Kullanıcı Oyu: 5 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin
 

AYAK İZİ deneme mustafa kutlu ile ilgili görsel sonucu

Bir zamanlar bakir tabiatı tasvir için "ayak izi değmemiş, balta girmemiş" ormanlar, topraklar denirdi. Bir zihniyetin kendini ele veren en çıplak görüntüsü.

Ayak izinin ardından gelen şey: Balta.

Şimdi düşünüyorum da "Baltanın gözünü seveyim" demek geliyor içimden. Sabahtan akşama kadar çalışsa alt-üstü bir ağacın hakkından anca gelir.

İnsanoğlu "gelişti-kalkındı-ilerledi-doğaya hakim oldu-konfor kazandı-kaliteli denilen bir yaşama kavuştu ya"; balta çook gerilerde kaldı.

Şimdi bir ormana girdimi buldozerlerle, ağaç sökme makinaları ile giriyor. Girdiği yeri üç güne varmadan dümdüz edip, ot bitmez hale getiriyor.

Bu eski "ayak izi"ne yeni bir ad konulmuş: "Ekolojik ayak izi".

Belirli bir topluluk, toplum ya da bireyin tükettiği gıda, konut alanı, altyapı miktarı vb. gibi unsurların üretken ekosistemlerdeki karşılığıyla belirlenen "ekolojik ayak izi"nin büyümesi doğal kaynakların yok olması ile sonuçlanıyor.

Bu konuda yapılan araştırmaların gösterdiği gerçek şu: Son otuz yılda yaşanan hızlı büyüme sonucu doğal kaynakların %30 unun bir daha yerine konulamaz şekilde tüketildiği.

İşte küresel kapitalizmin yarattığı "tüketim toplumunun" dünyaya hediye ettiği dehşet tablosu.

Yapılaşma ve fosil kökenli yakıt kullanımına paralel olarak artış gösteren "ekolojik ayak izi" ABD gibi gelişmiş (!) toplumlarda kişi başına 12 hektar olarak belirlenirken, Avrupa ülkelerinde 5 hektar, Türkiye'de 2,2 hektar, Etiyopya'da 0,85 hektar olarak hesaplanıyor.

Evet, bir yandan sistem her geçen gün bir dev ağzı gibi genişleyip önüne geleni yutup-öğütürken; bir yandan da "siz merak etmeyin, sürdürülebilir kalkınma olacak, kaynaklar yeniden dönüşüme tabi tutulacak, çevre korunacak" propagandasını yapıyor.

Her yanda pıtrak gibi "Doğa korumacıları", "Çevreciler", "Yeşiller" yeşeriyor.

Kim kimi aldatıyor acaba?

Bir küçük gazete havadisi ile meseleye azıcık ışık tutalım:

İngiltere merkezli bir Çevre Koruma grubunun, çevreye zarar verdiği için kendisine ceza ödeyen BP, Amaco ve Shell gibi şirketlerin hisse senetlerine yatırım yapması skandal yarattı.

Çevre Koruma Grubu'nun yatırım yaptığı şirketler arasında Barclays Bank'ın da bulunduğu belirtildi. On dokuz milyon sterlinlik yatırımın yapıldığı Barclays Bank, Endonezya'daki yağmur ormanlarının kesilmesinden sorumlu tutuluyor.

Banka ayrıca Türkiye'de yapılması planlanan ve bir "çevre felaketi" olarak görülen Yusufeli Barajı'na da finansman arıyormuş.

Bilmem hatırlar mısınız? Eski ilkokul okuma kitaplarında bir şiir vardı:

Tahtacı güzelleri diye.

Hatırımda kaldığına göre içinde şu mısralar yer alıyordu.

Baltalar elimizde 

Uzun ip belimizde 

Biz gideriz ormana

Bizim çevreciler yukarıda zikredilen Banka ile değil de bu şiirle ilgilenmiş ve şiiri "çevre düşmanı" diye okuma kitaplarından çıkarmışlar.

"Masumiyetin tükenişi" bu işte.

Önceki "ayak izi" gerçekten insana aitti.

"Ekolojik ayak izi" kime ait acaba?


HAYATI TANIMAK

Hikâyeci Sait Faik için anlatılan bir anekdot vardır. Kendisinin iyicene tanındığı yıllarda bir başka yazar daha türemiş. Yazarlar arasında rekabeti, kıskançlığı, atışmayı seven ve bunu her fırsatta körükleyen birileri, Sait Faik'e bu yeni palazlanan yazardan bahsederek fikrini sormuşlar. O da:

- Bırak canım, adam daha balıkların adlarını bilmiyor, ondan hikâyeci olmaz, demiş.

Hikâyeciler ve hikâye yazmaya heveslenenler bir yana; insanlar -bilhassa gençler- yaşadıkları ortamı, çevreyi tanımak konusunda çok isteksiz. Balık dedik meselâ; çinekopla lüferi fark edemiyor. Çok meşhur olduğu için hamsi ile balinayı biliyor belki ama, ötekiler için sadece "canım alttarafı balık işte" deyip savuşuyor.

Ağaçları tanımıyor. Belki kavak ile çamı tanıyor ama; dişbudak ile karaağacı, servi ile mazıyı, akçaağaç ile akasyayı ayırdedemiyor. Hele iş bunların çeşitlerine gelince büsbütün şaşırıyor: "Ağaç değil mi, hepsi de bir" deyip geçiyor. Kuşları tanımıyor. Ayakaltında dolaştıkları için belki martıyı, güvercini, serçeyi tanıyor. Artık evlerde çok yaygınlaştığından muhabbet kuşunu biliyor ama; ispinozla, floryayı ayırdedemiyor, sakayı hiç bilmiyor, alakarga ile karakarga arasındaki farkı görmesi mümkün değil.

Onların hepsine birden "kuş" diyor.

Yazdığı zaman "Ağacın dalına bir kuş kondu" diye yazıyor.

Oysa bu cümlede ağacın ıhlamur, kuşun da bülbül olduğu belirtilmiş olursa manzara büsbütün değişecek demektir. Ihlamur'un o sağlam, düzgün gövdesi, o güzelim çatısı, koyu gölgesi içimizi serinletir; hele çiçek açma mevsiminde ise etrafa kokular yayılır. Ansızın bülbülün sesini duyarız.

Adam çiçeklerden bahsediyorken sadece "çiçek" diyor. Ha menekşe, ha nergis fark etmiyor.

Tabiata karşı bu yaklaşım içinde olanlar insanları da aynı gözle görüyor. Esmerle sarışın arasında fark kalmıyor. Uzun boylu, kısa boylu, şişman, zayıf önemli değil. Erzurumlu, Edirneli, Antepli, Rizeli neyse ne. O bir "insan" işte. Bu duyarsızlık giderek güzel ile çirkinin, iyi ile kötünün, doğru ile yanlışın, haram ile helâlin, zalim ile mazlumun, cesur ile korkağın, gavur ile Müslümanın, aralarındaki farkın fark edilmesinde ihmale kadar varıyor.

"Fark etmez" diyor insanlar -özellikle gençler-.

"Önemli değil", diyor. "Takma kafana" diyor. Bütün bunları "ayrıntı" olarak görüyor. Ve hayatın cahili olarak kalıyor bir köşede.

Ona birileri "İşte güzel budur" diye gösteriyorlar, "İşte doğru olan budur", "İşte bu barbunya, bu da ayşekadın" diyorlar, o da "Peki, aldım kabul ettim" diye kafa sallıyor. Ne kendini, ne de çevresini tanıdığı için sürekli başkalarının ağzından çıkacak olana dikmiş gözlerini, açmış kulaklarını bekliyor. Tanımadığı için, gerçek mânada ne çevresini sevip benimseyebiliyor, ne de bir seçim yapabiliyor. Ne düşüncesi gelişiyor, ne de zevki.


RUHUMUZUN COĞRAFYASI

Erdem Bayazıt bir şiirinde şöyle der:

Çobanların ruhu nasıl sığmazsa kırlara

Bu insanlar da sığmıyor meydanlara

Yüzlerde okunan sadece

Kararsızlık, tedirginlik, endişe

Ve içsel yalnızlığın hüznü

Ve asla dinmeyen sıla özlemi

Sıla, ey ruhumuzun coğrafyası

(Gelecek Zaman Risalesi, İz Yay. 1998. İçinde "Şehir ve Doğa Burcundan" şiiri)

Ne güzel söylemiş şair.

Evet "sıla" elbette "ruhumuzun coğrafyası".

Bu kavramın zenginliğini eşelersek ruhumuzun "hendesesi, tarihi, sevinci-ızdırabı, destanı, türküsü" neler çıkar önümüze.

"Göç" evvel-eski dramatik bir olaydır.

"Göçe zorlanma" ise trajik boyutlara varabilir.

Türkiye''nin son elli yılında vukubulan iç ve dış "göç" olgusu "sıla" duygusunu "ilk göçen nesiller" beyninde özlem ile yoğurarak büyüttü.

Göçenler "elbet bir gün" geriye döneceklerini hayal ederek yaşadılar, hatıralarla avundular.

İlk kuşak "Almancılar" içinde dönenler de oldu.

Sıla özlemi beraberlerinde "gurbet ve hasret" duygularını da getiriyordu.

Her gece baş yastığa konulduğunda; suyunda çimilen ırmağı, dalında düşülen dut ağacı, mescidi minaresi, mezarlığında öksüz kalan ölüleri ile "sıla" sökün edip geliyor; rüyaların eksenini oluşturuyordu.

Yıllar sonra "sıla-yı rahim" için dönüp gelenler rüyasını gördükleri, hasretini çektikleri mekânları-insanları yerinde bulamadılar.

Bu şaşkınlık ve yıkım ile söylenen ağıtvarî türküler son dönemin halk musıkîsi ve edebiyatına çok şey katmıştır.

Ancak "Bu böyledir"...

Yapılan yıkılır; doğan ölür; hiçbir şey bâki kalmaz. Bütün bunlar dünyanın "fâni" oluşuyla ilgilidir.

İçimizdeki o bitmeyen "sıla özlemi" ancak öte dünyayı tanıdıktan sonra bitecek belki. İnsanoğlu''ndaki bu "melâl" belki öte yakadaki cennete, yaradanın cemaline yaklaşınca teskin olacak. Meseleyi bu metafizik boyutuyla kavradığımızda "ruhumuzun coğrafyası"da âşikar olmaktadır. Ve bu belirlenmede ruhun varoluşuna atıflar vardır. Yeniden yaşadığımız âleme bakarsak "sılaya dönüş"ün gündemden çıktığını görürüz. İlk göçen nesillerin çocukları artık hiçbir biçimde o kuş uçmaz, kervan geçmez, ıssız dağ başlarını tercih edemez. Bir naz ile gittikleri "ata yurdu"nda üç gün kaldıkları zaman sıkıntıdan patlarlar.

Her yanda garip bir sessizlik. Motor gürültüsüne alışkın kulak, asfalt koklayan burun ve harekete susamış göz bu sükûneti kaldıramaz. Kalabalıkları, apartman konforunu, caddelerin neon ışıklarına bulanmış karmaşasını ister.

Evet o "dağ başı" bir mahrumiyet alanıdır.

Bu sebeple Türkiye''de "Köye dönüş" hayalinin gerçekleşme oranı yok gibidir.

Buna terörden, yoksulluktan, şundan-bundan kaçıp gelerek şehrin kıyıcığındaki semtlere sığınanları da dahil edebilirsiniz.

Yeniden şiire dönersek ülkemizdeki sosyal sarsıntının nasıl ruhî bir depreme sahne olduğunu görebiliriz.

Evet yüzlerde okunan sadece "kararsızlık, tedirginlik ve endişe"dir.

O "meydanlara sığmayan insanların" yüzlerinde.


HAYVAN SEVGİSİ

Hayvanları seveceğiz ama, nerede onlar? Nereye gittiler? Meselâ hiç çoktan beri hasretine yandığımız öküz''ü gören var mı?

"İrençberler hoşça tutun öküzü" diyen şairin kemikleri sızlıyor mu?

Öküz; o mütevekkil, mütehammil, mütevazı hayvan kimbilir kaç bin yıl insanoğlunun hizmetinde çalışıyordu. Bunca yıllık sevgiliyi motora değişiverdik. İlginç bir yanı yok ki, hayvanat bahçelerinde de bulunsun. Unutulup gitti işte. Ya deve, ya at, ya arkadaşımız "eşşek".

Reşitpaşa''dan Emirgân''a inen yolun sol yanında, nasılsa boş kalıvermiş bir arsada, epeyce bir zamandan beri sabahları bir ağaca bağlı yaşlı bir eşek görüyorum. Hâlâ bu hayvanla, yolculuk ve yoldaşlık edip, süt taşıyan, ot taşıyan odun kömürü taşıyan, ne bileyim bir şeyler taşıyan insan var. Orada kuyruğunu kulağını ağır hareketlerle kıpırdatan bir eşek işte. Mahzun gözleriyle gelip geçenlere bakıyor, "Bir ben kaldım emektar, benden sonra çocuklar resmime bakar ancak" diye düşünüyor.

Balkon çocukları horozu da tanımıyor.

Tavuk diye, marketlerde soyulmuş, ayıklanmış sarı-pembe gövdeleri biliyor.

Kümesteki arkadaşın yumurtalar üzerinde bir uzun zaman kuluçkaya yatmasını, sonra bir gün, cıvıltılar saçarak arkasına bir sürü civciv katarak çayırda kurum satarak yürümesini görmediler ki. Bir anaç tavuğun civcivler üzerine yönelecek herhangi bir tehlike anında nasıl çırpındığını izlemediler ki. Civcivler makinalardan çıkıyor artık. Bir otomobilin yedek parçaları gibi tornadan veya presten pıtır pıtır dökülüyorlar. Bir yabani ot ile, bir çocukla bir köpekle, tatlı tatlı eşinecek bir çöplükle, bir küçük solucan, bir mısır tanesi, avlanacak bir böcekle karşılaşmadan büyüyorlar.

Kangal itleri artık sürülerin ardında dik dik dolaşmıyor; apartman aralıklarında, fabrika önlerinde, villa girişlerinde bağlı bulundukları zincirleri yalıyor. Sadece ve sadece sürünün yanında yürürken kimlik ve kişiliğini bulan, bu yüzden meşhur olan, bu asaletli hayvanların şehirde fiyaka olsun diye kullanılan iri jeeplerden farkı kalmadı.

Hayvanlar hayatımızda yüzbinlerce yıldan beri tuttukları yeri bir bir terkediyor. Aldığımız bilgilere göre her yıl bir yığın hayvanın nesli kesiliyor.

Artık kırda bir çalılıktan ansızın bir tavşan fırlamıyor.

Önümüzden pırrrr diye bir keklik sürüsü havalanmıyor.

Bülbül şiirlerde, turnalar türkülerde kaldı.

Bana lütfen şehirlerde aksesuvar misali beslenen süs köpeklerinden, muhabbet kuşlarından bahsetmeyin. Hayvanat bahçelerinden, akvaryumlardan söz etmeyin. Evet biliyorum, hayvanların yerine de, insanların yerine de artık âletler geçiyor. Genetik mühendisliği aldı başını gidiyor. Çok geçmez o çizgi filimleri bilim-kurgularda gördüğümüz yarı insan-yarı hayvan yaratıklar da arz-ı endam ederler. Çocuklar robotlarla dostluk kurar.

Can kuşu kafesinden uçar.

Hayvan sevgisi neden sonra mevzuatın, kanunların, derneklerin, tartışmaların, filimlerin, kitapların konusu haline gelir.

Geldi bile.

 Mustafa Kutlu, Dem Bu Demdir, Dergah Yay.

SON EKLENENLER

Üye Girişi