Kullanıcı Oyu: 4 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin değil
 

DOKUNMAYIN GÜVERCİNLERİME

Soluk soluğaydı. Kulağını demir kapıya yanaştırdı, din­ledi. Hiç bir kıpırtı yoktu dışarıda. Ter içinde kalmıştı. Nice­dir avuçlarında sıktığı yuvarlanmış kâğıt parçacığının terden ıslanıp yumuşadığını bildi. Yavaşça doğrulup demir kapının ortasındaki dört köşe deliğe uzandı, baktı: Kimseler yoktu dışarıda. Görebildiği: ilerdeki taş merdivenin başladığı yer­deki alacakaranlıktı. Taş basamaklar, her zamanki gibi aşa­ğılara, bilinmez koyuluklara iniyor olmalıydı. Kapının deli­ğinden çekildi.

Görülüp görülmediğini anlamak için bekledi. Yüreği avuçlarında atıyordu. Bir titreme geçti içinden. Yırtmamaya çalışarak özenle açmaya başladı kâğıdın yumuşak katlarını. Hamurlaşmış kâğıt, bir bez parçası gibi hışırtısız açılıverdi parmakları arasında. Mavi çizgili bir okul defte­rinden koparılmıştı; kurşunkalemle, büyük harflerle yazılmış iki satır yazı vardı üzerinde. İçi titreyerek okudu. İnana­madı. Dünyadan, doğadan gelen ilk sesti. Dudaklarına gö­türdü mavi çizgili kâğıdı, öptü. Kaşlarına biriken ter bir yol bulup indi, kâğıda buluştu dudaklarında, emilip yok oldu. Mavi çizgiler daha da koyulaştı. Bir daha okudu. Sanki ilk kez okuyordu yine. İki satırcık yazı vardı kâğıtta. Saydı: Yedi sözcüktü hepsi. Bütün harfleri saydı: Dünyadan gelen ilk haberle yüklü tam kırk sekiz harf.

Bildik bir patırtıyla irkildi. Hamurlaşmış kâğıdı avucunda yuvarlayıverdi. Güvercinlerdi. İki mor gölgenin, tepesindeki kirli cam tavanda dönendiğini gördü. Küçük çatal ayakların ötesinde bulanık mor gölgelerdi; aylardır bıkmadan izlediği güvercin görüntüleri. Gölgelerden biri havalandı biraz, hemen indi öbür çatal ayakların yanı başına. Sevgi dolu erkeksi gurultularla dönendi eşinin yanında erkek güvercinin çatal ayakları, mor gölgesi. Gözlerine gülümseme indi.

Bir keresinde uyuyordu yine tahta sekinin üzerinde. Avu­cunda gizlediği bu kâğıdın içeri atıldığı demir parmaklıklı küçük pencereden bir güvercin girmişti odaya. Ürpererek fırlamıştı yattığı yerden. Gün sona ermemişti daha. Kentin "bir sürü pisliğinin lekeleyip ağırlaştırdığı kirli cam tavanda tıpırtılarla başlayacak ince bir yağmurun az öncesiydi. Bulanık kirli camın ötesinde puslu bir gün vardı. Etli kanatla­rıyla başının üstünden geçip karşı duvara çarpan, duvarın dibine düşen bir güvercindi. İlk sersemliğinden sıyrılınca bu kez de karşı duvara vurmuştu kendini. Kaldığı bu odacığa giren, kendisine hiç bir kötülüğü dokunmayacak olan bu ilk canlıyı sevinçle gözlemişti. Onu ürkütmemek için, ayak ucuna toplanmış güve yeniği beyliğini yavaşça üstüne çekip tahta­ların üzerine, köşeye büzülüvermiş, kıpırdamadan kuşun çır­pınışlarının dinmesini beklemişti. Kirli duvarlara etli patır­tılarla vuruyordu güvercin. Düz duvara tutunmaya çalışıyor, aşağılara kayınca yeni bir umutla havalanıp karşı duvara çarpıyor, yine düşüyordu yere. Bir ara güçlü sivri kanatla­rıyla, cam tavanla iki duvarın birleştiği köşede nasılsa dura­bilmiş, geçici bir denge sağlamıştı orada. Korku dolu kır­mızı cam gözleriyle şaşkın şaşkın bakmıştı ona tepeden. Par­lak, dolgun göğsü inip inip kalkıyordu. Barındığı o köşede çok az durabilmişti; kanatları yorulunca düşmemek için ye­niden karşı duvara atmıştı kendini. Duvara çok hızlı vurmuş, çırpınarak yere düşmüş, kalakalmıştı öylece. Bir kanadı açık kalmıştı. Kırmızı gözleriyle acı içinde çevresini gözlemişti. İnce bir perdecik ara sıra bu kırmızı cam gözlerin önünden geçip gidiyordu. Kalkıp iniyordu bu perdecik, ama kırmızı gözlerdeki umut hiç bitmiyordu. Yeni bir umutla yine havalanıvermiş, yine duvarlara çarpmaya başlamıştı kendini. Bir ara pencerenin demir parmaklığına konmayı başarınca, adamın içini sarıveren sevinç, çok geçmeden yerini bir hüzünle değiştirivermişti. Birden onun çekip gideceğini gönlünden geçirip yalnızlık çeker gibi olmuştu. Bu kez umut, güverci­nin yüreğinden çıkmış, adamın yüreğine çöreklenmişti. Gü­vercinin çekip gitmemesinden yanaydı bu umut. Yatışmıştı güvercin; göğsünün inip kalkışlarından belliydi. Ne de olsa ayaklarıyla tutunacak bir yer bulmuştu orada. Gitmiyordu. Sanki kurtuluşunun tadını çıkarıyor, uçup gidişini geciktiriyordu. Dinlendiriyordu kendini bir bakıma. Ta ki odacığın demir kapısı şakırtılarla açılıp içeri giren görevlinin ürkünç­lüğü görünene kadar. Ürkünce de uçmuştu. Akıl edip ken­dini parmaklığın dışına atacağına yine içeriye fırlamıştı şaş­kınlıkla. Karşı duvara olanca hızıyla çarpıp adamakıllı ser­semlemiş, yere, görevlinin ayakları dibine düşmüş sonra da iki hoyrat elin gövdesine sarılışını önleyememişti. Etli kalın kanatlarını çırparak gövdesine sarılan pençelerden kurtul­maya çalışmış ama başaramamıştı. Uzaklaşan ayak sesleri, dost bir canlıyı, tutuklu bir güvercini de alıp bilinmez bir karanlığa götürmüştü. Fırlayıp kapıya tutunmuştu adam. Kapının küçük deliğinden en son görebildiği, bir karanlığa inen taş merdivenin başında, görevlinin sevinç dolu hantal kıçıydı. Oracığa, kapının dibine çöküvermişti. Sonra yer­lerde güvercinin dağılmış tüylerini görmüş, bir bir topla­mıştı. Uçlarına doğru açılıp grileşen mor tüycüklerdi. Ne­reye, niçin götürüldüğü bilinmeyen bir canlının ardında bı­raktığı son belirtilerdi. Avucuna doldurduğu tüyleri bir anıyı tutmak ister gibi saklamak istemişti. Elinin teriyle ıslanıp. ezilmişti tüyler, birbirine yapışmış, küçülmüş, koyu mor bir topakçık olmuştu. Tıpkı şimdi avucunda gizlediği kâğıt­çık gibi. Tam o sırada bir yığın pisliğin birikip gölgelediği tepedeki kirli cam tavanda yağmurun patırtıları başlamıştı.

Ayak sesiydi duyduğu. Kendini sekinin üzerine attı. Kâğıdı kavrayan elini başının altına gizledi. Sesler yaklaşıyordu. Soluğunu tuttu. Tepesindeki kirli, boz cam tavanda tek gü­vercin yoktu. Ayak sesleri kapının az ötesinde durdu, bir 'şeyler söyledi biri, bir anahtar şangırtısı duyuldu, ama açıl­madı kapı. Mırıltılarla uzaklaştılar. İçi biraz yatıştı. Yanına kaymış beyliği üstüne çekti. Sırtı tanıyordu altındaki sekinin tahtalarını. Üç adam boyu yükseklikteki kirli cam tavanın ötesinde yağmurlu bir günün sonu vardı. Az sonra serin akşam üstülerden biri daha başlayacaktı dışarıda. İnsanlar yine bıraktığı gibi olmalıydılar. İnsanlar gerçekten bıraktığı gibi miydiler? Güneşin, akşam üstülerin, sokakların, denizin ta­dını çıkarıyorlar mıydı? Oysa bu daracık, yüksek tavanlı, tavanı iyi ki cam olan odacıkta akşamüstüler yüklü bir hüzünle geliyordu, geliyor ve yapayalnız koyuyordu insanı.

Bir insanın güçlükle sığabildiği, adının "tabutluk" oldu­ğunu çok sonraları öğrendiği, ama bir tabut kadar bile içine rahatça uzanılmayan daracık dört duvar arasında günlerce kalmıştı. Yalnız ayakta durabilen, ancak bir insan gövdesi genişliğinde, tepede, yüksekte belki beş yüz mumluk bir -ampulün gece gündüz aralıksız yandığı gözleri yakan, beyni buruşturan amansız bir aydınlıkta, insanın boyuna çömel­mek, ayaklarını şöyle birazcık olsun uzatabilmek için geberir­cesine özlem duyduğu küçücük bir işkence odasında günlerce kalmıştı. Kaç gün sonra olduğunu bilmiyordu, bir gün kapı açılmış, onu o daracık odacığın dibine çöküp kalmış bir tortu 'gibi, atılıp kalmış boş bir duvar gibi bulmuşlardı. Omuzlayıp bir odaya sürüklemişlerdi. Asık yüzlü birtakım adamlar so­rular sormuşlar, bu sorulardan pek bir şey anlamadığı için olacak, tokatlar, yumruklar atmışlardı ağzına, gözüne; tek­meler inmişti bacak aralarına, karnına, dizlerine. Vuranların düşündüğünden daha az acı duymuştu orada. Kulaklarında yapışıp kalan sonradan düşündükçe ona en çok acı veren kalın kaşlı adamın bir sözü olmuştu. Adam boyuna kolundaki saatine bakıyor soruyor. Sonunda fırlayıp saçlarına yapışmış. 

 "Çabuk söyle ulan söyleyeceksen," demişti. "gemiyi kaçıracağım."

Böyle demişti o kalın kaşlı adam. Sonra da karşıya ge­çerek gemiye yetişmek için şapkasını alıp hızla odadan çı­karken verdiği buyruğa Uyularak yere yıkılıp falakaya çekilmişti.

Gözlerini açtığında kendini bu cam tavanlı odacığın tahta sekisi üzerinde sızılı şiş tabanlarıyla bulmuştu. Ağzında iki dişi eksikti. Gömleğinde kuru kan lekeleri vardı. Sırtı, sekinin aralıklı kalın tahtalarını tepkiyle karşılamıştı. Günler geçtikçe ısınmıştır buraya. Sekiyi örten kaba tahtaların boşlukları, çıkıntıları sırtında yer etmiş, günler geçtikçe güç de olsa sırtıyla tahta seki arasında bir alışkanlık, uzlaşma doğmuştu… Dilediği gibi uzanabiliyor, üç adam boyu yükseklikteki kirli cam tavanda birikip kalmış pislikleri, güvercinlerin mor gölgelerini görüyor, onların sevişmelerini izliyordu.

Doğruldu sekide kalktı. Yerde köşede duran pembe plastik kovadan su içti. Ilıktı su. Öğleyin aralanan kapıdan yere bırakılan kaptaki bulanık çorbanın tuzunu unutama­mıştı. Yürüdü. Günlük voltalarından birine başladı. Adımlan

odanın daracıklığına alışmıştı. Uç adımda bitiyordu iki du­var arası yürüdükçe. Ilık suyla doldurduğu midesinde su­yun çalkantısını duyuyordu. Üç adımlarla yürüdü, döndü; yürüdü, döndü, yürüdü.

Önce bir küçük sürtünme duymuştu. Bakınca da demir parmaklıklı pencereden içeri sarkıtılmış ince bir ipin ucuna bağlı, sallanmakta olan küçük kâğıt parçacığını görmüştü. Öylece kalakalmış, sanki bir kurtuluş belirtisiymiş gibi soluk soluğa onun sallanışını gözlemişti bir süre. Kaç katlı oldu­ğunu bilemediği bu yapının en üst katındaki bu odacığa bu ipin nereden, nasıl savrulup uzatılabildiğini düşünüp bul­maya çalışmış ama çıkamamıştı işin içinden. Sonra sekiden inip kapıya yaklaşmış, delikten dışarısını gözlemiş, seslere kulak vermiş, görülme belirtisi olmadığına inanınca, ipin ucunda sallanan kâğıda yetişmek için zıplamıştı. Önce yaka­layamamıştı ipi, sonra sekinin üzerine çıkıp olanca gücüyle ipe doğru atlamıştı. Yere düşerken ip kopmuş, kâğıt topçuk elinde kalmıştı. İlk işi yine kapıya yaklaşıp dışarıya kulak vermek olmuştu.

Birden fırladı. Başının üstünden geçen karaltıyla büzü­lüp küçülüverdi olduğu yerde. Anlayınca açtı gözlerini. Çar­pıntısını dindirecek derin bir solu aldı sevinçle. Yolunu şaşırıp içeri düşmüş bir güvercindi yine. Duvarlara çarpıp duruyordu kendini. İçeri düşen ikinci güvercindi bu. Daha tedirgin, daha umutsuz bir güvercin. Kendini duvardan du­vara vuruyordu. Etli, dolgun bir sesle çarpıyor, düşüyor, hemen havalanıp yine duvarları aşma çabasına girişiyordu amansızca. Bir ara başının üstünden geçti rüzgârı, yanındaki duvara olanca hızıyla çarptı, beyliğin üzerine düştü, kala­kaldı. Uzandı, yavaşça avuçlarına aldı güvercini. Sıcacıktı. Tıkır tıkır atıyordu yüreciği. Şaşkın gözlerle bakıştılar. Yu­muşacık küçük gagasında perdeden kapakçıkların kıpırtısı vardı. Gözleri yusyuvarlaktı, korku doluydu, acılıydı. Eğilip gagasından öptü. Toparlak, kıpırtılı başını kaçırdı kuş, tit­redi. Yükselen ince bir perdecik, kırmızı parlak gözlerini örtünce korktu adam.

     "Aç güzel gözlerini kuşum, korkma."

       Perdecik indi gözlerinden, kırmızı kırmızı baktı güvercin.

    " Korkuyorsun. Daha çok yenisin burada. Şaşkınsın. Ben aylardır buradayım. Hem de bir başımayım."

       Birden aklına geldi, yekindi, bir şeyler arandı; kâğıt topçuğu yerde, ayaklarının dibinde buldu.

       "Bak," dedi. "Bunu görüyor musun, bu kâğıdı; dost­lardan geldi."

Bir eliyle açtı kâğıdı.

"Bak neler yazmış dostlar, okuyum mu, ister misin? Bak okuyum da dinle."

Ağzını güvercinin başına yaklaştırdı, çok yavaş bir sesle okudu  kâğıtta yazılanları.

Anahtarın, kilidin içinde dönüşünü geç duydu. Kâğıdı hızla yuvarlayıp ağzına tıktı. Kapı açılıp içeri girdiklerinde boğazı acımış, gözlerine yaş inmişti. Kuş ürkek, beliren bir dirlikle çırpındı. Kaçırmaktan korkarak sarıldı kuşun göv­desine sıkıca. Sıcacıktı. Kanatlarını boşlukta dolu dolu çırptı. Elleri yandı kuşun kanat vuruşlarından. Kansız yüzleri, zorba bakışlarıyla durdular karşısında. Sekinin köşesine büzüldü. Kuş bir kanadını kurtardı, çırptı Adam yakaladı boşlukta çırpınan kanadı.

“Kiminle konuşuyordun?”

Ürperdi adam bu tüylü, çizgili sesten. Bakıştılar. Yü­zünden bir gülümseme geçti.

"Güvercinle," dedi.

Kuş, bacaklarını kullanarak ileri geri kaymaya çalışıyordu adamın avuçlarında.

"Ver onu," dediler.

Güvercini göğsüne bastırdı. Sıktı. Canının içine gömdü sanki.

“Vermem!"

Bağırmıştı. Ayağa kalktı sekinin üzerinde.

"Vermem size güvercini!"

Bunu derken iki eliyle sıkı sıkı kavradığı güvercini öne­ doğru uzatmıştı. Duvarın üstündeki demir parmaklıklı pen­cereye fırlattı elindekini. Parmaklık demirine çarptı ama bu kez içeriye değil, dışarıya, yüksek yapının bu en üstündeki kattan parmaklığın ötesine, bilinmez bir aydınlığa düştü gitti ölü güvercin.

Erdal Öz

SON EKLENENLER

Üye Girişi