Panorama
Yunanca Farı (tüm) Orama (görüş) sözlerinden yapılmıştır. Bir büyük manzaranın yükseklerden görünüşü anlamına gelir. Edebiyatta panorama, bir şehrin, bir ormanın, bir geniş çevrenin umumî görünüşünün tasviri demektir.
Erzurum
Erzurum, Türk tarihine ve Türk coğrafyasına 1845 metreden bakar. Şehrin macerası düşünülürse, bu yükseklik daima göz önünde tutulması gereken bir şey olur, Malazgirt zaferinin açtığı gedikten yeni vatana giren celilerimizin ilk fethettikleri büyük, merkezî şehir Erzurum'dur. Sanki biraz sonra Garba doğru başlayacakları akından önce bu dağların çetin şeddini kendilerine temin etmek ister gibi, ilkin oralara yerleştiler. Ondan sonra harap Bizans duvarına üst üste çetin darbelerini indirdiler. Bir tanrı-dağdan fışkıran su gibi, oradan Anadolu'ya, sonra Rumeli'ye doğru çoğaldılar.
Onun içindir ki, Erzurum kalesini gezerken gözümün önünde olanlardan çok, başkalarını görür gibiydim. Sanki vatana, çatısından bakıyordum.
Nihayet kaleye çıktık. Tepesi uçtuğu için "Tepsi Minare" denen eski Selçuk kulesinden etrafı seyre başladık. Önümüzde, henüz sararmaya yüz tutmuş ekinleriyle, çıplak dağlar biter bitmez, küçük köyleriyle, ağaçlık subaşlarıyla, enginleriyle ova başlıyordu. Daha uzakta, Anadolu'nun şiir ve gurbet kaynağı olan, halkımızın duyuşundaki o keskin hüznün belki de sırrını veren dağlar vardı.
İlkin dağların etekleri, gümüş zırha benzeyen bir çizgiyle ovadan ayrıldı. Sonra düştüğü yerde, sanki külçelenen bir aydınlık, bendi yıkılmış bir su gibi bütün ovayı kapladı; toprağın ekinin rengini sildi. Gözümüzün önünde sadece ışıktan bir göl meydana gelmişti. Bütün ova, billur döşenmiş gibi parlıyordu. Dağlar, bir cilâlı satıh üzerinde yüzer gibiydiler. Güneş batacağı yere iyice yaklaşınca, ovanın şurasından burasından kalkan tozlar, bu golün üstünde altın yelkenler gibi sallanmaya başladılar. Bu, bir akşam saati değil, tek bir rengin türlü perdeleri üstünde toplanan bir masal musikisiydi.
Zaten güneş o kadar sakin o kadar hareketsiz bir halde alçalıyordu ki, dikkatimiz ister istemez, gözlerimizden ziyade kulaklarımıza toplanmıştı. Hepimizde çok derin, esrarlı bir şeyi, eşyanın kendi diliyle yaptığı duayı dinler gibi hâl vardı, Sonra bu billur aynanın üstünde, kendi parıltısından daha koyu ışık nehirleri taşmaya başladı. Nihayet güneş İki dağın arasında kaybolduğu zaman tıpkı bir senfoni biterken, bir kurtuluşun sevincini taşıyan o ihtişamlı notalara pek benzeyen son bir ışık, olduğumuz yere kadar uzandı. Toprak, derin derin ürperdi. Ova, yavaş yavaş saf gümüşten, erimiş altın rengine, oradan da akşam saatlerinin esmerliğine geçti.
(A. Hamdi Tanpınar, Beş Şehir)