Kullanıcı Oyu: 5 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin
 

MASAL ÖRNEKLERİ

DÜLGER KIZI

Evvel zaman içinde, hali vakti yerinde bir dülger varmış. Bu adamcağızın hiç çocuğu olmamış. Bir gün heves edip, ağaçtan kocaman bir kız bebek yapar, süs­ler, bezer: pencereye oturtur. Bu cansız kızı çocuğu gibi severmiş.

Günün birinde padişahın oğlu o evin önünden geçiyormuş. Bu kızı görür, âşık olur. Saraya dönünce annesini, dülgerin kızını İstemeye yollar. Zavallı dülgerle kansı ne cevap vereceklerini şaşırırlar. Gelen elçilere "Hele bir düşünelim." der­ler,

Düşünürler, taşınırlar, Ne etsinler? "Bu kız canlı değildir, ağaçtan bir bebek-tir"deseler, koca padişahın oğlunu aldattıkları için başları cellât edilir diye kor karlar. Ertesi gün gelen elçilere:

"Kızımızı Şehzadeye veririz, veririz ama, bir şartla." derler. "Kız gelin odasına girinceye kadar kimse görmeyecek..."

Padişahın sarayına elçiler bu haberi götürürler. Şehzade razı olur. Kırk gün kırk gece düğün dernekten sonra saltanat arabası gelini almaya gelir.

Dülgerin karısı da hayli akıllı imiş.

"Ben ne yapsam da başımızı bu dertten kurtarsam?" diye düşünürken bir ça­re bulur:"Yanıma ağır bir taş alırım. Irmaktan geçerken , geline bunu bağlar da ırmağa atıveririm. Dibe gidince arasınlar da bulsunlar..."

Ağaçtan kızı süsler, püsler, teller pullar. Anasından başka insan görmeyecek ya, kimse bir şeyin farkında değil. Arabalara binilir. Tam alay ırmaktan geçerken kadın taşı bebeğin beline bağlar da hızla arabanın penceresinden ûrlatır, feryadı da koparır:

"Aman yetişin, gelin suya düştü."

Alay duraklar, dalgıçlar ırmağı kolaçan etmeğe başlarlar. Ora, bura derken bunlardan birinin eline saç dolanır. Tutar çıkarır ki, ayın on dördü bir kız... Ara­bayı getirirler. Dülgerin kansı da bu işe şaşar, ama pek sevinir. Gelini yeniden giydirir, kuşandırır. Alay tekrar yola düzülür. Saraya gelirler. Gelinin odasına ka­dar dülgerin kansı çıkanr. Yanında biraz oturduktan sonra çıkar. Arkasından ka­pıyı kız hemen kilitler. Akşam olunca şehzade kapıya gelir ki kapı kilitli... Çalar, döver, yumruklar, nafile; kapı bir türlü açılmaz. Yalvarmaya başlar:

"Etme dülger kızı, yapma dülger kızı. Aç kapıyı ben geldim." Ne dese, nasıl yalvarsa kapı bir mümkün açılmaz. Şehzade de kızar gider. Sabah olunca annesi­nin yanma çıkar.

"Anne gidin, bana büyük vezirin kızım isteyin" der.

Annesi, biraz sabretmesini söylerse de şehzade dinlemez. Hasılı büyük vezirin kızı saraya gelin gelir.

Ertesi gün yeni gelin:

"Gidip şu benim ortağımı göreyim." diyerek açılmaz kapıya gelir, ama kapı ona açılıverir. Bir de bakar ki odanın ortasında peri gibi güzel bir kız oturmuş, sır ma saçlarından çektiği tellerle oynuyor,

Dülger kızı kalkar, misafirini buyur eder. Hoşbeşten sonra oturduğu yerden:

"Kahve çabuk piş de gel." diye seslenir. Kahve o saat, tepsinin üstünde pişmiş, hazır olmuş, vezirin kızının önüne gelir. Neyse, uzatmayalım, kahveler içilir. Kız bir daha seslenir:

"Tabak, bıçak!"

Tabakla bıçak tıngır mıngır gelirler. Kız: "Ya Allah, Ya Bismillah" deyip beş parmağını tabağın içine doğrar. Parmakların her biri birer körpe salatalık oluve­rirler. Vezirin kızı yiyip içtikten sonra kalkar gider. Dülger kızının kapısı gene ki­litlenir.

Ötede vezir kızı:

"Bana marifetlerini gösterdi... Bunda ne var sanki ben de yaparım." diyerek cariyesinden tabakla bıçak ister, Parmaklarını başlar doğramaya, ama parmakla­rı al kan içinde, düşer ölür, Şehzade bunu duyunca öfkelenir. Gene dülger kızının kapısına gelir:

"Etme dülger kızı, tutma dülger kızı, aç şu kapıyı, bir evlendim, ne yaptınsa yaptın, öldü gitti gelin. Açmazsan gider bir daha evlenirim." diye yalvarır, söyle­nir, bağınr; ama ne yapsa nafile, kapıyı bir türlü açtıramaz.

Şehzade bu sefer ikinci vezirin kızını alır. O da bir gün ortağını görmeğe gider. İkram izzetten sonra dülger kızı gene seslenir:

"Bir tava yağ, yan da gel."

Tavayla yağ, yanar gelir. Kız sol elini tavaya sokar, beş parmağı beş tane taze balık olur, kızarır, dumanı tüte tüte balıkları yerler, ama vezir kızı tadına doyamaz.

Vezir kızı:

"Ben de yaparım, bu da iş mi sanki? " diye odasına gider gitmez tavayla kızgın yağ getirtir, elini tavaya daldırmasıyla, cazır cazır yanması bir olur. Ölür gider. Şehzade bu işi Öğrenince gene çok kızar. Dülger kızının kapısına gelir:

"Etme dülger kızı, yapma dülger kızı, iki gelin aldım, ikisinin de kanma gir­din. Aç aç kapıyı. Bak gene evlenirim." derse de kapı açılmaz.

Şehzade bu sefer üçüncü vezirin kızıyla evlenir. O da Ötekiler gibi dülger kızı­nı görmeye gidince kız bu defasında:

"Tandır, yan da gel." diye seslenir. Kızgın tandır yana yana gelir. Dülger kızı bir bismillah çekip kendini tandıra atar, Bir sağa, bir sola döner. Kıpkırmızı bir kuzu tepsi içinde vezir kızının önüne gelir. Ama dülger kızı kendi de tandırdan sapasağlam çıkar. Yiyip içerler.

Vezir kızı odasına gidince kızgın bir tandır getirtir, içine kendini atar atmaz yanar, kül olur. Şehzade bu sefer: "Bunda bir iş var" diye düşünmeğe başlar. O ak­şam, böyle düşünceli düşünceli evine gidiyormuş, önüne bir ihtiyar çıkar.

"Ne o şehzadem? Gam benim, kasvet senin mi? Neyin var, niye öyle düşünce­lere dalmışsın?" der.

Şehzade:

"Ah babacığım, benim derdim kimlerde var ki?.." diye başlar başından geçen­leri anlatmaya, ihtiyar dinler, dinler de ona akıl verir:

"Şehzadem, akşama bir saat kala kapının Önüne gidersin; aman, bir saat son­ra bir sürü misafirim gelecek. Bana tez elden beş on türlü yemek yetiştir diye seslenirsin. Kapının dibinde oturur, içeriye kulak verirsin. Bak bakalım, içerde neler olup bitiyor?"

Bunları söyledikten sonra ihtiyar ortadan kaybolur. Şehzade de gelir dülger kızının kapısının önüne, ihtiyarın dediği gibi yapar, kapıya kulağını verir. Göre­lim içerde ne olup bitiyor?

Dülger kızı yemekleri hazır eder, Sofrayı kurar. Tabaklan, bıçakları yerli yeri­ne dizer. Şöyle bir sofraya göz gezdirir. Sofrada tuz, biber eksik... El çırpar, sesle­nir;

"Tuz, biber çabuk gelin."

Tuzla biber ise rafta "Ben Önce gideceğim, sen önce gideceksin" diye kavga ederlermiş. Dülger kızı bir bekler, iki bekler, gelen yok,. Öfkelenip bağırır;

"Ay-babamın, Gün-anamın başı için tez gelin. Yoksa varır ikinizi de ayağımın altında ezerim."

Bunun üzerine tuzla biber koşa koşa gelirler. Şehzade de kapının önünde bun­ları duyar, şaşırır kalır:

"Demek bu dülger kızı değil, perikızı imiş." diye aklı başına gelir.

Bu sefer kıza seslenir:

"Ay-babanın, Gün-ananın başı için kapıyı aç." der demez kapı açılır. Şehzade hemen kızın ellerine sarılır. Kız:

"Sen, bir padişah oğluysan, ben de bir padişah kızıyım, dülger kızı aşağı, Dül­ger kızı yukarı, beni hor görmek, üstüme evlenmek sana yakışır mıydı? " der. Ama, artık şehzade ile de barışır, Ay-babasının, Gün anasının adlarını andığı için.,.

Yeni baştan kırk gün kırk gece düğün kurulur, muratlarına ererler. Onlar ermiş muradına, biz de çıkalım tahtına. (Zaman Zaman İçinde)

Eflatun Cem Güney

İLGİLİ İÇERİK

MASAL ÖRNEKLERİ

MASAL

MASAL HAKKINDA

MASAL NEDİR?

MASAL ÖRNEĞİ-DOĞRULUK

MASAL ÖRNEĞİ- SABIRTAŞI

KAŞIKÇI BABA MASALI

TÜRK MASALLARI ÖZETİ - NAKİ TEZEL


SABIRTAŞI

(Bir padişahın üç kızı vardır. Bunlar, babalarına, biri geçkin, biri olgun, biri ham üç nar göndererek evlenmek dileğinde bulunurlar. Padişah onların bu uya­rışlarına biraz öfkelenerek biraz da uyanmış olarak üç ok gönderir. Saçlarını yay edip bunları atacak ve ok kimin kapısına düşerse onunla evleneceklerdir. Büyük ve ortanca kız vezir oğulları ile evlenirler. Küçük kız (Akçakız) sabırsız olduğu için, oku Kaf dağına düşer. Kız bahtının peşinden oraya giderek, Kocabey ile bu­luşur.)

(...)O sırada ne olur, nasıl olur, Akçakız'ın gözleri kamaş kamaş kamaşır; yu­mul yumul yumulur. Neden sonra Kocabey, iki eliyle iki gözünü siler de, başını kaldırıp bakar ki ne baksın! O üstü açık, dört duvarı yok yerde, kat kat üstüne bir sırça saray, dokuz kat göğe örülmüş gidiyor,

Akçakız, görür, gözlerine inanmaz; işitir, kulaklarına inanmaz; düşünür, aklı­na inanmaz. Bu defa üç yaş birden büyür, tam bir gelinlik kız olur. Şimdi üç kurt üç yandan kemirmeğe başlar onu:

"Bu yiğit bir yiğit ama peri mi desem, dev mi desem? Bu saray bir saray ama, büyü mü desem, sihir mi desem? Elim yiğide dokunuyor ama yalan gibi... Gözüm bir saray görüyor ama duman gibi..."

(Saraya girip otururlar, Kocabey kısa kendisini tanıtır:)

"Garibine gitmesin ama ben, yiğidin harman olduğu memlekettenim. Boyuma dev boyu, soyuma peri soyu derler. Dev damarım tutarsa her kalıba girer her kılı­ğa bürünürüm. Bugün bir kınalı kekliktim yarın bakarsın sürmeli geyik olurum. Ama bir var ki, âdem oğullan gibi ne ölüye ağlayabiliyorum, ne diriye gülebiliyo­rum. Anam, ağzının tadını pek bilmez ya, babam rahmetli, çok gezmiş çok bilirdi. "Dünyanın tadı bunlarmış" derdi. Sonra bana döner; "Benim oğlum, ben soyumu­za peri soyu karıştırdım, sen de huyumuza biraz insan huyu karıştır." diye öğüt verirdi.

(Kızın başına neler geldiğini bilmeyen babası ona acımaya başlar. Keloğlanı gönderip onu saraya çağırtır. Kocabey, kim olduğu bilinmesin diye bir güvercin şekline girerek Akçakız'ı alır, gelir, Kızkardeşîeri Akçakız'ı hor görmektedirler. Çünkü bir dağlı ile evlenmiş zannettikleri kızın kılık ve kıyafeti perişandır. Hâlbuki o sırada Kocabey, beyaz atlı bir yiğit olarak cirit meydanına çıkmış ve öteki kızların kocalarını perişan etmiştir, Akçakız, yine sabırsızlık ederek, kim olduğu­nu bilmedikleri bu yiğidin kendi kocası olduğunu söyler. Ama bu sırrı vermesiy­le büyü bozulur.)

Bir güvercin kanat vura vura gelir, kendini saray penceresinin dikenli teline çarpar; al kanlar içinde kalır.

O zaman gagasını bir yumar, bir açar:

-Sabırsız sabırsız! Hani ser verip sır vermeyecektin. Bana edip edeceğin bu muydu? Gayri yedi kat demir çank demir âsâ, ara ki bulasın beni, der ve yaralı kanadını çeke çeke çekilir gider.

(Akçakız da onun ardından "yiğidin harman olduğu" diyara doğru yola çıkar. Uzun zaman sonra oraya varır. Hekim kılığına girerek, sihirli bir su ile onun ya­ralarım sağaltır. Fakat Kocabey'in peri anası, bu kızın sabırsız Akçakız olduğunu anlamıştır. Oğlunu, halası kızı ile evlendirmek ve Akçakız'ı öldürmek ister. Onu olmayacak işlere koşar fakat kız, hepsinden Kocabey'in yardımı ile kurtulur. Son imtihan şudur:)

Daha ertesi gün kadın takıp takıştınr, yine kapıdan çıkarken Akçakız'a: -Bugün Kocabey'in toy düğün günü. Gelin getirmeye gidiyorum. Ben dönüp gelinceye kadar sen de iki ayağını uzatıp yatma. Hemen şuracıkta Karadağ derler bir dağ vardır. Bu dağda da, Tellibey derler bir dayıoğlu vardır. Dayıoğlunda da E ile C derler, kırk telinden kırk ses çıkarır bir saz vardır. Koş git, kırmadan al ge­tir.

Deyip gider, gider ama Karadağ da Akçakız'm başına yıkılır sanki. Velâkin ki­me ne desin? Derdini kime döksün? Şu uzak yâd ellerde bağrına bastığı sabır ta­şından gayri kimi kimsesi var mı? Çıkarır koynundan ona yüreğini boşaltır ama sabırtaşının yine de ne sesi çıkar ne soluğu. O zaman "Yazan kara yazmış benim yazımı; eeh, kader böyle imiş kime ne denir?", der, gözleri yağmur yaş, yüreği ateşten ateş yola düşer. Dokuz adım gider mi gitmez mi, yine yamacına Kocabey çıkar:

-Sabırsızım, neye ağlayıp sızlıyorsun, Sivas gibi kalen mi yıkıldı; kale gibi yi­ğidini mi kara yere verdin? diye sorar. Akçakız da:

- Ben ağlamayım da kimler ağlasın? der (ve peri anasının istediklerini nakle­der.)

- Koca başlı anam, E ile C diye seni gidip de gelmeyenlerin gittiği yere gönder­meğe kastetmiş ama, yine Allah yüzüne bakmış, haline acımış olacak. Sözünde durmazsa, sözümüz geçmezse de dayıoğluna nazımız geçer. Sen şimdi tuttuğun yolda yürü. Önüne iki ırmak çıkacak, birine Mısmıl ırmak derler, ötekine Mundar ırmak. İkisi de derindir, geçemezsin; geniştir yüzemezsin. Hele suları zehir mi de­din zehir ama: "Adın gibi ad tadın gibi tad var mı?" der de eğilir sularından üçer avuç içersen, ikisi de ayağına tozlu yol olur. Haa, az daha unutuyordum, bunların arasında bir de karaçalı vardır, dikeni ayağına batar: "Ne narin diken bu diken, gül sandım." dersin. Dalında baykuş öter: "Ne tatlı ses bu ses, bülbül sandım." dersin, bu da yol verir sana. Derken görünür Sivas'ın bağları, bağların üstünden de örtülüp gelir dayımgilin dağları.. Dayım seni görür görmez bıçaklan bırakır, dişlerini bilemeğe başlar ama bir kuru selâmımızı alınca E ile C'yi getirir verir. Hele sabreyle sabreyle, der...

(Akçakız E ile C sazını getirir. Düğün gecesi olunca da Kocabey bir kartal olup onu kanatları üstüne alır. Kaçarlar. Yolda onları, önce küçük, sonra büyük hala­ları bir bulut gibi kovalarsa da, Kocabey birer çare bulup onları atlatır. Fakat ana­sının elinden kurtuluş yoktur:)

Akçakız "Kara dağın üstünden kapkara bir bulut yuvarlanıp geliyor" deyince Kocabey'in kanatlan kırım kırım kırılır ve Akçakız'a:

-Gördün mü başımıza gelenleri. Bu bulut değil, benim kocabaşlı anamdır. Hu­yunu suyunu bilirsin, sırrına sır yetmez, yalana dolana gelmez; olanı biteni önü­ne dökelim, gayri bahtımıza! Ya eser savurur,,. demeğe kalmaz kendini yerde bu­lur ve nasıl bir vuruş vurur ki kıza, o bir gülfidan olur, kendi de bir sarı yılan! Der­ken koç başlı çukur yerde bir fidan, fidana sanlı bir yılan görür; varır başuçlarına aşığından atıp tutmaya başlar:

- Dolam dolam dolanma, bu yılan sensin, buram buram tütse de bu fidan odur ama şu misal ne misali? "Gülüme dokunma, yılan olur sokarım." diyorsan yanılı­yorsun. Yılan bile anasını sokamaz oğul. Gönül var otluğa konar, gönül var çöplüğe konar... Gönül işlerine karışılmaz ama bu kız senin eline su dökemez; yara üstüne bir yara daha açar. Gel etme eyleme, el kızı iline gitsin; biz de evimize dö­nelim, deyince, san yılan gül fidanından sıyrılır, koca başlı anasının ayakları di­bine kıvrılır.

(Kocabey o güne kadar başlarından geçeni bir bir anlatır ve ağlamaya başlar-Artık, insanlar gibi ağlamasını öğrenmiştir. Akçakızda, feleğin sillesini yiye yiye sabretmesini iyice bellemiştir. Koca başlı ana, bu yalvarışlar karşısında duygula­nır ve söyler:)

-Ay oğlum a koca başlı oğlum! Ben senin yük altında yumak yuğurduğunu ne bileyim? Bir gün, kırk yerinde kırk yara, çıkıp geldin. Beni bir sabırsız yaraladı, yaramı sen sar sen sağla, dedin. Saracağım kadar sardım ama sağlanacağı gibi sağlayamadım. Bir gün şu sabırsız dediğin, hekim oldu, hâkim oldu, yaranı tez el­den sağladı, sağladı ya, bir kere gözüm ondan korktu. Ne olur ne olmaz, bir gün yara üstüne bir yara daha açarsa diye, halan kızıyla başgöz edip başını eve obaya bağlamayı kurdum.

Velâkin sen ne edip de şu baba nasihatini daha önce bana çıtlatsaydın, bir de­diğini iki etmezdim. El kızının da günahına girip her işte yokuşa yormazdım. Ney­se mademki bu böyle, şunu da şöyle belle:

Sen nasıl benim oğlumsan gayrı bu da benim kızım. Tek canınız sağ olsun da yurdunuzu nereye dilerseniz oraya kurun..

Deyince, yılan kabuğundan sıyrılır; akgül dalından iner ikisi de kocabaşlı anaının iki elinden bir eteğinden öperler.

Ayrılacakları sırada anaları: "Şu son diyeceğim de kulaklarınıza küpe olsun "Oğul! Dev boylu, peri soylu, insan huylu oğul! Sade ağlayıp gülmekle insan in­san olsaydı, yeryüzünde insan olmadık kalmazdı. Bu dünya bir gemi akıl yelkeni, fikir dümeni, kullan kendini, göreyim seni. Bugünden geri adın Sabır Han olsun" der oğlunun alnından öper. Sonra:

"Kızım! Ak kızım akça kızım sır sabır dediklerinin ne sonu vardır ne sınırı! Sen her zaman her yerde sözünü bil pişir, ağzını dür duruştur. Güneşte duyduğu­nu gölgede söyleme. Dostunun dostu vardır, dostu yoksa postu vardır. Post duva­ra asılır, duvarın kulağı vardır kızım. Senin adın da Sabır Hatun olsun." der, kızı­nın da gözlerinden öper.

(Bundan soma iki sevgili, kızın yurduna döner evlenir, murat alırlar.)

P. Naili Boratav (Bu Toprağın Masalları, 1948)

 

İLGİLİ İÇERİK

MASAL ÖRNEKLERİ

MASAL

MASAL HAKKINDA

MASAL NEDİR?

MASAL ÖRNEĞİ-DOĞRULUK

MASAL ÖRNEĞİ- SABIRTAŞI

KAŞIKÇI BABA MASALI

TÜRK MASALLARI ÖZETİ - NAKİ TEZEL

 


 KELOĞLAN İLE DEVLER

Bir varmış bir yokmuş, eski zamanların birinde, bir nine ile oğlu varmış. Kafası kel olduğundan, herkes o oğlana Keloğlan dermiş.

Keloğlan, keyfine çok düşkünmüş, sabah erkenden kalkar, akşamlara kadar sinek avlar, fare kovalar, daha güneş batar batmaz, uyuz kediler gibi ocak başına büzülürmüş. İş, güç ne yaparmış, ne de severmiş.

Yaşlı annesi, oğlunun bu miskin, bu tembel huyundan çok dertliymiş. Birçok kereler yahut sayısız defalar uyarmış, ama Keloğlan hiç aldırış etmemiş, sineklere avlamaya, tavuklara kışlamaya, dev gibi fareleri de kovalamaya devam etmiş.

O kadar tembellik ediyormuş ki, keçileri ile eşeği bile yaylıma götürmemiş, hayvancıklar açlıktan ölmüş.

Yaşlı annesi, artık daha fazla dayanamamış, oğlum, uşağım dememiş, almış eline kocaman bir sopa düşmüş peşine. Neresine gelirse pat pat vurmuş. Neredeyse, Keloğlan’ın kafası kırılmış.

Keloğlan bakmış ki anasının dayaktan vazgeçeceği yok, acımadan öldürecek, canlı canlı da mezara gömecek. Ardına bile dönüp bakmadan kaçıp gitmiş.

Çok para kazanmadan eve dönmeyecekmiş. Az gitmiş, uz gitmiş, gide gide bir kasabaya inmiş. Karnı da çok ama çok acıkmış. Parası da ya azmış yahut hiç yokmuş. Bir kocakarının evine varmış, kapısını vurmuş, ekmek istemiş, yemiş... İş aramış, bulamamış, bir güzel de paylanmış. Geri dönmemeye pek kararlıymış ya, “Ne olur ne olmaz, dağlarda, ormanlarda lazım olur. ” diye düşünmüş. Bir demirci dükkânına varıp, kendine demir bir kılıç yaptırmış. Takmamış beline, almış eline. O kadar çok yol gitmiş ki, kaç köy, kaç kasaba geçtiğini unutmuş. Çok sessiz ve karanlık bir gecede, bir derin vadiye inmiş. Eli kılıcında, gözü sesteymiş. Bir gürültü ile irkilmiş. Kulak kabartmış, çok korkmuş. Bu sesleri daha önce hiç duymamış. İnmiş daha da aşağılara, gördüğü manzara, az kalsın aklını başından alacakmış. Birçok dev, bir arabadaymış. Durmadan konuşuyorlarmış. Meğer devler düğün yemeği pişirirmiş. Kocaman kocaman ocakları varmış. Ev büyüklüğündeki kazanların biri indirilip biri bindiriliyormuş. O kadar meraklanmış ki Keloğlan, daha yakından görmek için birkaç adım yürümüş. Her nasılsa devin birisi kendisini görmüş. Demir kılıç yaptırdığına çok sevinmiş. Ama bu kadar dev ile nasıl baş edeceğini düşündükçe, üzülmüş, korkmuş. Korkmakla olmuyormuş, yiğitliği tutmuş. Kendisine Bakınıp duran dev, çok neşeli bir kahkaha patlatmış, bütün dağları dalgalandırmış. Arkadaşlarına dönmüş, şöyle seslenmiş, “Bulduk, bulduk. ”Bir dev, “Ne buldun ” diye sormuş. Keloğlanı gören dev, ağzından salyalar akıta akıta, “Bir insan! ” demiş, “Bir insan! ”Başka bir dev, pek iştahlı imiş. “Çoktandır insan eti yememiştik. Ayağımıza kadar geldi. ” Hep birlikte bir “hey” çekmişler, Keloğlan ’ı yemeğe karar vermişler.

Keloğlan, bakmış ki durum ciddi. Kaçsa nereye kaçacak? Dövüşmeye kalkışsa beceremeyecek. “Şunları hele bir korkutayım. ” diye düşünmüş ve gayet sert bir sesle haykırmış: “Yüreğiniz varsa topunuz birden gelin! ”

Devler, yedi dağı titreten bir kahkaha atmış. “Acaba şu zavallı çocuk neyine güveniyor? ” diyen bir dev, Keloğlandın yanına çıkmış, demir kılıcı görünce irkilmiş, arkadaşlarına seslenmiş: “Hey dikkatli olun, Miron Padişahı’nın büyülü kılıcına benzeyen bir kılıcı var. ”

Bu sözler üzerine Keloğlan bayağı sevinmiş, hem de yalancı pehlivanlar gibi şov yapmaya, el kol sallamaya başlamış. Bir şeyler daha söylemiş: “Benden hatırlatması devler, acırım size, yazık olur hepinize. ” Devlerden biri biraz alaycı bir dille, “Çok kabadayılık yapıyorsun yavru insan. Enikonu bir kılıcın var. ” demiş. Keloğlan kılıcını havaya kaldırıp konuşmuş: “Şimdi kılıcımı iki kez sallarsam, hepiniz ölürsünüz. Çünkü zehir saçar. ” Çok korkmuş devler. Birkaç adım geri çekilmişler. Birkaç tanesi kaçıp gitmiş, birkaç tanesi korkusundan yerlere yığılmış. Bakmış ki söylediği her söz devler üzerinde büyük etkiler yapıyor, şöyle demiş Keloğlan: “Korkmayın, korkmayın! Eğer dediğimi yaparsanız kılıcımı sallamam. ” Bir dev, Emriniz olur Keloğlan. Hemen söyle ne istediğini. Yapmaya hazırız. Bize dokunma yeter ki. Ne olursun, yiğit delikanlı!”

O kadar çok şişinmiş ki Keloğlan, aç karnını bastıra bastıra emir vermiş devlere: En güzel yemeklerinizden bana güzel bir sofra hazırlayın bakalım. Hadi, durmayın daha öyle karşımda pısırık pısırık. Sallarsam kılıcı, sonunuz olur çok acı. ” Sevinmiş devler, bir de takla atmışlar kocaman kocaman gövdeleriyle. Titrek titrek konuşmuşlar. ‘‘Aman Keloğlan, kılıcı zehirli yiğit oğlan, dokunma bize, hemen sofranı hazırlıyoruz! ” demişler. Göz açıp yummaya kalmadan mükemmel bir sofra kurulmuş. Karnı çok aç olan Keloğlan, sofradaki yemeklerin tümünü yemiş. Biraz da yanma almış öteberilerden. Kalkmış yoluna giderken devlerden biri şöyle demiş: “Ey yiğit, seninle bir pazarlık yapalım mı?” “Ne pazarlığı? ” diye sormuş Keloğlan. “Şu kılıcını bize satar mısın? ” demiş dev.

Keloğlan ağırdan almış, işi iyice kıymete bindirmiş. “Hoppala... Oldu mu ya şimdi? Siz taşıyamazsınız ki onu. ” “Niçin taşıyamayız ki kılıcı? Biz çok güçlüyüz. ” diyen bir deve şu karşılığı vermiş:

“Üstelik o kadar pahalıdır ki bu, paranız yetmez. ” Yaşlı dev, “İki küp altına ne dersin Keloğlan?” diye sormuş. Bu öneri çok hoşuna gitmiş Keloğlan’ın. “Nerede altınlar? ” diye sormuş. Çok memnun kalan yaşlı dev: “Biraz ötede, Çengir Vadisi’nin düzlük yerinde. ” diye tarif etmiş.” “ Bir yahut sandık var. Altınlar o sandığın içinde. Bize yasak oralara yaklaşmak. Ama senin için bir sakıncası yok. Git ve al!”

Buna aklı yatmış Keloğlan’ın, şöyle karşılık vermiş: “Kılıcın ağırlığını azalttım. Özel bir duası var, onu okudum. Fakat zehir saçmasını engellemedim. Kılıcı şuraya bırakıyorum. Ben buradan tamamen uzaklaşıncaya kadar sakın dokunmayın. Çünkü kokumu alır almaz zehir kusar, benden hatırlatması. ”

Devler korkuyla karışık bir duyguyla, “Hay hay, emriniz olur Keloğlan, hele yürü git sen! ” demişler. Kılıcı yere bırakan Keloğlan, el sallayarak çekip gitmiş.

Çengir Vadisi ’ne varan Keloğlan, yakut sandığı bulmuş. Hemen omzuna alıp yola girmiş. Keyfinden de türkü söylermiş.

Biz bakalım devlerin haline.

Bir zaman sonra, kılıcı yerden almışlar, bir de bakmışlar ki ne zehir saçıyor ne de kesiyor. Kandırıldıklarını anlayan devler, bunu hazmedememiş. Bir insan yavrusunun oyununa gelmenin hırsıyla çileden çıkmışlar. Aralarından üç deve görev vermişler. Tutup Keloğlanı getirmelerini istemişler. Büyük bir intikam duygusu ile Keloğlan’ın peşine düşen devler, gitmiş, gitmiş, ama onu bulamamışlar. Yine devam etmişler, ama biri uçurumdan yuvarlanmış, biri yorgunluktan düşüp ölmüş. Üçüncüsü ise tek başına aramayı sürdürmüş. Keloğlan hâlâ gidermiş. Islığını da hiç kesmezmiş. Bir ormanlıktan geçerken, bir tilki ile karşılaşmışlar. İkisi de birbirini çok sevmiş. Selâmlaşmış, oturup iki laf etmişler. Tam bu sırada oturdukları yer titremeye başlamış. “Eyvah ” demiş tilki “Neler oluyor? ” Hemen, durumu arılamış Keloğlan: “Korkacak bir şey yok, bir dev bize doğru geliyor. ”

Fakat böyle derken tilkiye güvenirmiş Keloğlan. Yoksa korkudan az kalsın düşüp bayılacakmış. Yer sarsılmaya, havada toz bulutları belirmeye, ağaçlar da sallanmaya başlamış. Dev giderek yaklaşıyormuş. Keloğlan’ın yüzü gözü sararmış. Tilki, acımış arkadaşına. Biraz önce, erkeklik havaları atmasına zaten inanmamışmış. Moral vermek istemiş: “Buraların kralı benim Keloğlan, dev tek başına değil, ordusuyla gelse para etmez. ” Keloğlan sevinç içinde ellerini çırpmış, tilkiyi kulaklarından tutup sevmiş.

Tilki hesapsız yardım eder mi? Devin sıcak nefesi alev alev yüzlerini yalamaya başlamış, ama hâlâ tilkide bir hareket yokmuş. Keloğlan titremeye başlamış. “Etme tilki kardeş!” demiş, “Kurbanın olayım, kurtar beni şu devin elinden. ”“Ben seni kurtaracağım, ama sen de bana bir konuda yardımcı olacaksın. Anlaştık, değil mi?” demiş tilki.

Hiçbir şey düşünemiyormuş Keloğlan. “O iş o kolay, hadi artık ne yapacaksan yap! ” diye yalvarmış.

Tilki, havalara bakmış, etrafı dikizlemiş ve öyle bir ulumuş ki yer gök inlemiş. Bir anda yüzlerce tilki etrafına toplanmış. Bu kadar tilkiyi bir arada gören dev, korkusundan olduğu yere yıkılıp ölmüş. Tilki, yeniden ulumuş, yüzlerce tilki kaybolmuş. Keloğlanı bir düşünce almış, “Acaba tilki yakut sandığı ister miymiş? ” Tilki sitem etmiş, “Hâlâ ne istediğimi sormayacak mısın Keloğlan kardeş? ” Mahcup olan Keloğlan kuşkulu kuşkulu karşılık vermiş, “Sıkıntıdan hep unuttum, buyur seni dinliyorum. ”

 

Tilki anlatmış meramını: “Şu ileride bir ev ar. Bu evin avlusunda öyle güzel bir tavuk gördüm ki hâlâ unutamıyorum. Bembeyaz başı, altın gibi tüyleri var. Parıl parıl parlıyor. Kırmızı gagalarıyla rüyalarıma giriyor. Kaç defadır denedim, yakalayamadım. Kırk günden beri ortalıkta göremiyorum. Ne yap yap, bu tavuğu bana getir! ”

Tilkinin isteğinin yakut sandık olmamasına çok sevinmiş Keloğlan. “İstediğin buysa olmuş bil!” demiş hemen gitmiş. Araya sora, tavuğun sahibini bulmuş Keloğlan.

Selam vermiş. Yakut sandığı yere bırakmış. Tavuğun sahibi sormuş, “Nereden gelip nereye gidersin Keloğlan? ” “Uzaklardan gelip uzaklara gidiyorum ” diye cevap vermiş Keloğlan. Az sonra, çok güzel bir kızın, elindeki ayran tası ile geldiğini görmüş. Çarpılmış, başı dönmüş. Bakakalmış kıza. Ayranı başına dikmiş, üstüne başına dökmüş.

“Hah!” demiş, “Ben aradığımı buldum, altın küpü ve şu güzel kızı. Daha ne isterim ki! ” diye düşünmüş, tavuğu söylemeyi unutmuş.

Ev sahipleri “Bu sandığın içinde ne var?” diye sormuş. Keloğlan, “Altın var. ” diye yanıtlamış. Adamın gözleri fal taşı gibi açılmış, Bakışları sandıkta kalmış.

Mutlaka sahip olmak istemiş. Keloğlan’ın aklı fikri kızdaymış. Tilki bekleye bekleye ağaç olmuş, sinirinden ulumuş. Bunu işiten tavuğun sahibi “Avucunuyala!” diye söylenmiş. “Aaaa... Vay be!” demiş Keloğlan. “Ne var?” diye sormuş adam. “Ne öyle ay, vay deyip durdun? ” “Bir ses duydum. ” demiş Keloğlan, “Tilki sesiydi galiba. ” Asıl niyetini gizlemiş. Adamın sesi sertleşmiş: “Bıktım usandım bu pis düşmandan. Akşam sabah vurmak için bekliyorum, bir türlü denk getiremiyorum...” “Tavuğun, horozun çok mu ” demiş Keloğlan. “Hiçbiri umurumda değil. ” diye konuşmuş adam. “Yalnız beyaz başlı, kırmızı gagalı, altın tüylü bir tavuğum var ki!.. Tilkinin yüzünden kümeste ölecek. Görsen hele bir Keloğlan, dünyada bu kadar güzel tavuk yoktur. ” “Sat bana ” diyen Keloğlan ’a şöyle demiş adam: “Olur, ama pazarlıksız yumurta bile satılmaz. ”

Keloğlan, “Ne istersin?” demiş. Adam, “Sandıkla değişelim.” demiş. Keloğlan, “Çocuk mu kandırıyorsun? Hiçbir sandık altın bir tavuğa verilir mi be adam? ” Adam, “Sen özelliklerini biliyor musun tavuğumun? Ezbere konuşma. ” demiş. Meraklanmış Keloğlan: “Sahi mi, ne özellikleri varmış tavuğunuzun? ” “Çok güzel gıdaklar. ” diye cevap vermiş adam. Bir kahkaha atmış Keloğlan. “Gıdaklamayan tavuk mu olur? ” Adam, “îyi, ama benimki güzel gıdaklama yarışmalarında hep birinci gelir, çok para kazandım... ” “Bak, seninki sahiden pek hünerliymiş. Bir gıdaklasın da göreyim. ” demiş Keloğlan. Adam başını sallamış: “Şimdi olmaz. ” Keloğlan, “Neden olmazmış? ” demiş. Adam, “Tilki pusuda bekliyor, duymadın mı?” diye yanıtlamış. “Doğru, peki zaten kümesten çıkaramıyorsun, sat gitsin baha uygun bir fiyata. ” diye yeniden üstelemiş Keloğlan. Adam bu fikre bayılmış, “Öyle ya!” demiş içinden “Kümeste ölüp gidecek. ” Çelin bir pazarlık yapmışlar. İki kese altına anlaşmışlar. Tavukla birlikte sandığını da alıp yola koyulan Keloğlan, gidip tilkiyi bulmuş, tavuğu teslim etmiş. Çok teşekkür eden tilki, sevinçli sevinçli ormanlara doğru giderken Keloğlan da yakut sandığı omzunda köyün yolunu tutmuş. Keloğlan’ın bir sandık dolusu altınla geldiğini gören yaşlı anası, çok memnun olmuş, kucaklayıp bağrına basmış. Bir sürü de dualar etmiş. Keloğlan sandığı eve bırakmış. Anasına demiş ki, “Ne istersin ana, söyle de ineyim pazara. ” Birkaç yiyecek almasını söylemiş anası Keloğlan ’a. O da inmiş pazara. Doldurmuş çuvalları erzakla, yüklemiş eşeğine. Bütün köylüler şaşırmış bu işe. Artık herkes kızını vermek için sıraya girmiş. Anası da çok sevinmiş, ama Keloğlan, “Beni dün fakirken hor görenlerin kızını almayacağım ana, benim gönlüm, kırmızı gagalı, beyaz başlı, altın tüylü tavuğun sahibinin kızında, tez hemen istemeye git. ”

Anası, giyinmiş, kuşanmış, araya sora kızın babasını bulmuş. “Keloğlanın anasıyım, kızını istemeye geldim. ” demiş. Adam kızının böyle zengin birisi tarafından istenmesine öyle sevinmiş ki, hiç naz etmemiş, vermiş. Hemen süslemiş, allamış pullamış, katmış kızını yaşlı kadının yanına.

Bütün köyde herkese parmak ısırtan bir düğünle dünya evine girmiş Keloğlan. Çok mutlu bir ömür sürmüş karısı ve anasıyla.

(En Güzel Keloğlan Masalları, Emel İpek, Papatya Yayınları)

İLGİLİ İÇERİK

MASAL ÖRNEKLERİ

MASAL

MASAL HAKKINDA

MASAL NEDİR?

MASAL ÖRNEĞİ-DOĞRULUK

MASAL ÖRNEĞİ- SABIRTAŞI

KAŞIKÇI BABA MASALI

TÜRK MASALLARI ÖZETİ - NAKİ TEZEL


SEDEF BACI-EFLATUN CEM GÜNEY


Bir varmış bir yokmuş, Allah'ın kulu çokmuş. Develer tellal iken, pireler berber iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken bir padişah varmış; padişahın da üç oğlu, bir kızı varmış. Babalan dünyayı verseler vermez, tacından tahtından üstün tutarmış onları. Analarının gözünde de oğulları baldan tatlı, kızları da balın üstüne kaymak çalıyormuş ya balına, kaymağına doymadan gitmiş hatuncuk. Koca saray karalara boyanmış ama kara vezir:

"A devletlim! Kara gün kararıp kalmaz ya, gayri on parmağını kandil edip yakacak bir ana lazım bunlara!" demiş ve allayıp, pullayıp kara kızını padişaha vermiş, vermiş ama hangi parmağını kandil edip yakacak, kara vezirin kızının on parmağında on kara! Allah, böylelerinin şerrine uğratmasın. Padişahı avucunun içine alıncaya kadar cariyelerin bile yüzüne gülmüş; velakin yavaş yavaş saman altından su yürüterek karasını bulaştırmadık birini bırakmamış; ille üvey kızına öyle bir yağlı kara sürmüş ki, kırk dereden su getirmişler de yine çıkaramamışlar; öyle ya, iftira dediğin Kafdağı'ndan da yüce! Babasının bile gözünden düşürüp ocak başına attırmış onu.

Biri var ki bacı kardeş ciğerdir, birbirinden ayrılır mı? Geceleri baş başa verip başlarına gelenleri bir söyler, iki dökerlermiş...

Günlerden bir gün. Yine birbirine dert yanarken, üvey anaları olacak kadın, uğrun uğrun gelip de kapıyı, bacayı dinlemesin mi? Kuzgun misali üstlerine yürüyerek, "Bre baş belaları demiş; yine baş başa verdiniz de ne çorap örüyorsunuz başıma? Durun bir, öyle bir oyun edeceğim ki size, felek de beğensin."

Meğer kara vezirin kızının sade on parmağı on kara değil, büyücülük de geliyormuş elinden. Önce, nasıl büyülemişse büyülemiş onları. Sabah sabah üç şehzadenin üçü de birer kuş olup kanatlanmasın mı? Kara yazılı bacıları neye uğradığını bilememiş. Bir gözü havada, bekleyip durmuş ama ne bir kanat sesi ne bir kardeş nefesi. Cümle kuşlar yuvalarına dönmüş, onlar dönmemiş. Gayri, saray başına zindan olup:

"Ya dağ dağ dolaşır bulurum; ya da araya araya yollarında ölürüm; dünyaya geldim de ne buldum sanki!" demiş ve o gece sular uyurken bir fedai başını alıp yollara düşmüş. Az gitmiş, uz gitmiş; dere tepe düz gitmiş...

Allah'tan olacak bir de bakmış ki ne baksın. Üç kuş, üçü de akkuş, başının üstünde dönüp dolanıyor! Hemen kollarını açmış ama hiçbiri gelip de dalına konmamış, döndükçe dönmüşler başında...

Sihir bu ya! Meğer üvey anaları bunları öyle bir kuşa benzetmiş, öyle bir kuşa benzetmiş ki gün batıp da sular karardı mı ete, kemiğe bürünüyor; insan olup görünüyorlarmış. Gün doğup da ortalık ağardı mı tüye, teleğe geliyor; kanatlanıp uçuyorlarmış!

Ha işte o gün, döne döne yorulan, yorula yomla dönen bu üç kuş, ortalık kararınca üç kardeş olup bacılarının etrafını almış; başlamışlar birbirlerinin yüzünü gözünü öpmeye ve başlamışlar başlarına gelenleri sayıp dökmeye, gayrı gözlerine uyku girer mi?

Şafak sökerken:

"Bacı, bu kuş uçmaz, kervan geçmez yerlerde mesken tutup da ne yapacağız. Bu dağın ötesinde bir göl, gölün ortasında bir ada, adanın ortasında da bir oda var: Çam kokularıyla örülmüş, kuş sesleriyle döşenmiş bir oda; insan, değme saraylara değişmez onu. Gün doğunca seni kanatlarımıza alıp oraya götürsek nasıl olur? Dağda, belde seni bir yardan atarız diye korkma sakın; bindiğin kanat, kardeş kanadıdır, üvey ana parmağı değil!" demişler.

Sedef kızın canına minnet bu. Sabah sabah üç kardeş üç kuş olup kanat kanada vermiş; o da uyak misali, bu kanatların üstüne binmiş, süzülmüşler göğe doğru. Ve göz yumup açıncaya dek, inmişler inecekleri yere! Doğrusu cennet gibi bir yermiş ama kızcağız ne dal dal ağaçlara elini uzatmış, ne bal bal meyvelere. Kardeşleri pır deyip de havalanınca göklere, o da kendini atmış göllere. Meğer bu gölün suları her derde deva, her hastalığa şifa imiş. Sedef kız, "arılık duruluk" deyip de dalınca bir, ne alnının karası kalmış, ne yüzünün karası!

Kuş kardeşleri yazıdan, yabandan dönüp de onu öyle "sütten ak, sudan pak" görünce sevinçlerinden deli divane olmuşlar:

"Bacı bacı, aklardan ak bacı; seni üvey ananın yarasından, beresinden kurtaran Allah; bizi de onun tüyünden teleğinden kurtarırsa gayrı ömrümüz boyunca bu zümrüt sarayda güllerle gün, bülbüllerle düğün eyleriz!"

İnsan, ne hülya ile yatarsa o rüya ile uyanır. Önce yedilerden mi, kırklardan mı biri görünmüş Sedef kızın gözüne:

"Kızım ayrık otundan birer gömlek örer de giydirirsen kardeşlerine, evvel Allah, büyüleri bozulur, yine insan olup insan içine çıkarlar; ama bir şey var ki bunları örüp bitirinceye kadar kimseyle dünya kelamı etmeyeceksin. Haydi şimdi anla, dinle güveniyorsan bismillah deyip başla!"

Kardeşleri uçup gidince o da tutam tutam ayrık otu toplayıp birim birim gömlekleri örmeye başlamış. Akşamüstü kardeşleri dönüp de onu öyle ağızsız, dilsiz örgü örüyor görünce bunu bir manaya yoramayarak:

"O üvey ana olacak kara cadının eli her yere uzanır; dili her yana döner. Sakın ola, bu kızın yüzündeki yüz karası silinirse dilinde de dil yarası çıksın, diye büyü üstüne büyü yapmış olmasın?" deyip, arı gibi her çiçeğe konmuşlar, derde deva ot koymamış yolmuşlar ama bacıları ne örgüsünü bırakmış elinden, ne de bir kelam çıkmış dilinden.
Kuş kardeşlerinin hayalden, düşten haberleri yok ya, hele onlar devasını araya dursun, bir gün bir padişahın oğlu, o taraflarda salınıp seyran ederken yamaçtan yamaca Sedef kızı görmüş, gözlerine inanamamış. Hemen atını o yana sürmüş, "Hangi dağın gülü, hangi bağın bülbülü?" olduğunu sorup soruşturmuş ama ağzından bir çift söz alamamış. Bir bakmış: "Peridir bu!" demiş; bir bakmış "Dil bilmez biridir bu!" demiş. Ama ne olursa olsun, padişah oğlu, Sedef kıza öyle bir vurulmuş ki hemen toy düğün yapmayı düşünüp kendi eliyle bindirmiş atma.

Yolda, üç kuş peyda olup başının üstünde uçmaya başlamış; günden güneşten korumak ister gibi. Bu üç kuşun üç kardeş olduğunu bildiği yok ya, padişah oğlunun garibine gitmiş... Neyse, az gitmişler, uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler, gün akşam olmadan varıp saraya yetmişler.

Padişah, oğlunun bir dediğini iki eder mi, hele böyle mürüvvet görecek olduktan sonra. Daha o akşam davullar dövülmüş, düğünleri kurulmuş ama gel gelelim Sedef kız, ne allar giymiş, yeşil üstüne; ne kınalar koymuş, sedef üstüne, ilmek üstüne ilmek atıp gömlek üstüne gömlek örmüş, bir gün olur, rüyalarım çıkarsa diye.

Meğer gözdelerden biri, onu gözaltına almış, her hâlini yazıp not ediyormuş. Akşamın bir vaktinde padişah oğlunun yanma çıkıp, "A benim şehzadem demiş; şu senin nişanlın olacak kız ne bir peri, ne de dil bilmez biri. Lamı, cimi yok, ya büyücü, ya sihirbaz! Gündüzleri üç kuş gelip pencerede cik diyor; geceleri has bahçeye çık diyor; o da, o saatte çıkıyor ve neden sonra ayrık otu toplayıp dönüyor, dönüyor ama kim bilir başınıza ne çoraplar örüyor."

Padişah oğlu, Sedef kızın üstüne bir toz kondurmak istememiş ama üç gün üç gece kollayıp da söylenenlerin harfi harfine doğru olduğunu görünce neye uğradığını bilememiş. Hemen çağırıp sorgu suale çekmişler; ama biçare kız, ne örgüsünü bırakmış elinden, ne de bir kelam çıkmış dilinden. Her sorulan, bir damla yaş olmuş gözünde. Velakin onun gözüne, gözyaşına kim bakar gayrı. "Sükût ikrardandır!" deyip büyücülüğüne hükmetmişler; "Böylesi güzelin, güzelliği başını yesin!" deyip başını istemişler cellattan!

Cellatbaşı, son vasiyetini sormuş kızın, yine bir ses çıkmamış dilinden. "Vaktine hazır ol!" demiş, yine örgüsünü bırakmamış elinden, derken üç kuş gelip başının üstünde dönmeye başlamış. Cellatbaşı akıkarayı yitirip ne yapıp yakıştıracağını düşünür dururken Sedef kız ela gömlekleri örüp bitirmiş ve tutup bunları, bir bir kuşların üstüne atmış. Hikmet-i Huda, bu üç kuşun üçü de filiz gibi birer delikanlı olup bacılarının boynuna sarılmış. Görenler bunu da büyü mü sanmış, ne sanmışlarda, parmakları ağızlarında kalmış.

Ha işte o zaman Sedef Kız'ın ağzı dili açılıp: "Cellatbaşı, cellat taşı yerinden kaçmıyor ya, önceden önce beni padişahın huzuruna çıkar. Başıma gelenleri bir bir ona dökeceğim gayri, yine de başıma ferman eylerse ne yapalım, boynum kıldan ince." demiş ve gidip üvey ananın yüzünden çektiklerini iki gözü iki pınar anlatmış padişaha.

Padişah, Sedef kızın sedeften de arı bir kız olduğunu anlayıp kendi oğluna almış. Üstelik üç kızını da Sedef kızın üç kardeşine vermiş. Bunlar kırk gün kırk gece düğün eylerken öte yandan da üvey anaları olacak kara vezir kızının kırk katıra mı, kırk satıra mı verildiği haberi gelmesin mi! Eee, eden bulur, etmeyenler erer muradına, biz çıkalım kerevetine. Gökten üç elma daha düştü; başkalarının alnına kara sürmeyenlerin başına!

İLGİLİ İÇERİK

MASAL ÖRNEKLERİ

MASAL

MASAL HAKKINDA

MASAL NEDİR?

MASAL ÖRNEĞİ-DOĞRULUK

MASAL ÖRNEĞİ- SABIRTAŞI

KAŞIKÇI BABA MASALI

TÜRK MASALLARI ÖZETİ - NAKİ TEZEL

 


YOLCU İLE YILAN-PERTEV NAİLİ BORATAV
Bir kişi seyahate çıkmış. Yolda gidiyormuş, yorulmuş... Şöyle bir karaağacın dibine uzanmış: "Biraz surda dinleneyim." demiş. Karaağaçta da bir yılan... Ağacın altında adam ateş yakmış, alevler ağacı sarmış. Ağaç yanmakta. Yılan yukarda çığırıyor. Zavallı yılan yanacak ateşte. "Şunu kalkayım, kurtarayım." demiş adam. Kalkmış, yılanı kurtarmış ateşten. Bu sefer yılan gelmiş karşısına:
—    Ey insanoğlu, ben seni sokacağım.
—    Yahu, niye sokacaksın? Ben seni ateşten kurtardım ya.
—    Yok, sokacağım... Kurtarmasaydın.
—    Ey, mademki öyle, gideriz, üç yere danışırız, üçü de “sok” diye fetva verirlerse sen o vakit sok beni.
Kalkıyorlar, yola düşüyorlar. Giderken bir öküz görüyorlar. Adam diyor ki:
—    Ey öküz baba! Bu yılan ateşte yanıyordu, onu kurtardım. Bu sefer beni sokmak istiyor. Ben buna iyilik yaptım. Bu beni sokar mı? Sokmaz mı?
—    Sokar, diyor öküz. İnsanoğluna iyilik mi yarar? Bana bütün çiftini sürdürür sürdürür, ihtiyarladığım zaman götürür, kasaba verir, kestirir, insanoğluna iyilik yaramaz.
Ha, tamam, diyor yılan.
Biraz daha giderken yolları bir ırmağın kıyısına ulaşıyor. Diyorlar ki: “Şu ırmağa da soralım, bakalım.”
—    Ya mübarek ırmak, diyor adam. Bu yılan ateşte yanıyordu, ben bunu kurtardım. Şimdi beni sokmak istiyor. E, bu beni sokmalı mı? Sokmamak mı?
—    Tabi sokmalı, diyor ırmak. İnsanoğluna iyilik yaramaz. Sebep? Çamaşırını, her şeyini bende temizler, kendi de bende yıkandığı, benim suyumu içtiği hâlde, elini yüzünü yıkar da bir de yüzüme doğru tükürür.
—    Tamam, diyor yılan.
Giderken bir tilkiye rast geliyorlar, ona sesleniyorlar.
—    E dur bakalım tilki baba!
—    Bu yılan, diyor adam, ağaçta yanıyordu, ben bunu kurtardım. Şimdi beni sokmak istiyor. Bu beni sokar mı? Sokmaz mı?
Tilki bir işaret ediyor gizliden adama, "Bize var mı bir şey?" demek istercesine. Adam göz kırpıyor 'evet' der gibi. Tilki:
"Sokamaz." diyor.
—    Tamam! Son cevap sokamaz olduğu için beni sokamazsın, diyor insanoğlu. Yılan bırakıp gidiyor.
O zaman tilki adama soruyor:
—    Arkadaş, bana ne getireceksin sen?
—    Sana ben kırk tavukla kırk horoz getireceğim.
—    Peki, nereye getireceksin onları?
—    Yarın, falan yerde geniş bir tarla var, ıssız bir yer, git oraya. Sen orda beni bekle.
Adam kırk tazı koyuyor çuvalın içine, ertesi gün bunları sırtladığı gibi hadi bakalım tilkinin beklediği yere. Tilki de “kırk tavukla kırk horoz gelecek” diye sevinmekte. Adam gelince diyor ki:
—    Arkadaş, ben getirdim tavukları. Birer birer mi çıkarayım çuvaldan, yoksa hepsini mi dökeyim? Tilki:
—    Of, diyor, pek keyfim geldi. Dök, dök hepsini birden. Ben onların dağılanını sakalımı sallaya sallaya toplarım bir yere.
Adam o zaman: “Al Allah kulunu, zapt et delini!” diyor da çuvalın ağzını açıyor, bir döküveriyor. Kırk tazı çıkıp da Tilkiyi görüverince saldırıyorlar üstüne.
Tilki fırlamış, kaçmış, güç bela kurtulmuş tazıların ellerinden. Yüksek bir taşın başına çıkmış da:
Ey anasını sattığımın kafası! İnsanoğluna iyilik mi yarar? “Sokar” desem olmaz mıydı? Ben tavuktan da vazgeçtim, şu beni koştuğu eziyete bak.
Tilkicik yakayı kurtarmış ama insanoğluna da pek kızmış:
“Ey insanoğlu! demiş, ben de senin evinde, yurdunda, yuvanda her nerde bulursam tavuğunu, horozunu yaşatmayacağım.”
İşte o günden sonra insanoğlunun kümesinden tavuk çalmaya ahdetmiş tilki. Hâlâ da ahdinde duruyor.

 

 

İLGİLİ İÇERİK

MASAL ÖRNEKLERİ

MASAL

MASAL HAKKINDA

MASAL NEDİR?

MASAL ÖRNEĞİ-DOĞRULUK

MASAL ÖRNEĞİ- SABIRTAŞI

KAŞIKÇI BABA MASALI

TÜRK MASALLARI ÖZETİ - NAKİ TEZEL

 


ŞİNANAY HAVASI-TAHİR ALANGU

Kedilerin, köpeklerin bile dilini yuttuğu; İnsanların ağlamayı, gülmeyi unuttuğu bir devirde, ünlü bir davulcu varmış. Fakat davulunun çubuğu da, çomağı da yaslıymış. Ne şarkıya, türküye eşlik eder; ne de oyun havası çalarmış.


Günlerden bir gün, çocuklar toplanıp davulcuya gitmişler. "Davulunun çubuğunu, çomağını vursana, Ne olur bize bir oyun havası çalsana." diye rica etmişler. Davulcu, çocukları çok severmiş. Bu isteğe bir türlü "hayır" diyememiş. Davulunu boynuna asmış. Çubuğunu, çomağını eline alıp bir vurmuş, iki vurmuş. Üçüncüde, dağı taşı bir "ŞİNANAY HAVASI" doldurmuş. Gelin güzel çocuklarım, biz de ayak uyduralım. İyisini başımıza taç eyleyelim, kötüsünü uçurumdan aşağıya kaydıralım.
Görelim Keloğlan kimmiş. Suskunlar Ülkesinde neylemiş? Ağzı ballı Babacan, bu masalda ne söylemiş?


Eskiler sayıp söylerler, yeniler durup dinlerler ki; bir varmış, bir yokmuş. Varla yokun kimi aç, kimi tokmuş. Zamanın birinde, dünyanın bilmem hangi yerinde, insanların iyisi kötüsünden az, yolların yokuşu inişinden çokmuş. Hey hey iken bey bey iken. Koyunlar tüyü bitmedik kuzu, atlar boyu yetmedik tay iken. Denizler çekerek mekerek göl, şehirler ufarak teferek köy iken. Bilmem yarda, yamaçta; bilmem kırda, kıraçta. Ülkelerden bir ülke, şehirlerden bir şehir varmış. O ülkenin o şehrinde, o şehrin bir köy yerinde, aklı sivri kafası kel, sohbeti hoş, sesi güzel bir Keloğlancık yaşarmış.


Keloğlan iyiymiş, hoşmuş ama biraz oynakmış, hareketliymiş. Bir ipte, bir sapta durmazmış. Çat orda, çat burda görünürmüş. Onun belli bir yeri yurdu olmazmış.
Günlerden bir gün, gene aklına esip yollara yokuşlara düşmüş. Geceyi gündüze katıp dağlar aşmış, denizler geçmiş. En sonunda, Suskunlar Ülkesi derler bir ülkeye ulaşmış. Kimin yanma varsa kaçıyor, kime bir şey sorsa susuyormuş. Koskoca ülkede kendisiyle konuşacak bir tek kul bulamamış.


İnsanlardan umudunu kesince dönüp hayvanlara yönelmiş. Kedileri okşamak istemiş, tüylerini kabartıp geri kaçmışlar. Köpeklere ıslık çalıp oynaşmayı düşünmüş, kuyruklarını bacaklarının arasına kıstırıp uzaklaşmışlar. Horozları dinlemiş, ötmüyorlar. Bacaları gözetlemiş, tütmüyorlar. Çocukları aramış, bir teki bile gülüp oynamıyor. Pınarları taramış, gelinler kızlar gelip su dolduramıyor.


Aman Allahım! O güzelim köylü çoraplarının nakışları silinmiş, yüze gülmez olmuş. Binbir renkli dağ yamaçlarını andıran basmalar değişmiş, çadır bezleri gibi sararıp solmuş. Gönülden gönüle uzanan yollar tutulmuş, köprüler yıkılmış. İnsanlar birbirini sevip saymaz olmuş. Keloğlan ne yana varsa hiç kimse ağız dil vermiyormuş. Kime baş vursa eli böğründe kalıyor, sebebini bilmiyormuş.


O yana koş, bu yana seğirt derken gün bitip geceye dönmüş. Sokaklar iyice tenhalaşmış, evlerin ışıkları birer birer sönmüş. Keloğlan yorgun, bitkin ve umutsuz bir şekilde, bir ağacın dibine oturmuş. Bir uyku gelmiş, onu bu can sıkıcı hâlden alıp, hayal âlemine doğru götürmüş.


Az mı yatmış, çok mu yalan olmasın. Gün doğumunda uyanıp kendine geldiğinde, bir de bakmış ki ne görsün? Karşısında aksakalı göbeğinde, değneği nasırlı ellerinde bir ihtiyar duruyor. Önce inanamamış. Rüya mı görüyorum acaba diye düşünüp gözlerini ovuşturmuş. Sonra anlamış ki, bu gerçeğin ta kendisi. Silkinip kalkmış.

— İn misin, cin misin? Ne olursan ol, benimle konuş biraz. Bu ülkeden bahset. Bu insanların halinden haber ver diye ihtiyarın ellerine sarılmış. Güngörmüş, dem sürmüş dede, titrek ellerini uzatıp Keloğlanın omuzlarını okşamış. Sonra da oturup o ülkede olup bitenleri birer birer anlatmaya başlamış.


Meğer o ülkenin zalim mi zalim, hain mi hain bir padişahı varmış. Oldubitti devletin işini, vatandaşın aşını bir kenara bırakıp kendi bildiği gibi çalar, kendi istediği gibi oynarmış. Kuş tüyünden yataklarda yatar, arı sütünden şerbetler içer, som altından saraylarda yaşarmış. Haddini, hududunu aşan bütün masraflarını da vatandaşın sırtından çıkarırmış. Bunun için acayip bir vergilendirme sistemi getirmiş. Ağlayandan ağlama vergisi, gülenden gülme vergisi, oturandan oturma vergisi, yatandan yatma vergisi, konuşandan konuşma vergisi, danışandan danışma vergisi alırmış. Hatta yeni doğan çocukları doğum vergisine; yaşlanıp ya da hastalanıp ölenlerin yakınlarını da ölüm vergisine tâbi tutarmış.


Gel gör ki, ne kadar çok vergi toplanırsa toplansın, zalim padişahın harcamalarına gene de yetmemiş. Halkın kanı, iliği bitmiş; onun oburluğu, duyumsuzluğu bitmemiş. Gün gelmiş, yeni vergi yolları bulmadığı için vezirlerinden birini kesmiş. An gelmiş, zengin maden yataklarının yerini bilmediği için ötekini asmış. Asa kese, asa kese sarayında işe yarar adam da kalmamış.


En sonunda vezirlerden biri, can korkusu ile yeni bir gelir kaynağı daha bulmuş. Ülkenin balta girmemiş ormanları varmış. İçinde kurt izi, çakal izine karışır; binbir çeşit ağaç göğe ulaşmak için ha bire uzanıp birbiriyle yarışırmış. Vezir, bu ormanların nasıl gelir kaynağı olacağını şöyle ifade etmiş:

— Padişahım, ferman buyurursan köylü kulların ormana gidip birer kağnı odun keserler. Sonra da bu odunları götürüp pazarlarda satarlar. İşte tam bu sırada, eğri odun vergisi diye bir vergi koyarız. Pazarları dolaşır, alandan da satandan da eğri odunları nispetinde vergi tahsil ederiz, demesiyle, padişahın bu fikri benimseyip etrafa emirler yağdırması bir olmuş. Fermanı alan köylüler, atını arabasını alıp ormana doğru yola koyulmuş. Kesmişler, biçmişler; atlarını, eşeklerini, kağnılarını doldurmuşlar. Sonra da pazara götürüp satmaya başlamışlar. İşte tam bu sırada, eğri odun vergi kanunu çıkmış. Padişahın adamları pazar pazar dolaşıp alandan da satandan da avuç avuç toplamışlar. Ne yapıp yapıp, padişahın hâzinesini doldurmaya çalışmışlar.
Gel gör ki haydan gelen huya gidermiş. Dibi delik kazan su mu tutar; doyumsuza aş, ekmek mi yetermiş? Padişahın saçıp savurmaları bitmemiş. Zevkine, sefasına eğri odun vergi yasasıyla toplanan paralar da yetmemiş. İşte bu yüzden, vezirler yeni yollar düşünüyormuş. İnsanlar konuşma vergisi vermemek için susuyor, yürüme vergisi vermemek için duruyor, gülme vergisi vermemek için dişlerini sıkıyor, ağlama vergisi vermemek için yutkunuyormuş. Doğum vergisi vermemek için doğacaklardan, ölüm vergisi vermemek için öleceklerden korkuyormuş. Herkes acaba başımıza daha ne belalar gelecek diye kara kara düşünüp duruyormuş.
İhtiyar bunları söyleyip sözünü bitirmiş.


— Anladın mı seninle niye konuşmadıklarını, yanında niçin durmadıklarını oğul, demiş.
Keloğlan biraz düşünmüş. Aklına bir fikir gelmiş, gönlüne bir çare düşmüş.

— Bak dede demiş. Görünen o ki, bu ülkenin halkı ne yaparsa yapsın vergiden kurtulamayacak. Öyleyse boşuna kaçıp göçmeye gerek yok. En iyisi, hep bir olup padişaha bir oyun oynayalım. Hangi işe vergi konmuşsa biz onun tersini yapalım. Bugünden tezi yok, herkes ayaklarını bırakıp elleri ile yürüsün. Gülecek yerde ağlasın, ağlayacak yer de gülsün. Söze baştan değil, sondan başlansın. Taşlar, kayalar kurutulsun; yünler, pamuklar ıslansın. Yatakları yerden kaldırıp duvara serelim. Evlerin kapılarını kapatıp bacalardan girelim. Kediler tavşana, tilkiye; köpekler fareye sürülsün. Gündüzleri gözler kapanıp kör olsun, geceleri iğnenin gözü bile görülsün.
Bunu deyip Keloğlan susmuş. Aksakallı dede,

— Hay aklınla bin yaşayasın. Seni bize Allah gönderdi galiba diye alnından öpüp sonra sevinçle ve on sekizinde bir delikanlı gibi oraya buraya koşmuş. Gördüğüne söylemiş, görmediğine haber yollamış. Ağızdan ağıza, kulaktan kulağa bu haber dallanmış, budaklanmış. Koskoca ülke birdenbire değişmiş, birdenbire canlanmış.

Derken, çok geçmeden ülkede her şey tersine dönmüş. Padişah sarayın penceresinden dışarıya baktığında bir de ne görsün? Köylüler atlara, eşeklere ters binmişler. Yayalar ayaklarıyla değil, elleriyle yürüyor. Öküzler kağnıları ters çekmekte. Yeni doğan bir çocuğun yakınları için için ağlarken, bir cenazenin ardındakiler katıla katıla gülüyor. Gelinler evlerinden taşıdıkları kaynak suları pınarın gözesine döküyor. Kızlar kova kova evlere toprak çekiyor.
Padişah, gördüklerine, duyduklarına inanamamış. Anlasın, dinlesin diye başvezire emir verip halkın arasına yollamış.
— Bir ne var, ne oluyor? Bu ne hâl, diye sormaya başlamış başvezir.

Gel gör ki, kimseden doğru dürüst cevap alamamış. Cevap diye verilen kem kümleri bir türlü anlayamamış. Atma ters binmiş bir binici, çiğneyip geçer olmuş. Arkası geri giden bir katır, okkalı, bir çifte savurmuş. Neye uğradığını anlayamayan başvezir, çok geçmeden deli gibi olup şapşallaşmış. O da herkes gibi lafı tersinden söylemeye, ayaklarını bırakıp elleriyle yürümeye başlamış. O kadar ki, saraya döndüğünde hâlâ elleri üzerinde yürüyor ve:

— Yananiş aniş aniş, yananiş aniş aniş, diye tekrarlıyormuş.

Başvezirin çıldırdığını gören padişah, bu sefer ikinci veziri göndermiş. Göndermesine göndermiş ya, biraz sonra o da ellerinin üzerinde ve:

— Yananiş aniş aniş, yananiş aniş aniş, diye diye geri gelmiş.

Üçüncü vezir, dördüncü vezir derken, en sonunda padişah kendisi çıkmaya karar vermiş. Halkın arasına karışıp elleri üzerinde yürüyen insanlarla konuşabilmek için, o da elleriyle yürümeye başlamış. Fakat ensesi kalın, göbeği şişçe olduğu için zorlanıyormuş. Düşüp düşüp kalkıyor, kalkıp kalkıp düşüyor, gene de yapmaya çalışıyormuş. Bir ara:

— Bire cahiller, neden böyle elleriniz üzerinde yürüyorsunuz, diye sormuş. Sormasıyla, halkın:

— Mıhaşidap koç aşay! Mıhaşidap koç aşay, diye tutturması, bir olmuş. Çok geçmeden, padişah da sözü tersinden almaya başlamış.

— Yananiş aniş aniş, yananiş, aniş aniş, diye tekrarlamış. Onu gören vezirler de koşup yanma gelmişler. Onlar da hep bir ağızdan:

— Yananiş aniş aniş, yananiş aniş aniş, demişler. Ülkenin bütün çocukları da oraya gelmiş. Padişahla vezirler söylemiş, onlar hep bir ağızdan cevap vermiş.

Derken, halk da toparlanıp sarayın önündeki meydanda büyük bir halka oluşturmuş. Cümle âlem hep bir ağızdan,

— Yananiş aniş aniş! Yananiş aniş aniş, diye tempo tutturmuş.

Böylece, ülkede görülmemiş, duyulmamış bir şenlik başlamış. Davullar çalmış, halaylar çekilmiş. Meydanlarda ateşler yakılıp, sofralar kurulup yenilmiş, içilmiş. Derken, o zalim padişah bir de bakmış ki ne görsün? Halkın içine girmek bir başka zevkli, onunla birlikte yeyip içip eğlenmek bir başka neşeliymiş. Sonra, insanların gülüp oynadığın görmek rahatlatıcı, memnun edici bir şeymiş. Bunca zamandır neden böyle olmadığına şaşıp hayıflanmış. Hatasını anlayıp tövbe etmiş, günahları için dizini dövüp yanmış Nice sonra aklını başına devşirdiğinde, bu fikrin kimden çıktığını merak edip sormuş. Dönüp Keloğlan'ı göstermişler. Eline sarılmış, teşekkür üstüne teşekkür edip duada bulunmuş. Bununla da kalmayıp Keloğlan'ı kendisine başvezir yapmış. Geçmişi unutturup halkının gözünde adil ve şefkatli bir padişah olabilmek için geceyi gündüze katmış.
Derler ki, o gün bu gündür o ülkede hiçbir lüzumsuz vergi alınıp halk zulme, haksızlığa uğratılmamış. Öyle iyi ve başarılı bir yönetim olmuş ki değil insanlar, hayvanların bile burnu kanatılmamış.

MASAL ÖRNEKLERİ

MASAL

MASAL HAKKINDA

MASAL NEDİR?

MASAL ÖRNEĞİ-DOĞRULUK

MASAL ÖRNEĞİ- SABIRTAŞI

KAŞIKÇI BABA MASALI

TÜRK MASALLARI ÖZETİ - NAKİ TEZEL