Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

 PEDAL KORKUSU

Şu hayatta her ne işle uğraşıyorsan yatkın olacaksın ona. Âleme maskara olmaktansa meydan süpürgesi olmak daha iyidir. Hele damarlarında inat, bir çağlayan gibi gürül gürül akıyorsa vay hâline. Bir süre uğraştın ancak olmuyor, ne diye direnir de hayatını zindan edersin? Feridun abim ilk gençlik yıllarını işte böyle kekre günlerle sönükleştirirken beni de bitirmişti. Hem de tatlı bir çocukluk hülyası olan kırmızı bir bisikletle.

O vakitler sanırım on üçümdeydim ve bazı şeyleri yargılamaya başladığım zamanlara adım atıyordum. Sabredemiyordum bazı sözlere ve hareketlere.

 

Baharın şehre usul usul sızdığı zamanlardı. Bahçeler, sokaklar, parklar ve kırlar bize göz kırptıkça, evlerimizin dört duvardan oluşan bir hapishaneyi andırdığını fark ediyorduk. Bahar gelsin de evine tıkıl, olacak iş mi? İnsanın asıl yurdu tabiat değil mi? Haydi kıştı soğuktu diye bin bir bahane uydurdunuz kışın o naif tablolarından uzak yaşarken. Ya o güzelim beyazlı, pembeli çiçeklerin ağaçların dallarından patlayışını seyrederken yaşanan zevke bigâne kalmak ne demektir? İşte o vakitler biz mahalle çocukları koşuşurduk tabiatın kucağına. Bahçe işleri tabiatla iyice hemhal olduğumuz bize müstesna alanlardan biriydi. Boyumuzdan büyük bir kürekle ya da ucu sipsivri bir belle toprağı havalandırmanın tadı bir başkaydı. Bahçenin bir tarafına soğan, bir yanına domates veya biber fideleri ekerken günlerin çabucak kaybolup gitmesini isterdik. İsterdik ki tabiat kazanında olgunlaşan sebzeler, soframıza gelsin de kendi ürünlerimizle doyalım. İşte böyle bahçe rüyalarıyla çocukluğumuzu yeşertirken Feridun abimin bisiklete binme duyguları depreşiverdi. Herkes pırıl pırıl bisikletleriyle sokak sokak dolaşırken o geri mi duracaktı? Sokaklar çığlık çığlıktı. Varsa bir bisiklet, etrafında üç beş çocuk. Siz görün o çocuktaki cakayı. Bisiklet değil mübarek, sanki delişmen bir küheylan.

 

Yahya gelmişti bisikletiyle, biz bahçeyle uğraşırken. Sokakta bir iki turladı. Feridun abim onu izlerken bir şeyler olacağını anladım. Bodruma gitti usulca. Yine bisiklet sürme sevdası tutuşmuştu yüreğinde. Dayanamazdı biliyorum. Gitme desen de giderdi. Babam da fark etti, ses etmedi. Dese ne olacaktı? Koca çocuğa lâf anlatana kadar, adam işinden gücünden soğurdu. Çıkardı bisikleti sokağa Yahya’ya seslenerek: “Yahya şu bisikleti elden geçirelim” dedi. Yahya zaten kendine bir arkadaş arıyordu. Sırıta sırıta gelip “Ya Feridun, bu bisiklete bakalım da bu sefer sürebilecek misin? Hani boşa uğraşmayalım.” deyiverdi. Mahsus yapıyordu, biliyorum. Feridun abim yutkunup “Göreceksin bu sefer öğreneceğim. Hem geçen yazdan bu yana boyum biraz daha attı. Ayaklarım pedallara yetişiyor.” deyince Yahya da “Eh göreceğiz!” diyerek evinden birkaç âlet getirmeye gitti. Bir saat kadar uğraştılar, aylardır uyuklamaktan yorgun düşmüş zavallı bisikleti kendine getirmek için. Ön iç lastiğine yama yapmış, iki tekeri şişirmiş, zinciri gresle yağlamış ve tozunu toprağını alıp bir kuş gibi uçmaya hazır etmişlerdi. Yahya: “Feridun çayın kenarına gidip oradaki piknik yerinde sürelim. Hem kimse yoktur. Naci’yi de çağıralım o da bisikleti oraya kadar kullanır.” deyince beni Naci’yi çağırmaya gönderdiler. Naci abi arsada çocuklarla tek kale oynuyordu. Durumu anlatınca topu bırakıp hemen geldi. Bisikleti yoktu fakat ondan bundan bisiklet alıp usta bir binici olmuştu. Yahya bile onu hayranlıkla izlerdi. Hele bisiklet giderken selenin üzerinde ayakta durması yok muydu, biz heyecandan bayılırdık. Bir Naci abiye bakıyordum bir kendi abime. Evet, abimdi, ama bunca yetenek körlüğü biraz fazla değil miydi?

 

Bizim bisikleti Naci abi kullandı, ben de arkalığa oturdum. Nasıl kullanıyordu o bisikleti öyle. At sahibine göre kişner derler ya bisiklet değil de capcanlı bir taydı sanki altımızdaki o demir parçası. Bir sağa bir sola zikzak çiziyor; arabaların, insanların sağından solundan Hayrettin Dayı’nın güvercinleri gibi süzülüyordu. Korkmuyordum onunlayken, keyfime diyecek yoktu. Çay kenarına vardığımızda ağaçların altına oturup abimgili beklemeye başladık. Çay kenarının sağ tarafı piknik yapma mekânlarıydı ve bir iki saate insanlar eğlenmek için toplanacaktı. Abimgil gelince, Yahya:“Biraz yavaş gitsenize, size yetişeceğiz diye öldük.” dediğinde, Naci abi “İşin zevki de orada ya, bize yetişirseniz ne anlamı var bisiklet kullanmanın? Önde olacaksın ki kendinle yarışacaksın.” diyerek karşılık verdi. Feridun abim birkaç dakika sonra atladı bisiklete, tuttu gidonu; fakat ne tutuştu. Sanki bisiklet kaçacaktı, benim bile gülesim geldi. Yahya kahkahayı kopardı: “Dikkat et, bisiklet bir kaçarsa zor tutarız.” deyip Feridun abimi makaraya almaya başladı.

 

İşte sırf bundan sevmiyordum Yahya’yı. Hep alaycıydı, iğnelemese rahat etmezdi. Yahya, abime bisikleti nasıl kullanacağını anlatıp göstermeye başladı. Ancak çabuk bıkardı bir şeyler anlatırken. Kendisi bilse de anlatmak öyle kolay değildi. Feridun abim de beceremiyordu şu aleti kullanmayı. Bisiklet biraz gidiyor sonra sağa sola yalpalayınca dengesini kaybedip yere düşüveriyordu. Yahya, ardına geçip arkalığı tutarak o devrilmesin diye uğraşıp dururken abim de çıldırtıcı beceriksizliğiyle tekrar yere kapaklanıyordu. Yarım saat sonra Yahya sinirlenmeye başlamıştı. “Feridun, bassana pedala; bisiklet seni götürmeyecek sen onu götüreceksin. O mu seni sürüyor sen mi onu sürüyorsun belli değil.” Haklıydı Yahya, ama bu kadar da bağırılmaz ki adama. “Direksiyonu tut, ileri bak, pedalı çevir, dengeni ayarla. Bir sağa, bir sola, hafifçe. Merak etme, o ayakta durur. Haydi, Feridun, böyle devam et…” İşte gidiyordu. “Küttt!”. Yahya ağzından tükürükler saça saça: “Beceriksiz seni, önüne baksana, tekere ne bakıyorsun? Sen tekere bakmasan da o gidecek. Bırak kendini yola.” diye komutlar veriyordu. Defalarca düştü kalktı abim. Olmuyordu, yapamıyordu bir türlü.

 

Alaya başladı Yahya. Severdi zaten insanlarla alay etmeyi. İşte bir kurban daha. “Boyu atmışmış, boyla değil akılla sürülür bu alet. Sende de o yok. İki metre olsan ne yazar? Hiç!” Hakaret üstüne hakaret, sınırını bilmiyordu. Abim de dut yemiş bülbüle dönmüştü. Naci abi dayanamadı ”Yeter artık Yahya, bir de ben uğraşayım.”dedi. Yahya hızla yere bıraktı bisikleti. Koca bir “Çat!” sesi, direksiyon kırıldı zannettim. Abim, yere oturmuş ve usul usul akıp giden çayı izliyordu. Naci abi uzattı elini abime. Naci’ye anlamsız anlamsız baktı abim. Bisikletten dolayı pişman mıydı, sanmıyorum. Uzattı elini. Oturdu tekrar seleye acemice. İçim sıkıldı. Kaçtım yanlarından.

 

Piknik yerinin yukarısındaki top sahasında bisikleti sürmeye başladılar. Naci abi sabırlıydı. Sesini duymuyordum. Sakin bir sesle abime ha bire bir şeyler söylüyordu. Abim biraz gidiyor ve yine o bildik, tekdüze, kahredici ses: “Küttt!”. Rûhum daralıyordu. Dişlerimi sıkıyordum. Yahya arada bir yanlarından vitesli, mavi bisikletiyle geçiyor: “Boşa uğraşma Naci; bu, dört tekerlekli bisikleti bile süremez.” diyerek lâf atıp duruyordu. Yumruklarımı sıkıyordum. Zaman geçtikçe Yahya’nın alaylarının dozu da artıyor; Naci abi de Yahya’ya kızıyordu. Feridun abim dilini yutmuştu sanki. Dört saat geçmiş ve güneş ikindiyi karşılıyordu.

 

Çay kenarına gelen bazı piknikçiler de abimgili seyrederken arada bir gülüşüyor; birkaç yaşlıca teyze de “Yazık çocuğa” deyip abime üzülüyordu. Naci abi de hırslanmıştı, ne olursa olsun öğretecekti ona. Abim de yorulmuştu artık. Bisikleti hiç olmazsa elli metre kadar dengede götürür gibi oluyor, sonra yine aynı sahne. Naci abi dudaklarını ısırıyor, kendini zar zor frenliyordu. Onun bu hâli beni eritiyordu. Böyle devam edemezdi. Söğüt ağacının altındaki banktan kalkıp yürümeye başladım. Abimdi; fakat bu kadarı da fazlaydı. Geldim yanlarına. Abimden gözlerimi kaçırarak: “İn abi, o bisikletten!” dedim. Niye falan demedi. Sinirlerim boşalmıştı artık. Abim indi bisikletten sessizce. Seleye oturmadan pedallara basarak dengemi ayarlayıp sürmeye başladım. Gidiyordu işte. İlk defa bisiklet sürüyordum. “Böyle süreceksin, zor mu o kadar?” diye bağırdım.

 

Yahya kahkahalarla gülüyordu. Kulaklarım o kahkahalarla çınlıyordu. Yüz metre kadar turladım. Geldim yanlarına. Naci abinin gözleri çakmak çakmaktı. Feridun abim, yüzüme bakmadı. Eğdi başını. Acıyla:“Sen sür, artık Fehmi…” deyip yanımızdan ayaklarını sürüye sürüye ayrıldı. Ne yapmıştım? Naci abi, dudaklarını ısırıyordu. Yanıma sert adımlarla yaklaşıp sağ yanağıma sert bir tokat yerleştirdi. Abim piknik alanından çıkmış gözden kaybolmuştu. Naci abi peşinden koşmaya başladı. Yahya’nın da canı sıkılmıştı, bana: “Keşke karışmasaydın.” dedi. Konuşamadım. Etraftakiler bize bakıyordu. Utanıyordum. Boşunaydı artık her şey. Çayın sesi duyuluyordu, şırıl şırıl.
Feridun abim, bir daha bisiklete binmedi. Ben de binmedim. Babam ne olduğunu bilmiyordu. Bize kızıp duruyordu, tank gibi bisikleti bodrumda çürüttünüz diyerek. Yıllar sonra abimi, oğluna bir bisiklet alıp da ondan fırsat bularak sürmeye başladığını görünce rahatladım. Eski defterleri hiç açmadı. Aramızda kaldı o tatsız gün; yıpranmış, eski, siyah beyaz bir resim gibi.

ABDÜLMECİD ORHAN, Yağmur dergisi

SON EKLENENLER

Üye Girişi