CAHİT SITKI TARANCI' YI VE ŞİİRİNİ SEVMEK
CAHİT SITKI TARANCI' YI VE ŞİİRİNİ SEVMEKBekir Sıtkı Bey'in Diyarbakır'daki konağı 2 Ekim 1910 tarihinde herhalde sevinçli bir telaş içindeydi. Bu sevinçli telaşın sebebi bir bebekti. Aynı zamanda ilk bebekti. O gün, kundağa düşen bebeğin bir şair olarak doğduğunu ve onu nasıl bir kaderin beklediğini kimse bilemezdi elbette. Gerçi adını Hüseyin Cahit koyarken, bebeğin büyüyünce edip olması temennisinde bulunduğu düşünülebilir Bekir Sıtkı Bey'in
Hüseyin Cahit, Cahit Sıtkı olurken
Servet-i Fünuncu Hüseyin Cahit o sırada yolun yarısındadır tam da, 35 yaşındadır. II. Meşrutiyet ilan edileli iki yıl olmuştur ve Hüseyin Cahit de artık bir edebiyatçıdan çok bir politikacı olarak boy göstermektedir. Hüseyin Cahit, Tevfik Fikret ve Hüseyin Kâzım'ın birlikte kurdukları Tanin gazetesi iki yaşındadır. Servet-i Fünuncu Hüseyin Cahit, küçük Hüseyin Cahit doğduğunda iki yıllık mebustur. Muşrutiyet'in ilanıyla birlikte İstanbul milletvekili seçilmiştir, İttihat ve Terakki'nin kalemşoru olarak. Neredeyse, uzun ömrünün sonuna kadar politikadan kopamadı.
Fakat belki de babası oğluna isim verirken Hüseyin Cahit'in politikacı kimliğini de hesaba katmıştır. Öteden beri ticaret ve ziraat ile uğraşan ailenin, kundaktaki bebekle ilgili hayalleri başka türlüdür. Bekir Sıtkı Bey, onun kundağa düştüğü günden itibaren beslediği, çocukluk yıllarında biraz daha büyüttüğü ve nihayet gençlik yıllarında uygulama safhasına koymaya çalıştığı hayallerinde onu hep bir yönetici olarak, bir vali olarak görmektedir. Belki de daha ileride bir mebus... Ramazan Korkmaz'ın kaleminde onun çocukluk yılları ve babasının hayalleri şöyle özetlenir; "Çocukluk yıllarında evin içinde oldukça neşeli, esprili ve enerjik olan Cahit Sıtkı, evin dışında daima içe kapanık, suskun ve çekingendir. Fiziksel olarak cılız, naif bir yapıya sahiptir. Bu yüzden sık sık hastalanır ve ailesi bu ilk çocuğun başına pervane kesilir. Özellikle baba Bekir Sıtkı, ataerkil aile kabulündeki "oğul" imgelerinin bütün ümitlerini, hülyalarını onun üzerine kurmuştur. Daha kendini ve dünyayı tanıma aşamasındaki bu sıska çocuğa mesleği dahi küçükken seçilmiştir: O, ileride okuyup vali olacak ve ailenin adını daha da yükseltecektir. Şimdiden davranışları ve ruhsal yönelişleri itibariyle buna hazırlanmalıdır. Babasıyla arasındaki mesafeli ilişkiyi hep bu ileriye dönük hülyalar kurmaktadır."1
Şair-i maderzat olduğu hususunda şüphe olmayan Cahit Sıtkı'nın; şair tabiatı, yani tabii kimliği verili kimliği ile babasının ona biçtiği vali kimliğini edinilmesi öngörülen hedef kimlik arasında nasıl ezildiğini tahmin edebiliriz; değirmende un gibi, dönen iki taşın arasında... Belki de felekle gerçek arasında, un ufak... Gerçek şu ki, Cahit Sıtkı, babasının kendine biçtiği rolü hiçbir zaman benimseyememiştir. Ötesi, hayatın biçtiği rolü de... Hayatın bir acemisi olarak yaşayıp geçmiştir bu dünya 1924'e, İstanbul'a, Saint-Joseph Lisesi'ne gönderilişine kadar bu acemiliğini, ailesinin ustalığının gölgesinde güven içinde yaşar. "Geçirir" diyemiyorum, çünkü hayatın acemisi olmak, öyle yaşamak on şair kimliğini besleyen en temel unsurlardandır da bunun farkındadır aslında. Acemilik, kalıcı bir arazdır onda.
Cahit Sıtkı, babasının kendisiyle ilgili hedefleri doğrultusunda, daha iyi bir eğitim görmesi için İstanbul'a, Saint-Joseph'e gönderilir. Ramazan Korkmaz'ın tabiriyle bu bir "cennetten kovuluş"tur.2 Kaderin cilvesine bakın ki Cahit Sıtkı'nın İstanbul'a geldiği günlerde bir başka Diyarbakırlı, Ziya Gökalp hayata gözlerini yumuyordu. Evet, İstanbul'a gidiş Cahit Sıtkı için bir cennetten kovuluş anlamını taşıyordu. Çünkü hayat karşısındaki acemiliğini Diyarbakır'da olduğu sürece ailesi telafi ediyordu. İstanbul'a gitmek demek onun için hem bu telafi edici etkiden uzaklaşmak, hem de büyük şehrin açmazlarıyla yüz yüze gelmek, savunmasız kalmak demekti, İstanbul, o koca şehir ve insanları, anne şefkatine muhtaç bu çekingen çocuk ruhunda bir labirent çıkmazı oluşturur. Öğrenci arkadaşlardan, öğretmenlerden ve çevreden sıkılan, kaçan şair, kitaplara, özellikle şiir kitaplarına yalnızlığını, mutsuzluğunu dindirecek bir teselli kaynağı olarak yönelmeye bu yıllarda başlar."3 Saint-Joseph'te geçen dört yılın ardından Galatasaray Lisesi'ne geçer, Cahit Sıtkı denince hemen akla gelecek olan bir başka şairle, Ziya Osman Saba ile burada tanışır. İstanbul'da, okul hayatı boyunca arkadaşlarıyla gerekli iletişimi kuramayan ve bu yüzden kendisini büyük bir yalnızlığın içine hapseden şair, yazları Diyarbakır'a tatil için geldiğinde aradığı şefkat ve ilgiyi ailesinde buluyor, bir nebze de olsa teselli oluyordu. Ancak o, artık ne tam bir Diyarbakırlı, ne de tam bir İstanbullu idi. Yaz tatili için geldiği Diyarbakır'da istediği kültürel Ortamı bulamamanın bunalımını yaşıyor ve İstanbul'u özlüyor; İstanbul'da ise yalnızlığın ıstırabıyla aile saadetini aramaya başlıyordu. Orta öğrenimini bu tür ikilemler arasında tamamlayan şair, 1931 I Eylülünde Yıldız'daki Mülkiye Mektebi'ne kaydını yaptırır. Babasının oğlu ile ilgili kurduğu hayallere doğru atılmış bir adım gözüken bu okul, hayatta tek hedefi iyi bir şair olmak olan Cahit Sıtkı için bir kalinis anlamına gelmektedir. Şairin hayatı boyunca anmaktan geri durmayacağı ve Beşiktaşlı sevgili dediği ilk aşk, bu yıllarda bir teselli gibi, bir ümit gibi yeşerir. Bu aşk, bir kâbustan kurtulmanın anahtarı gibidir. Buna bir de bir sığınak bildiği içkiyi eklemek gerekecektir. Mülkiye'yi bir türlü bitiremeyen şair, 1935'te Yüksek Ticaret Okulu'na kayıt yaptırır. 1936 Kasımında girdiği bir sınav sonucu Sümerbank'ta çalışmaya başlar. Kısa zaman sonra ayrılmak zorunda kalır.
Şimdi Cahit Sıtkı'yı neden sevdiğimizi sorabiliriz kendi kendimize? Nedense tahammül etmek zorunda kaldığımız memuriyetlere bir çırpıda veda edebilmesinden ötürü mü severiz Cahit Sıtkı'yı? Belki bir parça da ilk aşka, Beşiktaşlı sevgiliye duyulan vefanın da payı vardır ona duyduğumuz sevgide... Öyle değil mi?
Ve Paris ve Otuz Beş Yaş ve sonrası...
Cahit Sıtkı, 1938'de, Scienses Politiques'te eğitim görmek üzere Paris'e gider. Bu sefer daha kararlıdır. Kendisini bir baltaya sap olamamış hissetmektedir. İçki iptilası burada da devam etmekte, yakasını bir türlü bırakmamaktadır. Yakasını bırakmayan bir başka şey de talihsizliğidir; Alman uçakları Paris'i bombalamaya başlamıştır. 13 Temmuz 1940'ta bir bisikletin üzerinde Paris'ten ayrılan şair ancak aynı yılın Ekim ayı sonlarına doğru Diyarbakır'a, ailesine kavuşacaktır. Paris rüyası da böylece son bulmuştur. 1941 Martında askere giden şair, askerlik hayatı boyunca iki aşk yaşayacak, bir yandan da Beşiktaşlı sevgilisini hatırlayıp içmeye devam edecektir. Bu sırada ailesi İstanbul'a taşınmıştır. Babasının Eminönü'ndeki bürosunda ticari işlerine yardım etmeye başlar. Bir süre sonra öğretmenlik yapmaya başlar ancak çok geçmeden oradan da ayrılarak Ankara'ya gider. 1944'te Anadolu Ajansı'nda mütercim olarak göreve alır. Burada kendine uygun bir edebî çevre de bulmuştur üstelik. 1946'da Toprak Mahsulleri Ofisi'nde çalışmaya başlayan şair, bu sırada meşhur şiiri "Otuz Beş Yaş Şiiri"ni kaleme alacak ve CHP'nin açtığı bir yarışmaya katılarak birinci olacaktır. Şöhretini büyük ölçüde borçlu olduğu bu şiir, bir anlamda onu erginleyen ve Hüseyin Cahitlikten uzaklaştırıp kesin bir şekilde Cahit Sıtkılığa yönelten, hatta Cahit Sıtkı yapan şiirdir.
1947'de Çalışma Bakanlığı'nda mütercim olarak çalışmaya başlayan şair için düşten güzel günler de başlamıştır. Cavidan Hanım ile burada tanışır ve fırtınalı bir aşkın sonunda 4 Temmuz 1951 tarihinde evlenir. İçkiye ve dost meclislerine böylece ara verir. Bir buçuk yıl kadar süren bu ayrılığın sonunda yine eski alışkanlıklarına döner. Hayatının belki de en mutlu günlerini yaşamaktadır. Ancak 18 Ocak 1954 günü geçirdiği bir kalp krizi, onun artık sonsuza kadar susmasının bir başlangıcı olacaktır. Felç olmuştur ve yarı bilinçli bir hâlde hayatına devam etmek durumundadır. 13 Ekim 1956'da ölümüne kadar da böyle yaşayacaktır. Son nefesini gurbette, Viyana'da, üşütmeden ötürü yakalandığı zatülcenp hastalığından ve tedaviyi âdeta geri çevirerek verir. Otuz beş yolun yarısı değilmiş meğer dedirten bir yaşta hayata gözlerini yumar.
Onun ölümünü hepimiz içimizde bir oğul, bir kardeş ölümü gibi duyarak mı severiz biz Cahit'i, Cahit'imizi?.. Bu otuz beş yaş yanılgısı hepimizi bulduğu, bulacak olduğu için mi?..
Şiirini neden sevdik?
Cahit Sıtkı şiirini neden sevdiğimizi anlamak için belki öznesi başka olan sorularla başlamak gerekir. Aklıma hemen Fuzuli ve Baki geliyor. Biz, Fuzuli'nin şiirini olanca mükemmelliğine, şekilde ve örgüde ulaştığı zirveye rağmen neden Baki'nin şiirinden daha fazla severiz? Belki de cevabı içinde bu sorunun ve belki de tam da bu yüzden, Baki'nin şiirinin şekil ve örüntüde ulaştığı mükemmellikten ötürü... Bu soruyu Mimar Sinan'ın iki eseri arasında, Süleymaniye ve Selimiye için; Süleymaniye'yi öne alarak sormak mümkün müdür? Ben, sorulabileceğini düşünüyorum.
Sanat eserinin en temel iki unsuru duygu ve dehadır. Şiir de, mimari de sair diğer güzel sanatlar da bu iki unsurun buluşmasıyla vücut bulur. Büyük eserler bu ikisinin uygun oranlarda mezcedilmesinden hâsıl olur. Denge dehadan yana kaydı mı insandan, okuyucudan uzaklaşmaya başlar, araya bir soğukluk girer. Duygudan yana kayarsa sıcaklık, sübjektiflik söz konusu olmaya başlar. Daha insanî ve daha tabii olan budur. Çünkü her okuyucu her zaman kendini, kendi ifadesini dehanın çizgilerinde bulamaz. Dehanın koyduğu sınır hayli yüksekte, ötededir. Bunu söylerken elbette ne Fuzuli'nin, ne de Cahit Sıtkı'nın dehasına söz ediyor değilim. Fakat bu ikisinin duyguyu dehaya öncelediğini söylüyorum. Baki'nin ise meseleye çok daha farklı baktığı muhakkak. Bunda elbette sanatın devrinde geldiği nokta da önemlidir. Onu, buna zorlayan bir ortam vardı. Belki Cahit Sıtkı'nın şiirini böylesine sıcak, böylesine insani bir zemine kurmasının gerisinde de devrin şartları vardır. Her şeyden önce onun döneminde yürürlükte olan hece, Baki döneminin aruzu gibi zirveye varmış değildir. Hecenin en naif döneminde şiire başlamıştır bir bakıma, naif bir şair olarak. Bize onun şiirini sevdiren şeylerden biri budur.
Belki buna bu gerekçeleri destekleyen nitelikteki şiir anlayışını da eklemek gerek. Cahit Sıtkı şiirlerini, okuyucuda genellikle yapmacıklık hissini besleyen, tetikleyen bir atmosferde yazmıyordu. Bizde daha çok Batılılık çağrışımlarına neden olan o derin, felsefî bunalımların ardından buluşmuyordu şiirle. Oda, her insan gibi gündelik hayatın içinde, yaşama telaşının bir yerinde buluşuyordu şiirle: "Yolda giderken, yemek yerken bir dize geliverir. O dize kılavuzunuz olur. Yazacağınız şiiri, konusunu, biçimini o belirler. Şiir bitinceye değin, işgal altında bir ülke gibisinizdir. Kalbinizin, sinirlerimizin, kafanızın, dahası kollarınızın ve ayaklarınızın bir işbirliği hâlinde çalıştığını görürsünüz. Gerçekten güzel şiirlerdeki hayatiyet belki de buradan geliyor."4 Cahit Sıtkı'nın "belki de" kaydıyla belirttiği güzel şiirin geldiği kaynağa okuyucu her zaman okunu düşünmeden atar. Bunun ötesinde şiirine, şiirden ve hayattan ve dolayısıyla ölümden başka bir şey de katmamıştır şair. Aşk ve diğer şeyler hayata dâhildir ve belki de dairdir. Şiire sosyal hayatı, siyaseti ve ideolojiyi katmaya şiddetle karşıdır. Şiir, sadece şiir olmalıdır. Nitekim toplumcu gerçekçilerle ilgili olarak şunları söyleyerek bizi doğrular: "Sözde şairler diyeceğim bu adamlardan kimisi, güzel şiir yazmak endişesinden ziyade, mahallî motifler işler. Yerli mevzular terennüm eder, vatanperver, milliyetçi görünmüş olmak için, memleket, bozkır, bayrak, Mehmetçik gibi, aslında birer tedai hazinesi olan kelimelere bir şair idraki ve muhabbetiyle değil, çıkarını arayan bir adam tamahıyla tasarruf eder. Maksat şiir ve şairlik yoluyla bir mevki ve servet sahibi olmaktır. Yazılarında cemiyet dertlerinden bir vaiz edasıyla bol bol bahsedilse de hakiki şiire rastlanmaz. Topluluğa dalkavukluk ederek ondan alkış ve itibar beklediklerinden, söyleyişten fazla söylenen şeye ehemmiyet verdiklerinden şiiri yakalayamamaları gayet tabiidir."5
Bu alıntıda dikkatimizi çeken iki şey var; biri Cahit Sıtkı'nın kelimelere bir şair idraki ve muhabbetiyle yaklaşmanın gerekliliğini vurgulaması, diğeri de söyleyişi söylenenden daha ehemmiyetli görmesidir. Şair, gerçekten de kelimelerle arasında bir muhabbet peyda edebilen kişidir. Okur, şiirde daima şairin kelimeyle girdiği bu ilişkiyi hisseder. Belki kelimeden nefreti ve kelimeyle olan kavgayı da buna dâhil etmek gerek. Belki de her şeyin ötesine samimiyeti koymalı. Ayrıca Cahit Sıtkı'nın ya da Necip Fazıl'ın o kadar ürperdikleri bir olgunun kelimesi olarak "ölüm"ü sevmediklerini kim söyleyebilir? Bir olgudan nefretimi dillendirmeme vasıta olabilen bir kelimeyi neden sevmeyeyim?
Şiirini ölümle hayatın arasındaki o bir zar kadar ince boşluğa, kuyu ile minare arasına örmeyi tercih eden bir şair olduğu için de severiz Cahit Sıtkı'yı. Şiiri, daha çok yaşanan bir şey olarak gördüğü ve öyle yaşadığı için de... Derbeder ve bohem olduğu için... Yazdıkları ve yaşadıklarıyla içimizden biri olduğu ve içimize dokunduğu için de...
Evet, ey sevgili okur! Bu yazının dağınık olduğunun ben de farkındayım. Cahit Sıtkı'dandır vesselam.
1Ramazan Korkmaz, İkaros'un Yeni Yüzü Cahit Sıtkı Tarancı, Ankara 2002, s. 4.
2 Age, s. 5.
3 Age, s. 5.
4"Cahit Sıtkı ile Şiir ve Şair Hakkında Konuşma", Kaynak, nr. 2/14, s. 48-51.
5 "Sözde Şairler", Vakit 1 Şubat 1944 (Sanat ve Edebiyat Eki),
Bahtiyar Aslan, Türk Edebiyatı dergisi,446
- Önceki
- Sonraki >>