Kullanıcı Oyu: 4 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin değil
 

MENSUR ŞİİR VE ÖRNEĞİ

19. yüzyılın yarısında Fransa'da doğmuştur. Fransız edebiyatı şairlerinden C. Baudlaire ve S.  Mallerme'in mensur şiirleri vardır. Türk Edebiyatında Şinasi'nin Fransız edebiyatından yaptığı çeviriler, mensur şiirin ilk örnekleridir. Mehmet Rauf'un "Siyah İnciler"i, Yakup Kadri'nin "Okun Ucunda, Erenlerin Bağından" adlı yapıtları mensur şiir türünden ürünlerdir.

Tanzimat Edebiyatı döneminde Recaizade Mahmut Ekrem ve Abdülhak Hamit'in de mensur şiir denemeleri olmuştur.

Mensur şiirin isim babası ve bu türün Türk edebiyatındaki ilk temsilcisi Halit Ziya Uşaklıgil'dir. Tercüman-ı Hakikat gazetesinde yayımlanan "Aşkımın Mezarı" adlı yazısı mensur şiirdir. 1891'de "Mensur Şiirler" ve "Mezardan Sesler" başlığıyla mensur şiirlerini yayımlamıştır.

Servet-i Fünun döneminde mensur şiir türü yaygınlaşır. Halit Ziya'yı Mehmet Rauf, Hüseyin Cahit, Ahmet Hikmet, Celal Sahir, Faik Ali gibi isimler izler.

  • Duygu ve hayallerin düzyazı biçimiyle şiirsel anlatılmasıdır.
  • Bu yazılarda iç ahenk önemlidir. Servet-i Fununcular tarafından kullanılmış, fazla yaygınlaşmamıştır.
  • "Mensure" olarak da bilinir.
  • "Mensur şiir" düz yazı ile şiirsel, şairane söyleyişin amaçlandığı bir düz yazı türüdür.
  • Mensur şiirler başlıkları olan, bağımsız, kısa ve yoğun yazılardır.
  • Mensur şiir, şiirdeki arayıştan doğmuştur; ama öncelikle düz yazıdır. Bu metinler bireysel duygulanmaların ortaya konduğu şairane ürünlerdir. Mensur şiirlerde iç ahenk vardır. Tasvir ve çözümlemelere önem verildiği için uzun cümleler tercih edilir. Ünlemlere ve seslenişlere yer verilir.
  • Mensur şiirde şairane konular, şairane bir üslupla işlenir.

"Mensur Şiir" ile "Şiir" arasındaki benzerlik ya da farklılıklar nelerdir?

Mensur şiirin, şiirle birtakım benzer yönleri vardır. Her iki türde de ahenk önemlidir. Kelimeler bir ahenk oluşturacak biçimde seçilir ve dizilir.

Her iki türde de şairane, duygusal konular işlenir; temalar benzerdir. Dil ve üslup yönünden benzerlik vardır; dilin doğru ve güzel kullanımı iki türde de önemlidir.Edebi sanatlar her iki türde de kullanılabilir. Şiirde kafiye vardır, mensur şiirde de iç kafiyeler olabilir.

Mensur şiirle şiirin farklı yönleri de vardır. Mensur şiirde vezin (ölçü), kafiye, dize (mısra) yoktur. Şiirde dörtlük, beyit, bent gibi nazım birimleri vardır; mensur şiirde böyle birimler yoktur.

 

"Mensur Şiir" ile "Şiir" arasındaki benzerlik ya da farklılıklar nelerdir?

  • Mensur şiirin, şiirle birtakım benzer yönleri vardır. Her iki türde de ahenk önemlidir. Kelimeler bir ahenk oluşturacak biçimde seçilir ve dizilir.
  • Her iki türde de şairane, duygusal konular işlenir; temalar benzerdir.
  • Dil ve üslup yönünden benzerlik vardır; dilin doğru ve güzel kullanımı iki türde de önemlidir.
  • Edebi sanatlar her iki türde de kullanılabilir.
  • Şiirde kafiye vardır, mensur şiirde de iç kafiyeler olabilir.
  • Mensur şiirle şiirin farklı yönleri de vardır. Mensur şiirde vezin (ölçü), kafiye, dize (mısra) yoktur. Şiirde dörtlük, beyit, bent gibi nazım birimleri vardır; mensur şiirde böyle birimler yoktur.

 


 

Mensur Şiir Örnekleri:

Erenlerin Bağından

Yıllar yârlardan, yârlar yıllardan vefasız. Kara baht bir kasırga gibi. Bu ne baş döndürücü iş? Geceler günleri, günler geceleri kovalıyor; cefalar cefaları kolluyor. Saçlarımızda aklar akları, alnımızda çizgiler çizgileri doğuruyor. Kadere boyun eğmek güç, isyan tehlikeli, felek hiç acımayacak mı? Heyhat, aziz dost, onu döndüren kara bahtın kasırgası...

"Bahçeler bozuldu, yuvalar dağıldı, yollar silindi, cihan viran oldu." Yaşlı gönül şimdi böyle diyor; her şeyi kendine eş görüyor. Bu da yanlış duygulardan biri... Cihan ne vakit bayındır idi? Bahçelerde ne vakit güller açtı? Ne vakit yuvalarda bülbüller öttü? Yollardan ne vakit yârlar geldi? Umduk, bekledik, düşündük. Hangi şey umduğumuza uygun düştü? Gördüğümüz düşündüğümüze benzedi mi? Gelenler beklediğimize değdi mi? O mutlu ve yüce saat hangi saatti ki, içinde iken "Geçme! Dur!" diye haykırdık? Hiçbiri, aziz dost, hiçbiri! Belki hepsini geçsin gitsin diye bekliyorduk; çünkü onlar birbirinden çirkin, birbirinden yararsız saatlerdi. Kimi bir damla gözyaşıyla, kimi tek bir "Eyvah!" ile kimi bir esnemeyle, kimi yalnız susmayla dolup gitti. Onlar birer birer yeniden gelsin ister misin? Hayır, hayır, hayır; değil mi?

Şimdi kalbimiz boş, başımız doludur. Ağzımızda zehir, gözlerimizde ateş var; tatsız bir içki sersemliği içindeyiz. Ve artık yolun ortasını geçtik ve saçlarımızda aklar akları ve alnımızda çizgiler çizgileri doğuruyor. Ve ellerimiz, dizlerimiz titriyor ve önümüzdeki ufuklardan yok olma havası esiyor. Söyle, gençliğini ne yaptın? Söyle, gençliğimi ne yaptım?

Yakup Kadri KARAOSMANOĞLU

 

Mensur Şiir Örneği-2:

Benim Olsaydın

Benim olsan, ah bu mümkün olsaydı. Seni uzak, uzak, bu insanlardan pek uzak bir yere götürürdüm: Öyle bir yere götürürdüm ki orada yalnız tabiatla baş başa kalırdık. Denizle, sema ile, sahra ile kalırdık. Sade ikimiz kalırdık.

Orada, yalnız ormanda yapraklarla inleyen mütehevvir rüzgarın, uzakta dalgalarla dövünen medhuş denizin, gökte şimşekleriyle gürleyen haşin yıldırımın sesiyle kalırdık. Sade ikimiz kalırdık.

Sade ikimiz, unutmuş, unutulmuş, her türlü kayıttan azade iki mevcut gibi yaşardık. İlk insanlar gibi yaşardık. Benim olsaydın felaketlerine, afetlerline tahammül için kuvvet bulur, hayatın sebebini anlardım; benim olsaydın hayatı severdim.

  


 Mensur Şiirin Özgün Hâli:

MEHTAP

Deniz karşıki sahilin kumları üstünde dalgın dalgın nefes alıyor, manzara mah­mur bir sükûn-ı tâm içinde tulû-ı kameri bekliyor, yavaş yavaş tekasüf eden zıll-ı arz Beykoz'un üstünden nebeân eden sabah nurlarına benzer billûrîn iltimâlarla gece­nin eşbâha verdiği kışr-ı muzlim-i lerzân üzerine bir sath-ı envâr çekiyor; deniz zî-bakî bir rükûd ile hâmûş, pür-hâb u sükûn; yalnız dalgalar, uzaklarda derin derin inle­yen dalgalar...

Birdenbire çehre-i kamer infilâk etti, pâk ve mahmur, semânın bütün nücûmu zerrin bir tebessümle titreştiler, suların üs­tünde pür-nûr handeler terennüme başladı, sevâhilin sükûn-ı mağmûmânesine bir vakar-ı melûl geldi; kamerin gittikçe beyazlaşan ziyası, gecenin gittikçe lâciverdleşen zulmeti içinde Yeniköy dubasının yeşil zi­yaları mâîleşiyor, Umur Yeri'ndeki kırmızı ziyalar sâkit birer nigâh-ı rica gibi bakıyor; kamerin ziyası o kadar donuk ki duman zannolunur, bir mehtap değil bir hâle...

Âh bana bu ketum mehtap dokunuyor, sırf nûr ve cevherden mehtaplar istiyorum; yahut yok, zulmetler olsun, hiçbir nigâh-ı ziyâ ile titrememiş bakir, saf zulmetler ol­sun; hiçbir enîn-i beşerle sızlamamış ezelî sükûnetler olsun; gideyim, enîn-i amalimi orada dinleyim, mürdezâd ümitlerimi ora­ya gömeyim.

Mehmet Rauf, Siyah İnciler

 

Günümüz Türkçesiyle:

MEHTAP

Deniz karşıki sahilin kumlan üstünde dalgın dalgın nefes alıyor, manzara uykulu bir sessizlik içinde ayın doğuşunu bekliyor, yavaş yavaş koyulaşan yeryüzünün gölgesi Beykoz'un üstünden fışkıran sabah nurla­rına benzer billur gibi parıltılarla gecenin cisimlere verdiği titrek karanlığın kabuğu üzerine ışıktan bir örtü çekiyor; deniz cıva gibi bir durgunlukla sessiz, uykulu ve ses­siz; yalnız dalgalar, uzaklarda derin derin inleyen dalgalar...

Birdenbire ayın yüzü açıldı, temiz (saf) ve uykulu, gökyüzünün bütün yıldız­ları sarı bir tebessümle titreşti, suların üs­tünde ışık dolu gülüşler şarkı söylemeye başladı, sahillerin gamlı sessizliğine bezgin bir ağırbaşlılık geldi; ayın gittikçe beyazla-şan ışığı, gecenin gittikçe lacivertleşen ka­ranlığı içinde Yeniköy dubasının yeşil ışık­ları mavileşiyor, Umur Yeri'ndeki kırmızı ışıklar suskun birer rica bakışı gibi bakıyor; ayın ışığı o kadar donuk ki duman zannedi­lir; bir mehtap değil, bir hale...

Âh bana bu ağzı sıkı mehtap dokunu­yor, sırf ışık ve cevherden mehtaplar istiyo­rum. Yahut yok, karanlıklar olsun, hiçbir ışıklı bakış ile titrememiş, el değmemiş, saf karanlıklar olsun; insanlığın inleyişi ile sız­lamamış ezelî sessizlikler olsun; gideyim, emellerimin inleyişlerini orada dinleyeyim, ölmüş ümitlerimi oraya gömeyim.

 


 

Mensur Şiirin Özgün Hâli:

 MAZİ

Ekseriya tahayyüldüm bir meftuniyet-i âşıkane ile maziye pervaz eder. Fikrim hatırat-ı latifeyi havi olan o mesud zamanı düşünmekten mütelezziz olur.

Mazi benim için neşvelere, handele­re cilvegâh bir semâ-yı ruh-perverdir. Kalbim darabat-ı kadere hedef oldukça o semâ-yı latifin bulutlar arasından eşiarîz olan hatıralarla teselli bulur, hissiyatım o feza-yı saadette tayeran eder, müsterih olur.

Mazinin yadigârları kalbimde şafak-nüma handeler uyandırır. Mazi benim için bir medâr-ı teselli, bir vasıta-i bahtiyaridir.

Ben mazinin hayat-ı mesudanesinde bir müddet daha yaşamaktan tesliyet-yâb olurum, kalbim hatırât-ı mesudenin tesîrâtıyla bir ân mütehassis olmaktan telezzüz eder.

Bence hatırat-ı maziyem o derece kıymetdar, o rütbe tesliyet-amizdir ki hayat-ı maziyemi ta­hayyül hayat-ı hazırama medar-ı devam olur.

 

Halit Ziya Uşaklıgil, Mensur Şiirler

Günümüz Türkçesiyle:

 GEÇMİŞ

Genellikle hayallerim âşıkane bir tut­kuyla maziye kanat açar. Fikrim hoş hatıraları içeren o mutlu zamanı düşünmekten tat alır.

Mazi benim için sevinçlere, gülüşlere sahne olan, ruhu okşayan bir gökyüzüdür. Kalbim kaderin darbelerine hedef oldukça o güzel gökyüzünün bulutları arasından ışık sa­çan hatıralarla teselli bulur; hislerim o mutlu­luğun sonsuzluğunda açar, huzur bulur.

Mazinin yadigârları kalbimde şafağa benzeyen gülüşler uyandırır. Mazi benim için bir teselli kaynağı, bir mutluluk sebebidir.

Ben mazinin mesut hayatında bir müd­det daha yaşamaktan teselli bulurum, kalbim güzel hatıraların etkisiyle bir an duygulan­maktan hoşlanır.

Benim için hatıralarım o kadar kıymetli, o denli avutucudur ki mazideki hayatımı ha­yal etme, şimdiki hayatımın devamına sebep olur.

Hayat mıdır?

“Güneşin doğuşundan önce çıkmak, batışından sonra girmek; çalışmak, çabalamak, iler tutar yeri kalmamak. Ne için? Bir lokma ekmek için…

Soğuklarda üşümek, yağmurlarda ıslanmak, topraklarda yatmak, donmak. Ne için? Başkalarının dinlenmesini sağlamak için…

Yer altlarında hayat geçirmek, zehirli havayı solumak, rutubette ömür sürmek, güneş görmemek, insanken bir yılan gibi yaşamak, verem olmak, ölmek… Ne için? Ölmemek için…”

(H. Ziya Uşaklıgil, Mensur Şiirler’den)

 

Mensur şiir örneği:

“Şimdi kalbimiz boş, başımız doludur. Ağzımızda zehir, gözlerimizde ateş var; tatsız bir içki sersemliği içindeyiz. Ve artık yolun ortasını geçtik ve saçlarımızda aklar akları ve alnımızda çizgiler çizgileri doğuruyor. Ve ellerimiz, dizlerimiz titriyor ve önümüzdeki ufuklardan yok olma havası esiyor. Söyle, gençliğini ne yaptın? Söyle gençliğimi ne yaptım?”

(Y. Kadri Karaosmanoğlu, Erenlerin Bağından)

 


 

SARI GÜL

Gözlerin elindeki güle merkûz idi (dikilmişti). 

Parmakların aheste aheste (yavaş yavaş) yaprakları koparıp rüzgâra bahşediyordu (bırakıyordu).

Seni seyrettikçe kalbimde hüzünler hissediyordum.  Şu anda hayalhanenin (hayallerinin) acı acı fikirlerle meşgul olduğundan emin idim.

Yapraklar bitinceye kadar hiç tavrını, vaz’iyyetini (durumunu) değiştirmeyerek hazîn hazîn (hüzünlü hüzünlü) sükût ediyordun (susuyordun). Lâkin sarı yaprak metanetini (direncini) mahvetti (kırdı) ; birdenbire bir tuğyan-ı sîrişk (gözyaşı seli) hâsıl oldu (meydana geldi).

Ağladın; şimdi topraklara mevzû olan (koyduğun) başını sineme (göğsüme) dayadın; hüngür hüngür ağladın.

Ben de ağlıyordum. Senin ağlayışına ağlıyordum. Senin gözlerin sükût etti (kesildi), lâkin benimkiler devam ediyor.

O zamandan beri sarı gülleri görmesini arzu etmem. Çünkü en kıymetlisini mezara gömdüm.

(Halit Ziya Uşaklıgıl, Mensur Şiirler)

 


 SİYAH İNCİLER'DEN

Bazen sevdiklerimizi kaybettiğimiz ölüm günleri gibi mağmum (gamlı) günlerde ruhumu bu birbiriyle yaşayan insanların arasında kimsesiz, hiçbir kimsesiz olduğumun melâli (sıkıntısı) istilâ eder (kaplar); beni elemlerim (acılarım), kimsesizliklerimle yapayalnız bırakıp giden rabıtalarımın (bağlantılarımın) arkasından bütün matemlerimi (üzüntülerimi) düşünürüm; hepsinden ayrı birer sürur-ı muvaffakiyet (başarı sevinci) hissederim.

Kendimi bu sevenlerin, sevilenlerin arasında anasız, babasız, hattâ bir refikasız (eşsiz), beni seven bir refikâsız, hiçbir kimsesiz bulmaktan vahşi zevkler duyarım; sefil ve serseri, makhur (kahra uğramış) ve perişan sürüklediğim bu bîkes (kimsesiz) bu garip, bu marizül âmâl (emelleri hasta) hayatıma bir düşman gibi gayz-âlud (öfkeli) bir hande-i sâr (öç alma gülüşü) ile bakarım.

Bilmem ki kimin intikamını kimden almak isterim?

(Mehmet Rauf, Siyah İnciler)

 


 YAKARIŞ

Aşağıdaki iki metin Ahmet Hikmet’in mensur şiir niteliğinde iki fantazi yazısıdır. Yazar bunların ilkinde, zamanının çok ilerisinde ve ötesinde bulunan duru dil ve anlatımı ile yetinmemiş, ayrıca yazısına yer yer eski ve unutulmuş öz Türkçe sözcükler de katmıştır. Kendisinin numara koyarak dipnotlarında karşılığını verdiği bu tür sözcükleri biz burada ayraçlar içinde gösterdik.

Gün batıyor; sevgili korkun gönlümde doğuyor... Kumral akşam bana sessizlikler içinde varlığını, yüceliği fısıldıyor...

Bu alacakaranlıklar arasında bir kulun dilmaç (tercüman) kullanmadan, öz bilgisiyle sana diller dökmek istiyor... Ödünç giyim almadan kendi çaputlarıyla karşına çıkmak diliyor.

Onun yakarışlarını dinlemez misin?

Bir kanadı incinmiş, karnı acıkmış serçenin ötüşçüğünü anlarsın!.. Bir boynu bükük, benzi uçuk çiçeğin istekçiğini duyarsın!.. Bugün Türk’ün yıpranmamış tatlı, ince sesini birinci olarak sana eriştirmek isteyen bir arık, çıplak gönlün suçunu bağışlasan gerektir.

Ey yüce gökleri ışıklı yıldızlarla, azgın denizleri köpüklü dalgalarla süsleyen Tanrı! Kullarına kendilerini tanımak, kendilerinde özünü tanıtmak üzere onlara beyin verdin, gönül verdin... Onlardan yüz binlerce Türkler sevgili son yalavacının (peygamber) doğru izinden, bu us, bu duygu kanatlarıyla yüksele yüksele uçmağına (cennet) ermek istediler.

Yeryüzünün en büyük ulusu olan senin Türklerin, yüreklerini donduran soğuk bozkırlarını, yurtlarını bırakarak sözlerini anlamak, senin özbirliğini tanımak, sana tapmak üzere yalınayak, baş açık, bağır çıplak koşa koşa yâd illere düştüler... Yana yana sıcak çöllere üştüler..

O genişliklerde yıldıran Türklerin senin tutsağın oldular. Yoğun urganına (kalın ip) sarıldılar...

İlk çağda aya, güne tapan bunlar, şimdi ayın, günün ısını (sahip) buldular, kutlu oldular... Yalavacının söylediğine, yarlığına boyun eğdiler... Yaradanlarını bildiler, doğru yola girdiler, isteklerine erdiler...

Sonra, ey bizi yoktan var eden Uğun (Tanrı), seni ululatmak, büyük bitiğini (kitabını, Kur’an’ı) yüce buyrultular gibi ilerilere götürmek, birliğinin sancağını yeryüzünün bir ucundan öbür ucuna iletmek, gönül gözü kör olanlara, seni tanımayanlara seni tanıtmak, göstermek üzere savaşa başladılar...

Şimşeklerine baktılar, kılıçlarını çektiler, yıldırımlarını işittiler, toplarını kullandılar. Kanlarını senin uğrunda döktüler, başlarını yoluna koydular. Koca denizleri geçtiler, yüce dağları aştılar...

Yalnız sen, sen bilirsin kim bütün yeryüzündeki sayısız kullarından, çok pek çok, onlar senin uğrunda çabaladılar. Sen de onlara öğütler bağışladın, dirlikler verdin. Yalavaçlarının güzel adlarına ayırdığın ünlü, yerleri, bütün onların yurtlarının bucaklarında sakladın... Onları bütün kullarına karşı, senin ulu adının, kutlu birliğinin bekçiliğine koydun... Böylece övüp de yarattığın Türklerin sana düşkünlükle yükseldiler...

Bu yücelikten onları indirme... Ak bulutlardan kara çamurlara düşürme. Ev sevgili Tanrı onları indirme, düşürme kim onların yüreklerinde senin korkun, senin sevgin vardır, sen varsın!

Bilmeden yaptıkları suçları varsa bunları dünkü emeklerine bağışlamaz mısın? Bağrı karalarını bugünkü gözyaşları ile yıkamaz mısın?..

Yürekleri karardıysa eşiğinde yerlere sürünen alınları aktır... Yüreklerinin karartısını aydınlatmak, düştükleri uçurumdan bileklerini tutmak, onları yine doğru yola getirmek sana güç değildir ey ulular ulusu!..

Şimdi önünde, çıplak gönlü ile kekeleyerek söylenen bu arık kulun bütün yurttaşlarıyla birlikte bir yargılayıcı bakışının yoksuludur... Ey büyük Tanrı; sen yine onları unutma, sen yine onları esirge!..

Bak, sızan gözyaşlar ne ağlıyor, sızlayan yürekler ne inliyor?

 

DÜNYA YARATILIRKEN

Karanlık! Boğucu, ezici bir karanlık! Rüzgârlar akıyor, taşlar ağıyor, alevler kaynıyor. Çağlayan ateşlerden girdaplar dönüyor, erimiş demirlerden fıskiyeler hâsıl oluyor, dağlar yuvarlanıyor, denizler boşanıp doluyor. Bulutlar gümbürtülerle patlıyor; içlerinden yüzlerce, binlerce yıldızlar fırlayıp —ateşböcekleri gibi uçarak— süzülerek, çarpışarak bir tarafa saplanıyor. Kabaran, köpüklerle kıvranan alevlerle, yükselen kıvrılan, kavrayan sular birbiri üstüne atılıyor, sarılıyordu.

Kâinat dönüyor, dönüyordu!

Dünyayı düzeltmeye memur edilen melekler cihanın bir tarafından öteki tarafına uçuyorlar, koşuyorlardı. Kimi alevleri dumanlarından, suları köpüklerinden tutuyor, dağları iteliyor, yıldızları kakıyor, şaha kalkan dereleri yatırıyordu. Kimi "Büyük Ayı" yı kuyruğundan sürüklüyor, koç burcunu boynuzlarından çekiyordu. Ye kâinat dönüyor, dönüyordu!..

Bulutlar, sisler, dumanlar arasından bir şimşek hızıyla uçan fedakâr bir melek, yeniden eksenini değiştiren bir yıldızı, parlak güzel bir yıldızı, "Zühre"yi tutmak isterken onun hırçın bir dönüşüyle kanadını kırıverdi ve kayaların üstüne düştü, bayıldı.

Ayıldığı zaman gözlerinden taşların üstüne bir damla yaş yuvarlandı.

Yaratan —ki bütün bu fedakârlıkları görmüş ve bu hizmetleri beğenmişti— bu acının, bu gözyaşının hatırasının kaybolmasını istemedi: Bu ilk gözyaşından ilk erkeği yarattı...

 

* * *

Artık yavaş yavaş dünya düzeliyor, dereler yataklarına, denizler havuzlarına, yıldızlar eksenlerine giriyor, yanardağlar sönüyordu. Güneş varlıklara her gün bir parça daha fazla hayat veriyor; rüzgâr evrene her gece yeni bir tazelik, güzellik ilave ediyordu...

Damla damla şafaklardan küme küme gülfidanları, parça parça bulutlardan çemen çemen muhabbet çiçekleri, gıdım gıdım yıldızlardan öbek öbek papatya tarlaları hâsıl oluyor; bir avuç eleğimsağmadan bir tavus kuşu meydana geliyordu...

Bu güzelliklerden, bu yeniliklerden tat almak için takım takım melekler salınarak geziniyor, süzülerek uçuyor, her ağacın gölgesine giriyor, her kuşun sesini okşuyor, her çiçeğin kokusuna bürünüyorlardı.

İçlerinden biri, en genci ve en güzeli, fakat en yorgunu, bu tatlılıkları daha bir sessizlik içinde tatmak için güneş doğarken, onun ışınlarına göğüslerini, bağırlarını açan bir küme çiçeğin ortasına oturdu. O da bütün yaratıklar gibi meydana gelecek mucizeyi bekleyerek dudaklarıyla, gözleriyle güneşin ışığını emmeye başladı. Bu sırada her kuşta bir parlak tüy, her goncada bir yeni renk, her ağaçta bir tatlı yemiş belirirken bu meleğin emdiği bir damlacık ışıktan da onun dudaklarında bir şey, bir güzellik, bir nur göründü. Bu güzellik, bu nur dünyada ilk "tebessüm"dü.

Yaratan —bütün bu fedakârlıkları görmüş ve bu hizmetleri beğenmişti— bu tatlılığın, bu tebessümün hatırasının kaybolmasını istemedi: Bu ilk tebesümden ilk kadını yarattı...

Ve dünyanın işi de bitti!..

Ahmet Hikmet MÜFTÜOĞLU (Çağlayanlar, Ank.)