HÜSN-İ TALİL:
Bu sanatın esasını, bir olayın gerçek sebebini inkâr ederek, bu gerçek sebep yerine hayali ve şâirâne bir sebebi geçirmek teşkil eder. Sanatkâr gösterdiği bu hayali sebebe kendisi de inanmış olmalıdır. Aksi halde sanat okuyucu da gerekli tesiri yapmaz ve başarısız olur. Heyecana bağlı bir sanattır. Heyecanın tabii akışına uygun olarak kendiliğinden doğar.
Teşbihle karıştırmamak lazımdır. Teşbih bir kelime ile yapılır. Sanatkâr inkar ettiği mevcudun yerine başkasını koyarsa teşbih meydana gelir. Ama bu mevcudun sebebini inkâr eder de yerine hayali bir sebep koyarsa Hüsn-i Talil meydana gelir. Birisi bir kelimeden meydana gelir. Diğeri bir cümleden.
Tecâhül-i ârifle bu sanatı karıştırmamak için de sanatkârın maksadını iyi anlamak gerekir. Tecahül-i ârifte maksatlı olarak bildiği halde bilmez görünmek esastır Hüsn-i tâlilde sanatkâr heyecanın sevkiyle gösterdiği hayâli sebebe bağlıdır. Olayın gerçek sebebini düşünmez bile.
“Fevvâre ka’r-ı havza küşer şermsâr olup”
(Fıskıye, gülbahçesinde gezinmekte olan sana baktıkça utanarak havuzun derinliklerine düşer.) Suyun havuza düşmesini yer çekim kanununa değil de güzeli görüp utanmasına bağlıyor.
“Bir gün dolu dizgin boşanan atlarımızla
Yerden yedi kat arşa kanatlandık o hızla” YKB
Yedi kat arşa kanatlanmak, şehit olmanın şâirâne bir izahıdır.
“Yeni bir ülkede yem vermek için atlarına
Nice bin atlı kapılmıştı fetih rüzgârına.” YKB
Akıncıların yeni ülkeler fethetme isteğinin sebebini, şâir atlarına yeni bir ülkede yem verilmesi olarak gösteriyor.
“Hâk-ı pâyine niyet eder ömrlerdir muttasıl
Başını taştan taşa vurup gezer âvâre su” FUZULİ
Su, senin ayağını bastığın toprağa –Hz. Peygamberin- yetişmek için hiç durmadan ömür boyu başını taştan taşa vurarak gezmektedir.
“Sen gittin yaslara büründü cihan
Soluyor dallarda gül dertli dertli”
Hurşide baksa gözleri dola gelir
Zira görünce hâtıra ol meh-lika gelir.” BAKİ
Seni seyretmek için reh-güzer-i gülşende
İki canipde durur sev-i hıramân saf saf.” BAKİ
Turra-i yâri tararken öptü ruhsârın meğer
Lezzetinden çâk çâk oldu dehânı şânenin.” NÂBİ
Niçin sık sık bakarsın öyle mir’at-ı mücellaya
Meğer sen dahi kendi hüsnüne hayran mısın kâfir.” NEDİM
“Şu başaklar nasıl da terbiyeli?
Ne zaman geçse tarladan rüzgâr
Eğilir saygılarla hep başlar…
“Ateşten kızaran bir gül arar da
Gezer bağdan bağa çoban çeşmesi.” FARUK N.ÇAMLIBEL
“Renk aldı özge âteşimizden şerab ü gül
Peymâne söylesün bunu gülzâr söylesün” YKB
(Şarap ve gül rengini bizim özge ateşimizden aldı. Bunu kadeh ve gül bahçesi anlatsın).
Şâir şarap ve gülün kırmızı rengi kendi içindeki ateşten aldığını söyleyerek, gerçek sebebi yok sayıyor ve yerine hayâli ve şâirane bir sebep getiriyor.
Nevbahârı vuslâtın bassun deyû ilk âyına
Bûseden papûş giydirdin o nermin pâyına” YKB
(Sevgilinin ayağına, vuslat ilk baharının ilk ayına incinmeden basabilsin diye bûseden ayakkabı giydirdim).
Şâir burada da şâirâne bir sebep olarak sevgilinin ayağının her tarafını, yere basarken incinmemesi -ayakkabı niyetine- için öptüğünü söylüyor.
KOCAKAPLAN, İSA. AÇIKLAMALI EDEBİ SANATLAR KİTABINDAN FAYDALANILMIŞTIR.
HÜSN-İ TALİL/İSL.ANS
Bir olay ve olgunun kendisini veya oluş şeklini gerçeğinden farklı sebeplere bağlama amacıyla yapılan edebî sanat.
Sözlükte "güzel sebep gösterme" anlamına gelen hüsn-i ta'lîl, Bir edebiyat terimi olarak herhangi bir olayı gerçek sebebinden farklı, fakat daha güzel ve ifade edilmek istenen fikre uygun bir sebeple oluyormuş gibi gösterme sanatıdır.
Arap edebiyatında anlamı ve ifadeyi güçlendiren sanatlardan sayılan hüsn-i ta'lîl, olayların gerçek sebebini görmezlikten gelerek övgü veya yergide bir şeyi olduğundan daha güzel ya da daha kötü gösterip okuyucuda farklı imajlar uyandırmak amacıyla yapılır. Teftâzânî'ye göre olayın gerçek sebebi ortaya konulacak olursa o zaman sanat adına yapılacak bir şey kalmaz (el-Mutavvel, s. 4.36). Bazı belagat âlimleri, olayın sebebinin gerçek veya hayalî olmasından ziyade onun açık ve kapalı olması üzerinde durmuş, sebeple sebep olanın cümle içindeki konumuna dikkat çekmişlerdir.
Arap edebiyatında bu sanattan "el-is-tidlâl bi'tta'lîl" adıyla ilk bahseden kişi İbn Sinan el-Hafâcî'dir (ö. 466/1073). Hafâcî, bu kavramın tanımını yapmadan gerçek ve hayalî sebebe dayanan ta'lîle dair örnekler verir (Sırrü'l-fesâhâ.s. 277). Daha sonra Abdülkâhir el-Cürcânî, teşbih sanatının somut ve soyut unsurları münasebetiyle hüsn-i ta'lîle geniş yer vermiş, onu akla ve hayale dayalı olmak üzere iki kısma ayırmıştır. Hayal ürünü olan kavramları "et-tahyîl, et-ta'lîl. El-ma'ne't-tahyîlî. etta'lîlü't-tahyîlî, et-tahyîl maa't-ta'lîl, el-illetü gayrü hakîkıyye" terimleriyle karşılarken (Esrârü'l-belâğa, s. 245–278) hem mutlak ta'lîl hem de hüsn-i ta'lîlle ilgili ayrıntılı açıklamalarda bulunmuştur. Yeni şairlerin (muhdesûn, müteahhirin) bu edebî sanatı kullanarak çok güzel örnekler ortaya koyduklarını söyleyen
Cürcânî, bir ta'lîl ve tahyîl çeşidi olarak gördüğü hüsn-i ta'lîli, "şairin bir iş veya oluşun bilinen yaygın sebebini terk ederek kendince daha uygun bir sebep bulması" şeklinde tarif eder. Olayın sebebinin hayalî ve gerçek olmasına, teşbih temeline dayanıp dayanmamasına göre hüsn-i ta'lîlin ayrıntıları üzerinde durarak örneklerle açıklamalarda bulunur (a.g.e. s. 256–278).
Arap edebiyatında hüsn-i ta'lîl tabirini ilk kullanan Fahreddin er-Râzî (Nihâyetü'l-icâz.s. 297) nazım çeşitlerinden saydığı hüsn-i ta'lîlin isim ve tanımı ile Zemahşerî'ye nisbet edilen örnek beyti zikrederken Reşîdüddin Vatvât'ın Farsça Hadâ'iku's-sihr adlı eserinden etkilenmiştir (krş. S. 84–85). Buna göre hüsn-i ta'lîl, bir beyitte biri diğerinin sebebi olan iki vasfın birlikte anılmasıdır. Bu ise daha çok söz dizimi esas alınarak yapılmış, mutlak ta'lîle daha uygun bir tanım olmakla birlikte verilen örnek hüsn-i ta'lîlle ilgilidir. Bu edebî sanatla alâkalı olarak hayalî sebebin ortaya konulmasında ısrar bulunduğu için belagat âlimleri "sanki gibi" şeklinde zan ve şüphe ifadeleri içeren ta'lîl türünü bizzat hüsn-i ta'lîl değil ona bağlı bir alt konu olarak kabul etmişlerdir (Teftâzânî. s. 439). Kur'an'da hüsn-i ta'lîl örnekleri bulunmamasına karşılık gerçek sebep zikrine dayalı ta'liler mevcuttur.
İster nazım ister nesir olsun bir eserde kullanılan edebî sanatların doğrudan veya dolaylı olarak hüsn-i ta'lîlle bir ilişkisi vardır. Bu sebeple edebiyatın baştan sona hüsn-i ta'lîlden ibaret olduğunu söylemek mümkündür.
İsmail Durmuş
TÜRK EDEBİYATI. Türk edebiyatında hüsn-i ta'lîl, Arap belagatine göre fazla ayrıntılı olmayıp daha yalın bir söz sanatıdır ve belagatin bedi bahsinde yer alır. Bu sanata "hüsn-i tevcih" de denilir. Edebî sanatları psikolojik temellere dayandırarak yeni bir tasnif denemesi yapan Ali Nihad Tarlan, hüsn-i ta'lîli heyecana bağlı ve doğrudan doğruya heyecan mahsulü sanatlar arasında göstermiştir.
Şiir sanatının hayale verdiği önem itibariyle hüsn-i ta'lîl, bir olayın gerçek sebebinin göz ardı edilerek heyecan unsurunun ön plana çıkarılmasını sağlar. Şairin, olup bitenleri hakikî ve mantıkî sebeplerden başka ruha cazip gelen hayalî sebeplere bağlaması yahut aklî verileri örtüp onun yerine gönlündeki özlemleri ön plana çıkarması ifadeyi güçlendirir. Hadiselere o andaki ruh halinin yorumunu katmak, hayatı ve dış dünyayı kendisine nasıl geliyorsa öyle algılamak isteyen her sanatkâr hüsn-i ta'lîle başvurur. Şiirde ise şairin ümitsizlikleri, karamsarlıkları, üzüntü veya kuruntuları kadar ümitleri, tesellileri, mutlulukları, idealleri veya sevinçleri de belli bir heyecanın mahsulü olarak hüsn-i ta'lîl yoluyla kolayca anlatılabilir. Özellikle kendisi için eşyada bir manevî mesaj yahut derin hakikatler aramaya meyilli şairlerde hüsn-i ta'lîle sık rastlanır. Bu şairlere göre yağmurun yağışı semanın kendisi için ağlamasına, güneşe bakınca gözlerinin yaşarması güneşe benzeyen sevgiliyi anıp hasretle gözyaşı dökmesine, şarabın kırmızı oluşu güzellerin dudağındaki rengi görünce kendinden utanıp kızarmasına, miskin siyahlığı yüzünün karalığına, yol kenarlarındaki servilerin sıra sıra dizilişi oradan geçecek olan servi boyluyu seyretme arzusuna bağlı tecellîler olarak algılanabilir. Bu bakımdan Arap, Fars ve Türk belagatlerinde önemli bir edebî sanat kabul edilen hüsn-i ta'lîl sebepten ziyade sonuçla ilgili bir anlam zenginliğine sahiptir ve genellikle ilk mısrada anlatılan olay, ikinci mısrada alışılmışın dışında bir sebeple izah edilmek suretiyle gerçekleştirilir. Böylece zikredilen gerçek dışı sebep, sözü edilen oluşuma uygun analojik bir sonuç doğurarak muhatabı hızla aynı hissî mantık silsilesi içine çekip hayrete düşürür. Öne sürdüğü sebeplerin hale uygunluğuna inanan bir sanatçının bilinen şeyleri bilinmeyen sebeplerle açıklama yolunu denediği hüsn-i ta'lîlin başarısı muhatapta uyandırdığı heyecanla ölçülür. Meselâ Fuzûlî "Su Kasidesindeki,
"Hâk-i pâyine yetem der ömrlerdir muttasıl / Başını taştan taşa vurup gezer âvâre su" beytinde suyun (Dicle ırmağı) gürül gürül akışını, Hz. Peygamber'in ayağının toprağına ulaşabilmek için hasretle başını taştan taşa vurarak ilerlemesi şeklinde göstermektedir. Necati'nin.
"Lâlehadler yine gülşende neler etmediler / Servi yürütmediler goncayı söyletmediler" beytinde de lâle yanaklı güzellerin gül bahçesine girmesiyle servinin olduğu yerde çakılıp kaldığı, goncanın da dilinin tutulduğu ifade edilmektedir. Gerçekte servi zaten yerde sabit durmakta, goncanın da söz söyleme gibi bir özelliği bulunmamaktadır. Necâtî Bey bu gerçek sebeplere şairane bir üslûpla biri sevgilinin boyunu, diğeri de dudağını görmekle kendilerinden geçip bu özelliklerini yitirdikleri şeklinde bir yorum ve izah getirmektedir.
Hüsn-i ta'lîl, gerçek sebebi maksatlı olarak bilmezlikten gelerek (tecahül-i arif) onun yerine başkasını koymak bakımından teşbih sanatlarına benzer. Ancak teşbihin unsurlarını müşahhas varlıklar oluştururken hüsn-i ta'lîlde müşahhas varlıklar mücerred duygu ve hayallerle izah edilir.
Belagat kitaplarının bir kısmı, hüsn-i ta'lîli sebebin yahut ispatın mümkün olup olmaması yönünden alt bahislere ayırmışlardır (meselâ bk. Bilgegil, s. 212–216; Muallim Naci. S. 14). Gösterilen sebebin kati olmaması halinde şibh-i hüsn-i ta'lîl (yarı hüsn-i ta'lîl) ortaya çıkar. Bu durumda ifadede "galiba, sanki âdeta, meğer" gibi zan bildiren bir kelime yer alır.
"Bâriş-i baran müsadif düştü hicran sanına / Oldu sandım hâlime rahm eyleyip giryan sehâb" beytinde (a.g.e. ay), şairin yağmurun yağmasını kendi haline ağlamak şeklinde gösterirken "sandım" diyerek şüphesini bildirmesi hüsn-i ta'lîli yarıya indirmektedir.
Hüsn-i ta'lîl klasik Türk şiirinde sıkça kullanılmıştır. Ancak şairler, sanat gösterme gayretinden ziyade tabii olarak zihinlerine geliveren ifadelerdeki hüsn-i ta'lîli tercih etmişler, hatta zarif insanlar da konuşmaları arasında sık sık bu sanattan faydalanarak nükteler yapmışlardır. İki büklüm olup güçlükle yürüyen bir ihtiyarın, "Böyle ne yapıyorsunuz?" sorusuna "Yitirdiğim gençliğimi arıyorum" cevabını vermesi yahut kahvenin yasaklandığı bir dönemde kahve kavurmakla meşgul bir tiryakiye zaptiyenin, "Ne yapıyorsun?" demesi üzerine biraz fazla kavrulmuş olan kahveyi göstererek, "Bunu yakıyorum" demesi gibi.
Bibliyografya:
İskender Pala, TDA, cilt, 19
ÖRNEKLER
Müzeyyen oldı bezendi bağ-ı çemen
Meğer ki bağa haber geldi yârdan bu gece
Ahmedî
"Bahçe, süslenmiş fesleğenlerle bezendi
Meğer sevgili bu gece geleceğini bildirmiş."
Bahçenin bezenmesi, süslenmesi gerçeği sevgilinin gelebilme ihtimali gibi güzel bir düşe bağlanıyor.
"Sen gittin yaslara büründü cihan
Soluyor dallarda gül dertli dertli"
Şair, "akşamın gelişini" ve "gülün solmasını", "sevgilinin gidişine bağlamıştır.Böylece gerçek neden yerine hoşa giden, hayali bir neden bulmuştur.
"Güzel şeyler düşünelim diye
Yemyeşil oluvermiş ağaçlar"
Şaire göre ağaçlar, insanların mutlu olmasını, güzel şeyler düşünmesi için yemyeşil olmuştur. Bu ağaçların yeşil olmasının gerçek nedeni değildir. Şair gerçek nedeninin dışında daha güzel ve etkileyici bir neden bulmuştur.
"Renk aldı özge ateşimizden şerâb ü gül
Peymâne söylesün bunu gülzâr söylesün"
şerâb: şarap, Peymâne: kadeh, gülzâr : gül bahçesi
Bu dizelerde şair, şarabın ve gülün rengini ( kırmızılığını ) kendi içindeki ateşten geldiğini belirtiyor.Böylece şarabın ve gülün kırmızılığını gerçek nedeninin dışında daha güzel ve hayali bir nedenle açıklıyor.
"Yeni bir ülkede yem vermek için atlarına
Nice bin atlı kapılmıştı fetih rüzgârına"
Akıncıların yeni ülkeler fethetme isteklerinin nedeni olarak, şair atlarına yeni bir ülkede yem vermek isteyişlerini gösteriyor. Oysa fetihlerin asıl amacı toprak kazanmaktır.
"Sen yoksun hiçbir şey yok
Güneşin rengi
Ağustos yıldızlarının sıcaklığı
Karanfil kokusu"
Şair, karanfil kokusunun ağustos yıldızlarının sıcaklığının, güneşin renginin olmayışını gerçekçi bir neden değil de sevdiğinin yok oluşuna bağlıyor.
"Müzeyyen oldu reyâhin bezendi bâğ -ı çemen
Meğer ki bağa haber geldi yârdan bu gece"
müzeyyen olmak: süslenmek, reyâhin: fesleğenler Şair, "Bahçe, süslenmiş fesleğenlerle bezendi, meğer sevgili bu gece geleceğini bildirmiş." diyor. Bahçenin süslenmesini sevgilinin geleceği haberine bağlıyor. Halbuki bahçenin güzellik kazanması mevsimle ilgilidir.
"Hâk - i pâyine yetem der ömrlerdir muttasıl
Başını taştan taşa urup gezer âvâre su"
Çumra kanalının suları Beyşehir Gölünden çıkarken su rengindedir; Konya ovasında kan renginde. Siz buna, ovanın kırmızı toprağının rengidir diyeceksiniz; ben Dedemköylü Mehmet’le kardeşinin kanlarının rengidir diyeceğim.
Konya ovasının ufukları mavi değil, sapsarıdır. Siz bunun rüzgârın kaldırdığı tozlardan böyle olduğunu söy-eyeceksiniz; ben Konya hapishanesinde yatan Zağar Mehmet in benzinin sarılığından diyeceğim.
Sabahattin Ali
Yazar, Çumra kanalının suları ile Konya ovası ufuklarının rengini kendince bir sebebe bağlıyor. Asıl sebepleri de parçada belirtmiş. Demek ki hüsn-i talil sanatı düzyazıda da görülebilir.