Bir tesadüf beni genç bir memurla tanıştırdı. Kendisiyle yüz yüze geldiğimiz zaman, biraz da sıkılarak bana bir itirafta bulundu, insaınin yaşı ne olursa olsun hayatta muvaffak olmak ve yükselmek için geç kalmış sayılmaz, tarzındaki sözleriniz bana cesaret verdi. Bu yaştan sonra muhasebe dersi almaya kalktım." dedi.
Ara sıra söylediğim sözlerin büsbütün boşa gitmediğini bir tesadüfle öğrenmekten duyduğum heyecanlı sevinci tarif edemem. İşte bir vatandaş, kendisine mukadder saydığı çerçeveyi kırarak daha iyiye doğru gitmeye karar vermiş, daha üstün bir hayat seviyesine ulaşmak için yeni gayretler sarf etmeye girişmiş. Ne güzel şey!
Bu güzel hadisede insanı üzen nokta bu zatın ancak 30 - 35 yaşlarında bulunması ve bu yaşlarda kendisini ihtiyarlamış sayması idi. "Bu yaştan sonra muhasebe öğrenmeye kalktım." dediğine bakılırsa giriştiği yeni hamleyi biraz gecikmiş bulduğu anlaşılıyordu. Kendisini kırkından sonra saz çalmaya kalkmış sayan bir hâli vardı. Öyle ya... Nota bilmeyen ve hayatında eline saz almamış bir adam kırkından sonra bu işleri öğrenmeye kalkarsa ne yapabilir?
Hemen cevap vereyim ki gayet mükemmel besteler yapabilir. Radyoda arada bir Hacı Arif Bey'in bestelerini dinler, eğer iyi eller tarafından çalmıyorsa mest olursunuz. Bilir misiniz ki bu Hacı Arif Bey hiçbir saz çalmasını bilmez, üstelik notadan da anlamazmış. Kaç yaşında bestekârlığa başladığını pek öğrenemedim ama hafızası çok kuvvetli olduğu için bir defa duyduğu şarkıyı pürüzsüz okur, üstelik pek kıvrak ve kibar besteler yaparmış. Hacı Arif Bey'in bestelediği eserlerin sayısı binden fazladır ve onlar musiki meclislerimizin en seçkin sermayelerini teşkil ederler.
Bilmem ki acaba küçük bir memur olması mı bu vatandaşımızı ümitsizliğe düşürüyor? Kim büyük memur olarak işe başlamıştır?
Osmanlı devrinin en büyük sadrazamlarından Köprülü Mehmet Paşa köyünden İstanbul'a geldiği zaman okuma yazma bilmeyen bir delikanlı idi. Bu yüzden küçük bir kâtip olarak bile işe başlayamazdı. Saray mutfağına yamak olarak girdi. Oradan aşçılar arasına karıştı. Yüksek zekâsı ve yüksek azmi ile günün birinde sadrazam oldu.
Osmanlı tarihinin büyük adamlarından çoğu küçük ve silik şahsiyetler olarak hayata başlamış, azim ve iradeleri sayesinde parlamışlardır. Kanunî Sultan Süleyman devrinde on üç yıl sadrazamlık eden ve Makbul İbrahim Paşa diye anılan Damat İbrahim Paşa, bir İtalyan gemicisinin oğlu idi. Çocukken Cezayir'de korsanların eline düşmüş, Manisa'da bir dul kadına satılmıştı. Kanunî Sultan henüz şehzade ve Manisa'da vali iken keman çalmakta maharetini görerek onu hizmetine aldı. Tahta geçince kendisine odabaşı oldu. Kısa zamanda vezirler arasına girdi. 1522'de de Pirî Paşa'nın yerine sadrazam oldu. Kanunî kardeşi Hatice Sultan'ı muhteşem bir düğünle ona vermiş, böylelikle gemici çocuğu, Damat İbrahim Paşa olarak Macaristan, Avusturya seferleriyle Mohaç zaferinde yararlıklar göstermiş. Böyle bir yükseliş gerçi insanın başını biraz döndürebilir. Fakat fazla gurur getirmesi, onun tarihte, Makbul İbrahim Paşa yerine Maktul İbrahim Paşa diye anılmasına sebep olmuştur. Çünkü sonunda öldürüldü.
Abdülmecit devri ile Abdülaziz devri arasında beş defa sadrazamlık ve yedi defa Hariciye Nazırlığı eden büyük devlet adamlarından Âli Paşa 15 yaşında Babıâliye Divanı Hümayun kalemine küçük bir kâtip olarak girmiştir. Babası Mısır Çarşılı Ali Rıza Efendi son derece fakir bir adam olduğu için ona ciddi bir tahsil yaptıramazdı. Ücret karşılığında çarşının kapısını açıp kapıyor, oradan aldığı birkaç kuruşla çoluk çocuğunun ancak karnını doyurabiliyordu. Hatta bu yüzden Âli Paşa'nın düşmanları onu Kapıcızade diye küçültmek istemişlerdir. Sonradan Âli mahlasını alan küçük Mehmet Emin ancak mahalle mektebinde okuyabildi. Beyazıt Camii'nde bir sıra Arapça ders aldı. Tesadüfün itişiyle değil, yükselme azmi ile Divanı Hümayun kalemine girmeye muvaffak olduğu zaman bir taraftan resmî işleri görmeye çalışırken bir taraftan da bizim şimdi muhasebe dersi almaya teşebbüs eden memur arkadaşımız gibi, Fransızca öğrenmeye koyuldu. Kendi kendine öğrendiği Fransızca o kadar mükemmeldi ki onun kaleminden çıkan notaların üslubunu Frenkler daima takdir ile karşılamışlar, siyaset adamlığına imrenmişlerdi. İşte bu küçük memur azmi ve iradesi sayesinde 26 yaşında Osmanlı İmparatorluğu'nun Londra Büyükelçisi olmuş, 37 yaşında da sadrazam mevkiine yükselmiştir.
Bütün mesele yükselmek azminin bir kere gönülde yer etmesi, düşüncenin hep o istikamette çalışmasıdır. Yaşama şevki canlılığını muhafaza ettiği, yani yelkenler suya indirilmediği müddetçe hayat çekiciliğini kaybetmez.
80 yaşında bir kadına, "Kadınlar aşkı düşünmekten ne vakit vazgeçerler?" diye sormuşlar.
"Daha o yaşa gelmedim, gelince söylerim." diye cevap vermiş.
Hayatı uzatan şey bile böyle bir yaşama ve hayattan zevk alma isteğinin canlı kalmasıdır. Daima yeni eserlere doğru gidelim ve daima yapmakta olduğumuz eseri sevelim. 83 yaşında bir heykeltıraşa, "En beğendiğiniz eseriniz hangisidir?" demişler; "Şimdi yapmakla meşgul olduğum eser." demiş. Yapmakla meşgul olduğumuz eser, bu fâni dünyaya gözlerimizi kapayıncaya kadar devam edecektir, insanlar ancak hayatın baştan başa bir eser olduğunu kabul etmekle bu yola girebilirler.
Herkes kendi hayatını yapacak, fethedecektir. Bu da yükselmeye çalışmakla, daha üstün bir hayat seviyesine ulaşmakla mümkün olur.
Muğla taraflarında yaptığı bir dolaşmadan yeni dönen bir dostum anlattı: "Bizim memleketin bugünkü hâli Amerika'nın 40 yıl önceki hâline pek benziyor; her vatandaş uyanmış, her vatandaş kendi ha yat sahasında yeni ufuklar fethetmeye çıkmış. Bir köylü gördüm Şimdiye kadar yalnız kendi yiyeceği için eker, çocuklarını gurbet gönderirmiş. Şimdi - karşıdaki dağları eliyle göstererek - "Allah kıs met ederse bu yıl şu dağları baştan başa ekeceğiz." diyordu. Ne güzel şey değil mi?
Evet, çok güzel şey. Şehirde muhasebe öğrenmeye girişen memur, köyde tarla olarak dağı, taşı gözüne kestiren köylü yurdumuzu refaha götürecek büyük hamlenin öncüleridirler.
Eşref Saat
Şevket Rado
YAHYA KEMAL'İN SOHBETLERİ
Dil, tarih ve millî kültür konusunda Yahya Kemal'in görüşleri, çağdaş Türk düşünürleri arasında toplumda bütünleşme bakımından en çok etkili olan şahsiyettir. Bu etki, yazılarından çok sohbetleriyledir. Onunla ilgili hatıra ve sohbetlerin her biri, çevresinde ne kadar büyük alâka oluştuğunu gösterecek niteliktedir.
Yahya Kemal, bir bakıma 20. yüzyılın Sokrates'idir. Çünkü yazıdan çok sözle etkili olmuştur. Nihat Sami Banarlı, Süheyl Ünver, Cahit Tanyol, Sermet Sami Uysal ve Taha Toros, ondan duyduklarını röportaj ve hatırat olarak, kendi anlayışlarıyla Yahya Kemal'in mesajını geniş kitlelere duyurmuşlardır. A. H. Tanpınar ve Necip Fazıl, tarih, toplum ve sanat görüşleriyle Yahya Kemal'i en iyi anlayıp özümseyerek kendi şahsiyetlerini oluşturan talebeleridir. Ahmet Haşim ve Nâzım Hikmet dili kullanışlarıyla Yahya Kemal'den çok etkilenmişlerdir. Yahya Kemal, vatan ve milliyet telâkkisiyle bütün aydınlarca benimsenmiştir. Fransız İhtilâli'nden çok etkilenen III. Selim sonrası yenilikçi Türk yöneticileriyle gençlik yıllarında onu da etkileyen Jön Türk hareketine ve tarihimizin son dönemine dair çok önemli görüşleri var.
Sözün kısası Yahya Kemal, şiirlerini hâle gibi saran sohbetleri ve ölümünden sonra kitaplaşan yazılarıyla bu çağda en çok etkili olmuş şahsiyetlerden biridir. Tarih telâkkisi, sanat anlayışı ve dil tutumuyla herkesi etkileyen Yahya Kemal, ideolojik çevrelerin farkına varamadığı kadar önemli bir şair ve tespitlerinde çok az yanılmış bir mütefekkirdir. Onu anlamak, çağı ve milleti anlamaktır. Yahya Kemal'in Itri için söylediği, "Ondan anlamayan bizden anlamaz bir şey" mısrası onun için de geçerli.
"İnsan İnsanın Ufkudur"
Paris'teki tahsil hayatından sonra yurda dönüşte söylediği şiirler, çeşitli adlarla yazdığı yazılar da "mektebden memlekete" şeklinde ifade ettiği kültür anlayışına uygun bir çerçeve belirtir. İkinci Abdülhamid'in yönetimine karşı çıkan Jön Türk modasına uyarak Paris'e gitmesine rağmen, orada kısa zamanda siyasî faaliyetlerden uzak durarak sanat ve kültür çevrelerini tanıma imkânı bulmuş, eski ve yeni edebiyat kültürü yanısıra siyasi tarih ve medeniyet tarihi konularında kendisini yetiştirmiştir.
Paris dönüşü Yeni Mecmua'da "Bulunmuş Sayfalar" başlığıyla yayınlanan eski tarzdaki şiirleriyle tanınan Yahya Kemal'in hayatında olduğu kadar sanat ve dünya görüşünde de birkaç dönem var. Bunlardan birincisi İstanbul'a gelmeden önce, Üsküp çevresinde, çoğunluğu Muallim Naci etkisinde yazılan gazel ve manzumeler dönemidir ve bunlar İstanbul'a ilk geldiği yıllarda Esrar imzasıyla yayımlanır. Daha sonra Servet-i Fünun ve Hamid tesiriyle gelişen ve kısa sürede terk edilen ikinci dönem vardır. Ardından uzun bir hazırlığı gerektiren, tarih ve medeniyet bilgisiyle edebiyat kültürünü bütünleştirmeye çalışan üçüncü dönem. Bu arada bazı Fransızların benimsediği Nev-Yunanilik adını verdikleri Akdeniz medeniyetiyle Hümanizm görüşünde kısa bir tevakkuftan, bir süre oyalanmadan sonra üçüncü ve son dönemde karar kıldığını belirtelim. Bundan sonra Yahya Kemal'in en büyük meselesi, bir devlet adamına söylediği cümle ile ifade edersek, "Bu milletin diliyle birkaç güzel şiir söylemek"tir.
"Mısra haysiyetimdir." diyen Yahya Kemal'in "Beyaz Türkçe" ile şiirimizi söylemesi çok önemli...
Paris'e gidişinden Millî Mücâdeleye katılışı, Lozan Murahhas M Heyeti üyeliğinden TBMM mebusu ve elçilik görevlerine seçilişiyle beliren siyasi konumu, kimi eserlerinde açıkça görülen Osmanlı hülyasını şiirsel bir fon olarak geriye atacak kadar ortadadır. Osmanlı medeniyetine bağlılığı, ondaki tarihî ve kültürel değerlere duyduğu
özlem, devrimlere karşı çıkmasa da inanır gözükmeyen bir çeşit reybî tavrı, Yahya Kemal'in dünya görüşü konusunda çeşitli yorumlara imkân vermiştir. Bu konuda, birbirine zıt belgelerin yorumuna değil de yaşadığı dönemin iki dünya arasında sallanan düşünce yapısına dikkat ederek, çoğu zaman devrine göre orta yolunu seçtiğini, dolayısıyla eklektik bir hayat ve dünya görüşü olduğunu söyleyebiliriz. O günler için bu nokta bile Yahya Kemal'i fikirleri ve şiirleriyle alabildiğine "biz" yapmaya yetmiş, içinde doğup büyüdüğü kültür birikimini çok iyi değerlendirme imkânı vermiştir.
Onun önemi, Batı'ya giderek benliğini unutan aydın kalabalığına kapılmayarak bizi biz yapan değerleri dikkatle araştırıp sanat görüşünü bunlarla oluşturmasından gelmektedir. Ona ait pek çok söz, birer estetik ve tarihî değerlendirme olarak okur-yazarlar arasında epeyce bir zaman söylenmiş, doğruluğu konuşulmuş ve tartışılmıştır. Bunlar arasında "kökü mazide olan âtiyim" sözü kadar önemli olan bir söz var ki ben ona dikkati çekmek istiyorum: "İnsan insanın ufkudur..."
Batı'yı tanıyan ve tanımayan aydınlar arasında Yahya Kemal başlı başına bir fenomendir ve Paris'e giden Yahya Kemal'le oradan dönen Yahya Kemal birbirinden çok farklıdır. Bu fark aslında yeni bir oluşumun farkıdır. İşte bu bakımdan Yahya Kemal, kendinden öncekilere göre ufku en geniş aydınımızdır.
Edebiyat Sohbetleri,
Vardım ki Yurdundan Ayağ Göçürmüş
Bayburt'ta bir söz varmış, "Zihni'yi bile güldürür." diye. Herhalde "Ölüyü bile güldürür." demeye gelir. Buna göre Zihnî'nin gülmeyle arası iyi olmamalıdır. Onun hiç gülmediği ancak ciddiyetinde de kiri değil, vakarın hakim olduğunu kaynaklar ittifakla söyler. Bir defa kendisi hicivle iştigal eder ve ekseriya gülmeyi değil güldürmeyi ön plan da tutarmış. İkincisi, nüktenin ve mizahın okkalısını iyi tanıdığı içi öyle ulu orta her lakırdıya iltifat etmezmiş. Üçüncüsü ve belki de en önemlisi ise talihinin onu güldürecek kadar yaver gitmemiş olmasıdır. Velhasıl kader ona gülmeyince; o da gülmeyi terk etmiş ve âdeta hayatla alay edercesine -başına belalar açması pahasına- mizahı kalıba dökmüş, kafiyeye oturtmuş olmalıdır ki bize de "Zihni'yi b güldürür." meseli kalmış olsun.
Zihnî, Batılılaşma serüvenimizin başlarında, taşralı memur tipini temsil eder. Hayatı, oradan oraya savrulmakla geçer. Yaşadığı dönem zor yıllara gebedir. Memleketin mahzun hali, Sergüzeştname adlı manzum hayat hikayesinde de adım adım takip edilebilir. XVIII asrı kapayan yıllardan birinde (1797) Bayburt'ta doğmuş ve yaklaşık altmış iki yıl ömür sürerek 1859'da vefat etmiştir. Adı Mehmet Emin iken manzumelerinde Zihnî mahlasını kullandığı için biz onu Emin Bayburtlu Zihnî diye tanırız. Divan edebiyatı tarzında yazdığı manzumelerini bir Divan'da topladığı halde asıl şöhretini divanının hariç hece vezniyle yazdığı koşmalarına, destanlarına, hicivlerine borçludur. Delikanlılık çağlarında geldiği İstanbul'da on yıl kalmış ve ve Rus işgali başlayınca (1828) memleketi olan Bayburt'a dönerek harabeye dönmüş kasabaya borcunu ödemeye çalışmıştır. Vatanın doğusundaki hemen her köyde, kasabada aynı elîm manzaraların görülegeldiği o günlerde Bayburt'un hazin manzarasını tasvir eden "Vardım ki yurdundan ayağ göçürmüş" diye başlayan koşması hâlâ dillerdedir.
Zihnî'nin İstanbul'dan ayrılışı ile sırada Mekke, Mısır, Akka, Hopa, Karaağaç, Of, Erzincan ve nihayet Trabzon vardır. İlginçtir, son görev yeri olan Ünye'de ölümün soğuk yüzünü hissedince yine Bayburt'a dönmeye karar vererek yola çıkmış ancak çok gidemeden Ulaşa Köyü'ne yakın bir handa vefat etmiştir. Mezarı orada iken 1936 yılında bu yolculuğu hemşehrilerince tamamlanmış ve kemikleri Bayburt'a taşınmıştır.
Zihnî Efendi Bayburt'ta ve Akka'da iki defa evlenmiş, Akka'daki Arap eşinden boşanabilmek için 1853 yılında İstanbul'da bir hayli meşakkate katlanmış ve mehrini tediye eylemişken kadın onu bir de meşihate şikayet ederek olmayacak iftiralar atmıştır. Verilen Karakuşî karar gereği yeniden borca girerek mehir ödemiş ve bu bahsi Ser-güzeştname'sinde,
Dağ başında soyulur herkes âh
Biz İstanbul'da soyulduk eyvah
(...)
Ola kırk keseye Allah bakî
Bir edepsiz Arabın ıtlakı
diye başlayan beyitler ile pek güzel hicvetmiştir. Bu yıla dair bir de hikâye anlatılır:
Zihnî, ya bu mesele yüzünden, yahut hicivleri bahane edilerek sık sık uğradığı azil ve ardından nasıplarla ilgili olarak Babıalî'deki bir daireye gitmiş. Sultan II. Mahmud'un kıyafet inkılabı gereği memurîn artık Avrupaî kılık kıyafet giymekte, pek çoğunun sırtında İstanbulinler bulunmaktadır. Zihni Efendi ise hâlâ eski taşra kıyafetleri içindedir. Memurlar bizimkini Cer mollalarından biri sanıp biraz alay etmek istemişler:
- Hoca Efendi! Sen akıllı ve bilgili bir zata benziyorsun. Hele söyle bakalım ben kaç yaşındayım?
Sorunun ne maksada mebnî olduğunu hemen kavrayan Zihnî, oradakilerin amiri durumundaki altmışlık adama şöyle cevap vermiş:
-Zât-ı âlîleri, 30-35 civarında gösteriyorsunuz.
Bu sefer diğer memurlar da saf bir mollaya rastladıklarını vehmederek sormaya başlamışlar. Zihnî her birini münasip şekilde 15-20 yaş gençleştirerek gönüllerini hoş etmiş.
-Efendi, benim yaşım ne kadar vardır dersiniz?
-25-30, ya var ya yoksunuz.
-Ya ben?
Böylece dairede ne kadar insan varsa yaşı söylendikten sonra amir olan yaşlı zat tekrar sözü almış:
-Efendi, ne güzel tahminlerde bulundunuz. Hemen herkesi tam isabetle bildiniz. Sizde bu kabiliyet doğuştan mıdır yoksa nasıl iktisab ettiniz?
Sözün burasında Zihni beklediği anın geldiğini görüp cevabı yapıştırır:
-Hiç düşünmedim ama rahmetli pederim baytar idi. Bakar bakmaz hangi hayvanın kaç yaşında olduğunu bilirdi. Galiba bana da ondan geçmiş olmalı.
Bize göre Batılılaşma dönemi tarihimizin taşra ciheti yazılırken, özellikle Sultan II. Mahmud ve Sultan Abdülaziz devri için, Zihnî'nin terceme-i hâline ve manzumelerine mutlaka müracaat edilmelidir. Böyle bir çalışma, araştırmacıya zengin malzeme verebilecektir.
İskender Pala, Kırklar Meclisi 28
1.
Şu kış günleri yok mu sevemiyorum bir türlü. Her yıl bir boy: "İnsanların en çok çalıştıkları, en çok düşündükleri, en çok eğlendikleri mevsim kıştır. Uzun gecelerde ocak başına büzülüp ne yapacağını şaşıran kişioğlu aklını işletmiş, hakikatleri sırları araştırmış, masallar uydurmuş, insanlar yasalar kurmuş. Medeniyeti kışın getirdiği ihtiyaçlar yaratmış değil mi?" derim ama olmuyor işte boşuna ta gençliğimde Remy de Gourmont'un bilmem hangi kitabında okuduklarımdan kalma bu yankı kandıramıyor beni. Doğru sözler, doğru ya beni avutmaya, güz sonu içimi sarmaya başlayan o korkuyu andırır perişanlığı gidermeye yetmiyor. Soğuklardan yakınacak değilim. Ne yalan söyleyeyim? Öyle çok üşümedim ömrümde; serinlikler basınca sırtımı pekleştirmenin, oturduğum yeri ısıtmanın bir çaresini bulurum. Üşümenin, şöyle biraz üşümenin de bir tadı vardır doğrusu. Kar altında beş on dakika, yarım saat yürüdükten sonra sıcak bir odaya girip parmaklarınızı hohlamanın zevkine doyulur mu?
2.
Asık suratlı insanlardan hoşlanır mısınız desem tabii bana gülersiniz. Zaten ben de biraz gülmeniz için söze böyle başladım. Güler yüze ve gülmeye dair olan bu konuşmayı asık suratla dinlemenizi istemem tabii. Konuşurken söze başladığınız sırada karşınızdakinin kaşlarını çattığını, asık bir suratla sizi dinlediğini görürseniz konuşmak hevesiniz kırılır. Lafı kısa kesip bu tatsız sohbeti bir an önce bitirmeye bakarsınız Bir de karşınızdakinin sizi güler yüzle dinlediğini, hatta araya biraz da tatlı söz karıştırarak sohbete renk verdiğini görecek olsanız konuştukça konuşacağınız gelir. Zaten öyledir. Güler yüz her şeyden önce insana cesaret verir. Çünkü güler yüzlü insanlar her kusuru hoş gören, affeden insanlardır. Dünyada ilk adımlarını yeni atmaya başlamış bir çocuğa herkes güler yüzle bakar Onun her kusuru yapabileceğini ve bütün kusurların affedilmeye layık olduğunu önceden kabul ettiğimiz için çocuk karşısında gülümser bir yüz takınırız. Olgun insanlar yalnız çocuklara değil, herkese affedici, kusura pek aldırmayıcı bir yüzle bakarlar. Bu dünya öyle çatık kaşla dolaşmaya, şunun bunun kalbini kırmaya değer bir dünya değildir Onun için güler yüzlü insanlar arasında yaşayanların hayatı daha tatlı geçer.
3.
Güzel olmak... "Ya yaradılışından güzel değilse?" demeyiniz, en çirkin, en biçimsiz insanlar dahi, biraz zevkleri varsa, o çirkinliklerini, biçimsizliklerini örtmenin, başka güzelliklerle karşılarındakilere unutturmanın bir yolunu bulurlar. Süslenirler, bezenirler, öylelikle olsun kendilerini karşılarındakilere şirin gösterirler. "Ben yaradılışımdan güzel değilim." deyip de boynunu bükmek olur mu? Medeniyet dediğiniz, bir bakıma, tabiatla savaşmak, tabiatı olduğu gibi bırakmayıp düzeltmek, insanoğlunun istediği hale getirmek değil midir? Öyle olunca insanlar arasındaki çirkinlikleri de: "Ne yapalım? Öyle doğmuş onlar!" deyip çirkin bırakamayız, onları da elimizden geldiğince güzelleştirmek borcumuzdur. Bittabi kendimizden başlayarak. Bu söylediklerimin kendimi de kötülemek olduğunu biliyorum. Benim işime gelmiyor diye doğruyu saklayayım da işime gelecek doğrular mı uydurayım? Üstüne başına bakmayan, kendine bir çekidüzen vermeye özenmeyen adam gerçekten medenî bir adam değildir.
GENÇLİK — İHTİYARLIK
Aşağıdaki parça Hüseyin Cahit Yalçın’ın olgunluk döneminin sohbet ürünlerindendir. Yazar bu tür yazılarında artık kendisini edebiyatın sanatlı ortamından çekmiş, hayata ve olaylara daha üstten ve daha rahatlıkla bakan bir düşünür karakterinde okuyucularının karşısına çıkmaya başlamıştır.
Gençlik ve ihtiyarlık kavgası arada sırada tazelenerek ve günün konusu haline girerek devam edip gidiyor. Bu, ne bizim memleketimize mahsus bir hadisedir, ne de bu zamana. Her tarafta her devrin tarihi bize bu çarpışmalara dair örnekler ve hatıralar gösterir. Anlaşılıyor ki bu hallolunmuş bir dava değildir, sonu gelecek bir bahis olarak da kabul edilemez. Zaten başka türlü olmasına imkân da düşünülemez.
Yalnız arada bazı tuhaf anlayış ve anlatışlar göze çarpıyor. Gençlik bir meziyet, ihtiyarlık bir kabahat, hatta bir ayıp sayılıyor ve bir hakaret olarak yüze fırlatılmak isteniyor. Zannediyorum ki böyle bir kanaat biraz haksızdır.
Gençliğin, sırf gençlik olmak bakımından, neden bir meziyet sayılacağına bir türlü aklım ermiyor. Doğmak bizim elimizde midir? Sırf dünyaya gelmiş olmaktan dolayı iftihar etmekte bir hak tasavvur edilebilir mi? Hâlbuki bu şekle dökülmek istenilen bir gençlik-ihtiyarlık çekişmesi, gerçekte filan tarihte dünyaya gelmeyip de falan tarihte doğmuş olmaktan daha fazla hiç bir yargıya vurulamaz.
Mesele bu kadar dar bir bakış içinde tutulacak olursa, tersine, ihtiyarlığın bir meziyet teşkil etmesi gerekir. Doğmak ve doğduktan sonra bir süre yaşamak pek kabildir; fakat çok yaşamak daha fazla bir hüner değil midir?
Koşu ve daha başka yarışmalara bakınız. Koşuya başlarken belki otuz kırk atlet görürsünüz. Bunların hepsini alkışlar mısınız? Hepsine mükâfat verir misiniz? Alkışlarımızı ve mükâfatlarımızı en sona saklarız. Kim bu az çok uzun ovanın nihayetini birinci ve ikinci olarak bulmayı başarırsa takdir duygularımız onlara gider. *
Hayat koşusunda da ihtiyarlık, işin sonuna başarı ile varmış olmaktan başka nedir? Eğer ihtiyarlık bir kabahat, utanılması gerekli bir ayıp teşkil ediyorsa neden herkese ve gençlerimize uzun ömürler temenni ediyoruz? Aşağılatılmaya ve hakarete uğrasınlar diye mi? Sırf çok yaşamış olmaları yüzünden kınananlar: "İnşallah siz ihtiyar olmazsınız" deseler, bu hoşa gidecek bir söz diye kabul olunur mu?
Doğmak ve genç olmak bizim hiç elimizde olmayan bir hadise ise de, ihtiyarlayabilmek biraz da bir hüner, bir gayret ve bir başarı eseridir. Hayatımızı tehdit eden birçok hastalıklar ve olaylar arasından kurtulabilmek, yasamanın türlü türlü zorluklarına göğüs gererek son aşamaya ermek küçümsenmeye değil, biraz takdire ve belki de imrenmeye lâyık bir iştir zannederim.
Onun için "gençlik-ihtiyarlık" anlaşmazlığını böyle dar bir alan üzerinde tutanlar ve ihtiyarları sırf ihtiyar oldukları için küçümsemek isteyenler davalarını pek kolaylıkla kaybederler. Bu ezelî ve ebedî çarpışma bu kadar üstten, bu kadar hafif ve dar bir açıdan İncelenip tartışılamaz.
Şu halde gençlik-ihtiyarlık anlaşmazlığının temeli neye dayanıyor? Bilgiye mi? Zannederim ki gençler bu alanda savaşı kabul edecek olurlarsa çabuk yenilebilirler. Gençleri okutan kimdir? Gerçi bugünün çocukları, öğrencileri ve gençleri öğretmenlerini çok geçeceklerdir. Fakat ne zaman? Kendileri de artık genç sayılmayacakları bir vakit. Her ihtiyarlayanın mutlaka bir şey bilmesinin lazım gelmeyeceği söylenebilir. Pek doğrudur. Fakat her gencin mutlaka çok şeyler bildiği de ileri sürülebilir mi? Bilen ve bilmeyen ihtiyarlar, bilen ve bilmeyen gençler bulunduğuna göre bu bakımdan bir anlaşmazlık da olsa olsa âlimlik-cahillik konusuna doğru kayar; gençlik ve ihtiyarlıkla ilgisi kalmaz.
Eğer tecrübe denen kavramın bu dünyada bir anlamı ve değeri yarsa bu ihtiyarlarda mı daha çoktur, gençlerde mi?
Hâlbuki bütün bunlara rağmen bir gençlik ve ihtiyarlık çarpışması vardır ve yine galibiyet gençlerindir. Hak veriyorum; çünkü o bütün bütün başka bir şeydir. Gençlik, başlayan neşeli bir sabahtır, ümittir ve gelecektir. İhtiyarlık... Onu sormayınız!
Gençlerle ihtiyarların aynı şekilde hissetmemeleri, düşünmemeleri de mümkündür. Hem böyle olması zorunludur. Fakat bugün ihtiyarların görüşlerini beğenmeyen gençler dünyaya ellerinde bir ebedilik ve kesinlik belgesiyle geldiklerine mi inanmaktadırlar acaba? Onlar da yarın, bugünün ihtiyarları yerine geçtikleri zaman, derin bir hayat ve ümit dalgası üzerinde ileriye doğru atılan gençlik saflarına karşı aynı durumda kalmayacaklar mı?
Dünya yürüyor ve yürürken her şey değişiyor. İnsanlığın adımları bazan uzun zaman mesafelerini kapsayacak surette, çok geniş oluyor. Bu geniş adımlara rağmen, etraftaki manevî ve ahlâkî görüntü fazla değişmiyor. Fakat bazan insanlığın adımları kısa ve aceleci oluyor; ufak bir zaman süresi içinde bütün bütün yeni ve değişik alanlara geçiyor. Sakin ve biteviye bir görüntü yerine, yolu alt üst olmuş harabelere rastlanıyor. Bugün işte böyle bir zelzele sahnesi içinden geçmekteyiz. Bizim bir zamanlar kendisine hayatımızı bağladığımız ahlâk yargıları sarsıldı. Görme ve hissetme metodları değişti. Onun için biz ihtiyarlar da insaf edelim; bunu bir “berbat olma saymayalım. Fakat yeni kuşaklar da şunu unutmamalıdır ki "yenilik" mutlaka "daha iyi" anlamım ifade etmez.
Gençliğin ihtiyarlığa asıl galip olduğu nokta içindeki azimde, dünyaya beraberinde getirdiği hayat ve iman atılımının bâkirliğindedir. Fakat eğer gençlik iyiye ve yükseğe doğru böyle bir ideal atılımının fedakâr, gözü yılmaz ve usanmaz bir âşıkı değilse... O zaman eyvah ona!..
HÜSEYİN CAHİT YALÇIN