Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

NECATİ CUMALI ÜSTÜNE-Ahmet Miskioğlu

Necati Cumalı'nın ilk düzyazısını Varlık'ın Ocak 1948 sayısında gördüm.

Daha önce hep şiirler yazıyordu Cumalı. Çok değişik şiirlerdi bu şiirler. Kimseninkine benzemiyordu.

Kendi kendime sorardım, gerçek şiir nasıl olur, şiir böyle mi olur derdim. Ama okurdum, Necati Cumalı'nın şiirlerini, arardım, görmek isterdim. Baudelaire'in, Verlaine'in şiirlerinin asıllarının bize ezberletildiği; aruz, hece ölçülerinin öğretildiği yıllarda çok okuyan, güzel bulduklarını seçip ayıran bir okur olarak "Böyle mi olur?" desem de Necati Cumalı'nın şiirlerini arıyordum.

Yumuşak, alçakgönüllü, gerilimsiz, öykü anlatır gibi yazılmış, insanı tatlı tatlı sürükleyen, düzyazıyı anımsatan dizelerdi bunlar...

Hiç uyum ardında koşmuyordu, uyak arama gereksinimi duymuyordu, uyumun ve uyağın, musikinin yardımını istemeden dizeler yazıyordu. Ama, bizim öğrendiğimiz, bildiğimiz anlamda da olmasa bir musiki de yok değildi. Çok değişik bir musiki izlenimi, çok değişik bir güzel-uyum vardı onda. Bu yolda üç şiir kitabı yayımlamıştı: Kızılçullu Yolu, Harbe Gidenin Şarkıları, Mayıs Ayı Notları... Doğrusu, elimden düşürmüyordum bu kitapları. Cumalı'nın anılarına yaslanan şiirlerdi bunlar...

Derken "Bunlar Hep Hatıra Olacak" adlı öyküsü yayımlandı 1948'de. Anılarını anlatıyor. Yazının üstüne "Hikâye" imi konmamış olsaydı, "Anılarım" denseydi; biz o yazıyı "Cumalı'nın anıları" diye okuyacaktık ve çok sevecektik.

Cumalı şiirinin tiryakiliğiyle bu öyküyü de sevdim, "Henüz öykü yazmakta acemi..." deyivermiş de olsam...

Üniversitede hukuk öğrenimi döneminde iki arkadaşıyla, Selimle, Âsım'la birlikte küçük bir odada barınışlarını, başka bir eve çıkışlarını ve bütün çevrelerini anlatıyor bu yazısında. Üniversite yılları anıları... Cumalı'nın şiirlerinde gördüğümüz dünyası daha somut olarak karşımıza çıkıyor. Herkes için iyilik düşünen, sevecen, bütün yoksulluklara, yoksunluklara karşın mutlu bir Necati Cumalı... Bu mutlu genç şöyle diyor bir yerde: "Erkenden eve gider yatakların içinde okumaya başlardık. İkisi ders kitaplarından, notlardan başka bir şey okumazlardı. Ben ne zaman elime ders kitabı alsam arkasından hemen hülyaya dalardım. İmtihanlar yaklaşıncaya kadar saatte bir sayfadan fazla okuyabildiğimi hiç hatırlamam. Onlar sayfaları arkası arkasına çevirirken, ben, ya yazacağım şiirleri, hikâyeleri düşünür; yahut  sevdiğim cinsten kitaplar okurdum. Romanlar, şiir kitapları vs."

Necati Cumalı'nın doğrudan kendisi var bu anılarda; çevresi, arkadaşları, iç dünyası, duyguları, aşk üstüne düşünceleri, insanlar üstüne, kendi yaşamları üstüne düşleri var. Bu yoksulluklar geçecek, yalnızca anı olarak kalacak diye düşünür. «Senelerce sonra bunlar hep hatıra olacak , ben de Selim de para, şöhret sahibi insanlar olacaktık. Birbirimizden uzakta da olsa, birbirimizin adı geçti mi 'Benim mektepte en iyi arkadaşımdı.' diyecektik» der. Selim'le Âsım'ın Hukuk Fakültesi'ni bitirdikleri sırada, bir gün, üçü birlikte bir ayrılış gecesi düzenlerler; birbirlerini mektupsuz bırakmayacaklarını, hiç unutmayacaklarını söyleyip durmalarına karşın ondan sonra üçü bir daha hiç bir araya gelmezler.

Necati Cumalı'nın gördüğüm ikinci düzyazısı, bir soruşturma. Adı: "Nurullah Ataç'la Dil Üzerine Konuşma". Bu yazı da Varlık'ta yayımlandı. Ağustos 1948'de. Birinci düzyazıdan çok daha düzgün yazılmış. Bunda kuşkusuz Nurullah Ataç'ın rolü var. Soruları soran Cumalı, yanıtları veren Ataç. Yanıtları doğrudan Ataç'ın kaleme aldığı düşünülebilir. İlk soru söyle: "Son zamanlarda dil özleşmesi hareketine karşı basında şiddetli hücumlar göze çarpıyor. Bu hususta siz ne düşünüyorsunuz?" Nurullah Ataç'ın bu birinci soruya yanıtı:

«Dil özleşmesine birçok yazarlarımızın saldırdıkları doğrudur; ama neden 'son zamanlarda' diyorsunuz? Öteden beri böyledir bu. Meşrutiyet'in ilk yılarında Selanik'te çıkan Genç Kalemler dergisi dilimizin sadeleşmesi gerektiğini söylerken, arapça, farsça kurallarına göre yapılmış terkipleri, cemileri kullanmayalım derken İstanbul gazetelerindeki yazarlarımız gene saldırmamışlar mıydı? Az mı alay ettiler!... Cenap Şahabettin, Ali Canip'le arkadaşlarına gülerek: 'Vatan sağır kef istiyormuş!' derken İstanbul yazarlarının çoğu, hemen hemen hepsi, ondan yana idiler. Ne oldu sonra? O gün saldıran, gülen, 'İstemeyiz!' diye bağıran yazarların hepsi de arapça, farsça terkipleri, cemileri bıraktılar. Davayı alay edenler, çoğunluk gibi gözükenler değil, kendileriyle alay edilenler, sözü edilmeye değmez bir azınlık gibi gözükenler, Genç Kalemler kazandı. Bugün de bırakın saldırsınlar, alay etsinler, öfkelenip köpürsünler: Davayı onlar kazanmayacak, biz kazanacağız; türkçeden arapça, farsça kurallarına göre yapılmış terkipler, cemiler kalktığı gibi köklerini artık bilmez olduğumuz, bize günden güne yabancılaşan arapça, farsça sözler de kalkacak Bakın, bugün dil devrimine en çok sinirlenenler, en şiddetle hücum edenler bile 'Lisan meselesi' diyemiyorlar, 'Dil meselesi' diyorlar; oysaki daha dört beş yıl önce, en ılımlıları yani mutedilleri arasında bile: 'Dil başka, lisan başka; lisan'ı yabancıdır diye atarsak türkçeyi fakirleştiririz' diyenler çoktu. Dikkatle okuyun yazıları, türkçe kelimeler günden güne çoğalıyor. Fuat Başgil, 1945 yılında Cumhuriyet gazetesinde çıkan bir yazısında 'lengistik elemanlar' diyordu; o yazıyı, yeni bastırdığı küçük bir kitaba almış, şimdi 'dil elemanları' diyor. Kişi oğlundan umut kesilmez, yakında eleman 'nın da türkçede yakışıksız bir söz olduğunu anlar, onun yerine belki öğe der, belki daha bir iyisini arar; hiç değilse, Fransızların deyişine öykünmenin, yani taklit etmenin bir ayıp olduğunu sezer de doğrudan doğruya latinceye gidip element der (...)

Bence çabuk çabuk durmaz bu dil devrimi, daha çok kimseler saldırır, daha çok alay edenler olur; kim bilir? Belki o saldırışların, o alayların da bir iyiliği dokunur, önem’i önemli 'yi alay için kullandılar; şimdi ise en ağır başlı yazılarında bile, ne yaptıklarını belki kendileri bile bilmeden, 'önemli' deyip geçiyorlar.»

Necati Cumalı, üç şiir kitabını yayımladıktan sonra, düzyazıya iyice yönelir. Bir yandan şiirini de geliştirmekte, yoğun bir biçimde çalışmaktadır.

Bu sıralarda Oktay Akbal "Şair Dostlarım" adlı bir diziye başlamıştır. Oktay Akbal'ın "Şair Dostlarım" dizisinin ilk yazısı, Behçet Necatigil" başlıklı yazı oldu. Tatlı tatlı okunan insanı sürükleyen bir yazıydı o. Bir yerinde de şöyle diyor:

"... bir şair dostun  üzerimde  bıraktığı izlenimleri kâğıt üzerine dökmek, onun belirsiz bir portresini çizmek istedim."

Gerçekten Oktay Akbal, bir ressam gibi güzel bir portre çizmişti; herkes, böylece Behçet Necatigil'i iyice tanımıştı.

Bu ilk yazıdan sonra, okurlar, Oktay Akbal'dan yeni yazılar beklemeye başladılar. O da hiç gecikmeden "Şair Dostlarım" dizisinin ikinci yazısını yayımladı; bu, Necati Cumalı için yazdığı yazıydı.

Okurlar, Oktay Akbal'ın yazısını beğenerek okuduysa da, Necati Cumalı, büyük tepki göstererek hemen ertesi sayıda (Varlık, Aralık 1948) bir yanıt verdi.

«Akbal hakkımda aslı astarı olmayan bir sürü şey sıraladıktan sonra yazısını 'samimî, içten bir sesleniş' olarak kabul etmemi istiyor.» diye karşı çıkarak başladıktan sonra yazı boyunca kendini savundu.

Oktay Akbal'ın başka bir yazısının "Dostum Alain Fournier" başlığı taşıdığını, kendisine de 'Dostum' dediğine göre, kendisinin de, Oktay Akbal'ın gözünde Alain Fournier aşamasına ulaştığını söylüyor. Ancak insan dostum dediği kişi üstüne daha açık fikiri bulunması gerektiğini açıklıyor bu yazıda.

Birtakım şairler işlerine geldiği için Necati'ye şiiri bırakmasını salık verdiğine göre, Oktay Akbal da niçin öyküyü bırakıp şiire hız vermesini salık veriyordu? Oktay Akbal, Necati Cumalı'nın öykülerinden söz açtığına göre, hangilerini okumuştu?

Necati Cumalı, öykü anlayışının başka türlü olduğunu, Oktay Akbal'ın öykülerini beğenmemesini doğal karşıladığını, ancak, kendisinin de kendi anlayışına göre öyküler yazmak hakkı olduğunu açıklar. Sonra yazısını şöyle bitirir:

«... Ben yirmi sekiz yaşındayım. Oktay da tahminime göre 28-30 yaşındadır. Daha önümüzde tabii bir insan ömrüne göre yaşanacak uzun yıllar var. İkimiz de henüz bu türlü hatıralarla avunacak çağa gelmedik. Bıraksın bu şairane içlenmeleri de, yaşına yaraşır konularla uğraşsın.»

Kısaca diyebilirim ki Necati Cumalı, bu yazısında Oktay Akbal'ın kendisi için yazdıklarına baştan sona karşı çıkar.

Bir yazın izleyicisi olarak, ben, Akbal'ın da, Cumalı'nın da hiç ardını bırakmadım. Her ikisi de benim sevdiğim, izlediğim yazarlar olarak kaldı. Her ikisi de çalışmalarını kendi anlayışlarıyla yürüterek birbirinden güzel yapıtlar ortaya koydular. Her ikisi de gelişmeye, ileriye, cumhuriyet devrimlerine yandaş aydınlar olarak kişiliklerini geliştirdiler.

Oktay Akbal, doksanlı yılların başında Türkiye Yazarlar Sendikası Genel Başkanı bulunuyordu. 1992'de , Necati Cumalı da 70 yaşına basmıştı. TYS, Oktay Akbal'ın başkanlığında Necati Cumalı'ya yaş kutlaması töreni düzenlemeyi kararlaştırdı. Necati Cumalı için 13 Ocak 1992 günü Karaca Tiyatrosu'nda "Necati Cumalı Gecesi" görkemli bir tören olarak düzenlendi.

Törenin konuşmacıları şu adlardan oluşuyordu: Oktay Akbal, Melisa Gürpınar, Konur Ertop, Raik Alnıaçık, Radi Fiş, Muzaffer Uyguner, Yıldız Kenter, kuşkusuz bir de Necati Cumalı'nın kendisi vardı. Sunuculuk görevini de Gülsen Tuncer üstlenmişti.

Türk Dili Dergisi, bu törene özel çağrılı olarak katılmıştı. Bütün etkinlikleri baştan sona izledi. Konuşmaları ses aygıtına düzenli olarak kaydetti. 1992 yılının Mayıs ayında çıkan 30. sayımız Necati Cumalı sayısı olarak yayımlandı.

O günlerde Necati Cumalı'nın öleceği usumuzun kıyısından bile geçmiyordu. Capcanlı bir Necati Cumalı vardı karşımızda. Bugün ise, Türk Dili Dergisi'nin Mayıs-Haziran 1992 sayısı, bizim için Necati Cumalı’dan bir anı olarak, araştırmacılar, incelemeciler için de bir kaynak olarak bulunuyor elimizde.

Toplantının açış konuşmasını Oktay Akbal yaptı. Şöyle dedi: «'Ustalarımıza Saygı' adı altında çeşitli toplantılar düzenledik. Edebiyatımıza yapıtlarıyla hizmet etmiş olan büyüklerimizi, arkadaşlarımızı hep birlikte alkışladık, görüşlerini dinledik geçen yıllarda...

Bu yıl, ilk oluyor toplantımız. Güzel bir raslantı oldu; yarım yüzyıllık dostum sevgili Necati Cumalı'nın 70'i biraz da aşmış doğum günü pastasını yiyeceğiz.

Şimdi Necati Cumalı'yı benim tanıtmam uygun olur mu? Kendisi 17, 18 yaşından beri şiirleriyle, daha sonra oyunlarıyla, romanlarıyla, öyküleriyle, denemeleriyle... dört başı bayındır gerçekten büyük bir yazarımız. Son kırk yılı hep günü gününe yaşamış, bize de yaşatmış bir arkadaşımız.

Necati Cumalı'ya Genel Yazmanımız Melisa Gürpınar sorular soracak, ben yalnızca yetmişinci yaşında kendini nasıl duyumsuyorsun demek istiyorum.»

Necati Cumalı'nın yanıtı şu; «Aynaya bakmasam anımsamıyacağım 70 yaşımda olduğumu. Aynaya bakınca, saçlarımı görüyorum. Apak, apak olmuş... Yoksa içimde bir değişiklik yok. Hâlâ çocuk gibiyim... Yaşar Kemal yazdı, 'ömrünce çocuk kalacak." dedi benim için. Bu bir yaradılış sorunu, çocukluk yitirilince şiir de onunla birlikte gider; şairler çocuk kalır...»

Melisa Gürpınar, sorular sorarak Necati Cumalı'yı yaşamı ve yapıtları üstüne konuşturdu; Muzaffer Uyguner, Necati Cumalı'nın şiirini anlattı; Konur Ertop, Cumalı'nın şiirindeki Urla'dan izler sergiledi; Raik Alnıaçık, Cumalı-Tiyatro İlişkilerini anlattı. Türkolog Radi Fiş, "Karda Ayak İzleri Var" şiirinin Rusçaya çeviriş öyküsünü anlattı. Yıldız Kenter, Necati Cumalı'dan seçilmiş şiirler okudu.

Radi Fiş, bu toplantıda, ikinci dünya savaşında kendi kuşağından yalnızca yüzde yirmisinin kaldığını, öbürlerini yitirdiklerini açıkladı. İşte bu kuşağın duygularını Türkiye'de Necati Cumalı'nın şiire geçirdiğini, onun için o şiiri Rusçaya çevirdiğini söyledi. Necati Cumalı'ya kuşağın duygularını şiire geçirdiği için teşekkür etti. Radi Fiş, şiirin Rusça çevirisinini okuduktan sonra, Türkçesini de Gülsen Tuncer'e okutturdu.

KARDA AYAK İZLERİ VAR

Karda ayak izleri var
Vurulup düştükleri yere kadar
Yüzleri tanınmayacak bir halde
Olduğu yerde kalmış cesetleri

Onlar için hatıra yok
Saat durmuş
Onlar için değil
Yıldızlar ve bu gece
Onlar için değil gelen güneş
Artık onların yok
Uzak şehirlerde
Sevdikleri
Artık hepsi bitti
            Açlık, susuzluk ve kin
Ne matra ne ekmek torbası lâzım
Ne silâh
Elbise ve düşen şapka da lüzumsuz
Artık üşümezler ki
En güzel ocak ateşleri
Artık ısıtamaz ellerini
İsimlerini en yakın tanıdık
Söylese işitmezler
Kurt mu, dost mu, düşman mı?
Bilmeyecekler baş uçlarına geleni


Artık ne tren, ne gemi
Onları getirmez bir daha

http://turkdilidergisi.org/083/basyazi.htm



CUMALI'NIN ŞİİRİ-ADNAN BİNYAZAR

Mallarmé, “Doğrunun herkesçe güzelin anlatımı sayıldığı bir çağda yaşıyoruz” diyor. Şiir gerçeğine çok uygun düşen sözlerden biridir bu: Doğruluk ve güzellik... Söz’ün gerçeğini aramış tüm sanatçılar, bu iki kavramın gerçeğine de yönelmişlerdir. Şiir, doğruyu ve güzeli bulmaktır, güzelliğin soluk alışını duymaktır. Yüzyıllar, bu soluğu duymak isteyen sanatçıların çabalarıyla bir değer kazanmıştır. Bu çabalar çağdan çağa, kuşaktan kuşağa sürüp gelmektedir. Şiirin tarihi, bu çabaların da tarihidir.

Gerçek şiiri aydınlatan Mallarmé’nin bu sözü, Necati Cumalı’nın şiirine de uygun düşüyor. Kendi şiirlerini yaratma mutluluğuna ermiş tüm şairlere de uygun düşüyor. Gerçekte, doğruluk ve güzellik, sanatın, biri ötekinden ayrı düşünülemeyen temel iki kavramıdır.

Bu iki kavram arasında sanatsal bir eytişimin (diyalektiğin) var olduğu açıktır. Shakespeare’in “güneş her gün hem eskidir, hem yeni” dediği gibi, şiir de hem doğrudur, hem güzel. Homeros’tan günümüze değin, çağlarına adlarını kazımış sanatçılarda bu eytişimsel dengeyi görebiliriz. Yalnızca şiire özgü değildir bu denge. Resim, müzik, roman, deneme... hep bu doğruluk-güzellik dengelemi içinde düşünülmelidir.

Cumalı, 1941’lerden 1981’lere değin uzayan, aşağı yukarı kırk yıllık, ortalama insan ömrünün üçte ikisini dolduran emek ürününü Aç Güneş’te topladı. Böylece Cumalı’nın tüm şiirlerini bir arada görme olanağı da doğdu. Ayrı ayrı yayımlanmış yapıtların nasıl şiirsel bir bütünlük içinde Aç Güneş'i oluşturduğu da daha iyi anlaşılıyor.

Cumalı’nın şiirleri, bende, kendi günlük yaşamının, yaratılarının, sevinçlerinin, mutluluklarının, sevme denen o yüce başarısının, bunalımlarının, güzelliklerinin, yalınlık içinde gelişen imgelerinin yansıması etkisini bırakmıştır. Kızılçullu Yolu’yla başlayan bu şiir emeği, Aç Güneş’e değin, en son şiirlerine değin uzanır, insan yüreğinin ta derinlerinde kalmış bir dostlukla, sevgiyle kavrar insanı. “Bir Geziden Üç Fotoğraf” genel başlığını taşıyan şiirlerinde dostlarını, çağımızın vardığı en yüce duygularla anar. Yazarın vardığı bir sevgi aşamasıdır bu:

Dostum Dlmitri Despotidis
Bir deri bir kemik
Yaralar içinde.
Çektiği işkencelerden
Sürgünden sedyede döndü

Unutturamazsınız bana o günü
Yanyana belleğimde
Onun sıcak gülüşleri
Sizin yüzlerinizin
Kımıltısız ölü
Yabanıl karanlığı.

Dostları Antonis Samarakis’i de, Petros Markaris’i de aynı duyarlıkla, aynı dostlukla anlatır. Şiirin erdemlilik katı denecek denli yürekli ve özgürdür Cumalı. Yüreğinin üstünü gölgeleyen bütün perdeleri sıyırıp atmıştır. Duyarlık özgürlüğünü dostlukların son sınırına değin kullanmıştır. Ozanlığı ona bu olanakları sağlamıştır. İşte Cumalı’nın kendi yarattığı dünya budur.

Şiirini oluşturmuş, şiirinin olanaklarını geliştirmiş her şair bunu yapmıştır. Şiir, çok kişisel bir türdür, özneldir, önemli olan, bu öznelliği, bu kişiselliği, herkesin olabilecek bir yaşam’a dönüştürmektir. Baudelaire’in, Mayakovski’nin, Poe’nun, Valery’nin yaptığı da budur. George Thomson’un şu saptaması önemli görünüyor bana:

“Şair, hepimizde ortak olan çağrışımlardan yararlanarak, kendi kişisel yaşantısını toplumsallaştırır ve böylece ona evrensel bir boyut kazandırır.”

Şairin yaşamında bu çağrışımlar, kendi yaratı ürünü olarak dışa yansır. Şiirinin doğruluğu ve güzelliği de bu çağrışımlardan kaynaklanır. Onun biçimleyişi, imge düzeni, herkesin olabilecek bir doğruluğa, bir güzelliğe şiirsellik kazandırır. Cumalı’da yalın ve yoğundur bu. Umut ve yaşam dolu bir dünya, derinliğine ve beğeni öğeleriyle bu şiirsel güzelliği yaratıyor. Yaşam şöyle bir beğeni öğesiyle verilir:

“Akan suyu severim ben/ Işıldayan karı severim/Bir yeşil yaprak/Bir telli böcek/Yeşeren tohum/ Güneşte görsem/ Sevinç doldurur içime”

Kimi yerde bu yaşam, alabildiğine özgür çağrışımlar yaratır:

“Yanımda saçlarını, eteklerini uçuran
Şu rüzgâr çıksa da bir serinlesem”

Doğa içinde, uzay içinde, dopdolu geçen bu yaşamı da şöyle dile getiriyor Cumalı:

“Ben yeni gelen günü yaşarım/ Bir günüm bir günüme benzemedi.../Görürüm benim yıldızım gökte/Tek başına yanar geceleri”.

Cumalı’nın toplumsal yaklaşımında bile bu beğeni, bireysel sayılabilecek bu yaşam etkisini duyurur:

“Geceleri parkta otururduk/ Serin ilkbahar geceleri / Uzakta saat on biri vurur/Yanımızdan serseri adamlar geçerdi/Kimi yalnızdı, kiminin yatacak yeri yoktu”.

Toplumsal olaylarda da bu beğeninin dışına çıkmaz. Bağırmadan çağırmadan, ozanca yaklaşımda bulunur:

Geçtiler kamyon kamyon
Geçtiler türkü kıyamet,
Üst üste kasket, üst üste ceket.
Boyun damarları sap sap
Gözleri çiçek çiçek
Geçtiler oyun vurur davul zurna,
Al beyaz bayrak şahlanmış zeybek.

Çizdiği güzellikler, yer yer Nedim Günsür’ün, Neşet Günal’ın, hatta Balaban’ın çizgilerini, renklerini göz önüne getirir. Yani renginde ve çizgisinde özenli bir ressam gibidir. Anlattığı insanların yüzlerinde o insanların tarihlerini okursunuz; emeklerini, benliklerini görürsünüz. Cumalı’nın kişileri yerlidir. Şairin yanı başında gibidir. Yunan’ı, Rus’u, Amerikalıyı, Fransız’ı, İsrailliyi anlattığında da yerlidir. İnsan her yerde ne ise o’dur.

Kadınları anlattığında daha yoğun biçimde duyulur bu yerlilik. Romanlarında olsun, öykülerinde olsun, Cumalı, kadını gerçeği ve güzelliğiyle anlatabilmiş ender yazarlardan biridir. Kadın, ne denli gerçek boyutlarda anlatılırsa anlatılsın, Cumalı’nın şiirinde soyut sevgi diyebileceğimiz, insanoğlunun imgelem dünyasının ötelerine varan bir “güzellik” kazanır:

Ben en güzel aşk şiirlerimi
El sürmediğim kadınlar için yazdım da
Hep senin gibi kadınlar tanıdım hayatımda Sen, şimdi yatağımda uzanmış yatan
Yorgun gözleriyle süzen beni
Senin için başladım bu şiiri

Sen daha bu gece çıktın karşıma
Karanlıkta duruşunla tek başına
Evini kaybeden bir çocuğa benziyordun
Fakir kokusu saçlarının, esvabın
Hüzün veriyor insana

On yedisinde kötü yola düşen bir kadını, birinin kızı, birinin kardeşi gibi sayar. “Orospu” şiirinde en somut biçimde ortaya koyar, inandığı güzelliği. Bu güzellik, şiirin doğrusu’ dur, yaşamın gerçeğidir:

Çocuktum ben de
Suya giderdim evden
Fırından ekmek alırdım
Seksek oynardım sokakta
Çoraplarım düşük
Saçlarımda kırmızı bir kurdele

...............

İçip içip bana bakıyordu
Omuzu üstünden kocasının
Saçlarından ışıklar geçiyor
Gülüyor etrafında her söylenene
Yalnız iri siyah gözlerinde
Gölgesi yer etmişti yalnızlığının.

Kadın, Cumalı’nın her türdeki yapıtında olduğu gibi, şiirinde de temel amaçlardan biridir. “Biz aşk için yaşıyoruz / Ölüme karşı güzelim"diyecek denli belirgindir bu.

Bütün bu ayrıntılara karşın, ben, Cumalı’yı sevgilerin odaklaştığı bir ozanlık dünyası gibi görürüm. Buna belki “sevgi mahşeri” denebilir. İmgelemin yaratıcı dünyalarında öylesine renklenir, canlanır. Örneğin daha somut verilere dayanması gereken yurt sevgisi bile Cumalı’nın şiirinde, o güzellik öğesini içinde barındıran şiirsellikle yansır:

Dünyada hiç bir yer bence
Türkiye kadar güzel değildir
Madem emeğimi toprağına harcadım
Madem yorgunluğum göğüne dalmakla diner

Görülüyor ki, Cumalı’nın şiiri, bütün yaşam “maceraları”nın şiiridir. Bu şiir emeğinde, şiirimizin bütün gelişimlerine, bütün yaratıcı alanlarına yönelmiş ışıklar buluruz. Cumalı’nın şiiri, insanımızın aydınlık dünyasıdır.

Cumalı son şiirlerinde, gezip gördüğü yerlerle ilgili izlenimlerini “taze” imgelerle beziyor. Zaman’ı ve tarih’i çağrıştıran' bu imgeler, ozanca bir bilgeliği gün yüzüne çıkarır gibidir. Ceylan Ağıdı’nda “Paris Anıları”, “İki Muslukçu”, “New York İzlenimleri”, “Leningrad”, “Anna Karenina”, “Sofya’dan” adlı şiirleri bu bilgece ozanlık tutumunu, yaş yaşamış insanların soylu özlemini dile getiriyor.

Paris: “Dolansam sokaklarda / Koluma girmiş duyardım / Ölümsüz mutluluğu”.

New York: “Ekmek ufaladım cam kesen suya / Üşüyen gökleri baktım baktım ısıttım”.

Leningrad: “Neva’ nın kız oğlan kız mavisi”.

Anna Karenina: “Leningrad garında / Durmayan / Anna Karenina’ nın / Kalp çarpıntılarıdır”.

Sofya: “Yiter ölen güneşten son ışınlarla / Saçlarında kokusu solan güllerin / Salınan tay sağrılı kızlar ardından".

Bu dış izlenimlerle yaşamı yoğun biçimde algılar Cumalı. Aç Güneş’te, bu yaşamı algılayış bilgelik düzeyine ulaşır. İmge, şiirde bir düşünce boyutu yaratır. Her imge, anlatılanı görünür kılmanın değil, düşünceyi oluşturmanın aracıdır. İnsanın “zaman” içindeki gerçeği, zaman ötelerine aşışı, onun yarattığı her şeyin sonsuzluğu ... bu şiirlerin ana sorunudur. Akkâ’da kale avlusunda gölgesini gezdirirken şunları da düşünür Cumalı:

Ey benim elsiz dudaksız
Gençlik aşkım
Ey gözlerim budaklarında
Uzanıp yattığım
Yoksul bekâr odalarının tavanları
Açılın.

Hemen bunun ardından, sanki “Deniz Mezarlığı”nı, “Sarhoş Gemi”yi mırıldanır gibidir:

Ey yaşlı deniz
Hep gelip geçeceğiz
Bu aç güneşin altında
Esen rüzgârda savrula savrula
Toz toprak olacağız
Duvarlarda yazı
Okunmaz silik
Boş kaleler kıyılarında
Görkemli fosiller gibi kalacak
Bizden bir titreşim
Otların uçlarında
Üstümüzde keçilerin gözleri.

İki yıl sonra (1978) yazdığı “Yitik Kalyon” şiirinde de aynı duygu daha bir yoğunluk kazanır, ya da yaşam daha kesin bir değerlendirmeye uğrar:

Yeter aldatıldığın bugüne dek
Yeter ezik yüreğinin ağrısı
Geldiğin kapıdan geri dönemezsin
Bu sessizlikler içinde nabzı
Durmadan atan zaman değil mi
Senin için son yargıyı verecek

...............

0 yitik kalyondaydık uyandığımızda
Ne zaman yaşadık ne zaman öldük
Donmuş bir gülüş dudaklarında
Gözleri üzün dolu ölülerimiz
Durmuş bakarlardı prizmalarda.

Toz toprağın örttüğü "o gül tenler”i düşünürken, sonsuzluk içinde üreyen yokluğu şu dizeyle dile getirir: “Gün gelir bizimle deniz de ölür”.

Cumalı’nın şiirindeki doğruluğu ve güzelliği, onun bu içtenlikli ve gerçekçi tutumu sağlıyor. Böyle bir dengeyle ürediği içindir ki, bu şiir, insanımızın duyarlık dünyasını zenginleştiriyor, ona yeni şeyler duyma, algılama olanakları kazandırıyor. Kırk yıllık şiir yaşamında, şiirimizdeki gelişmeleri de gün gün izleyen Cumalı, yazınımızda, yalın söyleyişi, içtenliği, Türk şiirine getirdiği yepyeni duygularla anılacaktır. Bütün bu birikimler, Cumalı’nın, bir bayrak yarışçısı gibi, şiirimizi bir yerden alıp bir yere getirmesinde etkili olmuştur. Cumalı, Türk şiirine çok şey borçludur. Türk şiirinin de Cumalı’ya borçlu olduğu yanlar vardır.

ADNAN BİNYAZAR
Türk Dili, Şubat 1981, Özel Bölüm

 

İLGİLİ İÇERİK

ŞİİRLER

NECATİ CUMALI'NİN ŞİİRLERİ

NECATİ CUMALI ÜSTÜNE

TÜTÜN ZAMANI-NECATİ CUMALI

BOŞ BEŞİK ÖZETİ - NECATİ CUMALI

ACI TÜTÜN ÖZETİ - NECATİ CUMALI

AKLIM ARKADA KALACAK - NECATİ CUMALI

KARABATAK - NECATİ CUMALI

 NECATİ CUMALİ HAYATI ve ESERLERİ