CİMRİ CİMRİLİĞİYLE. CÖMERT CÖMERTLİĞİYLE ANILIR (öyküleyici anlatım)
Aşk-ı Memnu yazacı, Servet-i Fünun'un kudretti romancısı Ziya Bey'in Yeşilköy'deki villasının kapısını çalıyoruz. Üstat, başında lacivert beresi, sırtında kaşmir ceketi olduğu halde bahçede gül fidanlarını budamakla meşguldür.
isafirlerini telaşsız, nazikâne bir tavırla karşılayıp birinci katta pencerelerine yapraklar değen büyük bir odaya buyur eder. sec-eD-ı ziyaretimiz şudur ki Halid Ziya Bey, her cuma villasında edebiyat sohbetleri tertip etmeye başlamıştır. Lafı eğip bükmeye ne hacet, evet, işin aslı edebiyat sohbetidir; lakin toplantılarda üstadın bin bir çeşit nimet ile donattığı sofra, edebiyatı gölgede bırakacak derecede renkli ve kışkırtıcıdır. Memleket evladı "vesika ekmeğine, mısır koçanına, süpürge tohumuna" talim ederken, üstadın evinde eksik olan sadece kuş sütüdür. Odaya 'hayal ötesi bir çay masası' kurulmuştur. Masada çay, süt, sütlü kahve, kakao; bin bir çeşit peynir ve reçel, çilek, muz, menekşe kokulu fondanlar; çikolatalı, kremli mey-valı pastalar, bisküviler, börekler davetlilerin midesine inmek için sabırsızlanmaktadır... "Fakir mahallelerin sulh günlerinde bile tatmadığı, zengin konakların artık unutmaya başladığı" bu dünya nimetleri ile yüz yüze gelen ahali ne yapar? Bütün bu cümbüşü anlatan Yusuf
Ziya Ortaç der ki: "Yerdik, bütün aç gözlülüğümüzle, hayır, hayır, bütün açlığımızla yerdik! Sonra -eyvaaaah- doyardık!.." Davetlilerden bazısı yemeğin verdiği tatlı rehavette koltuğa yığılır kalır; ev sahibi de bir pencere açarak onların kendilerine gelmelerine yardımcı olurdu. Nihayet gece, üstadın oğlu Vedat Bey'in verdiği bir piyano konseriyle nihayete ererdi. Velhasıl, kalemi bir hayli bereketli olan Halid Ziya Bey'in kesesi de böyle cömerttir ve pek çok edebiyat adamının hem midesini hem de ruhunu doyurmaya vesile olmuştur.
Şimdi de Halid Ziya'nın Yeşilköy'deki villasından kalkıp Ankara'ya Taceddin Dergahı'na doğru uzanalım. Mehmet Akif, Hasan Basri Çantay başta olmak üzere bir kısım dostunu, evine çay içmeye davet etmiştir. Hasan Basri Bey tam evden çıkmak üzere iken Akif koşa koşa gelip, "Akşam çayını sizde içeceğiz." diyecektir. Amenna; ama sebebi? Akif'in cevabı kısacıktır: "Bizim odanın kilimini bir fakire vermişler!" Hasan Basri Bey der ki: "O oda ki mefruşatı zaten o tek kilimden ibaretti ve o tek kilimi bir fakire veren de kendisi idi." Akif'in masalar donatacak varlığı yoktur amma evinin bir tek kilimini, sırtındaki ceketini çıkarıp verecek kadar cömert bir kalbi vardır. Yine Hasan Basri Bey'e kulak verelim: "Müthiş bir kış günündeyiz. Akif'i kır bir ceketle görüyoruz. Fakat hissettirmemeye çalışıyor. Tahkik ettim; paltosunu evinin kapısına gelen çıplak hir fakire giydirmiştir.
Cömertlik kapısını kapatıp cimrilik kapısını açtığımızda, bizi merdiven başında meşhur pozitivistimiz Abdullah Cevdet karşılayacaktır! O Abdullah Cevdet ki Birinci Dünya Harbi yıllarında Cağaloğlu'ndaki 'İçtihat Evi'nde, Süleyman Nazif, Abdülhak Hamid, Sami Paşa'yı 'çarşamba toplantıları'nda, konuklarına çayı kuru üzümle içmeye mecbur etmiştir. Şekerin yokluğundan mı? Hayır, okkası üç lira oluşundan... Bu pintiliği yüzünden Süleyman Nazif'le Şair Eşrefin dilinden az çekmemiştir. Abdullah Cevdet için, "Meteliğe kurşun atar." diyen bir dostuna, Süleyman Nazif, "Ne kurşunu?" demiştir, "Meteliğe göbek atar!" Şair Eşref de onun hasisliğini bir beyitle cümle âleme ilan etmekten geri kalmamıştır: "Bir sinek konsa eğer tiksinerek pisliğine/ Hakkımı eklediyor der de koşar mahkemeye!" Necip Fazıl da 'Babıâli'de Abdullah Cevdet'in cimriliğinden söz açar ve onun misafirlerine kahve ikramına bile yanaşmadığını, işçisine para verirken de 'silik kuruşları seçtiğini' anlatır.
Necip Fazıl, 'Genç şair'i, yani kendisini anlatırken ise cömertliği elden bırakmadığını kayda geçirir. Bir gün sabaha karşı 'Babıâli dâhileri'nin karargâhlarından biri olan Petrograd pastanesinde hesap görürken, garsona: "Pastahanede ne kadar insan varsa hepsinin birden hesabını al!" diye hürmetlice bir para uzatmıştır. Bu jest karşısında Peyami Safa da, "Sanatkâr cömerttir. Hasisten sanatkâr çıkmaz. Cemiyet ise âdildir, ona ne verirsen fazlasiyle sana iade eder." gibi okkalı bir söz ile 'Genç şair'in gururunu okşamayı ihmal etmemiştir.
Meşhur eli sıkılardan biri de üstat İbn-ül Emin Mahmut Kemal Bey'dir; ama onun hasisliği pek hayırlı işlere vesile olmuştur. Hazret, seksen yedi yıllık hayatının neredeyse tamamını okuma yazma işleriyle uğraşarak geçirmiştir. Parada pulda, malda mülkte gözü olmamıştır. Sayılı nefesini tüketip dünyaya elveda çektiğinde ise geride neredeyse bir hazine bırakmıştır. Yusuf Ziya Ortaç, onun portresini çıkarırken şöyle der: "Eli, hasis denecek kadar sıkıydı. Yemezdi, içmezdi ve giyime, kuşama para harcamazdı. Ama, bir ömür boyu, sabırla, cömertlikle topladığı kitapları üniversiteye ve biriktirdiği altınları yalnız hayır işlerine bağışlayacak kadar asil bir cömertlik göstermiştir." Bu asaletin delili şudur ki büyük kitâbiyatçımız, yemeyip içmeyip biriktirdiği dört yüzden fazla altıncağızı bir vasiyetname ile hastanelere ve vakıflara taksim etmiştir. Dökümü şöyledir: Zeynep Kâmil Hastanesi'ne yüz altın, Guraba Hastanesi'ne seksen altın, Verem Hastanesi'ne altmış altın, Darüşşafaka'ya yüz altın ve Darülace-ze'ye seksen altın...
Ali Çolak, 06.05.2006
İLGİLİ İÇERİK
NASRETTİN HOCA FIKRA ÖRNEKLERİ