Değerini ortaya koymak amacıyla genelde sanat ve özelde bir edebiyat eserinin belirlenmiş ölçütlere göre incelenmesi ve analizini konu alan bilim dalı.
Eski Yunan'da edebî eleştiri edebiyata insanları ahlâkî erdemlere yönlendirme görevi veriyor ve eserler bu ölçüye göre değerlendiriliyordu. Aristo'nun Poetika ile Retorika'sında kadîm Yunan edebî tenkidinin esasları felsefe ve mantık bilimlerinin verileriyle desteklenerek belirlenmiş, bunların Batı edebiyatlarında yansımaları olmuş, bu iki eserin II (VIII) ve III. (IX.) yüzyıllarda Arapçaya tercümesiyle birlikte Arap edebî tenkidine de etkide bulunmuş ve Kudâme b. Ca'fer ile Abdülkâhir el-Cür-cânî gibi bu eserlerden etkilenen eleştirmenler ortaya çıkmıştır. Daha sonra Batı'da görülen realizm, romantizm, parnasizm, eksistansiyalizm, sosyalizm, komünizm, sembolizm gibi felsefî, edebî ve sosyal akım ve ekollerin her birine özgü edebî eleştiri kriterleri oluşmuştur. Edebî eleştiri her millette ilk zamanlar eleştirmenin zevkine ve eserden edindiği izlenime göre değişen natürel ve sübjektif eleştiri niteliğinde iken zamanla gelişerek belirli ölçü ve yöntemleri, objektif kriterleri olan bilimsel bir disiplin haline gelmiştir.
□ TÜRK EDEBİYATI. Tenkit Fransızca kritik (critique) karşılığı olarak Servet-i Fü-nûn döneminden itibaren görünmeye başlanmıştır. Tanzimat devri edebiyatçıları, bu anlamda daha çok muhakeme ve muaheze kelimelerini kullanırken kritik için ilm-i nakd tabirine yer vermiştir. Tâhirülmevlevî nakdi "nazmın kusurlarını bildiren ilmin adı" olarak tarif etmiş. Muallim Naci de ilm-i nakd ile meşgul olan nakkâdı "şi'r-i bî-aybı şi'r-i ma'yûb meyânından tefrik eden kişi" diye nitelemiştir. Tanzimat'tan önce sistemli bir tenkit anlayışından söz etmek mümkün değildir; bununla birlikte şuarâ tezkireleriyle bir kısım divanların dibacelerinde güzel şiirin vasıflarına dair yer alan bazı tesbitler tenkit sayılabilir. Buna göre sanat bir Tanrı vergisidir. Sanat aynı zamanda bir ilimdir, bunun için vezin, kafiye ve belagat gibi öğrenilmesi gereken ilimler mevcuttur. Ancak sanatkâr olabilmek için bunları bilmek veya uygulamak yeterli değildir. Şiirin konusu güzellik, aşk, övgü veya yergi olsa da bütün şairler aslında Tanrı'yı övmektedir. İntihal, "kat'-ı zeban" gibi cezayı gerektiren en büyük suçtur. Şiirden herkes anlayamaz, bu bir çaba işidir. Şiirin ve şairin değeri ancak onu anlayanlar tarafından bilinir.
Tanzimat'tan sonra Türk edebiyatı tenkit anlayışında başlangıçta iki nokta dikkati çeker. Edebiyatın yenileşme süreci içerisinde divan edebiyatının bütünüyle reddi veya ağır ifadelerle tenkidi, yeni edebiyatçıların Batı örneklerine benzer edebî eserlerle yeni bir edebiyat kurulması yolunda gösterdikleri gayret. Bu dönemde Şinâsi, Nâmık Kemal, Ziyâ Paşa, Recâizâde Mahmud Ekrem ve Muallim Naci'nin çeşitli vesilelerle ortaya koydukları tenkit örnekleri yanında daha sonra Beşir Fuad ile Ahmed Midhat Efendi'nin edebiyatta realizm anlayışını savunan ciddi tenkit örnekleri verdiği görülür. Şinâsi, Nâmık Kemal ve Ziyâ Paşa'nın tenkit anlayışının daha çok sosyal fayda çerçevesinde şekillenmiş olduğu söylenebilir. Şinâsi'nin tenkitçi hüviyeti, 1863'te Ruznâme-i Cerîde-i Havadis gazetesi yazarlarından Said Bey ile (Küçük Said Paşa) giriştiği meşhur "mebhûsetün anhâ" tartışmasında Türk dili hakkında ileri sürdüğü görüşlerde ortaya çıkar. Burada Türkçe'deki bazı Arapça ve Farsça kelime ve tamlamaların doğru kullanılması gerektiği üzerinde duran Şinâsi edebiyatın "edeb" kökünden geldiğini belirterek edebiyatla ahlâk arasında ilişki kurar. Onun ayrıca eski tezkirecilik anlayışından farklı şekilde Batı tarzında edebiyat tarihçiliğine yakın yeni kriterlerle hazırladığı Fatîn Tezkiresi baskısı da bu tenkit zihniyetinin ürünü sayılabilir. ,
Zihniyet bakımından eskiye daha yakın olan Ziyâ Paşa'nın eleştirilen tutarsız davranışlarından biri, 1868 yılında Londra'da Hürriyet gazetesinde çıkan "Şiir ve İnşâ" makalesinde ileri sürdüğü görüşlerle bundan altı yıl sonra kaleme aldığı Hârâbat mukaddimesinden görüşleri arasında bulunan tezatlardır. "Şiir ve İnşâ"nın başında Osmanlı şiiri denebilecek bir şiirin ve Türk milletinin kendine mahsus bir dilinin olup olmadığını soran Ziyâ Paşa Necati Bey, Bakî ve Nefî'nin divanlarındaki şiirlerle Nedîm ve Vâsıf'ın şarkılarını Türk şiiri kabul etmez. Nesir için de aynı görüşü ileri sürer. Ona göre Osmanlı nesrinin şaheserlerinden sayılan Veysî, Nergisî ve Feridun Bey'in münşeatlarında üçte bir oranında bile Türkçe kelime bulmak mümkün değildir. Ziyâ Paşa aynı makalesinde Türk şiirinin İstanbul halkının avam şarkılarıyla taşrada çöğür şairleri arasında yaygın deyiş, üçleme ve kayabaşılar, tabii nesrin de Kamus mütercimi Asım Efendi'nin sade ve tabii diliyle Muhbir gazetesince benimsenen yazı tarzı olduğunu söyler. Ancak Ziyâ Paşa 1874'te yayımladığı Hârâbat mukaddimesinde daha önce eleştirdiği divan şairlerini takdir etmiş, övdüğü halk şairlerinin eserlerini ise "eşek anırması"na (nü-hak) benzetmiş, bu yüzden Nâmık Kemal'den başlayarak ağır biçimde eleştirilmiştir.
Bu dönemde edebiyatçılar arasında gerçek anlamda edebî tenkit örnekleri veren kişi Nâmık Kemal'dir. Onun, Ahmet Hamdi Tanpınar'dan beri yeni edebiyatın bir nevi beyannâmesi kabul edilen "Lisân-ı Osmânî'nin Edebiyatı Hakkında Bazı Mülâhazatı Şâmildir" adlı makalesinden itibaren Bahâr-ı Dâniş ve İntibah mukaddimeleri, Tahrîb-i Hârâbat ve Ta'kîb risâleleriyle İrfan Paşa'ya Mektup, Mes prisons Muahezesi, Ta'lîm-i Edebiyyat Üzerine Bir Risale ve Mukaddime-i Celâtde dağınık biçimde tenkitle ilgili görüşleri mevcuttur. Nâmık Kemal, bir yandan zihniyet ve örnekler bakımından divan edebiyatını eleştirirken bir yandan da yeni edebiyatı ve yeni edebî türleri savunur. Onun eleştirel görüşleri üç başlık altında ele alınabilir. 1. Divan edebiyatının tenkidi. Eski Türk edebiyatının İran edebiyatı etkisi altında ortaya çıktığını ileri süren Nâmık Kemal "edebiyyât-ı sahîha" adına onu reddeder. Hârâbat mukaddimesi dolayısıyla kaleme aldığı Tahrîb-i Hârâbat ve Ta'kîb'de eski edebiyatın diline, hayal sistemine ve edebî sanatları kullanma tarzına itiraz eden Nâmık Kemal eski şiirin bütünüyle süslerle dolu olduğunu, ses ve kafiye endişesi yüzünden bu şiirden anlam çıkarmanın mümkün olmadığını söyler. Divan şiirinde mâna çeşitli oyunlara feda edilmiş, mübalağa ile mecaza fazlaca yer verildiğinden giderek realiteden uzaklaşılmıştır. 2. Yeni bir edebiyat kurma teşebbüsü. Nâmık Kemal bütün Tanzimat devri yazarlarının özlediği yeni bir edebiyatın temellerini atmaya çalışmıştır. "Edebiyyât-ı sahîha" ve "edebiyyât-ı hakîkiyye" dediği yeni edebiyat ona göre akla, gerçeğe ve insan duygularına uygun bir edebiyat olmalıdır. 3. Yeni edebî türlerin savunması. Nâmık Kemal, çeşitli yazılarında Tanzimat'tan sonra Batı edebiyatından gelen yeni edebî türleri savunmuş ve yazdığı roman, tiyatro, biyografi eserlerinde edebiyata yeni bir açılım getirmiştir.
Divan şiirini Nâmık Kemal'den sonra eleştirenlerin başında gelen Recâlzâde Mahmud Ekrem aynı zamanda Tanzimat dönemi eleştirisinin önemli isimlerinden biridir. Recâizâde, gerek Menemenlizâde Mehmed Tâhir'in Elhân adlı şiir kitabı için kaleme aldığı Takdîr-i Elhân'da gerekse Ta'lîm-i Edebiyyât dolayısıyla yazdığı makalelerde şiir ve edebiyat hakkındaki düşüncelerini açıklamıştır. Recâizâde Mahmud Ekrem'in aynı kuşağa mensup arkadaşlarından ayrılan yanı bir taraftan yeni kurulmakta olan edebiyatın estetiğini belirlemeye çalışması, diğer yandan eski zihniyeti temsil eden Muallim Naci karşısında yeni edebiyatı savunmasıdır. Servet-i Fünûn topluluğuna mensup edebiyatçılardan bir kısmının hocası olan Recâizâde, yeni edebiyatın gelişmesine eserlerinden çok düşünceleri ve gençlere yol göstermesiyle hizmet etmiştir. Onun Mekteb-i Mülkiyye'de okuttuğu dersle ilgili notlarını Ta'lîm-i Edebiyyât adı altında yayım-lamasıyla (1879) dönemin en dikkat çekici edebiyat tartışmalarından biri başlar. Edebî eserlerde fikre ön planda yer veren Recâizâde Mahmud Ekrem bu eserini böyle bir görüş doğrultusunda düzenler. Ta'lîm-i Edebiyyât yeniye taraftar kişilerce takdirle karşılanırken eski edebiyat taraftarlarının eleştirilerine hedef olur. Zemzeme mukaddimesinde şiirle ilgili düşüncelerini açıklayan Recâizâde, Takdîr-i Elhân'da o zamanki tenkit anlayışı ile göz ve kulak için kafiye meselesini ele alır, edebiyatta tenkit konusu üzerinde durur. Muaheze ismi verilen tenkidin aslında eserin ruhuna nüfuz etmeden üstünkörü bilgilerle muhatabı karalamaktan öteye geçmediğini söyler. Gerçek anlamda eleştiri zor bir iştir ve Avrupa'da eleştiriyle uğraşanlar geniş bakış açısı, süratli anlama yeteneği, şairane tabiat, güzellikleri fark edebilme, fikir zarafeti ve duygu inceliği gibi doğuştan gelen veya sonradan kazanılan meziyetlere sahiptir.
Bu dönemin yeni edebiyat taraftarları ile eskiyi devam ettirmek isteyenler arasındaki edebî tartışmalardan biri de Recâizâde Mahmud Ekrem ile Muallim Naci arasında geçen "zemzeme-demdeme" tartışmasıdır. Recâizâde'nin Naci'nin şiir anlayışını eleştirmesi ve bazı şiirlerini karikatürize etmesiyle başlayan tartışma Dâhiliye Nezâreti'nin müdahalesiyle sona ermiş, ancak tartışma sırasında Muallim Naci'nin muhatabı için kullandığı ağır ifadeler Demdeme adlı eseriyle eleştiri alanında hiç de iyi bir örnek ortaya koymadığını göstermiştir. Öte yandan Beşir Fuad, Tanzimat sonrası Türk edebiyatına yeni bir yön vermeye ve yeni edebiyatın Batı'da-ki gerçekçi edebiyat (realizm, natüralizm) karşısındaki durumunu belirlemeye çalışır. 1885'te yayımladığı Victor Hugo adlı monografisinde romantizme karşı realizm ve natüralizmi ön plana çıkarır ve Hugo üzerinden Türk edebiyatına hâkim romantik edebiyat anlayışını eleştirir. Böylece meşhur "hayâliyyûn-hakîkiyyûn" tartışmasını başlatır. Bu tartışma sırasında başta Menemenlizâde Mehmed Tâhir, Recâizâde Mahmud Ekrem ve Nâmık Kemal olmak üzere muhataplarına verdiği cevaplarda ilmi edebiyata tercih eden, şiire ve şiirde duygusallığa karşı çıkan, aklı ve akılcılığı öne çıkaran Beşir Fuad sanat eserinin tabii olmak şartıyla hem güzeli hem de çirkini içermesi gerektiğini ileri sürer. Ayrıca kendisinin şiire değil şiirde aşırı duygusallığa karşı çıktığını söyler.
Ahmed Midhat Efendi, bu tartışma sırasında Beşir Fuad'a hitaben yazdığı "Fen ve Şiir ve Şi'r-i Fennî" adlı yazısı ile Müşâhedât'ın önsözünde kendisinin realizmden ne anladığını uzun uzadıya yazar. Ona göre realizmde gözlem önemlidir, ancak bunun da bir sınırı ve ölçüsü olmalıdır. Realizm sadece kötü hayat tablolarının, sefahatin, felâketlerin ve ahlâksızlığın tasviri değil iyilik ve güzelliklerin de ortaya konmasıdır; çünkü Beşir Fuad'ın ve Emile Zola'nın tasvir ettiği şekilde bir hayat hiçbir toplumda ve hiçbir çağda görülmemiştir. Devrinde "Cezmi", "Ta'lîm-i Edebiyyât", "hayâliyyûn-hakîkiyyûn", "klasikler", "zemzeme-demdeme" ve "dekadanlık" gibi tartışmalara katılan Ahmed Midhat Efendi'nin tenkit yazıları onun edebî faaliyetinin bir parçasını meydana getirir. Doğrudan doğruya okuyucuya hitap eden ve seviyesi ne olursa olsun halka okuma isteği vermekten başka bir amacı olmayan Ahmed Midhat'ın eleştirileri de hep dönemin insanına bir şeyler öğretme çerçevesi içindedir.
Mizancı Murad, edebiyat ve tenkit üzerine görüşlerini 1888 yılından itibaren Mizan gazetesinde yayımladığı "Üdebamızın Numûne-i İmtisalleri" ana başlıklı on sekiz makalede, "Musâhabe-i Edebiyye" sütunundaki yazılarında ve Turfanda mı yoksa Turfa mı? romanının mukaddimesinde ortaya koymuştur. Teorik yazılarında Nâmık Kemal gibi divan edebiyatını suni, hatta yer yer ahlâka aykırı bulan yazar edebiyata daha çok ahlâkî açıdan yaklaşır. Ona göre edebiyat millî özellikler taşımalı, toplumun örf, âdet, ahlâk ve dinî değerlerine bağlı kalmak suretiyle örnek alınacak tipler ortaya koymalıdır. Mizancı Murad bu görüşler doğrultusunda Nâmık Kemal'in Vatan yahut Silistre, Recâizâde Mahmud Ekrem'in Vuslat oyunlarını ve Sâmipaşazâde Sezai'nin Sergüzeşt romanını ele almış, böylece Tanzimat dönemi tenkit anlayışında uygulamalı ilk örneği vermiştir. Ayrıca bir millet için edebiyatın fenden daha önemli olduğunu belirtmiş, edebî eserlerin ahlâkî esaslara uyması, şair ve yazarların aşktan başka konulara da yer vermesi, bu arada tenkitle taarruzun birbirine karıştırılmaması gerektiğini ifade eder.
Tanzimatçılar'dan sonra ara nesil de çeşitli edebiyat ve tenkit meseleleri üzerinde durduğu gibi bir kısım eser ve şahsiyetler hakkında değerlendirmeler yapmıştır. Bunlar arasında yer alan Menemenlizâde Mehmed Tâhir, Mehmed Zîver, Ali Kemal, Mehmed Re'fet, Mehmed Münci, Hâlid Safâ, Nûreddin Ferruh, Ali Suad ve Mehmed Celâl gibi yazarların dağınık da olsa şiir, hikâye, roman ve tiyatro gibi türlerle Batı edebiyatı akımlarını ve mensur şiiri estetik ölçüleri öne çıkararak değerlendirdiği görülür. Bu dönemde dikkati çeken diğer bir konu klasikler tartışmasıdır. Daha ziyade, "Avrupa'da olduğu gibi bizim de edebiyatta bir klasik devrimiz var mıdır? Avrupa klasiklerini dilimize çevirmek gerekli midir? Bunları dilimize çevirebilecek mütercimlerimiz var mıdır?" soruları etrafında geçen tartışmayı Tercümân-ı Hakîkat'te Ahmed Midhat Efendi başlatmış. İkdam gazetesi sahibi Ahmed Cevdet ile Cenab Şahabeddin, Necip Âsim (Yazıksız), Ahmed Râsim, Lastik Said Bey, Hüseyin Dâniş, Hüseyin Sabri ve İsmail Avni gibi yazarların katılmasıyla tartışma uzun süre devam etmiştir.
Servet-i Fünûncular'ın tenkit anlayışı daha çok Hippolyte Taine'in "ırk, muhit ve zaman" anlayışına dayanmaktadır. Onların bu konudaki görüşleri üç noktada özetlenebilir. 1. Tenkit Batı'da bağımsız bir türdür; bizde ise çok yeni olduğundan henüz terimleri bile iyice belirlenmemiştir. Bizde tenkit genellikle kusur arama şeklinde anlaşıldığından henüz ciddi tenkit örnekleri ortaya konulamamıştır. Tenkitçinin görevi kusurları sergilemek değil eserin edebî değerini göstermektir. 2. Tenkit mutlak kurallara bağlanamaz. Tenkit hüküm vermekten ziyade kişisel duygu ve zevkleri ortaya koyan değerlendirmeler yapmaktır. Bu değerlendirmeler tabii olarak sübjektif olacaktır. 3. Batı edebiyatını iyice tanıyabilmek için tenkit türünün Batı'daki gelişme çizgisinin bilinmesi gerekir; çünkü her edebî dönem bir öncekinin tenkidiyle hazırlanır. Servet-i Fünûncular, tenkit konusundaki görüşlerini ortaya koydukları bir kısım yazılarında estetik ve sanat meseleleriyle birlikte edebî eser ve edebiyat, dil ve üslûp, şiir, hikâye, roman ve Batı’daki edebî akımlar üzerinde durmuşlardır. Onların tenkit tarihimizdeki önemi tenkidi müstakil bir tür olarak kabul etmeleridir.
Başta Hüseyin Cahit (Yalçın) olmak üzere Cenab Şahabeddin, Halit Ziya (Uşaklıgil), Mehmed Rauf ve Tevfik Fikret gibi Servet-i Fünûn topluluğunun önde gelen isimlerinin hemen hepsi tenkit üzerine değerlendirmeler yapmakla birlikte topluluk içinde Ahmed Şuayb sadece tenkitle uğraşmıştır. Ahmed Şuayb, Hayat ve Kitaplar adlı hacimli eserinin (İstanbul 1317) yarısını Hippolyte Taine'e ayırmış, diğer yarısını da Gustave Flaubert ve Madam Bovary'ye, G. Monod, E. Lavisse, Ranke, Nie-buhr ve Mommsen gibi Batılı filozof ve tenkitçilere tahsis etmiştir. Hippolyte Taine ve Gustave Flaubert yanında zaman zaman Servet-i Fünûn şair ve yazarlarını da eleştirmekten çekinmeyen Ahmed Şuayb, yazılarıyla bir yandan devrin Türk okuyucusunu Fransız edebiyatındaki tenkit ve polemiklerden haberdar ederken bir yandan da bizdeki tenkit anlayışına objektif bakış açısı getirmeye çalışmıştır.
Halit Ziya 1889'da yayımlanan Hikâye adlı, devri için önemli bir tenkit örneği sayılan kitabında roman türünün Batı'da ve bizdeki tarihî gelişmesini inceler. Eserde Fransız realistleri gibi romanı hayata tutulan bir ayna olarak değerlendiren yazar, realist tasvirler yanında romancının her şeyden önce insan ruhunu ele alıp tahlil etmesi gerektiğini söyler. Hüseyin Cahit ise Kavgalarım (1910) adlı kitabında "dekadanlık" tartışması sırasında Servet-i Fünûn muhalifleriyle olan tartışmalarını anlatır. Hüseyin Cahit'le giriştiği polemiklerden başka Paris'ten gönderdiği, son dönem Fransız edebiyatının özelliklerini tanıtan, modern eleştiri anlayışına uygun makalelerini Paris Musahabeleri (I-III, İstanbul 1315) ve Sorbonne Dârülfünûnu'nda Edebiyyât-ı Hakîkiyye Dersleri (İstanbul 1314) adlı kitaplarda toplayan Ali Kemal de dönemin tanınmış tenkitçileri arasında yer alır. Aynı yıllarda Mülâhazât-ı Edebiyye (İstanbul 1314) ve Muhâkemât-ı Edebiyye (İstanbul 1329) adlı eserleriyle İsmail Safâ tenkit sahasında adı anılması gereken isimlerden biridir. Servet-i Fünûn topluluğunun dağılmasından ve 1908'de II. Meşrutiyet'in ilânından sonraki yoğun politik hava içinde edebiyatı yeniden gündeme getirmek üzere kurulan Fecr-i Âtî topluluğu mensupları özellikle Genç Kalemler hareketiyle ortaya çıkan sade Türkçe, hece vezni ve millî edebiyat meseleleri etrafında çeşitli tenkitlere hedef olmuştur. Topluluğa yöneltilen eleştirilere karşı Yakup Kadri (Karaosmanoğlu), Ali Canip (Yöntem), Hamdullah Subhi (Tanrıöver), Köprülüzâde Mehmed Fuad, Şehâbeddin Süleyman ve Müfid Râtib'in cevap verdikleri görülür. Millî Edebiyat dönemiyle birlikte edebî tenkidin alanı biraz daha genişler. Bu devirde Türkçülük, milliyetçilik, millî vezin ve sade Türkçe gibi konular etrafında gerçekleşen eleştiri ve polemiklerin sayısı öncekilere göre oldukça fazladır. Fecr-i Âtî'den ayrılıp Millî Edebiyat hareketine katıldıktan sonra Cenab Şahabeddin'le yaptığı tartışmaları Millî Edebiyat Meselesi ve Cenab Bey'le Münakaşalarım (1918) adlı bir kitapta toplayan Ali Canip ile Fuad Köprülü'nün Bugünkü Edebiyatı (İstanbul 1924) ve Râif Necdet'in (Kestelli) Hayât-ı Edebiyye'si (1909-1922) dönemin belli başlı tenkit eserleri arasında yer alır.
Cumhuriyet'ten sonraki yıllarda edebî tenkit alanı biraz daha genişler. Bu dönemde Batı'da gelişen yeni teorilerin ve çeşitli ideolojilerin etkisiyle güdümlü bir eleştiri anlayışı yanında akademik çevrelerce objektif tenkit metotlarının geliştirildiği görülür. Cumhuriyet'in ilk yıllarında bir yandan edebî eserlerin "inkılâp edebiyatı"na hizmet edip etmediği üzerinde durulurken bir yandan da edebî eserin kendisinden ziyade yazarının ve onun dünya görüşünün ele alındığı dikkati çeker. Bu devirde tenkit belli başlı iki yönde gelişmiştir: İzlenimci (sübjektif) tenkit, ilmî (objektif) tenkit. Daha çok Nurullah Ataç, Suut Kemal Yetkin ve Sabahattin Eyüboğlu'nun öncülük ettiği sübjektif tenkit anlayışımın: etkisi 1950'lere kadar devam eder. 19S0'lerden itibaren kendini göstermeye başlayan objektif tenkit akademik çevrelerle bir kısım edebiyat dergilerinde kendini gösterir. Edebiyat fakültelerinin filoloji bölümlerinde Berna Moran, Akşit Göktürk, Tahsin Yücel, Jale Parla, Gürsel Aytaç gibi isimlerin yanında devrin edebiyat dergilerinde görülen bu tarz eleştiri anlayışının temsilcileri arasında Hüseyin Cöntürk, Adnan Benk, Asım Bezirci ve Eser Gürson gibi isimler dikkati çeker. Yine aynı dönemde ortaya çıkan ve toplumcu gerçekçilik adıyla anılan eleştiri anlayışı doğrudan doğruya Marksist eleştiri teorisine dayanmaktadır. Günümüzde daha yaygın biçimde geçerliliğini koruyan tenkit anlayışları ise sosyoloji, psikoloji ve tarih gibi ilim dallarıyla ilişkiler sonucu ortaya çıkan sosyolojik, psikanalitik, Marksist ve feminist tenkitle yapısalcı, biçimci ve göstergebilim adlarıyla bilinenlerdir. Cumhuriyet devrinde eleştiri alanında şu isimler de sayılabilir: Orhan Burian, Cemil Meriç, Vedat Günyol, Mehmet Kaplan, Fethi Naci, Mehmet Fuat,, Rauf Mutluay, Mehmet H. Doğan, Ahmet" Oktay, Konur Ertop, Doğan Hızlan, Ahmet İnam, Atilla Özkırımlı, Füsun Akatlı, Murat Belge, Metin Celâl, Ömer Türkeş, Orhan Koçak, Feridun Andaç, Semih Gümüş.
BİBLİYOGRAFYA:
Beşir Fuad, Şiir ve Hakikat (haz. Handan İnci), İstanbul 1999; Ahmet Hamdi Tanpınar, XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul 1967; M. Orhan Okay, İlk Türk Pozitivist ve Natüralisti Beşir Fuad, İstanbul 1969; M. Kaya Bilgegil, Hârâbat Karşısında Nâmık Kemâl, İstanbul 1972; Berna Moran, Edebiyat Kuramları ve Eleştiri, İstanbul 1972; a.mlf., Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış, İstanbul 1983-90, [-111; Bilge Ercilasun, Servet-i Fünun'da Edebî Tenkil, Ankara 1981; a.mlf., İkinci Meşrutiyet Devrinde Tenkit, Ankara 1995; Harun Tolasa, Sehî, Latîfî, Âşık Çelebi Tezkirelerine Göre 16. Yüzyılda Edebiyat Araştırma ve Eleştirisi, İzmir 1983; Celâl Tarakçı, Cenab Şahabeddin'de Tenkid, Samsun 1986; Tahsin Yücel, Eleştirinin ABC'si, İstanbul 1991; Hasan Kolcu, Türk Edebiyatında Hece-Aruz Tartışmaları, Ankara 1993; Kâzım Yetiş, Talîm-i Edebiyatın Retorik ve Edebiyat Nazariyatı Sahasında Getirdiği Yenilikler, Ankara 1996; Erdoğan Erbay, Eskiler ve Yeniler: Tanzimat ve eserler. Tenzîhü'l-Kur'ân da tefsir türünden bir eser olmayıp hidayetinden istifade etmek amacıyla okunması sırasında Kur'an'ın doğru anlaşılmasını sağlamayı ve okuyucunun aklına gelebilecek meseleleri çözmeyi hedefleyen bir kitaptır. Müellif Kur'an'ın okunması esnasında ilk yönelişle anlaşılabilen beyanlara muhkem, anlaşılamayanlara müteşâbih demiş, ikinci grup âyetleri Arap dilinin kuralları ve ilâhî beyanın gayeleri doğrultusunda yorumlamaya çalışmıştır. Bu yönüyle Tenzîhü'l-Kur'ân yine Kâdî Abdülcebbâr'a ait Müteşâbihü'l-Kur'ân dan ayrılır. Öyle anlaşılıyor ki müellif, Müteşâbihü'l-Kur'ân'da Mu'tezile mezhebine has görüşleri kanıtlamak istemiş, bu eserinde ise Kur'an'ın hidayet yönü üzerinde durmuştur.
İslam ansiklopedisi, 40