Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

(1839-1878)
Siyasî mücadele ve fikir adamı, gazeteci,Yeni Osmanlılar Cemiyeti üyesi ve ilk Türkçülerden.

1255 yılı Ramazanında (Kasım 1839) İstanbul'da Cerrahpaşa'da doğdu. Çan­kırı'dan gelerek İstanbul'a yerleşmiş, geçimini kâğıtçılıkla sağlayan, fakir fa­kat dürüst bir adam olan Hüseyin Ağa'nın oğludur. Ali Suâvi'nin tahsile ne za­man, nerede ve nasıl başladığı kesin ola­rak bilinmemekle beraber Ulûm gaze­tesinde bir kısmı yayımlanan "Yeni Os­manlılar Tarihi" (nr. 15, 1 Muharrem 1287, s. 892-932) adlı hatıratında verdiği bilgi­lere göre Dâvud Paşa Rüşdiyesi'ni bitir­dikten sonra Bâb-ı Seraskerî'de Dersaadet Yoklama Kalemi'ne girdi ve burada iki üç yıl kadar kâtip olarak çalıştı. Âdet olduğu üzere bu sırada cami derslerine de devam etti. Muhtemelen Sami Paşa'­nın Maarif nazırlığı sırasında açılan bir imtihanı kazanarak Bursa Rüşdiyesi'ne muallim oldu (1856). Fakat bazı uygun­suz davranışları dolayısıyla halkın şikâ­yeti üzerine bir yıl sonra buradan ay­rılmak zorunda kaldı. 1858 yılında Si­mav'daki rüşdiyede ve Kurşunlu Medrese'de hocalık yaptı. Kendi ifadesine ba­kılırsa on sekiz yirmi yaşlarında hacca gitti. Dönüşünde yine Sami Paşa'nın ara­cılığıyla Sofya'da ticaret mahkemesi re­isliği, Filibe'de rüşdiye hocalığı ve tahri­rat müdürlüğü yaptı. Azledilince tekrar İstanbul'a döndü. İstanbul'da bir yan­dan, başta Sami Paşa olmak üzere şeh­rin o zamanki fikir muhitlerini teşkil eden bazı paşa konaklarına devam et­meye, bir yandan da Şehzadebaşı Camii'nde vaazlar vermeye başladı (1866) Henüz Muhbir'de yazı yazmaya başla­madan önce dinî ilimlerdeki vukufu ile dikkati çeken Ali Suâvi aynı zamanda kuvvetli bir hatipti ve kendisini dinle­yenleri kolayca tesir altına alabiliyordu. Adı ve şöhreti kısa zamanda bütün şe­hirde duyuldu. Yine kendi ifadesine gö­re bu vaazlara ara sıra Sadrazam Fuad Paşa bile geliyordu.
1867 yılı başında yayın hayatına giren Muhbir gazetesinin sahibi Filip Efen­di'nin teklifi üzerine bu gazetenin yazar kadrosunda yer alan Ali Suâvi, gazete­de devrin çeşitli siyasî ve sosyal mese­leleriyle ilgili makaleler neşretmeye baş­ladı. Daha sonra "Yeni Osmanlılar Tarihi"nde bu konuda, "Bu işe parmak sok­maktan asıl muradım, vatanımız gazetelerinin köhne inşâlarını ve mu'tâd-ı ka­dîm üzre bîma'nâ sitayişlerini bozmak idi. Hem lisanı bozdum, hem de memle­ketimize hürriyet-i aklâm soktum" diye­rek gazetede devrinin yazı dilinde deği­şiklik yapmak bakımından oynadığı role işaret eder. Bunun yanında, bu ilk ma­kaleleri arasında yer alan Belgrad Kalesi'nin teslimi ve Mısır'ın devlete bağlılı­ğı meselelerinde yapmış olduğu tenkit­lerle kısa zamanda dikkatleri üzerine çekti. 21 Şubat 1867 tarihli Muhbirde, o sırada henüz gizli olan Yeni Osmanlı­lar Cemiyeti'nin hâmisi durumundaki Mustafa Fâzıl Paşa'nın Mısır meselesi münasebetiyle Sultan Abdülaziz'e hita­ben Belçika'da Nord gazetesinde neş­redilen Fransızca mektubunun tercüme edilerek yayımlanması, aynı mektubun iki gün sonra Nâmık Kemal tarafından Muhbirden iktibas edilerek geniş bir yorumla Tasvîr-i Efkâr'da yer alması üzerine, gizli cemiyetten hükümetle bir­likte az çok efkârıumumiye de haber­dar oldu. Bunun hemen arkasından Ali Suâvi'nin Belgrad Kalesi'nin düşmesi ve Mısır meselesi hakkında Âlî Paşa'yı şid­detle tenkit eden bir makalesi üzerine, meşhur sansür nizâmnâmesi Kararnâme-i Âlî çıktı. Ardından 32. sayıda Muh­bir hükümet tarafından bir ay süreyle kapatıldı. Nâmık Kemal Erzurum vali muavinliğine, Muhbir'de yazan Ziya Pa­şa Kıbrıs mutasarrıflığına tayin edilir­ken Ali Suâvi de Kastamonu'ya sürüldü (25 Şubat 1867). Ali Suâvi Kastamonu'da iki buçuk ay kadar gözetim altında kal­dı; Mustafa Fâzıl Paşa'nın ısrarlı daveti üzerine gizlice oradan ayrılarak İstan­bul'a geldi ve Courrier d'Orient gaze-asinin sahibi Jean Pietri'nin yardımıyla Avrupa'ya kaçtı (22 Mayıs 1867). Mesina'da buluştuğu Nâmık Kemal ve Ziya Paşa ile önce Paris'e gitti. Cemiyetin al­dığı karar doğrultusunda neşriyat yap­mak üzere bir süre sonra Londra'ya ge­çerek orada, "Muhbir doğru söylemek yasak olmayan bir memleket bulur, yi­ne çıkar" ibaresiyle Muhbir'i tekrar neş­re başladı (31 Ağustos 1867). Ancak da­ha ilk sayıdan itibaren gazetenin, "Av­rupa'da muvakkaten ikamet eden ve memâlik-i Osmâniyye'nin maârif-i terakkîsine çalışan bir cem'iyyet-i İslâmiyye tarafından" çıkarıldığı şeklindeki ilân­dan başlayarak bazı aykırı ve geçimsiz hareketleri sebebiyle cemiyet mensubu diğer arkadaşlarıyla kısa zamanda ara­sı açıldı. Bu arada onun tesirini ortadan kaldırmak üzere Nâmık Kemal ve Ziya Paşa tarafından yine Londra'da Hürri­yet gazetesinin yayımına başlandı (29 Haziran 1868). Bir yandan, şahsı hakkın­da Muhbir'de çıkan itham edici bazı yazılar dolayısıyla Âlî Paşanın Londra sefareti vasıtasıyla yaptığı baskı, öte yandan bu sırada Fransa ve İngiltere'yi ziyaret eden Sultan Abdülaziz'le anlaşıp İstanbul'a geri dönen Mustafa Fâzıl Pa­şa'nın maddî desteğinin kesilmesi üze­rine 50. sayıda gazetenin yayımına son vermek zorunda kaldı (3 Kasım 1868). Bu tarihten sonra Avrupa'daki müca­delesini tek başına sürdüren Ali Suâvi Londra'dan Paris'e geçti ve Paris'te po­litik olmaktan ziyade ilmî ve fikrî bir muhtevaya sahip Ulûm gazetesini 21. sayıya kadar taş basması usulüyle ya­yımlamaya başladı (1869-1870 arasında, 25 sayı). Burada daha çok kültür tari­hi, tarih, dinî konular, felsefe, eğitim ve ekonomi gibi değişik sahalarda yazı­lar yazdı. Ancak 1870-1871 Fransız-Alman savaşının çıkması üzerine gazeteyi Lyon'a naklederek Muvakkaten Ulûm Gazetesi Müşterilerine adıyla neşre de­vam etti (1870-1871 arasında, 11 sayı). Paris'te kaldığı altı yedi yıl içinde, gaze­teden başka bir yandan da fikrî ve siya­sî muhtevalı bazı küçük risalelerle sal­nameler yayımladı. 1870'ten sonra Yeni Osmanlılarla herhangi bir münasebeti kalmayan Ali Suâvi'nin 1876'da İstan­bul'a dönünceye kadar kaldığı Paris'te kimlerle ve hangi çevrelerle ne gibi mü­nasebetlerde bulunduğu yeterince bi­linmemektedir.
Ali Suâvi, Abdülaziz'in tahttan indirilişi ve V. Murad'ın çok kısa süren padi­şahlığı ardından tahta geçen II. Abdülhamid'in izni ile İstanbul'a döndü (Ekim 1876). Kendisine güven ve ilgi gösteren hükümdar dış meselelerle ilgili olarak Batı'daki neşriyatı takip ve tercüme et­mek üzere Cem'iyyet-i Mütercimin adıy­la kurmayı düşündüğü cemiyete onu da üye seçmişti. Ancak cemiyet daha ilk toplantısından hemen sonra dağıldığın­dan burada çalışma fırsatı bulamadı. Midhat Paşa'nın azledildiği ve Meclis-i Meb'ûsan'ın birinci devresinin sona er­diği günlerde (Haziran 1877) Midhat Pa­şa ve meşrutiyet rejimi aleyhine yaz­dığı birkaç makale ile sarayın güveni­ni kazanan Ali Suâvi padişah tarafın­dan Mekteb-i Sultanî müdürlüğüne ge­tirildi. Fakat kısa zamanda okul idare ve disiplininin bozulması ve aslen İn­giliz olan karısı ile okulda yatıp kalkma­sı dolayısıyla çıkan dedikodular yüzün­den bir yıl sonra bütün resmî görevle­rine son verildi (16 Aralık 1877). Böylece
Abdülhamid'in gözünden düşen Ali Su­âvi'nin 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı (93 Harbi), Meclis-i Meb'ûsan'ın kapatıl­ması gibi memleketin kaderini değişti­ren bazı önemli olayların cereyan ettiği bu tarihten ölümüne kadar geçen süre içinde ne yaptığı yine kesin olarak bilin­memektedir. B. Lewis, onun bu sırada Üsküdar Komitesi adıyla gizli bir cemiyet kurduğunu ileri sürerken başka araştır­macılar İngiliz ve Ruslar'la sıkı münase­bette bulunduğunu iddia etmektedir­ler.
Ali Suâvi'nin 18 Mayıs 1878 tarihli Basîret'te şu kısa fakat oldukça anlamlı fıkrası yayımlandı: "Devlet-i Aliyye'nin haricî politikası şu sırada birtakım müşkilâta tesadüf etmiş ise de bunun hüsn-i suretle tesviyesi çaresi imkânsız değil­dir. Pazartesi günü gazeteniz ile neşre­deceğim makalenin mütalaasını evliyâ-yı umura ve umum ahaliye tavsiye ede­rim". Ali Suâvi bu fıkranın çıkışından iki gün sonra, 20 Mayıs 1878 günü, 93 Har­bi yüzünden Balkanlar'dan İstanbul'a gelmiş Filibeli muhacirlerden topladığı yaklaşık 250 kişilik bir grupla Çırağan Sarayı'nı basarak büyük bir ihtimalle V. Murad'ı tekrar tahta çıkarmak isterken, Beşiktaş Karakolu muhafızı Hasan Ağa (daha sonra 7-8 Hasan Paşa) tarafından başına sopa ile vurulmak suretiyle öl­dürüldü. Ali Suâvi veya Çırağan Vakası denilen bu olay üzerine sonraları birçok araştırma yapılmış olduğu halde, hare­ketin başarısızlığa uğraması dolayısıyla evindeki bütün evrakın karısı tarafın­dan imha edilmesi yüzünden olay hâlâ tam olarak aydınlanamamıştır. Hayatı gibi ölümünün de perde arkası gizli ka­lan Ali Suâvi'nin, hangi gaye uğrunda olursa olsun, II. Abdülhamid'e karşı V. Murad'ı yeniden tahta çıkarmak isterken can vermesi, bir süre sonra Jön Türkler tarafından millî bir kahraman olarak be­nimsenmesine ve bayraklaştırılmasına yol açmıştır. Tanzimat sonrası yazar ve fikir adam­larının büyük bir kısmı kültürlü ve zen­gin ailelerden geldikleri halde Ali Suâvi halk tabakasından çıkmış ve kendi ken­disini yetiştirmek suretiyle edebiyat ve kültür çevrelerinde yer almıştır. Klasik bir medrese tahsili ve düzenli bir eğitim görmeyen Ali Suâvi felsefeden filolojiye, tarihten coğrafyaya, edebiyattan politi­kaya, sosyolojiden iktisada ve dinî ilim­lere kadar birçok konu ile meşgul olmuş tam manasıyla bir "ansiklopedist" şahsi­yettir. Devrin diğer yazar ve fikir adam­larının çoğu gibi o da Osmanlı birliği­ne inanmış ve daha çok ittihâd-ı İslâm ideolojisini savunmuştur. Büyük ölçüde Şark kültürüyle yetişmiş olan Ali Suâvi, çok sathî de olsa Batı kaynaklı bazı ye­ni fikirleri öğrendikten sonra kendine göre bir terkip yapmaya çalışmış, bu arada Türkçü görüşler de ileri sürmüş­tür. Makale ve kitapları dikkatle ince­lendiğinde insicamlı bir kafaya sahip ol­madığı görülen Ali Suâvi'nin hayatında olduğu gibi savunduğu fikirlerde de bir­çok tezatlar vardır. Gençlik yıllarında camilerde halka ateşli vaazlar veren, bir ara "muhaddis" olarak tanınan, hatta Avrupa'da bulunduğu sırada bile başın­dan sarığını çıkarmayan Ali Suâvi, me­selâ "Yarım Fakih Din Yıkar" (Ulûm, nr 17, 29 Muharrem 1287) gibi bazı makale­lerinde, devlet idaresinde din ile dünya işlerinin birbirinden tamamen ayrılması gerektiğini savunarak laikliği müdafaa eder. Ona göre medenî bir devlet birta­kım kelime oyunlarıyla değil coğrafya, iktisat ve ahlâk bilgisiyle idare edilebil­mektedir. Bu yüzden. Osmanlılar'daki devlet yönetiminin şer'î esaslara dayan­madığını öne sürerek hilâfet müessese­sine karşı çıkarken monarşi adını verdi­ği mutlakiyet rejimi yerine parlamento esasına dayalı meşrutî sistemi savunur. Ancak bir zaman sonra, hâkim nüfus olan Türk unsurunun bütün nüfusun sadece yüzde otuzunu teşkil ettiği bir memlekette meşrutiyet ilân edilemeye­ceğini anlayarak bu fikrinden vazgeç­miş görünür. Ali Suâvi hilâfetin ne mu­hafazasına ne de yıkılmasına taraftar­dır; çünkü ona göre hilâfet adıyla bir müessese mevcut değildir. "Kudret-i Siyâsiyye der Düvel-i İslâmiyye" (Ulûm, nr 16, 15 Muharrem 1287) adlı makalesinde Hz. Peygamber'in hilâfet adı altında bir vekâlet makamı kurmadığını, bu yüz­den hiç kimsenin "halîfe-i Resûlullah" olamayacağını, halife tabirinin "halef" mânasında yalnızca Hz. Ebû Bekir'e ait bir unvan olduğunu söyler. Monarşi de­diği ferdî saltanat ve mutlakiyete karşı da cephe alan Ali Suâvi, "Demokrasi" (Ulûm, nr. 18, 15 Safer 1287) adlı maka­lesinde ise İslâm devletinin başlangıçta cumhuriyetle idare edildiğinden bahse­derek mutlakiyet yerine "usûl-i meşveret'i istediğini açıklar.
Namazda sürelerin Türkçesinin oku­nabileceğine cevaz verildiğini ("Lisan ve Hatt-ı Türkî", Ulûm, nr. 3, 22 Cemâziyelevvel 1286, s. 129), hutbelerin ise Türk­çe okunmasında zaruret bulunduğunu ileri süren Ali Suâvi, bununla beraber namazda sûrelerin Türkçe yerine Arap­ça okunmasını İslâm vahdetine riayeti sağlaması bakımından kabul eder ("Za­mane Hutbesi", Ulûm, nr. 18, s. 1116).
Ali Suâvi'nin el attığı diğer konularda olduğu gibi tarih ve özellikle eski Türk tarihi hakkındaki görüşleri de oldukça sathî ve dağınıktır. İlk planda Comte de Gobineau ile Arthur Lumley Davids'in tesiri altında Türk tarih ve medeniyetine eğilmesi, Türk ırkının dünyanın en eski ve medenî ırklarından biri olduğunu id­dia etmesi, daha sonra haklı olarak Tür­kiye'de Türkçülük cereyanını başlatanlar arasında sayılmasına sebep olmuştur. Meşhur "Türk" makalesinde (Ulûm, nr 2, 7 Cemâziyelevvel 1286. s. 1-17), Türk ırkının tarih sahnesinde İskitler, Hunlar, Tukyular, Hazarlar, Uygurlar ve Osman­lılar adıyla önemli roller oynadıklarını belirterek Türkler'in zihnî ve fikrî faali­yetleriyle Osmanlılar'ın ilme yaptıkları belli başlı hizmetler üzerinde durur. Ona göre Türk ırkı askerî, medenî ve siyasî rolleri bakımından bütün ırklardan üs­tün ve eski bir ırktır; dünya kültür ta­rihinde en büyük rolü Türkler oynamış ve özellikle İslâm kültürünü onlar mey­dana getirmişlerdir. Aynı görüşler doğ­rultusunda, Ali Şîr Nevâi'nin Türkçenin Farsça karşısında üstünlüğünü ortaya koymak üzere kaleme aldığı Muhâkemetü'l-lugateyn"ini de Ulum'da tefrika halinde yayımlayan Ali Suâvi, Türklerle İranlıların Arapçayı Müslüman miletlerin ortak kültür dili haline getirdikleri fikrini benimser. Ali Suâvi'nin özellikle Orta Asya ile ilgili yazılarında Rus tehli­kesine dikkat çekmesi ve bunun İslâmi­yet'e ve Türklere vereceği zararlar üze­rinde ısrarla durması oldukça önemlidir. Bilhassa "Lisan ve Hatt-ı Türkî" (Ulûm, nr 2-3) adlı geniş makalesinde Türk di­linin dünyanın en eski ve mükemmel dil­leri arasında yer aldığını belirterek, "Os­manlıca" tabirinin ise siyasî bir muhte­va taşıdığını söyler. Bu yüzden Türk di­line "lisân-ı Osmânî" demenin yanlış ol­duğunu ileri sürenlerin başında yine o gelmektedir. İlk makalelerinden itibaren gazetelerin halkın anlayabileceği sade bir dil kullanması gerektiği üzerinde de duran Ali Suâvi, bütün bunların yanı sıra Arap harflerinin bırakılarak Latin harf­lerinin kabul edilmesini, ilim terimleri­nin de Latinceden alınmasını teklif et­miştir.
Temelde dinî bilgilerle yetişen Ali Su­âvi, aynı nesle mensup diğer arkadaşla­rından farklı olarak, ele aldığı birçok ko­nuyu dinî açıdan değerlendirmiştir. Ge­rek yaşarken gerekse ölümünden sonra adı etrafında büyük gürültüler kopma­sına, Avrupa'da kader birliği ettiği en yakın arkadaşlarına varıncaya kadar le­hinde ve aleyhinde değişik itham ve id­dialarda bulunulmasına rağmen, II. Meş­rutiyetten sonra ilk Türkçüler'den kü­çük bir grup dışında, diğer Tanzimat sonrası yazar ve fikir adamları gibi eser­leri ve fikirleriyle sonraki nesiller üze­rinde uzun süreli bir tesiri olmamıştır.
Eserleri. Ali Suâvi'nin kendi ifadesine göre, Filibe'den İstanbul'a dönüşünde fıkıh, hukuk, tarih, coğrafya, edebiyat, filoloji ve biyografi alanlarında olmak üzere bir kısmının gazete sayfalarında, çoğunun risale veya yarım kalmış tefri­ka şeklinde yahut yazma halinde bu­lunduğunu belirttiği eserlerinin sayısı 127'yi buluyordu.
Muhbir, Tasvîr-i Efkâr, Vakit, Basiret, Müsavat, Ruznâme-i Cerîde-i Hava­dis, Londra'da Hürriyet gazetesi ile ken­disinin çıkardığı Muhbir, Ulûm ve Mu­vakkaten Ulûm Gazetesi Müşterileri­ne gibi devrin çeşitli gazete ve mecmualarındaki makalelerinden başka bir de tefrika halinde kalan "Ehemmiyet-i Hıfzı Mâl" (Tasviri Efkâr), "Ta'rîfât" (Muhbir). "Kaydü'l-mevcûd Saydü'l-mefküd" (Muh­bir), "Fetâvâ-yı Cihangiri" (Muhbir) gibi çalışmaları bulunan Ali Suâvi'nin bunla­rın dışında kitap veya risale halinde ya­yımlanan eserleri şunlardır: 1. Kümûsü'l-ulûm ve'l-maârif. Beş forması ya­yımlanabilmiş bir ansiklopedidir (Paris 1287). Ulûm gazetesinin 21. sayısından (1 Rebîülâhir 1287) 25. sayısına kadar (3 Cemâziyelâhir 1287) on altışar sayfalık ilâveler halinde yayımlanan bu eser sek­sen sayfadan ibarettir. Ali Suâvi buraya aldığı maddeler arasında ancak sözlük­lere girebilecek birtakım kelimelere de yer vermiş, buna karşılık mutlaka alın­ması gereken birçok önemli maddeyi ihmal etmiştir. Almış olduğu maddeler dağınık ve teknik bakımdan zayıf ol­makla birlikte dil bakımından sadedir. Gazetenin kapanmasıyla birlikte yayını sona eren ansiklopedinin son maddesi "Atabeg"dir. 2. Türkiye (i Sene 1288 (Paris 1871) 3. Türkiye fi Sene 1289 (Paris 1872) 4. Türkiye ti Sene 1290 (Paris 1873). S. Mısır // Sene 1288 (Paris 1871) Ali Suâvi bu salnamelerde sade­ce birtakım istatistik) bilgiler vermekle kalmamış, bazı konularda çeşitli tenkit­ler de yapmıştır. 6. Le Khiva (Paris 1290, Türkçesi: Hive, 2. bs. İstanbul 13261. Rus­ya'nın Orta Asya'daki bir Müslüman Türk hanlığı olan Hîve'yi zapta hazırlandığı bir sırada kaleme alınan bu eserde Ali Suâvi, Osmanlı Devleti'nin bu Türk han­lığı ile tarih boyunca iyi münasebetler kurmamış olmasını tenkit ederek dev­leti bu meseleye müdahale etmeye da­vet eder. Eserin yeni harflerle de bir baskısı vardır: Ali Suâvi'nin Hive Han­lığı ve Türkistan'da Rus Yayılması (nşr M. Abdülhalük Çay, İstanbul 1977). 7. Nasıred-din Chah d'Iran (Paris 1873). Ali Suâvi bu risalesinde, zamanın İran hü­kümdarı Nasreddin Şah'ı ülkesinde ger­çekleştirdiği reformlar ile değerlendi­ren bir portresini yapmakta, şahın men­sup olduğu Kaçar hanedanına dair izah­tan başka, İran'ın o günkü durumu hak­kında bazı istatistik) bilgiler de vermek­tedir. 8. Devlet Yüz On Altı Buçuk Mil­yon Lira Borçtan Kurtuluyor (Paris 1292). 9. A Propos de l'Herzegovine (Paris 1875) İçinde Ali Suâvi'nin kendi eliyle yaptığı iki haritanın da bulundu­ğu büyük boy doksan altı sayfadan iba­ret olan ve devrin siyasî konularının ele alındığı bu eser şu bölümlerden mey­dana gelmektedir: a) Şark Meselesi Di­ye Bir Şey Mevcut mudur?, b) Milli­yetçilik; c) Pan-İslavizm; d) Osmanlılar-Din-Milliyet; e) Avrupa ve Beşeriyet Osmanlılar'a Neler Borçludur?; f) İstan­bul ve Rusya; g) Avrupa Türkiyesi'nin Nüfusu; h) Osmanlı ve Rus Kuvvetleri; ı) Şark Meselesi İskenderiye'dedir. 10. Montenegro (Paris 1876). Karadağ'ın Osmanlılar'a ait olduğunu iddia eden ve Batı dünyasında yazılmış çeşitli eserler­den yaptığı iktibaslarla bunu ispatlayan Ali Suâvi, burada Rusya'nın Hersek ve Karadağ isyanlarını hazırlarken Avus­turya ve Fransa gibi Batılı devletlerin de buna seyirci kaldığını açıklar. Sultan Abdülaziz'in hali ve V. Murad'ın tahta geçişi münasebetiyle kaleme alınan eserde yeni padişahın meşrutiyete olan inanç ve bağlılığı üzerinde de durul­maktadır. 11. Defter-i A'mâl-i Âlî Paşa (Paris, ts.). II. Meşrutiyetten sonra Âlî Paşa'nın Siyâseti adıyla ikinci baskı­sı yapılmıştır (İstanbul 1325). Ali Suâvi bu risalesinde, 1854'ten 1870'e kadar sadrazam ve hariciye nâzırı olarak idare başında bulunduğu devrede Osman­lı İmparatorluğumda cereyan eden Gi­rit İsyanı, Kırım Savaşı, Islahat Fermanı, Memleketeyn Meselesi, Düyûn-ı Umûmiyye gibi birçok konudan sorumlu tut­tuğu Âlî Paşa'yı insafsızca ve sert bir dille tenkit etmektedir. 12. Fransa'da Paris Şehrinde Müsâfereten Mukîm el-Hâc Ali Suâvi Efendi Tarafından Yine Paris'te Kânîpaşazâde Ahmed Rif'at Bey'e Yazılan Mektubun Sure­ti (Paris, ts). Yeni Osmanlılar'dan Kânipaşazâde Ahmed Rifat Bey'in kendisi aleyhinde ağır ithamlarda bulunduğu Hakîkat-ı Hâl der Def'-i İhtiyâl (Paris 1286) adlı risalesine karşılık Ali Suâvi'nin bu ithamlara cevap mahiyetinde kale­me alıp taş basması olarak yayımladığı bir risaledir. 13. Huküku'ş-şevârî' (İs­tanbul 1324). Doğrudan doğruya şehirci­liğe dair olan bu risalede çeşitli âyet, hadis ve konuyla ilgili muteber kitap­lardan yapılan bazı iktibaslarla medenî bir şehrin nasıl olması gerektiği üzerin­de durulmaktadır.
Ali Suâvi'nin tercüme veya birtakım ilâvelerle yeniden neşir mahiyetindeki diğer eserleri şunlardır: 1. Arabî İbare Usûlü'l-fıkh Nâm Risalenin Tercüme­si (Londra 1868). Ali Suâvi usûl-i fıkhın belli başlı kaidelerini ele alarak bunları kısaca açıkladığını belirttiği önsözde, böyle bir çalışma yapmaktaki maksadı­nı da, İslâm şeriatının müslümanların XIX. yüzyıldaki ihtiyaçlarını karşılaya­madığını ve müslüman toplulukların bu yüzden geri kaldığını iddia edenlere kar­şı hakikati ortaya koymak şeklinde açık­lamaktadır. 2. Sefâretnâme-i Fransa (Paris 1288). Yirmisekiz Mehmed Çele­binin sefaretnâmesinin haşiyelerle neş­ridir. 3. Takvîmü't-tevârîh (Paris 1291) Kâtib Çelebi'nin eserinin notlar ve zeyil ilâvesiyle neşridir. 4. Tercüme-i Lugaz-ı Kâbis-i Eflâtun (Paris 1873) İbn Miskeveyh tarafından Yunancadan Arapçaya tercüme edilmiş olduğu iddiası ile Eflâtun'a nisbet edilen bu eser aslında apokriftir. Kâbis isminin Grekçe Kiyotos'un Arapçalaşmış şekli olduğunu ileri süren Ali Suâvi haşiyeler ilâvesi ile yap­tığı bu neşirde, tercümedeki Arapça ha­talarını da ayrıca düzelttiğini belirtmek­tedir.
BİBLİYOGRAFYA:
Basîretçi Ali. İstanbul'da Yarım Asırlık Vekâyii Mühimme, İstanbul 1325, s. 58-60; Mahmud Celâleddin Paşa. Mir'ât-ı Haki­kat, İstanbul 1327, III, 138139; Osmanlı Müellifleri, I, 328-330; Abdurrahman Şeref. Târih Musahabeleri, İstanbul 1339, s. 180, 286-297; ihsan Sungu. "Tanzimat ve Yeni Osmanlılar", Tanzimat I, İstanbul 1940, s. 856-857; a.mlf.. "Muhbir Gazetesi'.AA. sy. 13 (19451. s. 401-404; İsmail Hâmi Danişmend. Ali Suâvi'nin Türkçülüğü, İstanbul 1942; Behice Kaplan. Ali Suâvi (mezuniyet tezi. 1943-44), İÜ Ktp., nr. 957; Midhat Ce­mal Kuntay. Sarıklı İhtilâlci Ali Suâvi, İs­tanbul 1946; a.mlf., Nâmık Kemal (Devrinin İnsanları ve Olayları Arasında), II, Kısım 1, İstanbul 1949, s. 762-763; Kısım 2, İstanbul 1956, s. 14, 301, 595-596, 637; Agâh Sırrı Levend, Türk Dilinde Gelişme ve Sadeleş­me Safhaları, Ankara 1949, s. 126-127,134, 171, 174, 183-185; a.mlf.. Türk Edebiyatı Tarihi, s. 463-465; Falih Rıfkı Atay. Başveren İnkılâpçı Ali Suâvi, İstanbul 1954; Hil­mi Ziya Ülken. Türkiye'de Çağdaş Düşün­ce Tarihi, Konya 1966, s. 101-128; Ahmet Hamdi Tanpınar. 19 uncu Asır Türk Edebi­yatı Tarihi, İstanbul 1967, s. 204-223; Nâ­mık Kemal'in Hususi Mektupları (haz Fevzıye Abdullah Tansel). Ankara 1967, I, 31-32, 129-130; II (1969). s. 73, 153-155; III (1979), s. LXVI; Cavit Orhan Tütengil. Yeni Osmanlılar'dan Bu Yana İngiltere'de Türk Gazeteciliği (1867-1967), İstanbul 1969, s. 31-52; B. Lewis. Modern Türkiye'nin Do­ğuşu (trc. Metin Kıratlı). Ankara 1970, s. 152-154, 173-174; Ebüzziya Tevfik. Yeni Osmanlılar Tarihi (haz. Ziyad Ebüzziyal, l-ll, İstanbul 1973; III (1974), bk. indeks; M. Kaya Bilgegil, Yakın Çağ Türk Kültür ue Edebi­yatı Üzerinde Araştırmalar I: Yeni Osmanlı­lar, Ankara 1976, s. 12, 115-117, 125-128, 136-137, 282-283; a.mlf.. Ziya Paşa üzerin­de Bir Araştırma, Ankara 1979, bk. in­deks; Cemil Meriç. Mağaradakiler, İstanbul 1978, s. 230-247; Ercüment Kuran. "Ali Su­âvi'nin Hive fi Muharrem 1290 Başlıklı Kitabı ve Osmanlı Devletinde Türkçülü­ğün Doğuşu", Türkeslan als historischer Faktör und politische Idee. Festschrift für Baymirza Hayıl zu seınem 70 Geburtstag, Köln 1988, s. 97-101; İsmail Doğan. Türk Kültür ve Eğitimine Katkıları Açısından Mehmed Tahir Münif Paşa ve Ali Suavi Üze­rinde Mukayeseli Bir çalışma (doktora tezi. I989). Ati Sosyal Bilimler Enstitüsü); Neşet Halil Atay, "Ali Suâvi Kendine Göre", Islan-bul. 111/25-33. İstanbul 1944-45; İsmail Hak­kı Uzunçarşılı, "Ali Suâvi ve Çırağan Sa­rayı Vakası", TTK Belleten, VIII/29 (19441, s. 71-118; Yahya Akyüz, "Galatasaray Lise­sinin Islahına İlişkin Ali Suâvi'nin Giri­şimlerini Gösteren Bir Belge", TTK Belle­ten, XLVI/ 181 (1982), s. 121-128; Nuri Akbayar. "Ali Suâvi", TDEA, I, 116-117; Şerif Mardin. "Tanzimat ve Aydınlar", TCTA, 1, 50-
Abdullah Uçman, DİA, 2.cilt
 
 

SON EKLENENLER

Üye Girişi