Kullanıcı Oyu: 4 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin değil
 

 MESNEVİ

Sözlük anlamıyla “ikişer, ikişerlik” demek olan mesnevî aslı Arapça olduğu halde Arapçada kullanılmayan bir kelimedir. Edebiyatta aynı vezinde ve her beyti kendi-arasında ayrı ayrı kafiyeli nazım şekillerine Mesnevi adı verilmiştir. İki beyitten başlayarak 20-30 beyte kadar olan kısa mesneviler yazıldığı gibi, mesnevi şekliyle binlerce beyit süren uzun hikâyeler, kitaplar da yazılmıştır. Mesnevide beyitlerin ayrı ayrı kafiyeli olması yanında, her beytin anlamının kendi içinde tamamlanması ve öteki beyitlere geçmemesi de zorunludur. Beyitler arasında yalnızca konu birliğine dikkat edilmiştir.

Mesneviler daha çok “Fe'ilâtün fe'ilâtün fe’ilün”, “Fâ'ilâtün, fâılâtün fâ'ilün”, “Mefâ’ilün mefâ'ilün faulün, “Fa'ûlün fa'ûlün, fa'ûüln fa'ûl” gibi kısa vezinlerle yazılırlar. Uzun mesnevilere karşı daha az kullanılan kısa mesnevi parçaları bazen kaside yerine övgülerde (Örnek 1), lugaz ve muamma söylemede ya da küçük hikâye konularında yazılmışlardır (Örnek 2).

Her beytin ayrı kafiyeli olması yüzünden mesnevide büyük bir yazma kolaylığı vardır. Destanlar, uzun aşk hikâyeleri, şehrengizler, öğretici dinî ve ahlâkî konuların hep mesnevi şeklinde yazılmaları bu yüzdendir. Bu tür büyük mesnevilerde şöyle bir düzenleme görülür: Başta çoğunlukla kaside şeklinde, tevhit, münâcât, Hz. Peygamber ve Halifeler için söylenmiş na'tler, kitabın adına yazıldığı kişi adıııa bir övgü vardır. Sonra “Sebeb-i nazm-ı kitâb” başlığı altında eserin niçin yazıldığı anlatılır. Bu sebep genellikle ya Arap ve Acemde çok işlenen bir konunun o zamana kadar Türkçe yazılmaması eksikliğinin giderilmesi, bir şâir dostun ısrarı, ya da bir şairler toplantısında okunan tanınmış bir şairin eseri üzerinde başlayan bir tartışma sonundaki ısrarlı tekliflerdir. Şairler önce özür dilediklerini, böyle bir zor işi başarmağa güçlerinin yetmeyeceğini anlattıklarını, ama sürekli ısrarlar karşısında boyun eğip kabul ederek işe başladıklarım söylerler (Örnek 3).

Mesnevinin asıl konusu bölüm bölüm ve ayrı başlıklar altında anlatılır. Bu başlıklar genellikle Farsçadır. “Âgâz-ı dâstân”, “be-vücûd-âmeden-i Züleyhâ”, “Tetümme-i makâl ve bakiyye-i vasf-ı hâl”, “Vâkıf-şuden-i şâh be-keyfivyet-i hâl-i Cemşîd”. Başlıkların bazen Türkçe söylendiği de olmuştur : “Ol mâh-ı bî-günâhı çâha atduklarıdur”, “Bu Mecnûn-ı bîçârenün Ka’be'ye yüz urdugıdur ve münâcâtıyla sevdâsı artduğıdur” gibi. Şairler mesnevilerde konunun ve ahengin biteviye gidişini değiştirmek için arada, uygun düşen yerlerde gazeller de söylerler. Bazen kahramanların konuşmalarını gazel şeklinde söyler, yazılan mektupları murabbâ şeklinde verirler. Mesnevi, eserin adına yazıldığı kişi ya da şairin kendisi için bir duasıyla son bulur. Sonda çoğunlukla kitabın bittiği tarih, bazen toplam beyit sayısı, yazıldığı yer bildirilir.

Mesnevi şairlerinin bir kısmı çoğunlukla Nizâmî’yi örnek alarak beş mesnevi yazıp Hamse meydana getirmişlerdir. Hamseye “Penç-genc” de denilmiştir. Mesnevilerini altıya çıkarıp Sitte yapan şairler de olmuştur.

Eski edebiyatımızda kaside ve özellikle gazele daha çok önem verildiğinden, gazel şairleri yalnız mesnevi yazanların şairliklerini hafife almış ve açıkça küçümsemişlerdir.


Türk Edebiyatında Mesnevi

Türk edebiyatında ilk uzun mesnevi XI. yüzyılda Yusuf Hâs Hâcib (ölm. 1077)'in Kutadgu Bilig “Kutlu olma bilgisi” adlı eseridir. Mütekârib bahrinin “Faulün fa'ûlün fa ulün fa'ûl” kalıbıyla 1069 yılında yazılmış olan bu eserde, uygun yerlere dörtlükler sıkıştırılmış, sonuna da kaside şeklinde parçalar eklenmiştir. 6645 beyit tutan bu büyük eser, başında bir münâcât, na't ve eserin sunulduğu Tabgaç Buğra Han'a övgü ile başlar. Bu durumuyla eksiksiz bir mesnevi örneğidir. Kutadgu Bilig Güntoğdu adlı bir hükümdarın Aytoldı adındaki veziri ve onun ölümünden sonra oğlunun bir bilge kişiyle değişik konulardaki konuşmalarından meydana gelmiştir. Yazar, eserinde hayat görüşünü, felsefî fikirlerini söylemiş, hikmet dolu sözlerle iyi bir hükümdarın nasıl olması, insanları nasıl yönetmesi gerektiğini, iyi bir vatandaş, dindar bir insanın davranışlarını anlatmış, insanlara doğru yol gösterecek, mutlu olmalarını sağlayacak öğütler vermiştir.

XIII. yüzyılda Mevlânâ Celâleddin Rûmî (ölm. 1273)nin yazıldığı nazım şekliyle anılan 25618 beyitlik büyük eseri, Mesnevî-i Mânevî’si Farsça olduğu halde, Türk şairleri üzerinde yüzyıllar boyunca bıraktığı geniş etkisi bakımından sözü edilmeğe değer çok önemli bir eserdir. Mesnevi “fâ'ilâtün fâ'ilâtün fâ'ilün” kalıbıyla yazılmıştır. Bu yüzyıl sonunda Şeyyâd Hamza'nın 1529 beyitlik Yûsuf u Züleyhâ mesnevisi edebiyatımızın ilk aşk mesnevisidir. Sula (Suli) Fakih'in 4800 beyitlik büyük Yûsuf u Züleyhâ mesnevisi de Şeyyâd Hamza'nınki gibi “fâ'ilâtün fâ'ilâtün fâ’lün” vezniyle yazılmıştır.

XIV. yüzyılda Altınordu edebî alanında Kutb'ün Nizâmî hamsesinden yararlanarak ve kendisinden çok şeyler katarak yazdığı, Husrev ü Şirin mesnevisi de, daha sonra birçok kez yazılacak olan Hüsrev ü Şirin hikâyelerinin ilkidir.

Anadolu'da büyük mutasavvıf şair Yunus Emre (ölm. 1320-21)’nin Risâletü'n-Nushiyye adlı eseri “mefâ'îlün mefâ'îlün faulün” vezniyle yazılmış ahlâkî ve öğretici, 573 beyitli küçük bir mesnevidir (yazılışı 1307). Eserin başında ayrı bir vezinde küçük bir mesnevi parçası ve bir nesir kısmı vardır. Gülşehrî’nin 1317’de Attâr'dan çevirdiği ve birçok eklemelerle zenginleştirdiği Mantıku't-Tayr mesnevisi ile Âşık Paşa (ölm. 1332)'nın 12.000 beyitlik ve on bab üzerinde düzenlediği Âşık Paşa Divanı veya Maârifnâme diye anıları Garîbnâme’si, Mevlânâ tarzında temsilî hikâyeler ve aralarına sıkıştırılmış gazellerle, ahlâkî, tasavvufî bir eserdir. Mesnevi gibi “fâ'ilâtün fâ'ilâtün fâ'ilün” vezniyle yazılmıştır. Yüzyılın ortalarında Hoca Mes'ûd'un 5568 beyitli Süheyl ü Nevbahâr’ı (yazılışı Î350)89 ile Erzurumlu Darîr’in (ölm. 1393'den sonra) 2120 beyitli Kıssa-i Yûsuf mesnevisi (yazılışı 1366), Şeyhoğlu Mustafa (ölm. 1410)'nın 7903 beyitli Hurşîdnâme (Hurşîd ü Ferahşâd)’ı (yazılışı 1387) yüzyılın tanınmış aşk hikâyeleridir. Ahmedî (ölm. 1412), Firdevsî ve Nizâmî’den de yararlanarak Büyük İskender'in maceralarını 8.200 beyitle İskendernâme mesnevisinde anlatmış (yazılışı 1390) ve 4798 beyitle Cemşîd ü Hurşîd adlı aşk hikâyesini dile getirmiştir (yazılışı 1403)31. Emir Süleyman adına yazdığı Tervîhü'l-Ervâh, 10.000 beyitten fazla tıbba dair bir mesnevidir. Mehmed’in 1398 yılında yazdığı ve Hümâ ve Ferruh adıyla da anılan 8702 beyitli büyük Işknâme'si bu adla yazılmış mesnevilerin ilkidir.

XV. yüzyıldan başlayarak mesnevi, Türk edebiyatında hızlı bir gelişme göstermiştir. Yüzyılın başında Ahmed-i Dâ'î, manzum ve mensur pek çok eser yanında, en çok 1406 yılında tamamladığı Çengnâme mesnevisi ile tanınmıştır. Süleyman Çelebi (ölm. 1421-22)'nin 730 beyitlik Vesîletü'n Necât adını verdiği, yüzyılın en önemli eserlerinden biri olan Mevlid'i (yazılışı 1409), yazılmış pek çok mevlid içinde en tanınmışı ve yüzyıllar boyunca en çok okunanı olmuştur. Zaman geçtikçe öteki mevlitlerden de parçalar katılarak değişikliğe uğrayan Süleyman Çelebi Mevlidinde Münâcât, Vilâdet, Risâlet, Mi'râc ve Rıhlet bölümleriyle Hz. Peygamber’in hayatı, peygamberliği ve ölümü içli, dokunaklı bir dille anlatılmıştır. Eser, bir du'â bölümüyle bitirilmiştir. Mevlid, “fâ'ilâtün fâ’ilâtün fâ'ilün” vezniyle yazılmıştır.

Yüzyılın büyük şairlerinden Germiyanlı Şeyhî (ölm. 1428-1431 ?)'nin Genceli Nizâmî'den etkilenerek yazdığı ”Mefâ’îlün mefâ’îlün fa'ûlün” vezninde, 6944 beyitlik büyük Husrev ü Şîrîn mesnevisi Türkçe yazılmış Hüsrev ü Şîrîn’lerin en tanınmışı olduğu gibi, Harnâme adındaki 126 beyitlik küçük mesnevisi de ilginç bir mizah ve sosyal hiciv eseridir. Abdi’nin 1429'da yazdığı Câmâsbnâme mesnevisi de yüzyılın tanınmış eserlerindendir. 1449 yılında yazılan Yazıcıoğlu Mehmed (ölm. 1451)'in Muhammediyye'si, Mevlid gibi yüzyıllar boyu beğenilerek okunan ve sevilen eserlerden biri olmuştur. Edirneli Şahidi (ölm. 1476) Türk edebiyatının ilk ve 6446 beyitle en uzun Leylâ vü Mecnûn mesnevisinin sahibidir. Cemâlî'nin Hümâ vü Hümâyûn’u, Halîlî (ölm. 1485)'nin 1471'de yazdığı ve İznik'e yerleştikten sonra başından geçtiği söylenilen bir aşk hikâyesini anlatan Firkatnâme'si, Cem Sultan (ölm. 1495) 'm Selmân'dan Türkçeye çevirdiği 5374 beyitlik Cemşîd ü Hurşîd adlı mesnevisi (yazılışı 1477), bu yüzyılın tanınmış eserlerindendir. Yüzyılın sonunda artık Türk şairleri de Nizâmî gibi hamseler meydana getirmeğe başlamışlardır. Hamdullah Hamdî (ölm. 1503-04) gerçek bir mesnevi şairi olarak görünmüş, Nevâ’î ile aynı yıllarda Anadolu'da bir hamse meydana getirmiştir: Yûsuf u Züleyhâ. Leylâ vü Mecnûn, Kıyâfetnâme, Tuhfetü’l-Uşşâk, Mevlid. Bunlardan 6241 beyitlik Yûsuf u Züleyhâ'sı (yazılışı 1492) ve Leylâ vü Mecnûn’u (yazılışı 1500. 4220 beyit) hamse içindeki en tanınmış mesnevileridir. Sultan Bayezid II devri şairlerinden Hayâtî, Nizâmî'ye nazire olarak Mahzenü’l-Esrâr, Heft-Peyker, İskendemâme mesnevilerini yazmıştır.

Çağatay edebiyatında ise büyük şair, pek çok eserin sahibi Ali Şîr Nevâ’î (ölm. 1501) hamseyi de aşarak altı mesneviyi bir araya getirmeyi başarmıştır: Bunlar Hayretü’l-Ebrâr (yazılışı 1483), Ferhâd u Şîrîn (yazılışı 2484), Leylâ vü Mecnûn (yazılışı 1484 ?), Hikâye-i Behrâm u Gûr (Seb’a-i Seyyâre) (Yazılışı 1484), İskendemâme ve Muntıku't-Tayr’a nazire olarak söylediği 3500 beyitlik Lisânü't-Tayr mesnevileridir.

XVI. yüzyıl Türk edebiyatında en büyük mesnevi şairlerini yetiştirmiştir. Yüzyılın başında Mesîhî (ölm. 1512), edebiyatımızın ilk şehrengizi sayılan Edirne Şehrengizi; Tâcîzâde Câfer Çelebi (ölm. 1514-15), tarihi anıtları, gezinti yerleri ve güzellikleriyle İstanbul'u anlattığı “Mefâ'îlün mefâ’îlün faulün” veznindeki Hevesnâme (yazılışı 1493-94) adlı eseri; Benli Hasan diye anılan Ahî (ölm. 1517) Hikâye-i Şîrîn ü Pervîz ve Rivâyet-i Gülnûn u Şebdiz mesnevisi; Revânî (ölm. 1523-24), içki toplantılarının usullerini anlattığı küçük, zarif İşretnâme’siyle tanınmıştır. Câmî’nin hemen bütün eserlerini Türkçeye çevirdiği için Câmî-i Rûm diye de anılan Bursalı Lâmi'î (ölm. 1531-32) Salâmân u Absâl, Unsurî'den etkilenerek yazdığı 5981 beyitlik Vâmıku Azrâ, Gurgânî'den Türkçeye aktardığı Vîs li Râmin ve 1522 yılında bitirdiği Şemü Pervane mesnevilerinin sahibidir. Yine mesnevi nazım şekliyle yazdığı Bursa Şehrengiz’inde yaşadığı şehrin doğal güzelliklerini anlatmıştır. Hakîrî'nin Leylâ vü Mecnûnu ile Sevdâyî'nin 1514'de yazdığı Leylâ vü Mecnûn mesnevileri de bu yüzyılın eserleridir. Devrin büyük âlim ve tarihrihçisi olarak tanınan Kemâlpaşazâde (ölm. 1534) “Mefâ’îlün mefâ'îlün fa'ûlün” vezninde 7030 beyitlik Yusuf u Züleyhâ'sıyla mesnevide de kendini göstermiştir. Sayısız kaside ve gazelleri yanında Şem’ü Pervâne (yazılışı: 1524-25), Ahmed ü Mahmûd ve Şehrengiz’iyle Zâtî (ölm. 1546) yi ve Şehzâde Sultan Selim adına 1542 yılında 5430 beyitli bir Leylâ ve Mecnûn yazan Lârendeli Hamdî'yi de belli başlı mesnevi şairleri arasında saymak gerekir.

XVI. yüzyılın bütün öteki nazım şekillerinde olduğu gibi mesnevide de üstadı Fuzulî (ölm. 1556)'dir. 440 beyitlik Beng ü Bâde adlı senbolik mesnevisinde afyonla şarabı karşılaştıran ye Boza, Nukl, Kebab, Kuşüzümü, Nebiz, Arak, Berş gibi yiyecek ve içecekleri şahıslandırarak bir macera içinde anlatan Fuzulî, şArapla Şah İsmâl’i, afyonla da Osmanlı padişahı Sultan Bayezid'i anlatmak istemiştir. Fuzulî, ayrıca divanı kadar sevilmiş ve okunmuş olun “Mef’ûlü mefâ'ilün fa’ûlün” veznindeki 3036 beyitli Leylâ vü Mecnûn adlı mesnevisiyle de (yazılışı 1535) mesnevi edebiyatımıza bir şaheser kazandırmıştır. Her üç edebiyatta Fuzulî’ye kadar ve ondan sonra da pek çok kez yazılmış olan bu hüzünlü aşk hikâyesi onun kaleminde başka bir değer kazanmış, Mecnûn'la Leylâ'nın daha okulda başlayan maddî aşkı, eserin sonunda İlâhî aşka dönüşmüştür. Fuzulî’nin eseri Türkçe yazılan Leylâ ve Mecnûn hikâyelerinin en güzelidir. Meyveleri konuşturduğu Sohbetü’l-Esmâr'ı da 200 beyitlik küçük bir mesnevidir.

Hümâ ve Hümâyun ile Gül ü Bülbül (yazılışı: 1552) mesnevilerinin şairi Kara Fazlı (ölm. 1563), özellikle ikinci eseriyle ün kazanmış bir mesnevi üstadıdır. Tasavvufî Gül ü Bülbül mesnevisi gül ile bülbülün aşkını anla-tan ince, içli bir hikâyedir. Güneş, saba, mevsimler bu hikâyenin şahıslandırılmış kahramanlarıdır.

Yine bu yüzyıl şairlerinden Taşlıcalı Yahya Bey (ölm. 1582) müretteb büyük bir divanı da olduğu halde daha çok mesnevi şairi olarak tanınmıştır. Yahya Bey, Gencîne-i Râz, Gülşen-i Envâr, Kitâb-ı Usûl, Şâh u Gedâ' ve Yusuf u Züleyhâ adlarındaki beş mesnevisiyle bir hamse meydana getirmiştir. Gencîne-i Râz (yazılışı 1540-41) 40 makaleden oluşan, 3.000 beyitli dini ve öğretici bir eserdir. Gülşen-i Envâr (yazılışı: 1551; 2.900 beyit) sultanlığın şartları, gafillerin terbiyesi, dünyaya bağlılığın zararları ve kanaatin yararlan hakkında öğretici, eğitici bir eserdir. Bunda da arada öteki mesnevilerde de olduğu gibi ”tenbih”, “temsil”, “hikâye” başlıkları altında bazı olaylar anlatılmıştır. 3112 beyitli Kitâb-ı Usûl (Usulnâme)'de Yahya Bey, 12 “makam” ve 7 “şûbe” içinde adalet, zulüm, uzlet, velilik, doğruluk, selâmet, karanlık ve aydınlık, evlilik, günah... gibi konularda araya hikâyeler ve latifeler de katarak fikirlerini ve öğütlerini söylemiştir. Hamse içinde özellikle 5180 beyit tutarındaki Yûsuf u Züleyhâ'sı Türk edebiyatında bu konuda yazılmış mesnevilerin en güzeli sayılır. Yahya Bey'in Edime Şehrengizi ve İstanbul Şehrengizi de mesnevi şekliyle yazılmış eserlerdir.

Yüzyılın sonlarında Azerî İbrahim Çelebi öl. 1585)'nin 24 hikâyesini topladığı Nakş-ı Hayâl (yazılışı 1597) adlı mesnevisiyle, Hâkânî (ölm. 1606-07)'nin Hilye'si (yazılışı 1598-99. 716 beyit) tanınmış eserlerdir. Özellikle Hilye bu konuda yazılmış eserlerin en ünlülerindendir. Hz. Peygamber'in baştan ayağa bütün vücut yapısını, yüzünün ve ahlakının güzelliğini anlatan bu mesnevi, mevlid ve Muhammediye gibi çok Okunmuş bir eserdir.

Bu yüzyılda ayrıca Celâlzâde Sâlih (ölm. 1565) 1554-1555 yılında bir Leylâ ve Mecnûn; Abdurrahman Gubârî (ölm. 1566) de bir Yûsuf u Züleyhâ ve Bursalı Celîlî (ölm. 1569'dan sonra) 2019 beyitli bir Husrevü Şîrîn (yazılışı 1512) mesnevisi yazmışlardır. Halife (ölm. 1572)'nin bir Leylâ ve Mecnunu, İznikli Bekâyî (ölm. 1572) nin de bir Gül ü Bülbül (yazılışı 1565) mesnevisi vardır.

XVII. yüzyılda başlıca mesnevi şairleri olarak Ganîzâde Nâdiri, Nev'îzâde Atâ’î, Nâbî ve Sâbit’i görüyoruz. Ganîzâde Nâdiri (ölm. 1526-27), Divan'ından çok Mi’râciyye kasidesi ve Şehnâme mesnevisiyle tanınmıştır. Firdevsi’nin Şehname'siyle aynı vezinde, 2.000 beyitlik Şehnâme'sinde Türk şairlerinin kaside ve gazelde İranlıları geçtiğini ama mesnevide henüz onlara yetişmediklerini söyleyerek, bu eksikliği gidermek için mesnevisini yazdığını anlatmıştır. İçinde parlak beyitleri, canlı tasvirler bulunmakla birlikte, Nâdiri yalnızca Sultan II. Osman’ın tahta çıkışından başlayarak Hotin seferini, Padışah'ın İstanbul'a dönüşü ve iki şehzâdenin doğumunu anlatabilmiştir. Nev'îzâde Atâ’î (ölm. 1654) müretteb Divan'ı ve özellikle Şakâ'ik Zeyli gibi çok değerli bir eseri yanında Nizâmî Hamse'sine nazire olarak söylediği Hamse'siyle de ün kazanmıştır. Atâ'î hamsesi Sâkînâme diye de anılan Âlemnümâ, Nefhatü’î-Ezhâr, Sohbetü’l-Ekbâr, Hilyetü'l-Efkâr ve Hefthân adlı mesnevilerinden mey-dana gelmiştir. 1017 yılında yazdığı Sâkînâme'nin önsözünde, bir toplantıda İran şairlerinin kaside ve gazelde geçildiği, mesnevide ise geride kalındığı konusunda tartışıldığını ve Kâfzâde Fâ'izînin bu açığı kapatmak için kendisine sürekli ısrarı üzerine mesnevi yazmağa karar verdiğini söyleyen Atâ’î eserinde şArap, asma, kadeh, sürahi, pîr-i mugân ve meyhaneden sözetmiş, içki toplantılarını övmüştür. 1624 yılında yazdığı Nefhatü’l-Ezhâr’da 20 safha içinde padişahlann özelliklerini, güzel söz söyleyenler, soğuk latifeler yapanlar, âşıklar ve cömertler; Sohbetü'l-ebkâr'da (yazılışı: 1625) ise 40 safhada aşk, ibadet, tevâzu, fazilet, sadakat, iyilik, yalan gibi konular üzerinde durmuş, arada küçük hikâyeler de anlatmıştır. Hamsenin en önemli mesnevisi olan Heft-hân (yazılışı 1626), yanıp tutuşan bir aşığı oyalamak için arkadaşlarının anlattığı küçük hikâyelerden meydana gelmiştir. Atâ'î’nin mesnevilerinde önemli bir özellik İstanbul yaşayışlımı, halkm adetlerinin, mesire yerlerinin canlı tablolar halinde verilmesidir.

Yüzyılın ilginç bir mesnevisi de Edirneli Güftî (ölm. 1677-78) nin 1660-61 yılında yazdığı Teşrifatü’ş-Şu’arâ adındaki tezkiresidir. Edebiyatımızın tek manzum tezkiresinde Güftî, kendi zamanının 104 şairini; vücut yapılarını, bazı özelliklerini, zayıf taraflarım yer yer alay ve hicivle karıştırarak anlatmıştır.

Mesnevide bu yüzyılın en büyük şairi olarak Nâbî (ölm. 1712) yi saymak gerekir. Hayriyye, Hayrâbâı ve Sûrnâme adlı mesnevileriyle haklı bir ün kazanan Nâbî, Hayriyye’de (yazılışı 1701) oğlu Ebü'l-Hayr’a dürüst ve ahlâklı olmanın, hayatta başarı kazanmanın yollarım göstermiş, öğütler vermiştir. Bu arada eserde Nâbî'nin, yaşadığı devir ve değişik meslekler hakkındaki görüş ve düşüncelerini de görürüz. Hayrâbâd (yazılışı 1705) Şeyh Attâr Îlâhînâmesi'ndeki küçük bir hikâyenin genişletilerek yazıldığı bir mesnevidir. Nâbî, eseri Attâr'm bitirdiği yerde bitirmemiş, sonuna birçok eklemeler yaparak ve uzatarak karışık bir hale getirmiştir. Bu yüzden de başta Şeyh Gâlib olmak üzere birçok kişinin eleştirisine uğramıştır. Sûrnâme mesnevisi ise, 582 beyitle Sultan IV. Mehmed'in şehzadeleri ve kızı Hatice Sultan için 1675 yılında Edirne'de yapılan büyük düğünü anlatır. Nâbî, ayrıca kaside konularında kısa mesnevi parçalan da söylemiştir. Divan’nında değişik kişiler için söylenmiş 10 med-hiye mesnevisi vardır.

Sâbit (ölm. 1712), Zafernâme, Edhem ü Hümâ, Berbernâme, Derenâme, Amru Leys mesnevilerinin sahibidir. Bunlar içinde Kınm Hanı Selim Giray'm savaşlarını anlattığı Zafernâme (426 beyit) ve bir aşk hikâyesi olan Edhem ü Hümâ ötekilerinden daha çok tanınmıştır. Berbernâme (108 beyit), Derenâme (162 beyit), Amr u Leys (49 beyit) küçük, açık saçık ve değersiz eserlerdir. Sabit'in mesnevilerinin özelliği, halk dilinin kelimeleri, deyimleri ve atasözlerine fazlaca yer verilmesindedir.

XVIII. yüzyılda mesnevi şairi olarak Nahifi, Şeyh Gâlib, Sünbülzâde Vehbî ve Enderunlu Fâzıl belli başlı isimlerdir. Bu yüzyılda artık kullanılagelen eski ortak mesnevi konulan bırakılmış, yeni ve daha değişik konular ele alınmıştır. XVII. yüzyılda başlayan bu hareket sürdürülerek, İran'dan alman ve birçok kez yazılan hikâye konulan yerine daha güncel konular işlenmeğe başlanmış, az da olsa devrin bazı kurumlan eleştirilmiştir. Yüzyılın ilk Messnevî şairi Nahifi (ölm. 1738) manzum ve mensur birçok eseri olduğu halde daha çok Mesnevi Tercümesi (yazılışı 1730) ile ün kazanmıştır. Mevlânâ'nm altı ciltlik büyük eserini aynı vezinle beyit beyit Türkçeye aktarmakla hem çok büyük bir işi başarmış, hem de Türk edebiyatına büyük bir eser kazandırmıştır. Yüzyılın ve edebiyatımızın büyük şairi Şeyh Gâlib (ölm. 1738-99), Hüsnü Aşk (yazılışı 1783)'ıyla” mesnevi edebiyatımızın en büyük eserlerinden birini vermiştir. Hüsn ü Aşk, hikâyenin kuruluşu bakımından Fuzulî'nin Leylâ vü Mecnûn'u ve tasavvufu işleyişi bakımından da Hüsn ü Aşk mesnevileriyle benzerlikler gösterir.  Leylâ ve Mecnûn ile aynı vezinde yazılmıştır. 2101 beyitlik bu mesnevisinde Gâlib Dede, Hüsn, Aşk, Beni Ma-habbet, Mekteb-i edeb, Molla-yı Cünûn, Sühan, İsmet, Hayret gibi soyut kavramlara kişilik vererek yepyeni bir aşk hikâyesi yaratmıştır. Tasavvufî anlamıyla aşk, sâlik; hüsn, aynı zamanda Cemâl-i Mutlak olan Tanrı'dır. Mekteb-i edeb, tekke; Molla-yı cünûn, Gayret, Sühan ise Aşk’a sülük yolunda yardımcı olan mürşid durumundadırlar. Aşk, sevgilisine kavuşmak için türlü zorluklar çeker, başından sayısız olaylar geçer. Gayret ve Sühan hep onun yanında ve yardımcısıdırlar; onu türlü tehlikelerden kurtarırlar. Aşk, sonunda Diyar-ı kalbe varır ve sevgilisi olan Hüsne kavuşur. Böylece arada bir ikilik olmadığını anlar. Gâlib Dede, eserinin sonunda söylediği,

Tarz-ı selefe tekaüdüm etdim

Bir başka lügat tekellüm etdim

beytinde kendisinin de açıkladığı gibi, bu mesnevide zamanına kadar yazılmış olan eski aşk hikâyelerinden ayrılmış, hikâye kahramanlarım soyut kavramlardan seçerek senbollerle tarikatte ilerlemenin güçlüklerini ve salikin fenâfillaha ancak bir mürşid yardımıyla erişebileceğini anlatmak istemiştir. Eser bir şâir toplantısında Nâbî'nin Hâyrâbâd'mm aşırı derecede öğülmesi ve ona nazire bile yazılamayacağmın söylenmesi üzerine yazılmıştır. Şeyh Gâlib aralara sıkıştırdığı dört güzel tardiyye ile mesnevisine değişik bir hava vermiş, ayrıca ahenk ve değer kazandırmıştır.

Yine bu yüzyılda Şevk-engîz ve Lutfiyye mesnevilerinin şairi Sünbülzâde Vehbî (ölm. 1809-10), Tuhfe ve Nuhbe adlarını verdiği manzum sözlükleri yanında özellikle Nâbî'nin Hayriyye'sine nazire olarak söylediği Lutfiyye (yazılışı 1790-91)’siyle tanınmıştır. Vehbî, bu mesnevisinde Nâbî'nin yaptığı gibi oğlu Lutfullah'a nasıl yetişmesi, hangi mesleği seçmesi, iyi ve ahlaklı bir insan olması için neler yapması gerektiği hakkında öğütler vermiştir. Vehbî bu arada yaşadığı devrin sosyal hayatı, halkın yaşayışı, görgü kaideleri hakkındaki düşüncelerini de ortaya koymuştur. Fakat eserinde yeni bir fikir ileri sürdüğü ve Nâbî'yi taklitten ileri geçtiği de söylenemez.

Vehbî gibi yüzyılın sonuyla XIX. yüzyılın başında yaşayan Enderunlu Fâzıl (ölm. 1810) Hûbânnâme, Zenânnâme ve Defter-i Aşk adlarındaki üç mesnevinin sahibidir. Fâzıl, ilk eserinde dünyadaki birçok milletin erkek güzellerini, İkincisinde de kadın güzellerini anlatmış, bunlardan çoğunu övmüş, her milletin güzellerinin ayn yönlerini, özelliklerini belirtmeye çalışmıştır. Defter-i Aşk (393 beyit)’da da kendi aşklarını hikâye etmiştir. Her üç mesnevide de ilginç görüşler, güzel beyitler bulunmakla birlikte Fâzıl'm yer yer çirkin sözler kullandığı, adiliğe düştüğü de görülür. Bu bakımdan oldukça tanınmış olmalarına karşı, bu mesnevilerin fazlaca bir edebî değerleri yoktur.

XIX. yüzyıl başında Tanzimat edebiyatının başlamasından az önce yaşamış olan İzzet Molla (ölm. 1829) son mesnevi şairi olarak anılmağa değer. İzzet Mola’nm Mihnet-i Keşân ve Gülşen-i Aşk adlarında iki mesnevisi vardır. Şair, ilk mesnevisinde sürüldüğü Keşan'a giderken İstanbul'dan başlayarak uğradığı yerleri, yolda çektiği güçlükleri ve Keşan’da kaldığı sürede başından geçen geçen olayları anlatır. İzzet Molla, bütün üzüntüsüne rağmen olaylara hep alaycı bir gözle bakmıştır. İkinci mesnevisi Gülşen-i Aşk ise, Şeyh Gâlib'in Hüsn ü Aşk'ına nazire olarak yazılmış, 290 beyitlik küçük, tasavvufî bir eserdir.

İzzet Molla, mesnevinin son şairi sayılır. Tanzimatın ilânıyla başlayan ve batı edebiyatlarının etkisiyle gelişen Tanzimat edebiyatında mesnevi nazım şekli kullanılmamıştır.

 

 

 


MESNEVİLER

Ali Fuat Bilkan

ON sekizinci yüzyılda, şehrengiz, sakiname, miraciyye, hilye, mevlit ve manzum tezkire gibi türlerde önemli mesnevi­ler yazılmıştır. Bu yüzyılda eser veren mesnevi şairleri arasın­da Nev’izade Atayi, Simkeşzade Feyzî, Ganizade Nadiri, Faizî, Azmizade Hâletî, Neşati, Beyani, Nabi, Sabit gibi yüzyılın önde gelen sanatkârları yer almaktadır. Yüzyılın mesnevilerinde dikkat çeken en önemli husus, sosyal konulara yer verilmesi ve yerli, mahallî unsurların ön plana çıkmasıdır. Özellikle şehrengiz, surname, ta’rifat gibi türlerde devrin sosyal ve kültürel manzaralarına ve yerli konulara yer verilmesi, önemli bir yeniliktir. Dönemin birçok mesnevisinde gerçek konuların ve sosyal çevrenin esas alınması, sanatçının dönemin siyasi, sosyal ve kültürel konuları hakkın­da değerlendirmelerde bulunması, bir önceki asrın alegorik mesnevilerinden farklı bir anlayışın gelişmesine zemin hazırlamıştır. Bu asırda da Leyla vü Mecnun, Şah u Derviş, Yusuf u Züleyha ve Vamık u Azra gibi klasik mesneviler ve Mantık-ı Esrar, Gamze vü Dil gibi alegorik eserler kaleme alınmıştır. Ama bun­lar sayıca çok azdır. Esas itibarıyla, yüzyılın mesnevi türünün karakteristik özelliklerini belirleyen husus, şehname, manzum tezkire, şehrengiz, zafername, sakiname, miraciye, hilye vb. dinî, tarihî ve ilmî türlerde yazılmış eser­lerdir. Bu eserler, XVII. yüzyıl mesnevi edebiyatının, gerçek hayatla ilgili ko­nulara yer vermesi ve önceki yüzyıllardan farklı olarak yerli malzemeye yönel­mesini de göstermektedir.

Yüzyılın hilye türünde Neşati, Çevri ve Güfti’nin mesnevileri; Miracname’de Ganizade Nadirî’nin eseri önemli örneklerindendir. XVII. yüzyıl mes­nevilerinde, daha önce de belirtildiği gibi, bir önceki yüzyılın tercümeye da­yalı örneklerinden farklı olarak daha orijinal ve yeni konular işlenmiştir. Bu bakımdan bu dönem mesnevilerinde, tip, tasvir, dil ve anlatım bakımından da mahallî unsurlara yer verilmesi dikkat çekicidir.

XVII. yüzyılda hamse meydana getiren şairler yetişmiştir. Türk edebiyatın­da İran edebiyatının tesiriyle başlayan hamse geleneğinin son büyük temsil­cisi olan XVII. yüzyıl şairi Nev’izade Atayi (1583-1635), divan sahibi olmak­la beraber, daha ziyade hamsesi ile tanınmaktadır. Atayi, eserlerinin konusu­nu gerçek hayattan almıştır. Onun, taklit ve tercümeden kaçınarak hamselerinde mahallî unsurları ve döneminin sosyo-kültürel durumunu yan­sıtması, türün gelişimi bakımından önem taşımaktadır. Atayi’nin hamsesinde şu mesneviler yer almaktadır: Saki-name (Âlem-nüma), Nefhatü’l-Ezhar, Sohbetü’l-Ebkâr, Heft-Hân, Hilyetü’l-Efkâr (Kortantamer 1997). Bazı kaynaklarda (Gibb 1999: III-IV/170) şairin Hilyetü’l-Efkâr adlı eserinin yerine Divanı, be­şinci mesnevi olarak zikredilmektedir. Hatta bazı araştırmacılar, Atayi’nin dört mesnevi yazdığını ve hamse sahibi sayılamayacağını da iddia etmişlerdir. Ancak bizzat Atayi, eserlerinde hamse sahibi olduğunu ifade etmiştir (Kortan­tamer 1977: ı32). Atayi’nin uzun yıllar bilinmeyen beşinci mesnevisi Hilyetul- Efkâr’ın günümüzde sadece yüz on beyitlik bir bölümü elde edilebilmiştir. Agâh Sırrı Levend’in Tahir Olgun’un yardımıyla bulduğu bu eserin muhtevası, elde­ki bölümlerden yeterince anlaşılmamaktadır (Kortantamer 1997: 155-248).

Dönemin mesnevileri, lirik (âşıkane), temsilî (alegorik), tarihî-menkıbevi- destanî, yerli, eğitici (dinî-tasavvufi-ilmî) mesneviler başlıkları altında değer­lendirilecektir:

 

Lirik (âşıkane) mesneviler

XVII. Yüzyılın lirik (âşıkane) mesnevi örnekleri, genellikle bir önceki asırlarda ya­zılan aşk konulu mesnevilerin devamı niteliğindedir. Bu dönemde, Nabi, Fa­izi, Beyani, Kuburizade Abdurrahman Rahmi, Abdülcelil Zihnî, Ahmet Fasih Dede ve Sabit gibi şairler, lirik mesnevi türü içerisinde sayılabilecek eserler kaleme almışlardır. Ancak bu dönemde kaleme alman âşıkane mesnevi sayı­sının bir önceki yüzyıla göre daha az olması dikkat çekicidir. Bunun birçok se­bebi vardır. Yüzyılın şairlerinin, yeni üslup arayışları ve orijinal olma kaygısı bu sebeplerden biridir. Özellikle şairlerin sosyal hayatla ve reel çevreyle daha yakından ilgilenmeleri de mesnevilerin konu ve üslupları üzerinde etkili ol­muştur. Bu dönemin gelenek ile yeni konu bulma arasında kalan tipik mesne­vi örneklerinden biri olan Nabi’nin (Ö.1712) Hayr-abad'’, özellikle taklit, in­tihal vb. tartışmalara konu olması bakımından dikkate değer bir eserdir.

Hayr-abad, esas olarak Feridüddîn Attâr’ın (ö. 1230?) İlâhîname adlı ese­rindeki "Hikâyet-i Fahrü’d-dîn-i Gürgânî ve Padişahın Kölesi” (Gölpınarlı 1992: 142) adlı hikâyesinin birkaç vak’a eklenmek suretiyle genişletilmesin­den ibarettir. Nabi, bu eserini Halep’te yaşadığı sırada 1705 yılında kaleme al­mıştır. Eserin beyit sayısı, farklı yazma nüshalara göre değişmekle beraber, 1955 civarındadır. Hayr-abad, aruzun "mef’ûlü mefâ’ilün fe’ûlün” kalıbıyla yazılmıştır. Hayr-abad, Cürcan padişahı Hurrem Şah’ın âlim ve şair bir zat olan nedimi Fahr-i Gürcan’a çok güzel bir cariye olan Cavid’i hediye etmesi ve sonradan pişman olup cariyeyi geri almaya çalışmasını konu eder. Ancak Fahr-i Cürcan, padişahın pişman olacağını tahmin ettiğinden cariyeyi bir odada muhafaza ederek sabahı beklemiştir. Cavit, kapalı kaldığı odadaki mumlardan birinin devrilmesi ve odanın tutuşmasıyla yanarak bir avuç küle döner. Padişah da Fahr de bu duruma çok üzülmüşlerdir. Ama hikâye burada bitmez, Nabi, Molla Câmî’nin hikâyesine birkaç olay daha ekler ve hikâyeyi uzatır. Çâlak adlı bir hırsız, saraya bir lağım kazarak hâzineye ulaşmaya çalı­şırken, kazdığı tünel Cavit’in kaldığı odaya açılınca, Cavit’i kaçırmış ve böyle­ce onu yanmaktan kurtarmıştır. Böylece hırsızın takibi ve birçok maceralı olaydan sonra, hırsızın Cavit’i Şah’a sunmasıyla hikâye sona erer.

XVIII. yüzyıl şairi Şeyh Galip, Hüsn ü Aşk (Doğan 2002: 55-59) adlı eserinde, Hayr-abad'’ı orijinal olmayan ve Attâr’dan "çalıntı” olan bir eser biçiminde eleş­tirmiştir. Ancak Nabi, bu eserinde hikâyenin Attâr’a ait olduğunu ve kendisinin bunu biraz genişlettiğini de belirtmektedir. Hayr-abad, Şeyh Galip’in de belirt­tiği gibi, orijinal bir yönü olmayan ve eski bir aşk hikâyesinin Türkçe nazma ak­tarılmasından ibaret olan bir eserdir. Şeyh Galip, "birkaç güzel tabir bulup zifâfı tarif etmek erlik midir?” (Doğan 2002: 58) diyerek, Hayr-abad'takı bu tür ba­sitliklerin, beş padişahın dönemini görmüş bir "pîr-i fanî’ye yakışmadığım ve Osmanlı şairlerinin böylesine "müstehcen” ifadeler kullanmadıklarım ifade et­miştir. Galip’in, İran şairlerinin bu tür tasvirler yapmasını tabii görerek, bunu "Acem tarzı” olarak yorumlaması da ilginç bir tespittir: "Dersen ki Nizâmî-i girâmi / Etmiş o dahi bu iltizâmı / Ol tarz-ı Acemdir olmaz i’câb / Rindân-ı Acem gözetmez âdâb” (Doğan 2002,: 58). Demek ki aynı konuda İran ve Osmanlı şair­leri farklı tasvir ve anlatım üsluplarına sahiptir. Sanatçının "Acem tarzı” yo­rumlaması, aynı konuyu, yerli bir anlayışla yeniden işlemeye koyulan Osmanlı sanatkârının bakış tarzını ortaya koyması bakımından önemlidir.

Nabi’nin bu eseri, Hayrî-name ile mukayese edilmeyecek kadar zayıf bir eser olmakla beraber, konusunu bir halk hikâyesinden alması, atasözü, deyim ve bazı halk tabirlerini ihtiva etmesi, çok sıradan insanların vak’a kahramanı olarak seçilmesi gibi özelliklerinden dolayı önem taşımaktadır.

Yüzyılın son şairi kabul edilen Sabit’in (Ö.1712) Edhem ü Hüma (Karacan 1990) adlı mesnevisi, Ethem isimli bir gençle, hükümdarın kızı Hüma arasında geçen ıoo3 beyitlik romantik bir aşk hikâyesidir. Bu eser, aynı yüzyılda yaşayan Na’ti Mustafa Bey’in (Ö.1718) Ethemname'siyle benzerlikler taşımaktadır. Na’ti Bey’in Ethemname'si 1199 beyit civarındadır. Sabit’in Edhem ü Hüma'sı da aynı tertibe sahip olmakla, bu esere yazılmış bir nazire niteliği taşımaktadır. Nitekim Sabit, eserinin "sebeb-i nazm” kısmında, "çok güzel bahar tasvirleriyle anlattı­ğı İstanbul’da bulunduğu sırada, padişahın sır kâtibi Na’ti mahlaslı Mustafa Bey’in bir eser meydana getirdiğini görerek, daha önce başladığını söylediği Et­hem ü Hüma'y1 yazmaya karar verdiğim bildirir.” (Külekçi 1999: II/345).

Sabit’in mesnevilerinin aksine, bu yüzyılda kaleme alman bazı mesnevilerde, edebî zevk ve sanat kaygısı ön plandadır. Daha önceki dönemlerde işlenen aşk konularını tekrarlayan bu eserler arasında, Faizî’nin Leyla vü Mecnun u, Beyani’nin Şah u Derviş i, Kuburizade Abdurrahman Rahmi’nin (ö. 1715) Vamık u Azra adlı eseri, Abdülcelil Zihnî’nin Yusuf u Züleyha'sı, Ahmet Fasih Dede’nin Hüsrev ü Şirin ve Mahmut u Ayaz gibi mesnevileri sayılabilir. Aşk ve macera konularının iş­lendiği bu eserlerin, bir önceki dönemlere göre oldukça az sayıda olması, lirik mesnevi türünün zayıflamaya başladığım ve bunun yerine yerli unsurların ele alındığı sosyal temalı mesnevilerin yaygınlaştığım da göstermektedir. Temsilî (alegorik) mesneviler

Orta Klasik Dönem, mesneviler bakımından daha ziyade telif eserlerin yazıldığı ve şairlerin orijinal konu ve üslup arayışında oldukları bir yüzyıldır. Ancak sayılan az da olsa bu yüzyılda tercüme mesneviler de görülmektedir. Bunlardan biri Fedayi Dede’nin (ö. 1635-36), Feridüddîn Attâr’ın Mantıku’t-Tayr adlı eserinin tercüme­si olan Mantık-ı Esrar adlı mesnevisidir. Eser tam bir tercümedir. Fakat Attâr’daki hikâye tercüme edilmemiştir. Eserde yer alan "Hikâyet-i İskender” ise Fedayi’nin esere ilave ettiği bir hikâyedir. Alegorik bir eser olan Mantık-ı Esrar, Mantıkut-Tayr hikâyesinde olduğa gibi, kırk kuşun vahdet-i vücut yolculuğunu anlat­maktadır. Eser, 4609 beyitten oluşmaktadır (Külekçi 1999:3oo). Fedayi Dede’nin bu eserini, tasavvufi ve ahlaki ders verme amacıyla kaleme aldığı anlaşılmaktadır.

Bu yüzyılda Attâr’dan yapılan bir diğer tercüme de Ömer Fuadi’nin (ö. 1636) Bülbüliyye adlı eseridir. Mürettep Divanı ile tasavvufa dair pek çok manzumesi bulunan Ömer Fuadi, Feridüddîn Attâr’ın Bülbül-nâme adlı eserini Türkçeye ter­cüme etmiştir. 2150 beyitten oluşan eser, dinî-tasavvufi bir nitelikte olup kuşla­rın konuşturulması vasıtasıyla ilahî aşk ve vahdetin işlendiği bir mesnevidir.

Miraç-name, Gamze vü Dil ve Cevab-name adlı mesnevileri bulunan Simkeşzade Feyzî (0.11021/1690-91), özellikle alegorik nitelikteki anlatımıyla dikkat çek­mektedir. Feyzî, tasavvufi ve ahlaki nitelikli Gamze vü Dil mesnevisini 1654’te yaz­mış ve 1648 -1687 yıllan arasında hüküm süren IV. Mehmet’e sunmuştur. 2241 be- yitlik eserde 45 başlık bulunmaktadır. Feyzî, Dil adındaki bir dervişin, Muhabbet vadisinde dolaşırken Vücut adlı bir şehre rastladığım anlatarak başladığı eserinde tasavvufi hakikatleri sembolik bir dille ifade etmektedir (Külekçi 1999:341-343).

Tarihî-menkabevi-destani mesneviler

XVII. yüzyılın önemli şairlerinden olan Güfti (ö. 1677), türün önemli örneklerin­den sayılan bir manzum tezkire kaleme almıştır. Güfti Tezkiresi olarak da anılan bu eserin adı Teşrifatü'ş-Şu’ara’dır. İpekten, 2400 beyiti olan eserin "1660-61 yılla­rında tamamlanmış olabileceği”ni belirtmektedir (1988:131). Türk edebiyatındaki ilk manzum tezkire olan bu eser, XVIII. yüzyıl şairi Müminzade Ahmet Hasip’in Silkü’l-Le’âl-i Âl-i Osman (Coşkun 3003a) adlı manzum tarihindeki şairlerle ilgili kı­sımla birlikte, türünün şimdiye kadar bilinen iki örneğinden biridir. Güfti’nin ese­rinde, çağdaşı olan 106 şairin tanıtımı yer almaktadır (Yılmaz 3001). Bu eser, man­zum bir tezkire olmakla beraber muhteva ve üslup bakımından da önem taşımaktadır. Güfti, ele aldığı şairlerin hayatları ve sanatlarım nükte, alay ve birta­kım sanatlı ifadelerle dolaylı yoldan anlatmayı yeğlemiştir. Onun üslubu, önceki as­rın tezkirecilerinden farklı olarak, daha içten, şahsiyeti ön plana çıkararak sanatçı­yı psikolojisiyle birlikte tanıtıcı bir niteliktedir. Teşrifatü’ş-Şuara'da şairlerin haya­tı ve edebî yönleri anlatılırken, şahsi hâlleri, karakter ve fiziki durumları da alaycı bir biçimde aktarılır. Güfti, şairlerin meslekleriyle ilgili bilgi verirken bile anlatı­mı, konuyla ilgili mesleki nüktelerle süslemeye gayret eder. Eserinde süslü ağda­lı bir dil kullanan Güfti, şairlerin hayatları, meslekleri, yaradılış özellikleri, psiko­lojileri, hatta giyim kuşamlarım ve davranışlarım da anlatmıştır. Eser bu özelliğiy­le, dönemin kültürel özelliklerim yansıtan değerli bir kaynak niteliğindedir.

Güfti, Varadin fethi münasebetiyle 646 beyitlik Zafer-name adlı bir mesne­vi de kaleme almıştır. Şairin Gam-name adlı eseri ise bir şikâyetnamedir. Va­radin kadısı iken 1653’de tamamladığı bu eseri, iki bin beyitlik uzun bir mes­nevidir. Hiciv muhtevalı Zelle-name adlı küçük bir mesnevisi ile Şah u Derviş adlı bir eseri de vardır. Şah u Derviş, devrin Şeyhülislamı Bahayi Efendi adına başlayıp tamamlayamadığı bir tercümedir.

Ganizade Nadirî, İran edebiyatında Firdevsî ile başlayan şehname geleneği­ni yazdığı tarihî bir eserle sürdürmüştür. Esasen Türk edebiyatında şehname türü yaygın olmayan bir türdür. Şair, Osmanlı tarihinin çok kısa bir bölümünü, I. Ah­met’in son yıllan ile II. Osman zamanındaki bazı olayları manzum olarak kaleme alarak bir mesnevi meydana getirmiştir. Ganizade Nadirî, 1956 beyitlik Şahname’sinde tarihî bir eserden ziyade, edebî değeri ön planda olan bir eser yazma is­teğim belirtir. Eserde I. Ahmet’in son zamanlarıyla, II. Osman'ın 1631 de başlayan Lehistan ve Hotin seferleri anlatılır (Külekçi 1989: 14-15). Ganizade’nin Şehname’si, hem gazavatname ve hem de fetihname özelliği taşımaktadır (Ganizade Na­dirî, Şehname-i Nadiri, Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmut, No: 5250)

Bu yüzyılda manzum tarihî eser örneklerinden biri de Cevrî’nin (1595-1654) Selim-name (Argunşah 1997) adlı eseridir. Şükri-i Bitlisi’nin 1533’te yazdığı mesneviyi 1637 yanında bir bakıma güncelleştirip yeniden düzenleyerek kaleme alan Çevri, kendi döneminin anlayabileceği bir fetihname oluşturmak istemiştir.

 

Yerli mesneviler

XVIL yüzyılın sonlarında yazılan Nabi’nin Hayrabad, Sabit’in Derename ve Berber-name gibi mesnevilerinde mahallî çizgiler ve yerli unsurlara önem ve­rilmiştir. Sabit, eserlerinde sokaktaki hayata, dedikodulara ve kaba ifadelere yer vermekle mahallileşme cereyanına zemin hazırlamıştır.

Sabit, yüzyılın sonunda yerli konulara yönelen, hatta sokak aralarına kadar girerek, hiç işlenmemiş sosyal hayata ait konulara şiirinde yer veren bir anla­yış sergilemiştir. Onun argo, hatta açık saçık anlatımlar içeren eserleri, bir sonraki yüzyılın mahallîleşme cereyanının da kaynağını oluşturmaktadır. Özellikle Dere-name adlı eserindeki konu, dil ve anlatım, Türk edebiyatında ilk kez görülen yeni bir anlayışı temsil etmektedir. 162 beyitlik eserin bir diğer adı da Hâce Fesad ve Söz Ebesi’dir. Eserin ana konusu sarkıntılıktır. Hâce Fesad, hi­leyle Ermeni karısını baştan çıkarmaya çalışır. Dere-name, basit bir konu etra­fında argo ifadeler ve zayıf teşbihlerden kurulu bir eserdir. Sabit’in diğer bir mesnevisi olan Berber-namede de benzer konular işlenmiştir. 93 beyitlik bu eserde, Çorlu’daki bir berber çırağının başından geçenler anlatılmıştır. Eser­de müstehcen ifadelere, bayağı teşbihlere ve argo tabirlere yer verilmiştir. Şa­irin 43 beyitten oluşan Amrü'l-Leys adlı mesnevisi, diğer iki eser gibi, kaba söz ve ifadelerin kullanıldığı folklorik bir eserdir. Sabit’in her üç mesnevisinde de basit konular etrafında sıradan kişiler anlatılmıştır. Bu eserlerde kullanılan dil ve üslup edebî zevkten uzak, basit söz oyunlarından ibarettir.

Bu dönemde yazılan şehrengizlerde de dönemin sosyal hayatına ait çizgiler görülür. Neşati’nin Edime Şehrengizi ve Tab’i ve Fehim’in İstanbul Şehrengizi, Gelibolu Vecihi’nin Gelibolu Şehrengizi gibi türün önemli eserlerinde, somut ve gerçek çevre tasvirlerine yer verilmesi, klasik edebiyatın gerçek çevreye açılması ve dış dünyayla ilgilenmesi bakımından önem taşımaktadır.

Neşati'nin (ö. 1674) Şehrengiz'i, 144 beyitlik kısa bir mesnevidir. Neşati, ese­rinde Edirne’nin güzelliklerini anlatır. Eserde Edirneli Çancızade, Emir, Okçızade, Yağcızade, Mustafa, İbrahim, Ahmet, Hacı, Halil, İsmail, Yakup, Mah­mut, Bayram isimli şahıslar, fiziki yönleri ve çeşitli meziyetleri ile anlatılmak­tadır. Eser, Neşati Divanı mn sonunda yer almaktadır (Kaplan 1996: 170-180).

XVII. yüzyıl, klasik şiirin popüler konulara yöneldiği ve folklorik türlerin gittikçe önem kazandığı bir yüzyıldır. Bilindiği gibi "surnameler, padişahla­rın erkek çocuklarının (şehzadelerin) sünnet düğünlerini, kızlarının veya kız kardeşlerinin evlenme düğünleri vesilesiyle yapılan sur-ı hümayunları anla­tan edebî eserlerdir. Bu eserlerin bazıları yalnızca sünnet düğünlerini; bazıla­rı yalnız evlenme düğünlerini; bazıları da hem sünnet, hem evlenme düğün­lerini birlikte anlatırlar.” (Arslan 2000: 431). Surnameler, dönemin eğlence kültürünü, yeme ve içme adabını, oyunlarını, çeşitli zanaat türlerini ve zevk­lerini yansıtan önemli folklorik eserlerdir. XVII. yüzyılda sayıları az da olsa, surname türünde eserlerin yazılması, edebiyatta görülen yerlileşme anlayışı ve sosyal hayatın şiire girmesi hadisesiyle de ilintilidir.

Bu yüzyılda Nabi’nin müstakil bir eser hüviyetinde olan Sur-name’si, Cevrî’nin kasidesi ve tarihi ve Na’ilî-i Kadim’in "Suriyye” kasidesi, türün başlıca örneklerini oluşturmaktadır. Bu dönemde surname türünde yazılmış müsta­kil mesnevilerden biri olan Nabi’nin Sûrname'si (Levend 1944), türün dik­kate değer örneklerindendir. Eser, IV. Mehmet’in emriyle, şehzadeleri Mus­tafa ve Ahmet’in sünnetleri münasebetiyle 1675 yılında yazılmıştır. Toplam 587 beyit olan mesnevi, "fe’ilâtün fe’ilâtün fe’ilün” vezniyle kaleme alınmış­tır. Şair, IV. Mehmet’in şehzadeleri için Edirne’de yapılan sünnet düğünü ile ilgili hazırlıkları, sadrazam ve vezirlerin getirdiği hediyeleri, yemek ve ikram­ları on beş gün devam eden şenlikleri ve eğlenceleri, mevlit ve sünnet töreni­ni kendine has üslubuyla anlatır (Levend 1944). Sur-name’nin tek yazma nüs­hası, İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi 1774 numarada 4ia-58b varakları arasında bulunmaktadır.

XVII. yüzyılda manzum seyahatname türünde iki eser tespit etmekteyiz. Bun­lardan biri manzum hac merasimlerini anlatan eserler içinde, en önemlisi sa­yılan Bahti’nin Manzume fi-Menasiki’l-Hacc adlı eseridir. Yazarı hakkında fazla bilgi bulunmamakla birlikte, eserin XVII. yüzyılda yazılmış olabileceği tahmin edilmektedir (Coşkun 3003b: 13). Devrin bir diğer hac seyahatnamesi de Hacı Seyyit Hasan Rıza’i’nin Tuhfetü’l-Menazili’l-Ka'be adlı eseridir. Bu manzume Aksaraylı Seyyit Hasan Rıza’i’ye atfedilmiştir (Coşkun 3003b: 16).

Nali Mehmet b. Osman’ın (ö. 1085/1674) 1673/73 tarihinde telif ettiği Tuhfe-i Emsal adlı letaif kitabı da yerli mesneviler arasında sayılmaktadır. Mesnevi na­zım şekliyle kaleme alınmış olan eser, mizahi anekdotlardan oluşmaktadır. 

 

Eğitici (dinî-tasavvufi-ilmi) mesneviler

XVII. yüzyıl mesnevilerinin birçoğunda, daha önceki yüzyıllarda görülmeyen bir biçimde, dönemin sosyo-kültürel hayatı ve siyasi konuları ele alınmıştır. Bu konuda Nabi’nin (ö. 1713) Hayn-name adlı eseri önemli bir örnektir. Yay­gın adıyla Hayriyye olarak bilinen eser 1701 yılında yazılmıştır. Nabi, eserim o sırada yedi yaşında olan oğlu Ebulhayr Mehmet Çelebi için kaleme almıştır. Ama bu görünen bir sebep olup eserin aslında dönemin siyasi ve sosyal konu­larına yönelik bir eleştiri olduğu kesindir. Nabi, eserinde oğluna güzel ahlak sahibi olması konusunda öğütler verip yol göstermekle beraber, "âyanların zulmü”, "ziraatın durumu”, "paşaların rüşvet alması”, "ilmiyenin çökmesi” gi­bi birçok sosyal ve siyasi olayı da açık bir dille ve cesur bir ifadeyle değerlendi­rir. Oğluna hayatta lazım olabilecek birçok konuda nasihat verirken, dönemin sosyal ve kültürel hayatından manzaraları da gözler önüne serer. Bu eser, XVII. yüzyılı anlamak ve tanımak için belge niteliği taşıyan önemli bir eserdir.

35 bölümden oluşan Hayri-name (Kaplan 1995), "fe’ilâtün fe’ilâtün fe’ilün” vezniyle yazılmış olup toplam 1660 beyittir. Mesnevide, bütün hayat tecrübe­sini oğluna aktarmaya gayret eden Nabi, eserinde kendi durumunu anlattık­tan sonra İslam’ın şartlarını izah ederek, oğluna dinî konularda yapması ge­rekenleri telkin eder. Eserde, ilmin değeri, Allah’ı bilme ve irfan yolu gibi ko­nulardan sonra İstanbul’un güzellikleri anlatılır. Bunların arkasından, eserde sırasıyla şu konular işlenir: Alay ve mizahın zararları, cömertlik, güzel ahlak, dedikodunun zararları, fala bakmanın zararları, içki ve uyuşturucu maddele­rin zararları, fazla süs ve ziynetin zararları, ayanların zulmü, yalan ve sahtekârlığın zararları, bahar mevsimi, güzel söz ve şiir, sabır, ziraatin durumu, pa­şalık ve paşaların durumu, kadılık, tavla ve satranç, divan hocalığı, iksir ve kimyanın zararları, söz taşımanın zararları, tıp ilminin durumu.

Burada dikkate değer husus, birbiriyle ilgisi olmayan konuların art arda di­zilişidir. Nabi, asıl maksadı olan sosyal ve siyasi tenkitlerini ustalıkla tabii an­latımın arasına yerleştirmiştir. Böylece şair, oğlu Ebulhayr’a öğütlerde bulun­makla birlikte, esas olarak XVII. yüzyılın siyasi durumunu tenkit etmeyi he­deflemiştir. Oğluna meslek seçimi, evlilik ve toplumda sergileyeceği tavır ve davranışlar konusunda yol gösteren şair, onun sağlam bir dinî terbiyeye sahip olmasını ister. Şair, israf ve sefahatin zararlarını anlatarak dönemindeki bazı mesleklerdeki yozlaşmaları izah eder. Sahte şeyhlerle, âyanlık, kassamlık, ka­dılık, paşalık gibi mevkilerde bulunanların durumlarını gözler önüne seren Nabi, oğlu için en ideal meslek olarak divan kâtipliğini seçer. Dönemin yöne­ticilerinin zulmünü, rüşvet, yalan, riya ve adaletsizlikleri cesurca anlatan Na­bi, bu eseriyle mesnevi edebiyatında, sosyal, siyasi ve ekonomik eleştirilere yer vermekle, önemli bir yenilik gerçekleştirmiştir.

Dönemin hamse sahibi şairlerinden Nev’izade Atayi’nin (ö. 1635) mes­nevileri de pek çok açıdan orijinal bir değer taşımaktadır. O, eserlerinde yaşa­nan hayatı anlatarak gerçekçi bir üslubu yeğlemiştir. Şair, ince fikirlere, etkile­yici sözlere ve duygu yüklü ifadelere önem vermiştir. Atayi’nin eserlerinde de­yim, atasözü ve ders verici öğütler dikkat çekmektedir. Onun, mesnevilerinde orijinal kalmaya özen göstermesi ve önceki şairlerin etkisinde kalmamaya gay­ret etmesi, XVII. yüzyıl mesneviciliğinin önemli bir yönünü ortaya koymaktadır.

Edebiyat tarihimizde son büyük hamse yazarı kabul edilen Nev’izade Atayi’nin hamseciliği konusunda, şu değerlendirmelerde bulunulur:

"Atayi, konuda değişiklik, orijinalite peşinde koşar. Eski tarz aşk hikâyelerinden ve Şehname tarzındaki cihan fatihliği ve pehlivanlık konularından hoşlanmaz, tercümeye şiddetle karşı çıkar. Duygularda derinlik arar; tipler, konu ve mekân arasında uyum bulunmasına önem verir. Bir eserde ma’nâ, güzellik, incelik, ol­gunluk ve gerçekçiliğin bağdaşmasını, yaşanan hayatın yansımasını ister. İran şiirinin karşısına Türk şiirinin bilinçli bir temsilcisi olarak çıkar; ama bir yan­dan da eski büyük şiir üstadlarının değerini bilir” (Kortantamer 1997: 419)-

Nev’izade Atayi’nin 1621-1625 yıllarını anlattığı Sohbetul-Ebkâr adlı mes­nevisinde devletin iç bünyesindeki bozulmayı, rüşvet, adam kayırma ve yol­suzluk gibi tahribatları ayrıntılı bir şekilde tasvir eder. Hamselerindeki siya­si mesajlar ve devrine ait tenkitler, Nabi’nin Hayriye’sinde ifade edilen hususlarla paralellik taşımaktadır. İlmiyenin bozulması, rüşvetin devletin bün­yesini sarması, mansıpların parayla satılması, değerli kişilerin bir kenara çe­kilerek yönetimden uzak durması gibi konular, tipik bir XVII. yüzyıl manzara­sını yansıtmaktadır. Atayi, mesnevilerinde anlatımın tabii akışı içerisinde çektiği sıkıntıları, şahsi durumunu ve çevresinde olup bitenleri de tabii ve akıcı bir dille nakleder.

Atayi’nin 1625 yılında tamamladığı Nefhatü'l-Ezhar, genel olarak tevhit, na­at, münacat, telif sebebi gibi mesnevi bölümlerinden sonra yirmi bölüm (nef- ha) ve her bir bölüme uygun bir hikâyenin anlatıldığı yirmi destandan oluşan eğitici bir mesnevidir. Eserin yazılışı, şairin gördüğü bir rüyaya dayanır. Ata­yi, rüyasında dört mevsimin geçici olduğunu görür ve uyanınca dünyadaki fa­ni zevklerden kurtulmak gerektiğini düşünür. "Eser, tasavvufî bir mesnevi­dir. İhtiva ettiği konular mistik ve didaktik mahiyettedir.” (Karacan 1974:14).

Atayi’nin diğer eğitici mesnevisi Sohbetü’l-Ebkâr'da da aynı biçimde kırk sohbet ve her biri sohbetle ilgili olan kırk destan yer almaktadır. Dinî, ahlaki konuların işlendiği eser, 3000 beyitten oluşmaktadır. Sohbetü'l-Ebkâr'da aşk, ibadet, ilim, tevazu, çalışma, ölüm, himmet, kerem, cömertlik, ihlâs gibi ko­nular arasında, özellikle şairin dönemin sosyal, siyasi ve kültürel durumunu ima ettiği şu konuların işlenmesi dikkat çekmektedir: rüşvet, zalim hüküm­darlar, feraset, basiret, himmet, kerem, ihsan, gerçek muhabbet, sadakat, ya­lan, içkinin kötülükleri, hırs, edep vd. Şair, eserinin girişinde, kendisine Câmî’nin Sübhatü'l-Ebrâr adlı eserini Türkçeye tercüme etmesini teklif eden bir dostuna, tercümeye karşı olduğunu ve orijinaliteyi savunduğunu göstermek için bu eseri kaleme aldığını belirtmiştir. Nitekim Hamse’nin dördüncü mes­nevisi olan Heft-Hânın da yazılış sebebi, benzer bir gerekçeye dayanmakta­dır. Şair, Nizami’nin Heft-Peyker’indeki konu, tipleme ve mekân işleyişi ara­sındaki uyumsuzluğu eleştirerek, daha mükemmel bir eser ortaya koymak amacıyla Heft-Hân'ı yazdığını belirtir. Eser, konu, kahraman ve üslup bakı­mından Camî’nin eserinden tamamen farklıdır. Özellikle eserin mahallî un­surlar, İstanbul yaşantısı, halk inançları, hikâye ve masal unsurları, halk ta­birleri ve atasözlerini ihtiva etmesi, yerlileşme anlayışı bakımından dikkat çekmektedir. Heft-Hân (Karacan 1974), konu itibarıyla destanî bir mesnevi­dir. Mesnevide, halk inançları, masal ve hikâye unsurları, halk tabirleri, ata­sözleri ve tasavvufi öğeler geniş yer tutmaktadır.

Nakşî Ali Akkirmani’nin (Ö.1654) Gavriyye adlı eseri de dinî-tasavvufi konuların işlendiği eğitici mesnevi türünde değerlendirilebilir. Eser, 4039 beyit olup tasavvuf adap ve erkânı ile bazı dinî konuları içermektedir. Eserde ayet ve hadis metinlerinden sonra manzum izahlar yer almaktadır.

Bunların dışında, yüzyılın mutasavvıf şairlerinden Muhyittin Kadiri’nin di­nî, tasavvufi bir öğüt kitabı olan 75 beyitlik Nasihat-name'si, Karaçelebizade Abdülaziz Efendi’nin Gülşen-i Niyaz'ını ve Hilmi’nin Bahrü'l-Ma’arif adlı eserleri de dönemin eğitici mesnevileri arasında sayılabilir.

Yüzyılın ilk müstakil miraçnamesi Muslihüttin Vahyi’nin Miracü’l-Be- yan adlı eseridir. 414 beyitten oluşan eser, 1605-1606 yılında yazılmıştır. Eser, türün diğer örneklerinden farklı olarak tasavvufi bir muhtevaya sahiptir ve sufilerin tasavvuf yoluunda yaşadıkları hâl ve mertebeleri dile getirmektedir (Tatçı ve Kurnaz 2000: 14).

Yüzyılın diğer miraçname yazarlarından Simkeşzade Feyzî’nin (ı6?6- 1690-91) Mirac-name-i Resul-i Ekrem, adlı miraçnamesi, 196 beyitlik küçük bir eserdir. On bölümden oluşan bu miraçname 1649 yılında yazılmıştır. Eserde, bir kâmil zatın, şairin şeyhi Abdulahad Nuri Efendiye "miracın sırrı”, "Bu­rak’ın vasfı”, "Peygamber’in Burak’la nereye kadar gittiği”, "Kâbe Kavseyn’in anlamı” gibi konularda sorular sorduğu ve bunun üzerine şeyhin Feyzî’den bir miraçname yazmasını istediği ifade edilmektedir (Coşkun 1997: 28).

XVII. yüzyılın bir diğer miraçname yazarı da Abdülbaki Arif Efendi’dir (Ö.1713). Divan’ı ve Siyer-i Nebi adlı eseri de bilinen Abdülbaki Arif’in Miracname adlı eseri 321 beyittir. Eser 12 beyitlik tevhit ve 11 beyitlik münacatla baş­lar, sonra miraç kıssası anlatılır. Eserde mensur bölümler de yer almaktadır.

XVII. yüzyılda müstakil olmasa da divanlarda kaside, gazel veya diğer şiir türlerin­de; mesnevilerde ise bölüm olarak yer alan miraçnameler de bulunmaktadır. Kafzade Faizî’nin Leyla vü Mecnun’unda, İlmî’nin Manzume-i Kadızade sinde, Nev’izade Atayi’nim4iem-nüma, Nefhatü'l-Ezhar, Sohbetü’l-Ebkâr, Heft-Hân ve Hilyetü’l-Ef­kârında, Nabi’nin Hayriyye'sinde miraciyye bölümleri mevcuttur (Akar 1987: 126).

Bu dönem şairlerinden Ganizade Nadiri, Azmizade Hâletî, Nev’izade Atayi, Na’ilî-i Kadim, Neşati, Vadi Muhammed Çelebi, Fasih Ahmet Dede, Riyazî gibi şairlerin divanlarında miraciye konulu çeşitli şiirleri bulunmaktadır. Özellikle Ganizade Nadirî’nin Divanı’nda bulunan 76 beyitlik kaside ile, Şeh­name adlı eserindeki 66 beyitlik miraciye türünün önemli örneklerindendir (Ganizade Nadiri, Miraciyye, Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmud Bölümü, No: 5250). Yüzyılın mutasavvıf şairlerinden İsmail Hakkı Bursevi’nin de bir Miraciyesi bulunmaktadır (Süleymaniye Ktp. Hacı Mahmud Bölümü, No: 1867/?).

Bu yüzyılda hilye türünde de önemli eserler verilmiştir. Bunlardan Nev’izade Atayi’nin Hilyetul-Efkâr adlı eserinden daha önce bahsedilmişti. Yüzyılın diğer hilye örneği, Neşati’nin Hilye-i Enbiya'sidir. Eser, 187 beyitlik küçük bir mesnevidir. Neşati, bu eserini Hakani ve Cevrî’nin hilyelerinden hareketle kaleme almıştır (Ünver 1986: 12).

Bu dönemde Hilye-i Çihar-yar-ı Güzin adıyla türün önemli örneklerinden birini yazan Cevrî, eserinde dört büyük halifenin hilyelerini anlatmıştır. Eser, 145 beyitten oluşmaktadır. Bu eser kadar ilgi çeken bir diğer hilye örneği de Edirneli Güfti’nin (öl. 1677) Hilye-i Aşere-i Mübaşere (Süleymaniye Ktp. Laleli 1715/7) adlı mesnevisidir. Eser, hayatta iken cennetle müjdelenen on sahabe­nin menkıbelerini içermektedir. Eserde, 17 beyitlik kısa bir girişten sonra Hz. Hüseyin’den başlayarak dört halife ve diğer sahabelerin hayatlarına dair bilgiler verilmektedir (Külekçi 1999: 88).

Cevrî’nin döneminin astronomi ilmiyle ilgili bilgiler içeren Melhame adlı eseri, Yazıcı Salih’in Şemsiyye adlı eserinin yeniden nazma çekilmesinden ibarettir. Ancak Şemsiyye "fâ’ilâtün fâ’ilâtün fâ’ilün” kalıbında olduğu hâlde, Melhame "fe’ilâtün mefâ’ilün fe’ilün” kalıbıyla yazılmıştır. Ruz-name, zayirçe vb. eserlerin büyük bir ilgiyle okunduğu bu dönemde, Melhame de geniş bir kesim tarafından okunmuştur. Nitekim 1635 yılında yazılan eser, ilki 1855 yı­lında olmak üzere üç kez basılmıştır. Takvim, günler, ay ve güneş tutulması, yıldızlar vb. konuların işlendiği eser, sade bir dille kaleme alınmıştır. Cev­rî’nin on iki ayın özelliklerinden bahseden Nazm-ı Niyaz adlı iki yüz civarın­da beyitten oluşan başka bir mesnevisi daha bulunmaktadır (Ayan 1981: 27).

Yüzyıl şairlerinden Nâli’nin (Ö.1674) Miftah-ı Heft-kân adlı eseri de eğitici mesnevilerden sayılmaktadır. 1145 beyitlik eserde, yedi bölümü sembolize eden yedi "kân”da (bölüm), yedi konu ile ilgili ayet tefsirleri yer almaktadır. Şair her bölümde önce iki beyitle orada işleyeceği konuyu söyleyip Kur'an’dan ilgili bir ayeti zikrettikten sonra on beyitlik bir açıklama yapıp buna uygun hi­kâyeler anlatmakta, sonra da münacatla konuyu bitirmektedir (Külekçi 1999: I/34). Eserde sıdk, iman, ihsan, zikr, tespih, rızk gibi dinî ve tasavvufi konu­lar hakkında bilgiler verilmektedir. Simkeşzade Feyzî’nin de buna benzer bir mesnevisi vardır. Cevab-name-i Mevlana-p Mukaddis adlı 161 beyitlik bu eser, Feyzî’nin dinî sorulara nazmen verdiği cevaplardan oluşmaktadır. Eser 1649 yılında yazılmıştır.

XVII. yüzyılda Rızai mahlasıyla şiirler yazan İshak Tokadi’nin çeşitli ilim­lerle ilgili görüş ve değerlendirmelerini ihtiva eden Nazmu'l-Ulum adlı eseri, 409 beyitten oluşan hacimli bir eserdir. Şair, Arapça yazdığı eserini, "me­fâ’ilün mefâ’ilün fe’ûlün” kalıbıyla nazmen Türkçeye tercüme etmiştir.

XVII. yüzyılın ilmî eserleri arasında, -sayıları az da olsa- manzum sözlükler de sayılmalıdır. Genci Pir Mehmet, Haki Mustafa Üsküdari ve Hasan Rıza- yi’nin manzum sözlükleri, daha önceki yüzyıllarda da yazılmış manzum sözlük türünün bu yüzyıldaki devamı niteliğindedir.

Genci Pir Mehmet’in ı63ı tarihinde kaleme aldığı Genc-i Leal, iki bölümden oluşmaktadır. Eserin ilk bölümü Arapça-Türkçe ve ikinci bölümü ise Farsça- Türkçedir (Öz 1996: 390). Hâki Mustafa Üsküdari’nin yazdığı Menazimü’l-Cevahir, Arapça-Farsça ve Türkçe olup toplam 403 beyittir. Eser, bir giriş, 39 kıt’a ve bir hatimeden oluşmaktadır (Öz 1996: 391, Kartal 20o3: 3?). Hasan Rızayi’nin Kân-ı Ma’ani adlı Farsça-Türkçe manzum sözlüğü ise 716 beyitlik hacimli bir eserdir. 1671’de yazılan eser, özellikle tertip bakımından türün di­ğer örneklerinden farklılıklar taşımaktadır. "Her kıt’ası mesnevi nazım şek­liyle yazılan eser, 716 beyittir. Eserde 2;3i9 Farsça kelime nazmedilmiştir.” (Öz 1996: 300, Kartal 2003; 33).

XVII. yüzyılda yazılan mesneviler arasında sakinamelerin ayrı bir yeri var­dır. Bilindiği gibi sakinameler, sakiye hitap yoluyla, içki meclisinin ve bu meclise ait şarap, kadeh, sürahi, testi, meze, çalgı gibi unsurların anlatıldığı ve içmenin adap ve erkânından bahsedildiği edebî eserlerdir. Bu eserlerin bir kısmında maddi anlamda bir meclisten ve şaraptan bahsedildiği gibi, bir kısmında da sembolik bir anlatımla, tasavvufi aşktan, İlahi feyizden ve vahdet şarabından bahsedilmiştir.

Türk edebiyatında XV. yüzyılda Ahmed-i Dâi ve XVI. yüzyılda Revani Çelebi (Ö.1524) ile başlayan sakiname geleneği, XVII. yüzyılda zengin örneklerle de­vam etmiştir. Gerçekten de bu yüzyılın mesnevi nazım şekliyle yazılan en ilgi çekici türü, sakinamelerdir. "Revani’nin îşret-name si ile ulaşılan şekil, muh­teva ve çeşnideki eserler, şiirdeki yeni arayışların da etkisiyle, ancak XVII. yüzyılın başlarında boy gösterirler. Bunda, Hindistan’daki Babürilerin çevre­sinde ortaya çıkan ve Farsça yazmasına rağmen, İran’da hemen hemen hiç ta­nınmayan Zuhuri’nin 804 beyitlik Sâkî-nâme sinin Osmanlı şairlerince beğe­nilmesi de etkili olur.” (Kortantamer 1988: 86).

Yüzyılın sakiname örnekleri arasında sadece terkip-bent ve kaside nazım şe­killeriyle yazılmış örnekler de vardır. Türk edebiyatında bilinen 60 civarında­ki sakinamenin 19’u bu yüzyılda kaleme alınmıştır. Bu yüzyıl, şekil ve muhteva bakımından en gelişmiş ve olgun sakiname örneklerinin verildiği bir dönem­dir. Nitekim bir önceki asırda (XVI. yüzyıl) 10 sakiname ve bir sonraki asırda (XVIII. yyl) ise 7 sakiname yazılmış olması, XVII. yüzyılda sakiname türünün özel bir yere sahip olduğunu göstermektedir. Bu yüzyılda sakinamelerin dikka­te değer bir biçimde yaygınlaşması, aynı dönemde İran edebiyatında da türün popüler olmasına bağlayan görüşler de mevcuttur (Gibb 1999: 164). Ancak sa­kinamelerin şairler tarafından ilgi görmesinin tek sebebi bu değildir. Gerek farklı yenilik arayışları gerekse orijinal olma düşüncesi, şairleri sakiname, şehrengiz, manzum tezkire gibi yaygın olmayan türlere yönlendirmiştir.

Orijinal konu ve üslup arayışlarının eseri olarak ortaya çıkan sakinameler, aynı zamanda yerli konu ve malzemeye yönelmenin de bir göstergesidir. Bu yüzyılda sakiname yazan şairler şunlardır:

Kafzade Faizî’nin (Ö.1622) Saki-namesi, 168 beyittir. Eserde, klasik mesnevi geleneğinde bulunması gereken tevhit, münacat, naat gibi bölümler bulunma­maktadır. Faizî, "sakiye seslenerek başladığı manzumesinde şaraptan, şarap meclislerinden, dünyanın faniliğinden ve devrin vefasızlığından bahsederek fırsatların değerlendirilmesi gerektiğini ifade eder.” (Külekçi 1999: II/520) Rubai şairi olarak tanınan Azmizade Hâletî’nin (ö.1630) 520 beyitlik Saki­name’si türün önemli örneklerindendir. Eser, baştan sona tasavvufi bir muh­tevaya sahiptir. Azmizade Hâletî, babası Azmi Efendi’nin Şemsettin Muhammed’den tercüme etmeye başladığı, ancak bitiremediği Mihr ü Müşteri adlı eserini ancak beş yüz beyite kadar tercüme edebilmiştir.

Nev’izade Atayi’nin (ö. 1635) hamsesinde yer alan Saki-namesi, Âlem-nüma adıyla da bilinmektedir. Şair, bu eserinde klasik mesnevilerdeki konular dı­şında, yeni bir şeyler söylenmesi gerektiğini ifade eder. 1583 beyitten oluşan eser, 1617 yılında tamamlanmıştır. Ancak II. Osman’ın 1621 yılındaki lehistan seferiyle ilgili bir bölümün esere sonradan eklendiği anlaşılmaktadır. Eserin en önemli yönü, Osmanlı şiirinin İran şiiriyle karşılaştırılarak "eski­lerin bıktırıcı efsanelerine karşılık yeni konularla daha orijinal bir eser ya­zılması isteğidir. Atayi, eserinin 227 beyit tutan geniş bir bölümünde, İstan­bul Boğazı’nı, Rumeli ve Anadolu hisarlarım sanatkârane bir üslupla anlata­rak daha farklı ve gerçek hayatla ilgili bir konuyu işlemektedir.

Şeyhülislam Yahya’nın (Ö.1644) Türk edebiyatında önemli Sakiname ör­neklerinden biri olan eseri, 77 beyittir. (Kavruk 2001: 8-16). Bu eserin en önemli özelliklerinden biri, devrin Şeyhülislam’1 tarafından yazılmasıdır. Ancak eserin muhtevası tamamen tasavvufi olduğu için mey, saki, sahba, şa­rap, rint, cam gibi tabirler sembolik bir mahiyette kullanılmıştır. Yine de bir Şeyhülislam’m sakiname geleneği içerisinde bir eser yazmış olması önemli bir yeniliktir.

Riyazi’nin (ö. 1644) Saki-name'si, gerek hacim gerekse içerik bakımından türün en önemli örneklerindendir. 1608-1609 yılları arasında yazıldığı tah­min edilen eser, 1054 beyittir. "Zaman zaman araya rubailerin de serpiştiril - diği Sakîname’de XVII. yüzyıldaki bir eğlence meclisi gecesi anlatılmış ve meyhanesi, mutrıbı, çalgı aletleri, içki kapları, sakisi, meyhârı, gökyüzü, mahmurluğu, insanların psikolojik durumları ve hayata bakışlarıyla canlı bir hayat tasviri yapılmıştır. Bu hususiyetleriyle, Sakiname’de XVI. ve XVII. asır Türk sosyal hayatının izlerini bulmak mümkündür” (Açıkgöz 1990: 28).

Bu yüzyılda Selanikli Es’at (ö. ı633), Allame Efendi (Ö.1634), Sabuhi De- de’nin (ö. 1647) (San *995)» Şeyhülislam Bahayi’nin (ö. 1653), Cem’i Meh­met’in (ö. 1659), Tıfli’nin (ö. 1659) (Arslan 20o3: 36), Nazüki’nin (1686-87), Rüşdi’nin (ö. 1693-94) yazdığı Sakinameler, türün önemli örneklerindendir. Bu eserlerden bilhassa Tıfli’nin Sakiname’si, şairin mensup olduğu Bayramiye tarikatının silsilesini anlatması bakımından, türün farklı bir örneğini tem­sil etmektedir.

 

Kültür Bakanlığı Türk Edebiyatı Tarihi

 


 MESNEVİ ÖRNEKLERİ

Örnek 1: Kısa Mesnevî-Dîbâce-i Eş'âr-ı Gül-i Sad-Berg

 

Seherden seyre vardum murgzâra

Hezârân murg gördüm geldi zara

 

Gül ü lâleyle zeyn olmış çemenler 

Oyuna girdi gönlekcek semenler

 

Çü gördüm nakş-ı Erjeng oldı sahra 

Edüp bir nice rengîn şi'r peyda

 

Kadem basdum izâr-ı mihr ü mâha 

Ki tâ erdüm cenâb-ı Pâdişâha

 

Yüzüm sürüp çemenler gibi hâke 

Du'âlar eyledüm ol zât-ı pâke

 

Oluban bîd bergi gibi lerzân 

Nihâl-i erguvan-veş derledüm kan

 

Sunup bu nazmı dest-i Şehriyâra 

Gül-i sad-bergi irgürdüm bahara

 

(Hayalî Bey)

 

Örnek 2.Kısa Mesnevî. Küçük HikâyeHikâyet-i Leylî vü Mecnûn

 

Meğer bir gün ki âteş-i pâre-i Necd

Şerer pervanesi Mecnûn-ı pür vecd

 

Siyeh-mest-i şarâb-ı hayret olmış 

Kararmış gözleri Leylî'yle dolmış

 

Dolaşdurmış perîşân seyr-i râha 

Tutulmış kendüsi çün dâm-ı mâha

 

Dönüp ol şu'le-i cevvâle-i gam 

Yanup durmakda olmış şem'a hemdem

 

Düşüp çün mûy-ı zengî pîş ii tâba 

Bozulmuş genc-i târ-ı ıztıraba

 

Katup seyl-i sirişkin bahr-ı hûna 

Sükûn el vermiş ol cûy-ı cünûna

 

Olup hoşnûd kendü âteşinden 

Şikâyet etmez olmış mâhveşinden

 

Cefâdan nây gibi zâr etmez olmış 

Varup Leylîyi bîzâr etmez olmış

 

Olup fariğ dil-i dîvânesinden 

Usanmış vaz'-ı küstâhânesinden

 

Duyup ol berk-i sâmân ya'nî 

Leylî Gazabnâk eylemiş Kays'a tecellî

 

Demiş etdünse feryadı ferâmûş 

Gerekmez bana artık gûş u mengûş

 

Perîşân olmağı edüp tahayyül 

Senün-çün şânelenmişdür bu kâkül

 

Bu suretler senün-çün rû-nümâdur 

Nazar âyineye sanma sanadur

 

Hemân yan ağla Mevlâyı seversen 

Koma feryadı Leylâyı seversen

 

Meğer dîvâneye taş atdı Leylâ 

Komadı urmadık baş seng-i hârâ

 

Olur ma'şûk dâğ u zahme tâlib 

Nişan lâzımdır âşıklarda Gâlib

 

Mülevvendür hemîşe kâr-ı uşşak 

Meğer imdâd ede Hunhâr-ı uşşak

 

Kerem-hâhum cenâb-ı mevlevîden 

Vere bir neş'e şûr-ı ma'nevîden

 

(Şeyh Gâlib)

Not. Sayfanın hazırlanılmasında www.turceciler.com adresinden faydalanılmıştır.

 

SON EKLENENLER

Üye Girişi