cayır yanar, halk çığrışarak öteye beriye kaçışırken, o hiç tınmadan buna kayıtsız kaldığını söyler. Minelbab İlelmihrab eğer başladığı gibi devam etseydi, bu teşhisini koyduğum ruhun, kim bilir ne yaman görünüşleriyle karşılaşacaktık. Ago Paşa’nın Hatıratı, Sakın Aldanma İnanma Kanma, İstanbul’un İçyüzü, Bir içim Su, Bir Avuç Saçma, Yezid’in Kızı gittikçe yükselen birbirinden güzel eserlerdir.

Suriye gazeteleri Sürgün adıyla yeni bir eser yazmakta olduğundan bahsetmişlerdi. Galiba bir de İnkılâp Tarihi kaleme almayı tasarlıyordu. Hâlâ çıkmadıklarına bakılırsa, vazgeçti demektir. Zaten onun yalnız sanat sahasında kalması, hem kendisi hem memleket edebiyatı için daha uygun olur.

HAKKI SÜHA GEZGİN, EDEBİ PORTRELER