Kullanıcı Oyu: 4 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin değil
 

 

ŞİMELER 

Herkesin: "Gayet büyük bir adam" dediği bu zat sahiden pek büyüktü. Boyu bir doksan beş santimetre idi. Yahut yürürken çok kabardığından öyle görünüyordu. Kuvveti, şiddeti çıplak resimlerindeki kabarık bazularından belli oluyordu. Hele bıldırcın avına gidecekmiş gibi başı açık, spor elbisesiyle çıkarttığı fotoğrafı... Elinde tuttuğu kaim ve korkunç kırbaç... Tüyleri ürperme-den kimse bu nefis, kahraman hayale bakamazdı. O kadar büyüktü ki nazırlar yanında pek küçük kalıyordu. Okuduğu birkaç milyon kitabın kafasına yığdığı o nihayetsiz malumat, okumayıp ha "okudum diye iddia ettiği birkaç milyon risalenin sayıları da ilâve edilecek olursa zekâsının... hayır, hayır, dehasının dehşetinden titrememek kabil değildi.

Bütün gençlik, bütün ihtiyarlık, bütün orta yaşlılık, dişilik, erkeklik, büyüklük, küçüklük, iyilik, fenalık hasılı bütün dünya onun adı anılınca ayağa kalkıyor; evvelâ rükûa, sonra secdeye varıyor, vardığı bu secdeden bir daha doğrulamıyor, bir daha kımıldanamıyordu.

Bu "gayet büyük adam" m en ziyade kızdığı şey millî, dinî mefkûrelerdi. "Ah bu serseriler, derdi, ellerinden gelse bütün insaniyeti mahvedecekler..." Evet, dünyada milliyet kadar çirkin, yırtıcı bir vahşilik iddiası olamazdı, İtalyanları yarım asır evvel Avusturya'ya karşı isyan ettiren, kurdukları müstakil hükümetleri birdenbire büyüterek, meşum tarihlerinden ilham alarak Trablus'a atılmalarına sebep olan "milliyet" hissi değil miydi? Rusya'nın Asya'yı benimsemesi, Japonya'nın sivrilişi, sarı tehlike, Pan' Cermanizm,  Pan îslavizm  tehlikeleri hep bu milliyet hissinden doğmamış mıydı?

Bulgarların iki hafta içinde İstanbul'a dayanmaları hangi uğursuz kuvvet sayesinde idi? Milliyetler, dinler olmasa insanlar bu arzın üzerinde kardeş gibi yaşayacaklardı. Türkiye'de olmayan bu tehlikeyi icat etmek en büyük bir cinayet değil miydi?

Büyük adam, aynı zamanda gayet büyük bir muharrirdi. Liberal gazetelerin baş sütunlarında Pan Türkizm, Pan İslâmizm, aleyhinde birçok yazılar yazdı. Hatta bir mecmua: "Yeni lisan, yeni hayat" hareketinin aleyhinde bulunuyor, millî cereyanı asker bozuntusu iki üç muharrire atfediyordu. Büyük muharrir sabredememişti. Hemen bir mektupla: "Ben de tamamıyla sizin fikrinizdeyim. Türklük cereyanı vatana, millete (!) çok muzırdır.”,diye takdirlerini saçıyordu. Onun fikrince felsefenin, ilmin, fennin gayesi fertleri cemaatlerinden ayırmak, onu hür, müstakil bırakmaktı. İlme, felsefeye yabancı kalmayan bir fert ne milliyetini, ne dinini tanır, ayrı dinlerin saliklerini hep kardeş tanırdı.

Bütün arz onların vatanı idi. Milliyetleri insanlıktı. Ancak bu nazik, medenî noktayı anlayan insan, insan olurdu... Yoksa milliyet gibi vahşet, karanlık zamanından kalma bir müesseseye bağlayan, bir cemaatin ruhuyle, iradesiyle hareket eden, kendi arzularını unutan bir adam asla insan addolunamazdı. Bu "insan addolunamayan güruh" halkı kendilerine benzetmeye çalışıyor, "Turan, Turan, Turan" diye tehlikeli bir gürültü koparıyordu.

Kırk sekiz yaşındaydı."Memeden kesilir kesilmez düşünmeye, yazmaya başladığı gayri matbu altı yüz bin sayfalık eserinde medeniyetin ferdiyete doğru yürümek olduğunu ispat etmişti. Milliyetler ölüme mahkûmdu.Cemaatler dağılınca millî vicdanlar da yaşamayacak, herkes umumî bir idare ile değil, şahsî arzularla hareket edecek, o vakit ortada yalnız "insanlık" kalacaktı. Fakat Avrupa'daki cemaat ruhlarının iflâsına daha çok zaman isterdi. Ruhsuz, idraksiz bir cemaat olan Osmanlı Türkleri İşte bu insaniyet gayesine yüzlerini çevirmişlerdi. -Politika ile uğraştığı zamanlar diğer Osmanlıları, yani Bulgarları, Sırpları, Rumları, Arnavutları pek iyi tanımıştı. O vakit ki bu gayri Türk Osmanlı arkadaşlarının milliyet, din hususundaki taassuplarına bakar, içinden:

—    Ne kadar kafalı herifler... derdi: Bununla beraber Kozmidi ile canciğer sevişirdi. İntihabat esnasında Boşo'yu halka "Sağlamdır... Benden hamiyetli, benden vatanperver bir Osmanlıdır." diye takdim etmişti. "Osmanlılık, müsavat, adalet, kanun, yine kanun, sonra yine kanun..." davasını şimdi Arnavut kırallığı nazırlarından olan eski fesatçılarla beraber ne güzel müdafaa etmişti! Artık "Elhamdül Bacon  ve Spencer  bu millî, taassup unsurları Osmanlılığın içinden çıkmışlardı. Araplar Arabistan'da, Türkler Anadolu'da hemen hemen yalnız kalıyorlardı. Türkleri yalnız İstanbul ahalisinden ibaret sanırdı. Ecnebî coğrafya kitaplarının adedini yazdığı on beş milyon Türk'ün varlığına inanmaz:

—    Bu Avrupalılar etnografya ilminde pek cahildirler, derdi. "Memaliki Osmaniye" ye haksız olarak Türkiye dedikleri gibi, Anadolu ahalisine de hep "Türk" diyorlar...

Faydasız mütalâayı sevmediğinden tarihe o kadar ehemmiyet vermemişti. Bütün tarihî malumatı mektepte öğrendiği şeylerdi. Bu malumatın verdiği katî itimat ile gülerdi.

— Anadolu'da on beş milyon Türk ha... Bunu yazan Avrupalılar hiç tarih okumamışlar. Türkler Anadolu'ya altı yüz sene evvel beş yüz çadır halkı olarak gelmişler. Ada tavşanı olsalar bu kadar üreyip çoğalamazlar...

Hâlâ mekteplerde okutulan, içinde "Türk, Turan" kelimesi geçmeyen küçük "Fezleke-i Tarih-i Osmanî" kitabından başka tarih görmediğinden Osmanlı Türkleri gelmezden evvel Anadolu'nun baştan aşağıya kadar Türk milletiyle dolu olduğunu bilmezdi. Selçukîleri Acem zannediyordu. Hele Aydın ahalisi tamamıyla Rum'du. Çünkü ora ahalisine verilen "Efe" ismi Rumca eski, genç kahramanlara verilen “Efe” kelimesinden çıkmamış mıydı?

Milliyetperverlerin "Türk" yapmaya çalıştığı Türk - Osmanlı nüfusu karmakarışık, kendi tâbirince "Mağşuşül-milliye" bir heyetti. Bunlara millî, dinî bir mefkûre vermek müşterek insanlığa karşı bir hıyanet idi.

Zira bu Türk - Osmanlıların damarlarında beş sene evvel Selanik'te çıkan milliyetperver bir paçavraya yazdıkları gibi: Rum, Bulgar, Sırp, Rus, Fransız, İngiliz, Alman, İtalyan kanı akıyordu. Asla "Türklük" ü kabul edemezlerdi, işte kendisi meşrutiyetin ilânından beri beş altı milliyete intisap iddia etmişti. Hatta Balat'ta verdiği bir konferansta:

— Bizzat bir siyonistim...  diye haykırmıştı. Lâkin yine Türklüğü kabul 'edemezdi. Çünkü kendisinin Türk olmadığını iyice biliyordu. Türk olmadığına zekâsı, dehası şahit değil miydi? Hiç Türklerin içinden kendisi gibi mütekâmil, âlim, fazıl, mütefennin, feylesof çıkabilir miydi?.

Kendisi olsa olsa "Osmanlı" olabilirdi. Öyle bir Osmanlı ki mazi ile "Memalik-i Osmaniye" haricindeki Türklerle, Türklükle, Turan ile katiyyen alâkası yok.

Yahşinin denize bakan en büyük odasını kütüphane yapmıştır. Yıllarca biriktirdiği, ciltlettirdiği kitapları birkaç sene evvel Türklük iddia eden Osmanlılara inat için-Hıristiyan, ecnebi bir müesseseye vermişti. O vakitten beri yine her hafta Beyoğlu'ndan bir küfe kitap alır, hammalla evine getirirdi. Bu zerzevat gibi küfe ile kitap almak onun eski bir âdetiydi. Osmanlılar küfe küfe alınan bu kitapların hepsini okur zannederek ondan ürkerlerdi. Hatta Abdülhamit Efendi bile padişahken onun şöhretinden, ilminden korkmuş, terbiyesini verememişti.

Yine dolmağa başlayan kütüphanesine bu sefer büyük büyük dolaplar da koydurmuştu. Akajudan yapılmış bu narin, şık dolaplar otuz âşıklı bir kokotun elbise dolaplarına benziyordu. Kapakların fildişi levhaları üzerinde yaldızlı harflerle: "Birinci sayfadan,

"Yüz on iki bin sekiz yüz kırk beşinci sayfaya kadar.

"Yüz on iki bin sekiz yüz kırk altıncı sayfa-

"Dört yüz otuz bir bin dokuz yüz yetmiş üçüncü sayfaya kadar.

"Beş yüz bin altı yüz elli üçüncü sayfadan, sekiz yüz bin üç yüz on birinci sayfaya kadar...' yazılmıştı. Bu dolaplar altı tane idi. Birisi görse bu gayet büyük adamın tavazu için yalan söylediğine, altı bin sayfalık eserinin birkaç milyon sayfalık olduğuna hükmedecekti. Fakat sıkı sıkıya kilitlenmiş olan bu dolapların içinde hiç kâğıt yoktu. Onun. eski spor elbiseleri, kırbaçları, kispetleri, tek, çifte gözlükleri, kemerleri, cübbesi, külahı, teşbihleri, neyi, tamburası dururdu.

Açık pencereleri indirdi. Hava çok güzeldi. Fakat soğuktu. Üstünde küçük kitap kaleleri yükselen yazı masasına oturdu. Her vakit ki meşguliyetine başlayacaktı. Bu masanın üzerinde asla yazı yazmazdı. Yalnız usturalarını bilerdi. Anahtarla çekmeceyi açtı. Bileyi taşını, küçük bir zeytinyağı şişesini, bir deste de ustura çıkardı. Büyük, âlimane bir dalgınlıkla işe başlayacaktı. Lâkin:

— Belki erken gelirler... diye durakladı. Düşündü. Tekrar çıkardığı şeyleri çekmeceye soktu, kilitledi. Sonra önüne büyük, İngilizce bir kitap açtı. Okuyormuş gibi bakmaya başladı. Bugün iki büyük adamı davet etmişti. Onları barıştıracaktı. Şair, âlim, mütefennin, feylesof, mutasavvıf ve kabalist   olduğu kadar hayalperverdi. Bu iki büyük adamın dargınlığında Osmanlılık için gayet büyük, hem gayet büyük bir tehlike görüyordu. "Mağşuş-ül-millîye" ve Türklükle, Turan'la münasebeti olmayan Osmanlıların en büyük adamı kendisiydi. Hatta üç dört aylık hükümeti esnasında vatana, millete ettiği büyük hizmetleri tarihin asla unutamayacağı "Büyük kabine" onun iktidarını, meziyetini' takdir 'ederek âyanlığa namzet göstermemiş miydi? Tuhaf, hayalî bir hezeyan içinde kendisini nazır zannetti. Yine yalnız hayalinde mevcut olan Osmanlı milletine bir hizmet edecek bu iki meşhur, büyük adamı barıştırarak ayana sokacaktı. O vakit ikiye ayrılan Osmanlılar birleşecekler, gayri millî, ferdî hayatlarına devam edeceklerdi. Bunlardan birisi "şîme-i muhabbet, birisi "şîme-i husumet" iddia ediyordu. Hayalinde büyüttüğü, hayalinde vücut verdiği gayri millî Osmanlı milleti şimdi şaşırmıştı. Husumete mi, yoksa muhabbete mi taraftar olsunlar? Bu iki âlemin, çıkardıkları davalarla şöhreleri cihana yayılmıştı. Eğer barışmazlarsa Avrupa'da değil, hatta bütün dünya yüzünde umumî bir muharebenin baş göstereceği iki kere iki dört eder kadar muhakkaktı. O vakit "şîme-i muhabbetciyle "şîme-i husumet" çinin namları tarihlere geçecekti. Bu ne muvaffakiyetti... Kendisi altı yedi yüz bin sayfalık bir eser yazmaya kalkmasına rağmen, fotoğraflarına, makalelerine, hususî mektuplarına, resmî istidalarına imzasını "feylesof' diye attığına rağmen, henüz onlar kadar baş döndürücü, anî bir şöhret kazanamamıştı. Bunu kıskanıyordu. Ah ne olurdu, o da bir "şîme-i bir şey uyduruverseydi... Lakin hayır, İşte kendisi nazırdı. Maddeten değilse bile manen nazırdı, mademki Türklüğü kabul etmeyen, milliyetperverlerin arkasından gitmeyen Osmanlıların en büyük adamıydı. Hakikatte hakkı nazırlık değil, sadrazamlıktı. Şîmecileri barıştırıp ayana koyacak, onların iddiasından kendisine mahsus vasati bir "Şîmei.." çıkaracaktı. Dünyada en nefret ettiği, sözüyle, kalemiyle, her fırsatta aleyhlerinde bulunduğu genç Türklerin en yırtıcı huysuzlukları, vahşetleri barışmamak, itilâf etmemekti.. Onlar "itilâf mesleğin ölümüdür." derlerdi. Biraz kendi imtinalarından, programlarından feda ederek muhalifleriyle, şantajcılarla anlaşmazlardı-Hâlbuki o "muhabbet" ile "husumet" i barıştıracaktı. Çünkü budala değildi, gayet zekiydi. Hem "muhabbet" ile "husumet" in arasında ne fark vardı? Hemen hiç... Beyaz ile, siyahın, tek ile çiftin,, altın ile suyun arasındaki fark kadar ehemmiyetsiz, bir başkalık... Bu başkalığa âdeta "müsavat" denebilirdi. Biraz tahlil istiyordu. Yoksa muhabbetin, husumetten, beyazın siyahtan, tekin çiftten, ateşin, sudan hiç farkı yoktu. Başını sallayarak:

—    Bütün yollar Roma'ya gider... dedi. Zaten o hissediyordu. Muhabbetçi ile husumet-

çinin yalnız nağmeleri değişiyordu. Bestelerinin, güftesi, bu güftenin manası hep birdi... Hep bir. Menfaat... Mademki fikirlerinin esası birdi, niçin dargın duracaklar, Turan düşmanı Osmanlılığı anarşi içinde bırakacaklardı.

Daldığı, cehennemdeki gayya kuyusundan daha derin mütalâadan hizmetçi kız uyandırdı... Rumca, şişman bir beyin geldiğini söyledi. O da Rumca, yanına getirmesini söyledi. On yedi lisan biliyordu, İngilizle İngilizce, Fransızla Fransızca, Rumla Rumca, Arnavutla Arnavutça, Yahudiyle İspanyolca, fakat Türklerle Osmanlıca konuşurdu.

Hizmetçi kızın arkasından giren "Muhabbetçi"' Bey idi. Biraz ayağa kalktı. Yer gösterdi.

—    Buyurun, oturunuz bakalım, dedi. "Muhabbetçi" nin mesut, şişman bir banker gibi dünya umurunda değildi. Güldü:

—    Geç mi kaldım? diye sordu.

—    Hayır, hayır...

—    Fakat matbaada işimi bıraktım. Zarar, ziyan olarak sizden bir makale almadan gitmem...

—    Pekâlâ, şeye dair yazdığım yazıları sana veririm...

—    Neye dair?

—    Şeye canım...

—    Neye?

Büyük adam öyle kaldı. Neye dair yazdığını bulamıyordu. Bazularım gerdi, dişini sıktı, attı:

—    Pestalojiye  dair canım, birden bulamadım.

"Muhabbete" sevindi:

—    Pestaloji... Evet, gayet mühim bir fen... Sekiz on senedir ben bu fenle uğraşıyorum. Osmanlılarca bilinmeyen bu ilimden ilk defa benim risalemle bahsolunması büyük bir şeref... Şerefin en büyük kısmı da size ait olacak.

Bir saat kadar Pestalojiye ait konuştular. Bu ilmin tarihinden, terakkisinden, tekâmülünden, bahsettiler. Hizmetçi kız, bir beyin daha geldiğini haber verdi. Büyük adam "Muhabbetçi" ye:

—    Sana bir sürpriz yayacağım, dedi. Mutlaka barışacaksın...

—    Ne? Beni onun için mi çağırdınız?

—    Evet.

—    Niçin!

—    "Husumetçi" ile barıştırmak için...

—    Mümkün değil.

—    Niçin?.

—    Çünkü o barışmaz. Yoksa bana göre hiç... Büyük adam hizmetçi kıza bu beyin getirilmesini yine Rumca emretti.

Muhabbetçiye:

—    Sen emin ol... dedi.

Beklediler... Biraz sonra kapı açıldı. Husumetçi büyük adama doğru yürüdü. Kendisine uzanan elleri sıktı. Yüzünü çevirip diğer misafiri görünce çehresi değişti. Bir an içinde kızardı, bozardı, sarardı, yeşilleşti, morardı, karardı. Adeta sathına bukalemun derisi kaplatmış bir husumet heykeline döndü. Gözlüğü titriyordu. Yumruklarını sıktı. Muhabbetçiye o kadar korkunç, ateşli bir gözle baktı ki... Büyük adam bile ürktü. Ayağa kalktı.

—    Ne oluyorsun yahu? dedi. Otursana... Tuhaf bir tesadüf. Hiddetlenmeye lüzum yok.

Birden Muhabbetçi de korkmuştu. Husumetçinin elinden bir kaza çıkacağından çekmiyorlardı. Fakat yavaş yavaş Muhabbetçi cesaret aldı. Arkadaş oldukları zaman onun ne kadar cesur olduğunu da öğrenmişti. Husumetçi:

—    Düşmanımın bulunduğu yerde duramam, mazurum, dedi. Tekrar kapıya doğru yürüdü.

Büyük adam fırladı. Onun belinden yakaladı:

—    Burası tekkedir. Gelmek sizin elinizde ama, gitmek değil... diyordu. İşitiyorlardı. Husumetçi kurtulmaya çabalıyordu. Ev sahibi bırakmıyordu. Muhabbetçi bedava sinematograf seyreden acemi bir polis hafiyesi kadar neşeliydi. Nihayet Husumetçinin gözlüğü yere düştü, büyük adam üzerine basınca tuzla buz oldu. 'Gözlüksüz kalan Husumetçi:

Teslim, teslim! diye bağırdı. Artık gitmeyecekti çünkü gözlüğü kırılmıştı. Artık hiç görmüyordu. Hatta şimdi kovsalar yine gidemeyecekti. Zira duvarlara çarpar, hendeklere düşse, denize yuvarlanırdı. Son nefesinde vasiyet veren bir hasta sesiyle:

—    Beni bir yere oturtunuz, dedi. Bir koltuğa oturttular. Elleriyle gözlerini ovuşturuyordu. Gayet büyük adam, feylesof, muharrir, âlim, şair,

' ilâ... olduğu gibi aynı zamanda doktordu. Husumetçiye gözlerinin miyop olup olmadığını sordu:

—    Ah ne miyopu, dedi. Hep kabahat bende... O kadar çok kitap okunur mu? İşte gözlerimi kaybettim. Gözlük olursa ne âlâ, görebiliyorum.

Yoksa körüm...

Büyük adam acıyor, ameliyat lâzım geldiğini söylüyordu. Bu gözlüksüz kalan gencin hali o kadar feci idi ki darılmazdan evvel onu birçok defalar gözlüksüz kitap okuduğunu hatırlamakla beraber Muhabbetçi bile acıdı. Husumetçi yumuşuyordu:

—    Görebiliyorum ama; pek az... Hayal meyal... Benden size nasihat, okumayınız. Deha, ilim okumakta değil, okumamaktadır.

Muhabbetçi sordu:

—    Peki okumayalım, fakat yazmayalım mı?

—    Feylesof, dargın olduğum bir düşmanın aczimden istifade ederek bana söz söylemesine müsaade etme. Ben sana hitap ediyorum. Evet, dostum, okuma. Yazmaya gelince, bunun için on beş, on altı yaşında bir çocuk bulur, onu kullanırsın. Sen söylersin o yazar. Tenkitleri o kadar mükemmel yazar ki...

Büyük adam dolapların birisinden büyük bir kutu gözlük çıkardı. Hiç biri Husumetçinin gözüne uymuyordu. Nihayet dört gözlüğü birbiri içine taktılar. Bağladılar. Artık Husumetçi bir parça görüyordu.

Yavaş yavaş konuşmaya başladılar. Yine bahis Pestaloji ilmine dayanmıştı. Bu ilim darülfünuna kabul olunmazsa, "Memalik-i Osmaniye" nin, belki bütün Osmanlıların mahvolacağını muhakkak addediyorlardı.

Husumetçi yazdırdığı yeni eserine Pestalojiye dair de bir fasıl ilâve ettiğini söyledi.

—    O kadar izahat verdim ki herkes şaşacak. Bütün "Memalik-i Osmaniye" halkı birbirine girecek. Sokaklarda nümayişler olacak... diyordu. Fakat "Pestaloji..."nin manasını bilmiyordu. O zaten ilimlerin kendilerini bilir, lâkin isimlerini bilmezdi. Hatta sipirtizm ile spiritualizm arasındaki farkı bilmediğini yüzüne vurmuşlardı. Cebinde "Larus do Poş"   cuğu duruyordu. Şimdi çıkarıp baksa Pestalojinin neden bahsettiğini birdenbire anlayacak, hatta buracıkta bir konferans bile verebilecekti. Fakat... Ayağa kalktı:

—    Biraz dışarı çıkacağım, dedi.

Yalının her tarafını tanırdı. Aptesaneye gitti. Kapıyı kapadı. Birbiri içine takılmış dört gözlüğü gözünden çıkardı, cebinden Larus'unu çekti.

Pestaloji kelimesine baktı. Hayret... Bu bin sekiz yüz yirmi yedide ölen İsviçreli bir terbiye mütehassısının ismi idi. Evet, bu bir insan ismiydi. Lâkin feylesofla Muhabbetçi ne kadar ciddiyetle ondan bahsediyorlardı. Gidip yalanlarını, cahilliklerini yüzlerine vurmayı düğündü. Hâlbuki kendisi Pestaloji'ye dair yeni eserine bir fasıl yazdığını söylemiş miydi. O halde onların yalanına iştirak etmişti. Tekrar oraya gitti. Hâlâ Pestaloji'nin son nazariyeleri konuşuluyordu. Sesini çıkarmadı.

Nihayet büyük adam dedi ki:

—    Bakınız, âlimlerin dargın durması millet için ne büyük felâket... Ben sizleri buraya barıştırmak için çağırdım. Vaktimiz ne kadar faydalı geçti. Pestaloji gibi Osmanlılarca meçhul bir ilim hakkındaki tetebbularımızı hatırladık. Birbirimizin malumatından istifade ettik.

Biz bir araya toplanmazsak cehalet karanlığını kim aydınlatacak? Hayır, hayır... Artık siz dargın duramazsınız. Barışmalısınız. Zaten iddialarınızın esası bir... ikinizin iddiasını kaynatıp bir meslek çıkarmak pek kolay. Husumetçiye döndü:

—    Meselâ siz "şîme-i husumet" diyorsunuz. Maksadınız milliyetperverlerinki gibi âdi, kaba, vahşiyane değildir. Bundan eminim. Meselâ siz zavallı Osmanlıları Türk yapmak, onları mazi, anane içinde, bir cemaat halinde toplayıp garbe intikam için, şarka ittihat için saldırmak istemezsiniz.

—    Tabiî... Hatta gayet büyük bir zata bu Türkçülük milliyet cereyanının vatan, millet için ne kadar muzır olduğunu söyledim. Katiyen milliyetperverlerin muhalifiyim.

—    Pekâlâ... Zaten bunu biliyorum. Senin kadar Avrupa'yı, Hıristiyanları ben bile sevemem. Senin maksadın Avrupalı dostlarımız senden korksun ve.,

—    Evet, evet...

—    Ve...

—    Evet, biliyorsunuz İşte maksadım o...

—    İşte o maksadınızın serbest adı "menfaat" tir. Yani şahsî menfaatiniz. Husumetten ürken ecnebîlerce siz şahsiyet olacaksınız. Yoksa her türlü şahsî menfaat fikrinden âri budala bir mefkûreci gibi:

"Vatan, ne Türkiye'dir, Türklere, ne Türkistan, "Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir: Turan.."  demezsiniz.

—    Tabiî demem.

Büyük adam hâlâ koltuğunda rahat rahat gülümseyen Muhabbetçiye döndü:

—    Siz "şîme-i muhabbet" diyorsunuz. Avrupalılar ve Hıristiyanlar! ben de severim, lâkin niçin? Menfaatim için. Siz evvel zaman, kalbur saman dervişi gibi:

Vatan, ne Türkiye'dir, bizlere, ne Türkistan, Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir: İrfan.... 

diye yuvarladığınız tekerlemeye sahihten inanıyor musunuz? Mücerret bir irfandan ne çıkar? Para vermeyen, menfaat getirmeyen mücerret, müsavi bir "irfan" emin olunuz "Turan" dan daha münasebetsiz, manasızdır, irfan: Gemisini kurtarıp kaptan olmaktır. Yani cahillerin gözlerini kamaştırmak, para, ihtiram kazanmak, rahat, mesut yaşamak, hâsılı irfan demek şahsî menfaat demektir. Ben başka türlü anlamam...

—    Ben de...

—    O halde Husumetçi dostumuzla sizin aranızda bir fark yok. Niçin dargın, muarız durup da birbirinizi çürütmeye çalışıyorsunuz. Kırılan şöhretiniz şahsî menfaatinize de dokunur.

Büyük adam susmuştu. İki muarız düşünüyorlardı. Söylediği laflar çok doğru idi. Dışarıda ötüşen martıların sesleri, geçen bir Şirket vapurunun düdüğü işitiliyordu. Mademki ikisinin de bir cemaate, bir mefkûreye ait fikirleri yoktu, gösterdikleri husumet, muhabbet hep şahıslarının, şahsî arzularının, menfaatlerinin tatmini içindi.

Mademki esas birdi. Niçin teferruattan ayrılıp kuvvetlerini dağıtmalı, milliyetperverlere matbuat âleminde fırsat bırakmalıydı?.. Husumetçi birbiri içine takılmış dört gözlüğünün altından baktı. Muhabbetçinin kalın dizlerini, kıllı ellerini görüyordu. Bu gözlüğün üstünden baktı. Ah, elbette eski samimî dostu gülümsüyordu. Onların ruhları, hisleri, fikirleri, idrakleri o kadar birbirine yakındı ki beş altı ay nasıl dargın durduklarına şaşıyordu.

Muhabbetçi de eski arkadaşına bakıyor, içinden "acaba bize büyü mü yaptılar?" diyordu.

Uzun bir sükûn dakikası geçti. Gayet büyük adam ayağa kalktı. Muhabbetçinin elinden tuttu. Gidip Husumetçinin eliyle birleştirdi:

SİVRİSİNEK

Bilsen Efruz'cuğum, kırk gündür burada ne rahat yaşıyordum. Ses yok, şada yok, dost yok, düşman yok! Gürültü yok! Yorgunluk yok! Bizi bitiren, benizlerimizi, dudaklarımızı sarartan, gür saçlarımızı vakitsiz döken ve ağartan hani o "hırs" dediğimiz sinir sıtması yok! Öyle bir rahat ki... Sanki adem!

Her sabah rüyasız, deliksiz uykumdan, penceremin yanındaki yüksek ağacın yanında tünemiş ak horozun "çat, çat!" diye kanat vurmasıyle uyanıyor, onun keskin, saf, mesut ötüşlerini dinliyorum. Bütün günüm erimiş bir billur gibi akan derenin başında geçiyor. Ah, bu billur akış... Sanki hemen şu top ağaçların arkasında sanılacak gizli bir cennetten sızarak nerede olduğu bilinmeyen uzak; toprakları dumandan peri memleketlerinin zümrüt sahillerine giden büyük akış... Gözlerimden tâ ruhumun içine aksediyor. Artık, bütün gün nereye bak-sam, ağaçlara, yerlere, gökte bulutlara, yoldan geçen davarlara... Her şey gözümün önünde bu billur dere gibi akıyor. Şehirde dost elleriyle kırılan kalbimden bütün kederler sızıyor, hepsi gözlerimden, muhitin hayaline karışarak, akıp gidiyor; mavi ziyalar, pembe nurlar, isimsiz renklerle billûrlaşıyor... İşte dün sabah yine derenin başında idim. O kadar derin bir rahat, o kadar derin bir sükûn içindeydim ki, biraz dikkat 'etsem, kalbimin akışlarını bile duyacaktım. Arkamdan bir ses: -

—    Hey Ahmet Ağanın misafiri! diye bağırdı. Döndüm. Gözlerimin önünde bir jandarma hayali aktı, kaynaştı.

—    Sana bir mektup getirdiler, al be...

—    Bana mı? Yanlışlık olacak, diye kalktım;: çünkü İstanbul'da kimse benim nerede olduğumu bilmiyordu. Hatta karım bile... Jandarmanın elinden mektubu aldım, baktım... Hakikaten bana.... Açtım, senin imzanı görmeseydim, hemen yırtıp atacaktım. Bu köyde bulunduğum kadar bir kelime okumamağa, bir harf yazmamağa ahdetmiştim. Ama, senin mektubunu, sevgili Efruz, mümkün mü okumayayım?..

Jandarma gidince tekrar derenin kenarına oturdum. Mektubunu okumağa başladım. Okudukça, kırk gündür ruhumdan gözlerime sızan o billur akış 'durdu. Karardı. Boşalmış sandığım kalbime yine bir elem ağırlığı ile doldu. Keşke anlattığın tesadüf bana bulunduğum yeri öğretmeseydi... Bu zehirler, bu şikâyetler, ömrümde birkaç gün dinlenmek için bir köye kaçmış bir zavallının önüne dökülür mü? Bu feryatlar, onun yalnız tabiatın nağmelerini işiterek teselli bulmağa yüz tutan kulaklarına haykırıhr mı?.. Hazırlan bakalım Efruz'cuğum, bu münasebetsizliğine ceza olarak seni şimdi biraz fazla hırpalayacağım...

Anladım ki, yine bir buhran geçiriyorsun. Büyük adamlara, muhterem üstatlara karşı savurduğun o küfürler ne? O ne şahsiyet? O ne sefil dedikodular? Ben sana her vakit:

—    Fertlere ehemmiyet verme! demez miyim? Tekrar uğraşmağa değmez. Fertler bir denizin dalgaları gibidir. Asıl olan denizdir; yani cemiyet... Dalgalar, yani fertler gelip geçici, muvakkat şekillerdir. Biraz felsefî fikri olan dalgaların bazan 'büyük olmasına, bazan taşkın olmasına hiç ehemmiyet verir mi? ilimce, fence, edepçe, malumatça, tahsilce senden pek aşağı olanların yüksek mevkiler ihraz ettiğini söylüyorsun. Fakat bu pek tabiîdir. Çünkü sende olmayan bir şey onlarda vardır: Liyakat... Liyakat kargısında senin ne ilmin, ne fennin, ne edebin, ne malumatın para eder, ne de tahsilin, iktidarın... Eminim ki şimdi şurasını okurken başını sallıyor, içinden:

—    Vay, bende liyakat yok mu? diyorsun. İstersen bana darıl, Efruz. Seni şüphede bırakmamak için serbestçe söyleyeceğim:

—    Sende liyakat yoktur!

—    "Ne malum?" mu diyeceksin? Dur sana ispat edeyim. Bizim Rüştiye'de iken bir Mantık hocamız vardı. Derdi ki:

—    İlim, tarif demektir, evlâtlarım, size bir şey söyleyenin "o söylediği şeyi" hakikaten bilip bilmediğini anlamak istiyor musunuz?

Kullandığı tâbirleri tarif, tahdit ettiriniz. O saatta ilmini yahut cehlini anlayacaksınız.

Ben çocukken öğrendiğim bu eski usulü İstanbul'da sana çok tatbik ettim. Sen her lafın arasında nakarat gibi kullandığın "medeniyet, fert, cemiyet, tarih, tahaddüs,) terkip, tahlil, ilâh.." gibi tabirlerin birisini bana —velev yanlış olsun— tarif edemedin. Hatta hiç unutmam, bir kere:

—    Şiirin ne olduğu asla tarif olunamaz, dedin. Hatırlıyor musun? Fakat "liyakat" böyle ilmî(!) bir tabir değildir. Bu âdeta altın gibi bir peydir. Kimde varsa ne olduğunu güneş gibi bilir, tarif eder. Meselâ bir bankere:

—    Lira nedir? desen, mutlaka:

—    Yuvarlak, sarı bir madendir! der.

Bu tarifi yapamayan ya hayvan, ya yamyamdır. Şimdi Efruz'cuğum, mademki —bak, nasıl biliyorum!— hâlâ başını sallıyor, içinden:

—    Vay, bende liyakat yok mu? diyorsun. Söyle bakalım: "Liyakat nedir?" Söyle, söyle, söyle!

Söyle!..

İşte bak Efruz'cuğum susuyor, hiç bir cevap, vermiyorsun... Çünkü bilmediğin, kendinde varlığını hissetmediğin bir şeyi tabiî tarif edemezsin. Merak etme, bu sefer de liyakatin ne olduğunu tarif edip sana "kulaktan ilim kazandırmak" cömertliğini göstermeyeceğim. Yalnız liyakatin olmadığına seni inandıracağım.

Liyakatin zıddı "aciz"dir. Kimde aciz varsa o şarlatandır, mütecavizdir. O âsidir, nümayişçidir, fertçidir. Bir kelime ile söyleyeyim, "gayri memnun" dur... Sakın bir kelime üzerinde oynama... Demek ki:

—    "Aciz" in mukabili "kuvvet" tir.

Hayır: Kuvvet "zaafın zıddıdır. "Liyakat" kuvvetten daha âli, daha ulvî, daha yüksek bir şeydir. Kuvvet vücutsa, liyakat ruhtur. Anladın mı Efruz'cuğum; ben sende liyakat olmadığını aczinden anlıyorum. Aczini de şarlatanlığından anlıyorum. Çünkü şarlatanlık aczin en bariz bir seciyesidir. Bu hakikati istersen sana, ispat etmeden, bir hikâyecikle öğreteyim; bazı akşamlar misafir olduğum evin çardağında toplanan ihtiyarlar öyle fıkralar anlatıyorlar ki... Adeta burası bir "kulak darülfünunu" yani kitapsız bir mektep! Tam, senin istediğin ilim burada var... Geçen akşam "Rüzgârla Sivrisinek" i anlattılar. Şimdi ben de sana bu hikâyeyi yazayım da maskara aczin ne müthiş bir şarlatan olduğunu gör. Gör de istersen anlama.

"Kuvvetin görünmez, elle tutulmaz bir ruhu •olan kahraman rüzgâr bir gün kırlardan, çiçeklerden, çamlardan, ormanlardan topladığı güzel kokuları etrafa dağıta dağıta gidiyor, tatlı tatlı esiyormuş. Herkesi sokup taciz ettiği mahut iğnesine büyük ehemmiyet veren sivrisinek onu görmüş; boyuna poşuna bakmadan:

"— Püf... pür... diye gülmüş. Kahraman rüzgâr "belki bana değil!" diye aldırmamış, yoluna devam etmiş. Fakat, sivrisinek arkasından daha ziyade gülmeğe, eğlenmeğe, hatta küfretmeğe başlamış. Rüzgâr liyakatli adamlara has olan o büyük ulvî soğukkanlılıkla, yavaş yavaş geri dönmüş, sivrisineğin önüne gelmiş. Hiddetlenmeden sormuş: "— Bana mı gülüyorsun? "— Evet, sana... "— Benimle mi eğleniyorsun? "— Evet, seninle... "— Bana mı küfrediyorsun? "— Evet, sana...

"Kuvvetli rüzgâr bu âciz sivrisineğin bu derece küstahlanmasına evvelâ şaşmış, sonra acımış. Şöyle konuşmağa başlamışlar:

"— Ne cesaret! Sen deli mi oldun? Ben bir kere esersem sen parçalanır, bir tarafa çarpar, hemen -ölürsün!

"— Ben mi? "— Sen...

"— Gülerim aklına! Ben bir uçmağa başlar, senin karşına çıkarsam, buralarda duramaz, uzaklara kaçar gidersin.

"— Ben mi?

"— Evet, sen...

"— Bu cirminle beni kaçıracaksın, ha?

"— Cirmimi beğenmiyor musun? Senin hiç cirmin yok ya...

"— Ben rüzgârım. Cirmim görünmez. Hızla estiğim, fırtına, bora, kasırga olduğum zamanlar en kuvvetli, en ağır şeyler karşımda çatır çatır yıkılır. Ummanları birbirine karıştırır, nehirlerin mecralarını değiştirir, dağları yerinden oynatır, balta girmemiş ormanları çayır biçer gibi yerlere sererim.

"— Puf, puf, puf... Beni korkutamazsın. Ben de seni kızarsam bir yaparım, bir yaparım ki..." diye sivrisinek öyle olmayacak laflar söylemiş, öyle küfürler savurmuş ki... anlatılamaz. O vakit âlicenap rüzgâr yine hiddetlenmeden ona küçük bir ders vermek istemiş, biraz hızlı esmiş, tabiî sivrisineği önüne katmış:

"— Buv, buuv...

"Tesadüfen bir çatının önünden geçiyormuş. Sivrisinek can havliyle bu çatıya atlamış, iki kirişin ortasına gizlenmiş, yine:

"— Puf, puf, puf... diye rüzgârla eğlenmeğe başlamış, rüzgâr kızmış, daha hızlı esmiş:

"— Buuuv, buuuuv...

"Daha hızlı: "— Buuuuuv, buuuuuuuv...

"Sonra daha hızlı:

"— Buuuuuuuv, buuuuuuuuuv...

"Fakat kirişin arasına iyice saklanan sivrisineği bir türlü yerinden sökememiş. Hiddetle fırtına olmuş. Sonra kasırga,' bora, nihayet tayfun olmuş. Başlamış çatıyı sarsmağa! Artık gülmeyi bırakan sivrisinek korkusundan yaptığı küstahlık için af dileyecek yerde:

"— Ulan terbiyesiz rüzgâr! Ne oluyorsun? Yoksa bana bu fakirin çatısını mı söktüreceksin? demiş..."

Anlıyorsun ya... Rüzgâr yıkamayacak da, sözde sivrisinek o incecik ayaklarıyle koca çatıyı söküp atacak! Kıssadan hisse: Aciz daima şarlatan... İşte, sevgili Efruz, senin manevî vaziyetin! Senin için yapılacak yegâne şey, evvelâ liyakatin ne olduğunu öğrenmek, sonra ona sahip olmağa çalışmaktır. Şikâyet, küfür faydasız bir şeydir. Bir şair insanlara:

— Kurbağalar gibi feryat etmeyiniz! diyor. Bu öğüt anlayan için ne kıymetli bir hazinedir. Dinle, sus.

Beni de, hiç olmazsa, şu köyde bulunduğum kadar, billur dereciğimin başında rahat bırak. Zira kuvvetli tabiatin güzel, muhteşem büyüklüğü karşısında yavaş yavaş yükseldiğini duyan ruh, aczin, küçüklüğün çırpınışlarını o kadar çirkin, o kadar âdi görüyor ki...

SON EKLENENLER

Üye Girişi