Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

Değerini ortaya koymak amacıyla genelde sanat ve özelde bir edebiyat eserinin belirlenmiş ölçütlere göre incelenmesi ve analizini konu alan bilim dalı.

Eski Yunan'da edebî eleştiri edebiyata insanları ahlâkî erdemlere yönlendirme görevi veriyor ve eserler bu ölçüye göre değerlendiriliyordu. Aristo'nun Poetika ile Retorika'sında kadîm Yunan edebî tenki­dinin esasları felsefe ve mantık bilimleri­nin verileriyle desteklenerek belirlenmiş, bunların Batı edebiyatlarında yansıma­ları olmuş, bu iki eserin II (VIII) ve III. (IX.) yüzyıllarda Arapçaya tercümesiyle birlikte Arap edebî tenkidine de etkide bulunmuş ve Kudâme b. Ca'fer ile Abdülkâhir el-Cür-cânî gibi bu eserlerden etkilenen eleştir­menler ortaya çıkmıştır. Daha sonra Batı'da görülen realizm, romantizm, parnasizm, eksistansiyalizm, sosyalizm, komü­nizm, sembolizm gibi felsefî, edebî ve sos­yal akım ve ekollerin her birine özgü edebî eleştiri kriterleri oluşmuştur. Edebî eleş­tiri her millette ilk zamanlar eleştirmenin zevkine ve eserden edindiği izlenime gö­re değişen natürel ve sübjektif eleştiri ni­teliğinde iken zamanla gelişerek belirli öl­çü ve yöntemleri, objektif kriterleri olan bi­limsel bir disiplin haline gelmiştir.

□ TÜRK EDEBİYATI. Tenkit Fransızca kritik (critique) karşılığı olarak Servet-i Fü-nûn döneminden itibaren görünmeye baş­lanmıştır. Tanzimat devri edebiyatçıları, bu anlamda daha çok muhakeme ve muahe­ze kelimelerini kullanırken kritik için ilm-i nakd tabirine yer vermiştir. Tâhirülmevlevî nakdi "nazmın kusurlarını bildiren il­min adı" olarak tarif etmiş. Muallim Naci de ilm-i nakd ile meşgul olan nakkâdı "şi'r-i bî-aybı şi'r-i ma'yûb meyânından tefrik eden kişi" diye nitelemiştir. Tanzimat'tan önce sistemli bir tenkit anlayışından söz etmek mümkün değildir; bununla birlikte şuarâ tezkireleriyle bir kısım divanların dibacele­rinde güzel şiirin vasıflarına dair yer alan bazı tesbitler tenkit sayılabilir. Buna göre sanat bir Tanrı vergisidir. Sanat aynı za­manda bir ilimdir, bunun için vezin, ka­fiye ve belagat gibi öğrenilmesi gereken ilimler mevcuttur. Ancak sanatkâr olabil­mek için bunları bilmek veya uygulamak yeterli değildir. Şiirin konusu güzellik, aşk, övgü veya yergi olsa da bütün şairler as­lında Tanrı'yı övmektedir. İntihal, "kat'-ı zeban" gibi cezayı gerektiren en büyük suç­tur. Şiirden herkes anlayamaz, bu bir ça­ba işidir. Şiirin ve şairin değeri ancak onu anlayanlar tarafından bilinir.

Tanzimat'tan sonra Türk edebiyatı ten­kit anlayışında başlangıçta iki nokta dik­kati çeker. Edebiyatın yenileşme süreci içerisinde divan edebiyatının bütünüyle red­di veya ağır ifadelerle tenkidi, yeni ede­biyatçıların Batı örneklerine benzer edebî eserlerle yeni bir edebiyat kurulması yo­lunda gösterdikleri gayret. Bu dönemde Şinâsi, Nâmık Kemal, Ziyâ Paşa, Recâizâde Mahmud Ekrem ve Muallim Naci'nin çeşitli vesilelerle ortaya koydukları tenkit örnekleri yanında daha sonra Beşir Fuad ile Ahmed Midhat Efendi'nin edebiyatta realizm anlayışını savunan ciddi tenkit ör­nekleri verdiği görülür. Şinâsi, Nâmık Ke­mal ve Ziyâ Paşa'nın tenkit anlayışının da­ha çok sosyal fayda çerçevesinde şekillen­miş olduğu söylenebilir. Şinâsi'nin tenkit­çi hüviyeti, 1863'te Ruznâme-i Cerîde-i Havadis gazetesi yazarlarından Said Bey ile (Küçük Said Paşa) giriştiği meşhur "mebhûsetün anhâ" tartışmasında Türk dili hakkında ileri sürdüğü görüşlerde or­taya çıkar. Burada Türkçe'deki bazı Arap­ça ve Farsça kelime ve tamlamaların doğru kullanılması gerektiği üzerinde duran Şinâsi edebiyatın "edeb" kökünden geldiğini belirterek edebiyatla ahlâk arasında ilişki kurar. Onun ayrıca eski tezkirecilik anlayışından farklı şekilde Batı tarzında edebiyat tarihçiliğine yakın yeni kriterler­le hazırladığı Fatîn Tezkiresi baskısı da bu tenkit zihniyetinin ürünü sayılabilir. ,

Zihniyet bakımından eskiye daha yakın olan Ziyâ Paşa'nın eleştirilen tutarsız dav­ranışlarından biri, 1868 yılında Londra'da Hürriyet gazetesinde çıkan "Şiir ve İnşâ" makalesinde ileri sürdüğü görüşlerle bun­dan altı yıl sonra kaleme aldığı Hârâbat mukaddimesinden görüşleri arasında bu­lunan tezatlardır. "Şiir ve İnşâ"nın başın­da Osmanlı şiiri denebilecek bir şiirin ve Türk milletinin kendine mahsus bir dilinin olup olmadığını soran Ziyâ Paşa Necati Bey, Bakî ve Nefî'nin divanlarındaki şiirlerle Nedîm ve Vâsıf'ın şarkılarını Türk şiiri kabul etmez. Nesir için de aynı görüşü ileri sü­rer. Ona göre Osmanlı nesrinin şaheser­lerinden sayılan Veysî, Nergisî ve Feridun Bey'in münşeatlarında üçte bir oranında bile Türkçe kelime bulmak mümkün değil­dir. Ziyâ Paşa aynı makalesinde Türk şiiri­nin İstanbul halkının avam şarkılarıyla taş­rada çöğür şairleri arasında yaygın deyiş, üçleme ve kayabaşılar, tabii nesrin de Ka­mus mütercimi Asım Efendi'nin sade ve tabii diliyle Muhbir gazetesince benimse­nen yazı tarzı olduğunu söyler. Ancak Ziyâ Paşa 1874'te yayımladığı Hârâbat mu­kaddimesinde daha önce eleştirdiği divan şairlerini takdir etmiş, övdüğü halk şairle­rinin eserlerini ise "eşek anırması"na (nü-hak) benzetmiş, bu yüzden Nâmık Ke­mal'den başlayarak ağır biçimde eleştiril­miştir.

Bu dönemde edebiyatçılar arasında ger­çek anlamda edebî tenkit örnekleri veren kişi Nâmık Kemal'dir. Onun, Ahmet Hamdi Tanpınar'dan beri yeni edebiyatın bir ne­vi beyannâmesi kabul edilen "Lisân-ı Osmânî'nin Edebiyatı Hakkında Bazı Mülâha­zatı Şâmildir" adlı makalesinden itibaren Bahâr-ı Dâniş ve İntibah mukaddime­leri, Tahrîb-i Hârâbat ve Ta'kîb risâleleriyle İrfan Paşa'ya Mektup, Mes prisons Muahezesi, Ta'lîm-i Edebiyyat Üzerine Bir Risale ve Mukaddime-i Celâtde da­ğınık biçimde tenkitle ilgili görüşleri mev­cuttur. Nâmık Kemal, bir yandan zihniyet ve örnekler bakımından divan edebiyatını eleştirirken bir yandan da yeni edebiyatı ve yeni edebî türleri savunur. Onun eleştirel görüşleri üç başlık altında ele alınabi­lir. 1. Divan edebiyatının tenkidi. Eski Türk edebiyatının İran edebiyatı etkisi altında ortaya çıktığını ileri süren Nâmık Kemal "edebiyyât-ı sahîha" adına onu reddeder. Hârâbat mukaddimesi dolayısıyla kaleme aldığı Tahrîb-i Hârâbat ve Ta'kîb'de eski edebiyatın diline, hayal sistemine ve ede­bî sanatları kullanma tarzına itiraz eden Nâmık Kemal eski şiirin bütünüyle süs­lerle dolu olduğunu, ses ve kafiye endişe­si yüzünden bu şiirden anlam çıkarmanın mümkün olmadığını söyler. Divan şiirinde mâna çeşitli oyunlara feda edilmiş, müba­lağa ile mecaza fazlaca yer verildiğinden giderek realiteden uzaklaşılmıştır. 2. Yeni bir edebiyat kurma teşebbüsü. Nâmık Ke­mal bütün Tanzimat devri yazarlarının öz­lediği yeni bir edebiyatın temellerini at­maya çalışmıştır. "Edebiyyât-ı sahîha" ve "edebiyyât-ı hakîkiyye" dediği yeni edebi­yat ona göre akla, gerçeğe ve insan duy­gularına uygun bir edebiyat olmalıdır. 3. Yeni edebî türlerin savunması. Nâmık Ke­mal, çeşitli yazılarında Tanzimat'tan sonra Batı edebiyatından gelen yeni edebî tür­leri savunmuş ve yazdığı roman, tiyatro, biyografi eserlerinde edebiyata yeni bir açı­lım getirmiştir.

Divan şiirini Nâmık Kemal'den sonra eleş­tirenlerin başında gelen Recâlzâde Mahmud Ekrem aynı zamanda Tanzimat dö­nemi eleştirisinin önemli isimlerinden biri­dir. Recâizâde, gerek Menemenlizâde Mehmed Tâhir'in Elhân adlı şiir kitabı için kale­me aldığı Takdîr-i Elhân'da gerekse Ta'lîm-i Edebiyyât dolayısıyla yazdığı ma­kalelerde şiir ve edebiyat hakkındaki dü­şüncelerini açıklamıştır. Recâizâde Mahmud Ekrem'in aynı kuşağa mensup arka­daşlarından ayrılan yanı bir taraftan yeni kurulmakta olan edebiyatın estetiğini be­lirlemeye çalışması, diğer yandan eski zih­niyeti temsil eden Muallim Naci karşısın­da yeni edebiyatı savunmasıdır. Servet-i Fünûn topluluğuna mensup edebiyatçılar­dan bir kısmının hocası olan Recâizâde, yeni edebiyatın gelişmesine eserlerinden çok düşünceleri ve gençlere yol göster­mesiyle hizmet etmiştir. Onun Mekteb-i Mülkiyye'de okuttuğu dersle ilgili notları­nı Ta'lîm-i Edebiyyât adı altında yayım-lamasıyla (1879) dönemin en dikkat çeki­ci edebiyat tartışmalarından biri başlar. Edebî eserlerde fikre ön planda yer veren Recâizâde Mahmud Ekrem bu eserini böy­le bir görüş doğrultusunda düzenler. Ta'­lîm-i Edebiyyât yeniye taraftar kişilerce takdirle karşılanırken eski edebiyat taraf­tarlarının eleştirilerine hedef olur. Zem­zeme mukaddimesinde şiirle ilgili düşün­celerini açıklayan Recâizâde, Takdîr-i El­hân'da o zamanki tenkit anlayışı ile göz ve kulak için kafiye meselesini ele alır, ede­biyatta tenkit konusu üzerinde durur. Mu­aheze ismi verilen tenkidin aslında ese­rin ruhuna nüfuz etmeden üstünkörü bil­gilerle muhatabı karalamaktan öteye geç­mediğini söyler. Gerçek anlamda eleştiri zor bir iştir ve Avrupa'da eleştiriyle uğra­şanlar geniş bakış açısı, süratli anlama ye­teneği, şairane tabiat, güzellikleri fark edebilme, fikir zarafeti ve duygu inceliği gi­bi doğuştan gelen veya sonradan kazanı­lan meziyetlere sahiptir.

Bu dönemin yeni edebiyat taraftarları ile eskiyi devam ettirmek isteyenler ara­sındaki edebî tartışmalardan biri de Re­câizâde Mahmud Ekrem ile Muallim Naci arasında geçen "zemzeme-demdeme" tartışmasıdır. Recâizâde'nin Naci'nin şiir an­layışını eleştirmesi ve bazı şiirlerini karikatürize etmesiyle başlayan tartışma Dâhiliye Nezâreti'nin müdahalesiyle sona er­miş, ancak tartışma sırasında Muallim Na­ci'nin muhatabı için kullandığı ağır ifade­ler Demdeme adlı eseriyle eleştiri alanın­da hiç de iyi bir örnek ortaya koymadığını göstermiştir. Öte yandan Beşir Fuad, Tan­zimat sonrası Türk edebiyatına yeni bir yön vermeye ve yeni edebiyatın Batı'da-ki gerçekçi edebiyat (realizm, natüralizm) karşısındaki durumunu belirlemeye çalı­şır. 1885'te yayımladığı Victor Hugo adlı monografisinde romantizme karşı realizm ve natüralizmi ön plana çıkarır ve Hugo üzerinden Türk edebiyatına hâkim roman­tik edebiyat anlayışını eleştirir. Böylece meşhur "hayâliyyûn-hakîkiyyûn" tartışma­sını başlatır. Bu tartışma sırasında başta Menemenlizâde Mehmed Tâhir, Recâizâ­de Mahmud Ekrem ve Nâmık Kemal ol­mak üzere muhataplarına verdiği cevap­larda ilmi edebiyata tercih eden, şiire ve şiirde duygusallığa karşı çıkan, aklı ve akıl­cılığı öne çıkaran Beşir Fuad sanat eserinin tabii olmak şartıyla hem güzeli hem de çirkini içermesi gerektiğini ileri sürer. Ay­rıca kendisinin şiire değil şiirde aşırı duy­gusallığa karşı çıktığını söyler.

Ahmed Midhat Efendi, bu tartışma sı­rasında Beşir Fuad'a hitaben yazdığı "Fen ve Şiir ve Şi'r-i Fennî" adlı yazısı ile Müşâhedât'ın önsözünde kendisinin realizmden ne anladığını uzun uzadıya yazar. Ona gö­re realizmde gözlem önemlidir, ancak bu­nun da bir sınırı ve ölçüsü olmalıdır. Rea­lizm sadece kötü hayat tablolarının, sefa­hatin, felâketlerin ve ahlâksızlığın tasviri değil iyilik ve güzelliklerin de ortaya kon­masıdır; çünkü Beşir Fuad'ın ve Emile Zola'nın tasvir ettiği şekilde bir hayat hiçbir toplumda ve hiçbir çağda görülmemiştir. Devrinde "Cezmi", "Ta'lîm-i Edebiyyât", "hayâliyyûn-hakîkiyyûn", "klasikler", "zem­zeme-demdeme" ve "dekadanlık" gibi tar­tışmalara katılan Ahmed Midhat Efendi'nin tenkit yazıları onun edebî faaliyetinin bir parçasını meydana getirir. Doğrudan doğruya okuyucuya hitap eden ve seviye­si ne olursa olsun halka okuma isteği ver­mekten başka bir amacı olmayan Ahmed Midhat'ın eleştirileri de hep dönemin in­sanına bir şeyler öğretme çerçevesi için­dedir.

Mizancı Murad, edebiyat ve tenkit üze­rine görüşlerini 1888 yılından itibaren Mi­zan gazetesinde yayımladığı "Üdebamızın Numûne-i İmtisalleri" ana başlıklı on sekiz makalede, "Musâhabe-i Edebiyye" sütunundaki yazılarında ve Turfanda mı yoksa Turfa mı? romanının mukaddime­sinde ortaya koymuştur. Teorik yazılarında Nâmık Kemal gibi divan edebiyatını suni, hatta yer yer ahlâka aykırı bulan yazar ede­biyata daha çok ahlâkî açıdan yaklaşır. Ona göre edebiyat millî özellikler taşımalı, top­lumun örf, âdet, ahlâk ve dinî değerleri­ne bağlı kalmak suretiyle örnek alınacak tipler ortaya koymalıdır. Mizancı Murad bu görüşler doğrultusunda Nâmık Kemal'in Vatan yahut Silistre, Recâizâde Mahmud Ekrem'in Vuslat oyunlarını ve Sâmipaşazâde Sezai'nin Sergüzeşt romanını ele al­mış, böylece Tanzimat dönemi tenkit an­layışında uygulamalı ilk örneği vermiştir. Ayrıca bir millet için edebiyatın fenden da­ha önemli olduğunu belirtmiş, edebî eser­lerin ahlâkî esaslara uyması, şair ve yazar­ların aşktan başka konulara da yer ver­mesi, bu arada tenkitle taarruzun birbiri­ne karıştırılmaması gerektiğini ifade eder.

Tanzimatçılar'dan sonra ara nesil de çe­şitli edebiyat ve tenkit meseleleri üzerin­de durduğu gibi bir kısım eser ve şahsi­yetler hakkında değerlendirmeler yapmış­tır. Bunlar arasında yer alan Menemen­lizâde Mehmed Tâhir, Mehmed Zîver, Ali Kemal, Mehmed Re'fet, Mehmed Münci, Hâlid Safâ, Nûreddin Ferruh, Ali Suad ve Mehmed Celâl gibi yazarların dağınık da olsa şiir, hikâye, roman ve tiyatro gibi tür­lerle Batı edebiyatı akımlarını ve mensur şiiri estetik ölçüleri öne çıkararak değer­lendirdiği görülür. Bu dönemde dikkati çe­ken diğer bir konu klasikler tartışmasıdır. Daha ziyade, "Avrupa'da olduğu gibi bizim de edebiyatta bir klasik devrimiz var mı­dır? Avrupa klasiklerini dilimize çevirmek gerekli midir? Bunları dilimize çevirebilecek mütercimlerimiz var mıdır?" soruları etrafında geçen tartışmayı Tercümân-ı Hakîkat'te Ahmed Midhat Efendi başlat­mış. İkdam gazetesi sahibi Ahmed Cev­det ile Cenab Şahabeddin, Necip Âsim (Ya­zıksız), Ahmed Râsim, Lastik Said Bey, Hü­seyin Dâniş, Hüseyin Sabri ve İsmail Avni gibi yazarların katılmasıyla tartışma uzun süre devam etmiştir.

Servet-i Fünûncular'ın tenkit anlayışı da­ha çok Hippolyte Taine'in "ırk, muhit ve zaman" anlayışına dayanmaktadır. Onla­rın bu konudaki görüşleri üç noktada özet­lenebilir. 1. Tenkit Batı'da bağımsız bir tür­dür; bizde ise çok yeni olduğundan henüz terimleri bile iyice belirlenmemiştir. Biz­de tenkit genellikle kusur arama şeklinde anlaşıldığından henüz ciddi tenkit örnek­leri ortaya konulamamıştır. Tenkitçinin gö­revi kusurları sergilemek değil eserin ede­bî değerini göstermektir. 2. Tenkit mut­lak kurallara bağlanamaz. Tenkit hüküm vermekten ziyade kişisel duygu ve zevk­leri ortaya koyan değerlendirmeler yap­maktır. Bu değerlendirmeler tabii olarak sübjektif olacaktır. 3. Batı edebiyatını iyi­ce tanıyabilmek için tenkit türünün Batı'daki gelişme çizgisinin bilinmesi gerekir; çünkü her edebî dönem bir öncekinin tenkidiyle hazırlanır. Servet-i Fünûncular, ten­kit konusundaki görüşlerini ortaya koyduk­ları bir kısım yazılarında estetik ve sanat meseleleriyle birlikte edebî eser ve edebi­yat, dil ve üslûp, şiir, hikâye, roman ve Batı’daki edebî akımlar üzerinde durmuş­lardır. Onların tenkit tarihimizdeki önemi tenkidi müstakil bir tür olarak kabul et­meleridir.

Başta Hüseyin Cahit (Yalçın) olmak üze­re Cenab Şahabeddin, Halit Ziya (Uşaklıgil), Mehmed Rauf ve Tevfik Fikret gibi Ser­vet-i Fünûn topluluğunun önde gelen isim­lerinin hemen hepsi tenkit üzerine değer­lendirmeler yapmakla birlikte topluluk için­de Ahmed Şuayb sadece tenkitle uğraş­mıştır. Ahmed Şuayb, Hayat ve Kitap­lar adlı hacimli eserinin (İstanbul 1317) yarısını Hippolyte Taine'e ayırmış, diğer ya­rısını da Gustave Flaubert ve Madam Bovary'ye, G. Monod, E. Lavisse, Ranke, Nie-buhr ve Mommsen gibi Batılı filozof ve tenkitçilere tahsis etmiştir. Hippolyte Taine ve Gustave Flaubert yanında zaman zaman Servet-i Fünûn şair ve yazarlarını da eleştirmekten çekinmeyen Ahmed Şu­ayb, yazılarıyla bir yandan devrin Türk okuyucusunu Fransız edebiyatındaki ten­kit ve polemiklerden haberdar ederken bir yandan da bizdeki tenkit anlayışına objek­tif bakış açısı getirmeye çalışmıştır.

Halit Ziya 1889'da yayımlanan Hikâye adlı, devri için önemli bir tenkit örneği sa­yılan kitabında roman türünün Batı'da ve bizdeki tarihî gelişmesini inceler. Eserde Fransız realistleri gibi romanı hayata tu­tulan bir ayna olarak değerlendiren yazar, realist tasvirler yanında romancının her şeyden önce insan ruhunu ele alıp tahlil etmesi gerektiğini söyler. Hüseyin Cahit ise Kavgalarım (1910) adlı kitabında "de­kadanlık" tartışması sırasında Servet-i Fü­nûn muhalifleriyle olan tartışmalarını an­latır. Hüseyin Cahit'le giriştiği polemikler­den başka Paris'ten gönderdiği, son dö­nem Fransız edebiyatının özelliklerini ta­nıtan, modern eleştiri anlayışına uygun makalelerini Paris Musahabeleri (I-III, İs­tanbul 1315) ve Sorbonne Dârülfünûnu'nda Edebiyyât-ı Hakîkiyye Dersleri (İstanbul 1314) adlı kitaplarda toplayan Ali Kemal de dönemin tanınmış tenkitçi­leri arasında yer alır. Aynı yıllarda Mülâhazât-ı Edebiyye (İstanbul 1314) ve Muhâkemât-ı Edebiyye (İstanbul 1329) ad­lı eserleriyle İsmail Safâ tenkit sahasında adı anılması gereken isimlerden biridir. Servet-i Fünûn topluluğunun dağılmasın­dan ve 1908'de II. Meşrutiyet'in ilânından sonraki yoğun politik hava içinde edebi­yatı yeniden gündeme getirmek üzere ku­rulan Fecr-i Âtî topluluğu mensupları özel­likle Genç Kalemler hareketiyle ortaya çı­kan sade Türkçe, hece vezni ve millî edebi­yat meseleleri etrafında çeşitli tenkitlere hedef olmuştur. Topluluğa yöneltilen eleş­tirilere karşı Yakup Kadri (Karaosmanoğlu), Ali Canip (Yöntem), Hamdullah Subhi (Tanrıöver), Köprülüzâde Mehmed Fuad, Şehâbeddin Süleyman ve Müfid Râtib'in cevap verdikleri görülür. Millî Edebiyat dönemiy­le birlikte edebî tenkidin alanı biraz daha genişler. Bu devirde Türkçülük, milliyet­çilik, millî vezin ve sade Türkçe gibi konu­lar etrafında gerçekleşen eleştiri ve pole­miklerin sayısı öncekilere göre oldukça faz­ladır. Fecr-i Âtî'den ayrılıp Millî Edebiyat hareketine katıldıktan sonra Cenab Şahabeddin'le yaptığı tartışmaları Millî Ede­biyat Meselesi ve Cenab Bey'le Müna­kaşalarım (1918) adlı bir kitapta toplayan Ali Canip ile Fuad Köprülü'nün Bugünkü Edebiyatı (İstanbul 1924) ve Râif Nec­det'in (Kestelli) Hayât-ı Edebiyye'si (1909-1922) dönemin belli başlı tenkit eser­leri arasında yer alır.

Cumhuriyet'ten sonraki yıllarda edebî tenkit alanı biraz daha genişler. Bu dönem­de Batı'da gelişen yeni teorilerin ve çeşitli ideolojilerin etkisiyle güdümlü bir eleştiri anlayışı yanında akademik çevrelerce ob­jektif tenkit metotlarının geliştirildiği gö­rülür. Cumhuriyet'in ilk yıllarında bir yan­dan edebî eserlerin "inkılâp edebiyatı"na hizmet edip etmediği üzerinde durulurken bir yandan da edebî eserin kendisinden ziyade yazarının ve onun dünya görüşünün ele alındığı dikkati çeker. Bu de­virde tenkit belli başlı iki yönde gelişmiş­tir: İzlenimci (sübjektif) tenkit, ilmî (objek­tif) tenkit. Daha çok Nurullah Ataç, Suut Kemal Yetkin ve Sabahattin Eyüboğlu'nun öncülük ettiği sübjektif tenkit anlayışımın: etkisi 1950'lere kadar devam eder. 19S0'lerden itibaren kendini göstermeye baş­layan objektif tenkit akademik çevreler­le bir kısım edebiyat dergilerinde kendini gösterir. Edebiyat fakültelerinin filoloji bö­lümlerinde Berna Moran, Akşit Göktürk, Tahsin Yücel, Jale Parla, Gürsel Aytaç gi­bi isimlerin yanında devrin edebiyat der­gilerinde görülen bu tarz eleştiri anlayışı­nın temsilcileri arasında Hüseyin Cöntürk, Adnan Benk, Asım Bezirci ve Eser Gürson gibi isimler dikkati çeker. Yine aynı dönem­de ortaya çıkan ve toplumcu gerçekçilik adıyla anılan eleştiri anlayışı doğrudan doğ­ruya Marksist eleştiri teorisine dayanmak­tadır. Günümüzde daha yaygın biçimde geçerliliğini koruyan tenkit anlayışları ise sosyoloji, psikoloji ve tarih gibi ilim dalla­rıyla ilişkiler sonucu ortaya çıkan sosyolo­jik, psikanalitik, Marksist ve feminist ten­kitle yapısalcı, biçimci ve göstergebilim ad­larıyla bilinenlerdir. Cumhuriyet devrinde eleştiri alanında şu isimler de sayılabilir: Orhan Burian, Cemil Meriç, Vedat Günyol, Mehmet Kaplan, Fethi Naci, Mehmet Fuat,, Rauf Mutluay, Mehmet H. Doğan, Ahmet" Oktay, Konur Ertop, Doğan Hızlan, Ahmet İnam, Atilla Özkırımlı, Füsun Akatlı, Mu­rat Belge, Metin Celâl, Ömer Türkeş, Or­han Koçak, Feridun Andaç, Semih Gümüş.

BİBLİYOGRAFYA:

Beşir Fuad, Şiir ve Hakikat (haz. Handan İn­ci), İstanbul 1999; Ahmet Hamdi Tanpınar, XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul 1967; M. Orhan Okay, İlk Türk Pozitivist ve Natüralisti Be­şir Fuad, İstanbul 1969; M. Kaya Bilgegil, Hârâ­bat Karşısında Nâmık Kemâl, İstanbul 1972; Berna Moran, Edebiyat Kuramları ve Eleştiri, İstanbul 1972; a.mlf., Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış, İstanbul 1983-90, [-111; Bilge Ercilasun, Servet-i Fünun'da Edebî Tenkil, Ankara 1981; a.mlf., İkinci Meşrutiyet Devrinde Tenkit, Anka­ra 1995; Harun Tolasa, Sehî, Latîfî, Âşık Çelebi Tezkirelerine Göre 16. Yüzyılda Edebiyat Araş­tırma ve Eleştirisi, İzmir 1983; Celâl Tarakçı, Ce­nab Şahabeddin'de Tenkid, Samsun 1986; Tah­sin Yücel, Eleştirinin ABC'si, İstanbul 1991; Ha­san Kolcu, Türk Edebiyatında Hece-Aruz Tartış­maları, Ankara 1993; Kâzım Yetiş, Talîm-i Ede­biyatın Retorik ve Edebiyat Nazariyatı Saha­sında Getirdiği Yenilikler, Ankara 1996; Erdo­ğan Erbay, Eskiler ve Yeniler: Tanzimat ve eserler. Tenzîhü'l-Kur'ân da tefsir türünden bir eser olmayıp hidayetinden istifade et­mek amacıyla okunması sırasında Kur'an'ın doğru anlaşılmasını sağlamayı ve okuyucu­nun aklına gelebilecek meseleleri çözmeyi hedefleyen bir kitaptır. Müellif Kur'an'ın okunması esnasında ilk yönelişle anlaşıla­bilen beyanlara muhkem, anlaşılamayan­lara müteşâbih demiş, ikinci grup âyetleri Arap dilinin kuralları ve ilâhî beyanın ga­yeleri doğrultusunda yorumlamaya çalış­mıştır. Bu yönüyle Tenzîhü'l-Kur'ân yi­ne Kâdî Abdülcebbâr'a ait Müteşâbihü'l-Kur'ân dan ayrılır. Öyle anlaşılıyor ki mü­ellif, Müteşâbihü'l-Kur'ân'da Mu'tezile mezhebine has görüşleri kanıtlamak is­temiş, bu eserinde ise Kur'an'ın hidayet yönü üzerinde durmuştur.

İslam ansiklopedisi, 40

SON EKLENENLER

Üye Girişi