Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

Büyük Türk mütefekkiri Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî gibi, "Bayrak" şairimiz Arif Nihat Asya da ölümü, bir "şeb-i arus", yâni bir düğün gecesi, bir vuslat demi olarak görmüş şöyle demişti:

Yıkanıp, süslenip tabutlanmak

Halka ilândır cülusumuzu...

Sonra her yıl, bizim de kutlayacak

Çıkar elbet şeb-i arus'umuzu...

 

 

Son elli yılın gerçek Türk şairleri arasında, gönülleri fethederek, dalga dalga bayraklaşan Arif Nihat Asya, uzun yıllar görev yaparak, bir irfan ordusu yetiştirdiği Adana'nın düşman işgalinden kurtuluşunu belirten, (5 Ocak Marşı)'nda şöyle diyordu:

Çatılar, kubbeler, başlar üstüne

Çekin, ey genç eller, al bayrakları!

Ki bayrak alıyla yazdı yazanlar

Vatan takvimine (5 Ocak)ları...

Ve Arif Nihat Asya, bir hikmet-i İlâhî olarak, 1975 yılının (5 Ocak) günü, Hakk'ın rahmetine kavuşuyor, takvimlere işlenen 5 Ocak'lardan biri, böylece Türk edebiyat tarihinin sayfalan arasında, siyah bir çerçeve olarak kalıyordu...

7 Şubat 1902'de, Çatalca'nın İnceğiz Köyü'nde dünyaya gelen ve daha 7 günlükken babasını kaybeden Arif Nihat Asya, yetim ve yoksul büyüdü. Bolu ve Kastamonu Sultanîsi'ni, daha sonra da, İstanbul Yüksek Öğretmen Okulu'nun edebiyat bölümünü bitirdi.

14 yıl, Adana'nın çeşitli öğretim kurumlarında, idarecilik ve edebiyat öğretmenliği yapmış, askerlik görevinden sonra, 1942'de Malatya Lisesi Müdürlüğü'ne tâyin edilmişti. Ancak, devrin siyasî baskılarına karşı çıktığı için, akı ay sonra müdürlükten azledilmiş, yeniden Adana ve 1940'da da Edirne Lisesi Edebiyat Öğretmenliği’ne atanmıştı.

….

gazetesinde bile yayınlan amatör bir şair kadar sevinç duyardı

Nerde o yiğitler ki, gür

Sesleri ülkeyi bürür.

"Yürü!" dese dağlar yürür

"Dur!" dese, kalbler dururdu.

 gibi, millî duygulan, en çoşkun şekilde terennüm eden Arif Nihat’ın

Toplar, gümbür gümbür döver burçları

Burçlar düşer Tuna'ya.

İmdada koşarken başı taçlılar

Taçlar düşer Tuna'ya.

Taçlısı, haçlısı bir olmuş,

Haçlar düşer Tuna'ya.

Gazadır... Arada, bizim saftan da

Koçlar düşer Tuna'ya.

tarzındaki, tarih ve kahramanlık temaları, şiirlerinde önemli tutardı.

Edebiyat tarihçisi Fethi Gözler’e göre:

Arif Nihat Asya; "Her şey 'Toplum için san'at" şairidir. Şiirlerini san'at endişesiyle yazdığı için,  biçim bakımından kuvvetlidir.

Ülkemizde, anarşik olayla başladığı ilk yıllarda kaleme (Sefiller) şiirinde; tarafsızlar, korkaklar, renksizler ve mutedilere "Küçümsemeyiniz ki, bunlar henüz hortumdur / Arkada saklı filler! demişti. Demişti ama kimseye duyuramamıştı... Bugün fillerle dalaşmamız, o günlerdeki gafletimizin bize yüklediği ağır faturalardı. Edirne'yi tasvir eden şiirinde yabancı mimarların:

"Bu kul yapısı değil, âdeta gökten inme ilâhî bir mâbeddir." dedikleri "Selimiye" Camii'nin, o haşmet güzelliğini şöyle dile getirir:

Selimiye derler, Edirne derler

Tatlı bir gariblik duygusu gelir

Kemerler, çeşmeler, minarelerle

Bir eski eserler kamusu gelir

 

1950’de Demokrat Parti listesinden Adana-Seyhan milletvekilliğine seçildi. 1954'te de tekrar öğretmenliğe dönerek, 1959'da Kıbrıs'a gönderildi. İki yıl Lefkoşa Erkek Lisesi'nde edebiyat öğretmenliği yapan Arif Nihat Bey, 1962'de, Ankara Gazi Lisesi Edebiyat Öğretmenliği'nden emekliye ayrıldı.

Adana'da yazdığı, şiirler ve nükteli nesirleriyle tanınmaya başlayan ve Özellikle:

Ey mavi göklerin beyaz ve kızıl Süsü

Kız kardeşimin gelinliği, şehidimin Son örtüsü.

Işık ışık, dalga dalga bayrağım

Senin destanım okudum, senin destanını yazacağım... mısralarıyla başlayan, meşhur "Bayrak" şiiriyle, ünü yurt çapında yayılan Arif Nihat Asya, 1946'da yayınladığı, "Bir Bayrak Rüzgâr Bekliyor" kitabıyla, edebiyat tarihimizde yer alacak değere yükselmiştir.

Taçlısı, haçlısı bir olmuş, gelir

Haçlar düşer Tuna'ya.

Gazadır... Arada, bizim saftan da

Koçlar düşer Tuna'ya. tarzındaki, tarih ve kahramanlık tem'aları, şiirlerinde önemli bir yer tutardı.

Birçok antoloji ve ansiklopedilerle, edebiyat ve ders kitaplarında, Arif Nihat'a yer verilmemesi ve özellikle radyo ve televizyonlarda ona gerekli ilgi ve saygının gösterilmemiş olması, Türk şiiri adına gerçekten üzücüdür. O ki, otuzdan fazla kitap çıkarmış olmasına rağmen, şiirlerinin bir taşra

Mahya olmak için Sultan Selim'e Göklerden yıldızlar ordusu gelir. Kubbeler menekşe, şerefeler gül Mermerinden çiğdem kokusu gelir. Kendi gök kubbemiz altında Süleymaniye'de Bir Bayram Sabahı, Türk'ün bütün bir haşmetli mazisini tasvir eden, büyük şair Yahya Kemal için, Arif Nihat şöyle diyordu: Şi'r okur, âyet okur, elde kılıç Şanlı mâbeddeki mimberdedir o. Ebedî san'ata İstanbul'dan Açılan perdedir o! Sanmayın öyle uzaklarda onu Kendisinden boşalan yerdedir o! Evet, Yahya Kemal için böyle diyen | Arif Nihat Asya da, geçmişimize ve şanlı tarihimize bakışıyla, Yahya Kemal'in, Ahmet Haşim ve Mehmet Akif in bir devamı olmuştur.

Buna rağmen, o kimseyi taklit etmediği gibi, kimse de onu taklit edememiştir. Kendine has engin ve bol ışıklı bir şiir dünyası olan Asya, milliyetçi, muhafazakâr ve mü'min bir şair olarak, Türk milletinin, millî ve dinî duygularım, mısralarında nakış nakış işleyerek, dile getirmiş, "Dua" şiirinde okuduğu gibi, onları hafızalarımıza nakşetmiştir: Biz, kısık sesleriz., minareleri Sen, ezansız bırakma Allah'ım!

Mübtezel bir yaşayış biçiminden, muhteşem bir geleceğe doğru kanatlanmak için, "Fetih Marşı’nda, asil Türk gençliğine şöyle seslenir:

Delikanlım, işaret aldığın gün atandan

Yürüyeceksin., millet yürüyecek arkandan.

Sana selâm getirdim Ulubatlı Hasan'dan:

Yürü; hâlâ, ne diye oyunda oynaştasın?

Fatih'in İstanbul'u fethettiği yaştasın!

….

Bilmem, neden gündelik işlerle telâştasın

Kızım, sen de Fatih'ler doğuracak yaştasın!

 

Ahmet Kabaklı'nın da belirttiği gibi:

"Aruzu, serbest vezni ve heceyi ayırt etmeden kullanan Arif Nihat Asya, Orhan Veli gibi vezinsiz-kafiyesiz şiirler yazmamış, mısralarının hece sayısı birbirini tutmayan, fakat kafiyeli şiirler yazmıştır.

Arif Nihat, halk dilini kullanış, kısa ve nükteli şiirler yazmak gibi, birkaç noktada, 1940 neslinin havasını gösterse bile, fikir, duygu, üslûp ve edası ile onlara büsbütün karşıdır, denilebilir. Bilakis romantiktir, mistik, manevî eğilimleri yüksek, tarihe, kahramanlığa hayran, destanın gerçeğine bağlıdır."

Devrim hevesiyle, en güzel portrelerin, çerçevesinden mahrum edilmek istendiği günümüzde bile, hâlâ münakaşası yapılan "başörtüsü" konusunda olduğu gibi: "Daima çelebi, kibar, rind olan bu mizaç; yalnız inandığı dâvalarda, memleket işlerinde, prensiplerinde sertleşir, şövalye ve hattâ polemikçi, kavgacı bir renge bürünür. Başka bir deyişle; kendi adına mütevazı ve sâde olduğu kadar, vatan, millet, tarih ve din konularında sert ve mağrurdur..."

Mermeri dehasının potasında yoğurarak, kubbelerin Himalâya'sını kuran ve Türk tarihinin XVI. yüzyılda, dünyaya şeref ve ışık saçan yükseliş devrinin olgunlaşmasında, gönül alıcı bir zirve teşkil eden Mimar Koca Sinan ve onun muhteşem eserleri Süleymaniye ve Selimiye camileri için, o eserler kadar haşmetli şiirler terennüm eden Arif Nihat Asya, "Erciyes" isimli rübaî'sinde âdeta Erciyes'le özdeşlesin

Bir ülkeye artık otağım hâkimdi,

Bilmem ki -sabah- yerdeki boysuz, kimdi?

Çıktım, dolanıp tırmanarak, Erciyes'e

Arif değilim, Erciyes'im ben, şimdi!

Kayseri'nin sembolü sayılan ve Selçuklu mimarisinin bütün incelik ve güzelliğini ihtiva eden "Döner Kümbet"i de ihmal etmemiş, bir rübaî de, onun için yazmıştır:

Yönler ne demek, âşık için neymiş yön?

Hor görmesin -artık- sağı sol, arkayı ön!

Bir kutlu sema'hâne bilip Kayseri'yi

Ey kutlu çadır, böyle, nesiller boyu, dön!

Günün moda çarpıklıklarına kapılarak, insan ahlakına ve hele İslamî ölçülere asla uymayan, "mini etek" modasının alıp yürüdüğü yıllarda, üstünde etek bulunup bulunmadığı bile belli olmayanlara, şu esprisiyle takılıyordu:

Onlar diyor "mini etek"

Ben diyorum; hani etek?"

Arif Nihat Hoca'nın, birçok fikir ve duygularını, bazan mizah ve kelime oyunlarıyla yumuşatarak ve karşısındakilere hiç kızıp sinirlenmeden ifade ettiğim görüyoruz. Vaktiyle, Yunan kralına hitaben yazdığı, şu şiirde olduğu gibi:

Senin teban kadar

Benim talebem var!

Senin ülken kadar

Benim bahçem var!

Senin gövden kadar başım;

Senin bayrağın kadar

Mendilim var!

Ben senden daha büyüğüm.

Ekselans!

Ülkenin bütün meselelerine olduğu kadar, mahalli âdet ve geleneklerimize vukufiyetiyle de, "sahip olduğumuz değerlerin, farkına varmadığımız güzelliklerini ve inceliklerini" terennüm etmiştir:

Bir dediğini iki

Etmeyim diye öyle çırpındım ki.

Ve seni öyle sevdim, sana

O kadar ısındım ki:

 

Usanmadım, yorulmadım, çekinmedim...

 

Gün oldu, kırdın,

İncinmedim.

İlk oyuncağın

Ben oldum, yavrum,

Son oyuncağın

Ben oldum...

Layık değildim, Layık gördüler; Annen oldum, yavrum, Annen oldum!

Arif Nihat Asya'nın, her zaman tazeliğini koruyacak olan, mana ve san'at yönü üstün, bazan yumuşak, bazan da sert "taşlama"ları da çoktur. Vaktiyle, yaşlı ve hırslı bir "politikacı" için yazdığı dörtlük:

Heyhat, onun ellerinde taşlar, şimdi Şer'den korusun kendini başlar, şimdi.

Biz şeytanı taşlarken, iş alt-üst oldu Ey gökyüzü, şeytan bizi taşlar, şimdi!

Doğru bildiği ve inandığı şeylerden, asla taviz vermeyen bir kimliğe sahip olan Arif Nihat Asya, şiirde olduğu kadar nesir de, akıcı ve kıvrak üslubuyla tanınmıştır. Çeşidi gazetelerde yayınlanan bu tip fıkra ve denemelerini:

(Onlar Bu Dilden Anlar), (Yastığımın Rüyası), (Enikli Kapı), (Ayetler), (Kanatlar ve Gagalar), (Terazi Kendini Tartmaz) ve (Tehdit Mektupları) gibi kitaplarda toplamıştır.

Nesirlerine örnek olmak üzere; "Lâleler"le ilgili bir yazısından, bazı bölümleri birlikte okuyalım:

".... Lâle yazmalı bir yorgan altında yatanları lâleler örter, lâleler ısıtırdı.

Lâleden kumaşlar giymişler, Lâle Devri'ni ayağımıza getirdi.

Secdede alınları lâleler öperdi.

Kitaplarda altın lâleler olur, solmak bilmezdi... Kitaptan kokular gelirdi.

Edirne'de Selimiye Camii'nin iç şadırvanında, halkın "Ters Lâle" dediği ve bir hikâyeye bağladığı çiçek resmi, gözümün önündedir; boynu bükük bir lâleydi. Ağzına avucumla su vereceğim gelirdi.

Onu, havuzun suyuna erişmeye çalışan bir lâle bilirdim... Bugün de

İşte onun "başörtüsü"ne dair şiirinden bir bölüm:

Kim demiş ki: "Başörtüsüydü o?"

Başımızın sâde örtüsü değil

Süsüydü o!

 

Altında saçlarımız

Arkadan, ne hoş sarkardı;

Kimimizde -örgü örgü-sarmaşıklaşır,

Kimimizde su olup akardı.

 

Şu-bu nâmına "yasak!" demiş

Bulundunuz tezelden;

Ne olurdu anlasaydınız biraz da

Güzellikten, güzelden.

 

Siz, bizden değilsiniz,

Tanımıyoruz hiçbirinizi.

Çekin başımızdan

Ellerinizi!

 

Arif Nihat Asya'nın şiirlerini baştan

 

Şu gördüklerin kiraz ağaçlandır

Ki, böyle çıplak kalmazlar.

Günü gelir, uzun olur yeşilin ömrü,

Zannedersin solmazlar.

Bizim buralarda;

Kiraza çıkmayan kızları almazlar!

Çiçeği, dalında koklanır,

Yemişi, nane tane toplanır.

Hırpalaya hırpalaya yolmazlar.

Dallarda çıkılır, mercan avına

Gölgesinde uzananlar, pişman almazlar.

Bizim buralarda

Kiraza çıkmayan kızı almazlar...

Şiirlerinde cemiyet hayatına, aile kudsiyetine, fertlerin binbir türlü yaşantısına temas eden Arif Nihat Asya, "anne" şiirinde, bir annenin evladına olan sevgi ve şefkat duygusunu izah ederken, annelere karşı duymamız gereken saygı ve muhabbetin de, neden esas alınması ve ne derece kutsal bir davranış olduğunu ifade etmek istemiştir:

İlk kundağın

Ben oldum, yavrum;

İlk oyuncağın

Ben oldum!

 

Acı nedir,

Tatlı nedir, bilmezdin.

Dilin, damağın

Ben oldum!

 

Elinin ermediği,

Dilinin dönmediği

Çağlarda, yavrum,

Kolun, kanadın

Ben oldum;

Dilin, dudağın

Ben oldum!

 

Belki kıskanırlar diye

Gördüklerini,

Sakladım, gözlerden

Gülücüklerini...

Tülün, duvağın

Ben oldum!

 

Artık, isterlerse, adımı

Söylemesinler bana;

"Onun annesi" diyorlar...

Bu yeter, sevgilim, bu yeter bana!

 

Öyle biliyor ve merak ediyorum; susuz lâle, eğile eğile, narin dudaklarını suya değdirebildi mi?

... Lâle, hiçbir zaman tabak gibi açılmazdı. En açık haliyle de, ağzı hafifçe kapalıydı. En açık zamanında da, goncalığından bir şeyler saklardı. Bu yan kapalı, bu yumuşak şekliyle, el değmemişliğin utangaçlığın timsaliydi...

Lâleden şerefeleri, lâleden havuzlan, çeşmeleri, sebil taslan lâleden kandilleri olan bir medeniyetimiz vardı ki, artık hemen hemen turistlere kaldı.

Şamdan lâle, buhurdan lâle, meş'aleler, mihraplar lâleydi...

Ey! Emirgân lâlelerini doya doya koklayan boğaz rüzgârları, kıskanıyorum sizi...

Ey! Boğaz rüzgârlarında, birbirleriyle öpüşüp koklaşan lâleler, imreniyorum size...

Ne Lâle Devri olmayan bir tarih, ne de lâlesiz bir cennet!..

Nedim, Vehbi, Ahmet Refik, Üçüncü Ahmed, Damad İbrahim Paşa, Yahya Kemal, şimdi uzak bahçelerde, lâle yetiştirmekle meşguldürler. Burdan giderken, oraya lâle soğanlan götürdüklerine eminim; onlar lâlesiz olamazlar..."

5 Ocak 1975 günü, Ankara-Karşıyaka Mezarlığı'nda, oldukça mütevazı bir törenle toprağa verilen aziz üstadın:

Kimmiş beni Adana'dan atacak?

Benim adım, Adana'da armadır.

Nasıl bırakırım Adana'yı ben

Ki, Adana, benden bana kalmadır.

Nasıl geçer benden Adana kızı

Bileğinde, elim altın burmadır!

dediği Adana'ya gömülmesi, ne kadar isabetli ve iyi olurdu...

Fakat onun için, Türk bayrağının dalgalandığı toprakların her yeri birdir.

Altında doğduğu bayrağın, dibinde ölmek kadar, insana dünyada ve ukbada, saadet veren başka ne olabilir ki

SON EKLENENLER

Üye Girişi