Kullanıcı Oyu: 4 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin değil
 

ALİ ÖĞRETMEN

Ağır adımlarla ilerledi, birbirini iterek koşuşturan, güneşli günleri özlemiş çocukların arasından. İnce ve narin bir yağmur şıpır şıpır. “Rahmet!” dedi mırıldanarak ve eşit adımlarla karoları sayarcasına adımladı koridoru. Kimilerine hüzün kimilerine kasvet veren böyle havalar, Ali Öğretmen’e hep huzur verirdi. Hele bacaklarını kalorifere yaslayarak nazik damlalar arasında başını kaldırıp uzaklara bakması yok mu; bedenini terk edip uçar giderdi uzaklara, derinlere, deryalara… Çocukluğunun, çıplak ayak dolaştığı sahillerinde gezdiren yağmur damlalarının serinliğini zil sesi araladı. Tekrar sınıfına yöneldi. Haylazlarının, huysuzlarının yanına. Hattâ baş belâsı bile diyen olmuştu onlara fakat Ali Öğretmen hiç yakıştıramadı bu kaba sözü ne dudaklarına, ne de onlara.

 

 Bu okula geleli daha üç ay olmuştu fakat arkadaşlarının gözünde üç yıllık işi sığdırmıştı bu zamana. Herkesin illallah edip ayaklarının geri geri gittiği bu sınıf, nasıl olup da gül bahçesine dönüvermişti. Herkes önce Ali öğretmenin disiplininden, onları nasıl dize getirdiğinden, nasıl muma çevirdiğinden bahsetti. Fakat Ali Öğretmen sesi soluğu çıkmayan, hattâ pek çok önemli hâdiseye tepki göstermeyen bir garip âdemoğlu. Sakin ve ağırbaşlı… Olmaz dediler biraz daha tanıyınca. Bu işte başka bir iş vardı. “Bu canavarlara elini veren kolunu kaptırır.” diyordu tecrübeli demirbaşların ileri gelenlerinden Ayşe Hanım. Haklıydı da. Bu güne kadar hep böyle olmuştu. Gerçekten herkes bu sınıfı adam etmek için çok çaba sarf etmişti lakin kimse muvaffak olamamıştı. Üstelik bütün öğretmenler hem başarılı hem de fedakâr insanlardı. Fakat ne nasihat tesir ediyordu afacanlara, ne de iltifat. 

 

Cam, çerçeve indirmedikleri mi kalmıştı, okulun büyük öğrencilerini aralarına alıp dövmedikleri mi? Minikler bahçede top oynayamaz, büyükler yalnız dolaşamaz olmuşlardı okulda. Ayşe Hanım’ın bu kızgınlığı da kendi sınıfının kitaplığı için biriktirdiği paranın bunlardan birkaçı tarafından iç edilmesinden kalmaydı. Onca iyi niyet, onca merhamet… Sanki kalkanlarını geriyorlardı kalblerinin üzerine ta iyilik içlerine sızmasın diye. Bir de veli toplantıları vardı… Evlere şenlik, veli mi daha dertli yoksa öğretmen mi bilinmezdi. Herkes içini döküyordu birbirine, diğerini dinlemeden. Ve o karmaşa yumağından süzülen tek söz, çaresizce “Ne yapabiliriz?” oluyordu her seferinde. Her defasında stratejiler çiziliyor, programlar yapılıyordu ama nafile. Ayşe Hanım’ın deyişiyle sanki bağışıklıkları vardı hepsinin her türlü tedbire karşı. 

 

Sürekli mevzu bahis olduğu hâlde hiç özel bir şey söylemedi Ali Öğretmen. Herkesin bildiği şeyleri yapıyordu. Kendi de zembille inmiş bir adam sayılmazdı. Kulaktan kulağa dolaştı namı, okulun duvarlarını da aştı. Duydukça sıkıldı, sıkıldıkça içine kapandı Ali Öğretmen. Artık zarurî hâller dışında kimseyle konuşmaz olmuştu. Ama arkadaşları kadirşinastı. Allah’tan hiç çekemeyeni olmadı. Hep sena, hep takdir; hem yüzüne, hem gıyabında… Ama ağır gelirdi insanlara kendine biçilen rolleri oynamak. Ona da ağır geldi. Odaya girmez oldu. Kendini, zaten çok sevdiği yalnızlığıyla baş başa bıraktı. Fakat anlayamadı ki böylesinin daha dikkat çekici olduğunu. Kendini üstün görmenin alameti sayılacağını. Anlamadı ve öyle de oldu, öyle zannedildi. Ben kaçarsam merak dinecek mi zannetti bilinmez ama dinmedi, katlanarak arttı.

 

“Artık çocuklar uslu, çocuklar zeki, çocuklar yetenekli. Büyü gibi bir şey mi yaptın Ali Öğretmen. Nerede sihirli değneğin?” 

 

Ayşe Öğretmen başkanlığında gizli bir komisyon kuruldu kantinin kuytu köşelerinde. Her şeyi takip edilecek, her hareketi izlenecek, bu işin sırrı çözülecekti. Kötü niyetten değil, sırf meraktan. Merak ne kuvvetli bir müşevvikti öyle. “Merak adamı mezara, deveyi kazana sokar.” diye boşuna dememişti eskiler.

 

Gizli takip başladı. Hattâ epeyce de çizmeyi aştılar. Sınıfına gizli kamera, öğrencilerine ufak sorgular, aile hayatı, komşuları derken adamın bütün çamaşırlarını Çarşamba pazarı gibi serdiler meydana. Vay domatesin hormonsuzunu aldı, yok buna selâm verdi de öbürüne kafa salladı… Aşağı çektiler, yukarı vurdular ama elle tutulur bir sebep bulamadılar. Adam gibi adamdı işte. Bir farkı yoktu. Ali Öğretmen de anladı hâllerini. Merak onları yiyip bitirecekti; onlar da Ali Öğretmen’i. O da bilmiyordu onlara ne vermesi gerektiğini. Bu dağ gibi merakı doyurup tatmin edecek cevap yoktu ki elinde. “Vallahi bilsem söyleyeceğim!” diyordu içinden, ama yok… Ne dese sönük kalacaktı. Onların aradığı o sihirli adamı bulamadı içinde. Önceki okulunda da böyle olmuştu. Ayının sevmediği ot burnunun dibinde bitermiş ya, o ne kadar kendi hâlinde olmayı severse, sanki o kadar olayların göbeğine oturtuyorlardı. Hiç sevmezdi dikkat çekmeyi, hattâ kırmızı bile giymezdi göze batmasın diye ama sevmediği de başından hiç eksik olmazdı.

 

Bir gün Murat’ı çağırdı Ayşe öğretmen. Murat ki sabıka dosyası dolu… En son okulun toplarını mahallede satarken enselenmiş, yakalanınca hepsini bıçakla tek tek patlatıp kimseye yar etmemişti. Bir dönem okulun arka yanındaki çalılıkta üst sınıflara tek sigara pazarlar olmuştu. Hattâ pazarı o kadar genişletmiş ki Deniz Efendi çalılıkta yangın çıktı diye ortalığı velveleye vermişti. Deniz Efendi suyu basınca üzerlerine hepsi sucuk gibi çıktılar ormanlıktan, tek ıslanmayan murat olmuştu. Üzeri kuru olduğundan aleyhine delil bulunamayarak beraat etmişti. İşte bu Murat, şimdinin 18 Mart şiir yarışması ikincisi, Yeşilay kolu başkanı olan Murat. 

 

Ayşe Hanım Murat’a sordu: 

 

— Ne yapıyor Ali Öğretmen, ne söylüyor da sen bu kadar değiştin.

— Bilmem öyle ilginç şeyler söylemez. Herkesin dediği şeyler işte. Zaten bildiğimiz şeyler. 

— Tamam da evlâdım seni değiştirdiğinin farkındasın değil mi? Ben buna ne sebep oldu onu merak ediyorum.

 

— Anladım da niye Ali Öğretmen’e bağlıyorsunuz. Ben her şeyi kendi isteğimle yapıyorum. Kimse bana karışmıyor ki.

 

Ayşe Öğretmen bu kesin yalan söylüyor, diye düşündü. Yüzünün şekli değişti ve birden bire “Hepinizi tembihledi değil mi?” diye çıkışıverdi çocuğa. İş büyümeden hemen diğer öğretmenler Murat’ın gönlünü alıp başını okşayarak dışarı saldılar. Ayşe Hanım, aşırı tepki vermişti ama artık kendini kontrol edemiyordu. Bu olaydan sonra bazıları işin peşini bıraktı fakat Ayşe Öğretmen komutasındaki bir grupta bu durum bir saplantı hâlini almaya başlamıştı. Günler günleri, haftalar haftaları kovaladı bu sıkı takibe rağmen günden güne iyiye giden bu sınıfta neler olduğu bir türlü keşif edilemiyordu.

 

Ağaçların yeniden tomurcuk açtığı, kelebeklerin görücüye çıktığı vakitlerde yine âdetleri olduğu üzere müfettişler okulu ziyaret ediyorlardı. Bütün öğretmenlerde tatlı bir telâş her seneki gibi… Dışarıya hissettirilmemesi gereken garip bir heyecan… Ama endişe değil hele korku hiç değil sadece başkası tarafından gözlenecek ve izlenecek olmanın heyecanı. Her atılan adım her söylenilen söz bir anlam taşıyacaktı müfettişlerin gözünde. Dilsiz değildi ya bu adamlar, elbette konuşacaklardı ve elbetteki teftişe geldikleri öğretmenleri konuşacaklar, davranışlardan bir sonuç çıkaracaklardı. Ya Ali Öğretmen? Gariban zaten dört aydır teftişteydi, bu hâl onu teftişin heyecanını yaşamaktan bile mahrum bırakmıştı.

 

Plânı, programı, bütün evrakları tamamdı Ali Öğretmen’in. Çocuklar da iyi sayılırdı. Hiç olmazsa yüzünü kara çıkarmayacak kadar, daha ne olsun bundan iyisi can sağlığı. Müfettiş Osman Bey dördüncü saat Ali Öğretmen’in dersini teftiş edecekti. Bütün öğretmenler dikkat kesilmiş yılın en büyük olayını gizli kameranın merkezinin bulunduğu Ayşe Öğretmen’in sınıfında pür dikkat olacakları izliyorlardı. Ders trafikti, işleniş, anlatım, öğrenciler, plânlar her şey mükemmel giderken Osman Bey, Ali Öğretmen’e “Emniyet kemerini de bu konuya bağlantılı olarak anlattınız değil mi?”diye sordu.

 

Ali Öğretmen:

 

 

—  Hayır anlatamadım.

 

— Olsun, bir dahaki derste değinirsiniz o zaman.

 

— Hayır değinemem.

 

— Ne demek yani?

 

Diyaloglar ilginçleşmeye başlamıştı. Millî maç heyecanıyla izlenen teftiş görüntüleri beklenmedik bir olaya şahitlik yapıyordu. Kısa boylu ve biraz da tombul olan Ayşe Hanım yerinden doğrulup heyecandan âdeta monitöre yapışmıştı. Kimi öndekini kazağından çekeliyor, kimi kafasını aralardan sokup bakmaya çalışıyor… Göremeyenler homur, homur.. Öyle bir manzara ki tarifinden kalem aciz… Heyecan son haddinde…

 

— Kusura bakmayın ama hocam daha vakti gelmedi.

 

Genelde sakin tavırlarıyla bilinen Osman Bey celâllenmişti.

 

— Ne demek vakti gelmedi? Programa göre iki ay önce işlenmiş olması gerekiyor. Ne bekliyorsunuz, karne verirken mi anlatacaksınız!

 

Ali hoca biraz utanarak biraz sıkılarak anlatmaya başladı:

 

— Yalan nedir bilir misiniz?

 

— Bilirim de ne alâka?

 

— Ben hiçbir zaman kendim bizzat yapmadığım ve yaşamadığım bir şeyi insanlara yapın diyemedim. Demek istediğimde hep kendimi yalan söylüyormuş gibi hissettim. Nefesim daraldı, yüzüm kızardı, sesim çatallaştı. Sizin sorduğunuz meseleye gelince… Aslında uzun zamandır çocuklara takın diyebilmek için kendi aracımda özellikle takıyordum. Fakat birden öğretmen servisinde takmadığımı fark ettim. Bu da benim elimi dilimi bağladı. Şimdi bir aydır orada da takıyorum kırk gün dolsun söz onlara da anlatacağım.

 

Ayşe Hanım monitörü kapattı. Yaptığından dört ay sonra utanmıştı. Hepsi birbirine bakakaldılar. Ağızlarını bıçak açmıyordu. Bir şey söylemeden dağıldılar. Gün sonunda ufak bir toplantıyla teftişin sona ereceği duyuruldu. Herkes öğretmenler odasında yerini aldı. Konuşmayı Osman Bey yapacaktı, fakat O Ali Bey’e gülümseyerek “Biz de buraya kemer takmadan gelmişiz, öyleyse daha konuşmamızın vakti gelmemiş.” dedi ve sözü Ali Öğretmene bıraktı. Ali Öğretmen şaşırdı, yutkundu, kaçmaya bile yeltendi ama nafile, top kendisinde kalmıştı. Mecburen başladı konuşmaya. Utancından kimsenin yüzüne bakmadan tavanın flüoresanlarına gözlerini dikti ve konuşmaya başladı: 

 

— Benim bu meslekte öğrendiğim iki cümle var: Birincisi “Ben öğretmenliği çiçek yetiştirmek gibi görüyorum. Eğer büyümesini istiyorsanız sadece toprağıyla uğraşın dalını yaprağını çekelemek onu büyütmez, yalnızca hırpalar.” İkincisi: “Eğer aynadaki görüntüyü beğenmiyorsanız, üstünüze çekidüzen verirsiniz. Aynayı eğip bükmek çare olmaz, sonra kırılır elinizi de parçalar.” 

 

Ve devam etti: 

 

— O çocukların yeşerdiği toprak benim, o aynadaki gölgenin aslı da benim. Kaç aydır merak ettiniz, bu adam ne yapıyor, bu çocukları nasıl yetiştiriyor diye. Ben hiçbir zaman insanları düzelteyim veya yetiştireyim diye uğraşmadım. Hep kendimle uğraştım, kendimi düzeltmeye gayret ettim. O yüzden de bir sırrım veya size söyleyeceğim özel bir yöntemim yok. Sizden tek istediğim bundan böyle beni bana bırakın. Artık size göre değil, kendime göre yaşamak istiyorum!

 

Ali Öğretmen başını tavandan indirdiğinde gözleri yaşla dolmuş bir oda dolusu öğretmenin gıpta dolu alkışlarıyla karşılaştı. Dayanamadı, arkasını dönerek hemen oradan uzaklaştı. Koşarken koridorda ağlamaklı ince bir haykırış bıraktı: “Beni bana bırakın demedim mi?”

Emrah Bilge Merdivan , YAĞMUR DERGİSİ

SON EKLENENLER

Üye Girişi