Kullanıcı Oyu: 4 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin değil
 

Bu Konuyu Facebook Profilinde Paylaş

 

DİVAN ŞİİRİ

DİVAN ŞİİRİNİ TANIYOR MUYUZ?

Osmanlı şiirini ve dolayısıyla Osmanlı şairlerini kategorize ederek onları divan şairi, halk şairi, tekke şairi, saz şairi gibi isimlerle anmak, Cumhuriyet aydınlarının icadıdır. Hâlbuki onlar kendilerine yalnızca "şair" derlerdi ve asla ayrımcılık yapmazlardı. Hepsinin muhatapları ayrı idi çünkü. Kimisi tekkelerde sanat gösteriyor, kimisi şehir ve kasaba hayatının okumuş yazmış muhitlerinde kendisine yer ediniyor, kimisi de köylerde, kırlarda dinleyici buluyordu. Bunların zaman zaman birbirlerinin mis­yonunu yüklendikleri de olmuyor değildi. Yani bir divan şairini tekkede zikrederken (meselâ, Şeyh Galib); yahut bir halk şairini gazel yahut aruz ölçüsüyle şiir yazarken (meselâ, Âşık Ömer); yahut da mistik bir şairi elinde bağlama ile çağırırken (meselâ Pir Sultan Abdal) görmek mümkün oluyordu.

GAZEL İLE KOŞMA ARASINDA

Osmanlı şairleri genelde iki kısma ayrılıyorlardı: Yüksek bir kültür ile şiir yazanlar, (çoğunlukla medrese eğitimi almış, ilmiye mensupları ile şehirlerdeki rafine kültürün içinde bulunanlar) ve sırf şai­rane bir ruh taşıdıkları için dizeler dizenler (Allah'ın şairane bir ruh vererek yarattığı ayrıcalıklı insan­lar). Birinci kategoride yer alanlar şiiri ve şiirle ilgili bilim dallarını (belagat, ilm-i aruz, karz-ı şi'r, Fars şiiri vb.) eğitim ile öğrenenlerdi. Sırf eğitim gücüyle şiir söyledikleri veya yazdıkları için büyük ustaları taklit ve tekrardan öteye gidemediler ve orijinal dizelerden uzak yaşadılar. Eskinin şairler sözlüğü di­yebileceğimiz tezkirelerde yüzlercesinin isimleri kayıtlı olmasına rağmen bugün kahir ekseriyetinin isimlerini unutmuş olmamız bu yüzdendir.

İkinci kategoride yer alanlar eğitimden uzak, yalnızca duyuş ve hissedişleriyle şiir söylediler (yazmadılar) ve şairânelikleri ölçüsünde isimlerini çağlardan taşırdılar. Yazılı kültürden uzak oldukları için hem şiirleri, hem isimleri zamanın süzgecinden elenip döküldüler. Bugün pek çoğunun adını dahi bilmemekliliğimiz yine işte bu yüzdendir.

Osmanlının itibar gören şairleri, bu iki kategorinin birleşiminden süzülen elit şairler idiler. Yani hem şairane bir ruh ile yaratılmış olup hem de şiir kültürü edinenler... Onlar Fuzulî oldular, Bakî oldu­lar, Neft, Nedim veya Galip oldular ve gök kubbede bir medeniyetin en görkemli sesini çınlattılar. Yu­nuslar, Karacaoğlanlar, Emrahlar ise katıksız birer şiir soluğu idiler, kelimelere ruh üflediler.

YİNE KENTLİLİK: YİNE KÖYLÜLÜK

Bizce her iki şiir de birer gül idi. Birisi bahçıvan elinde, her gün emek verilerek, dibi çapalanıp su­lanarak, dikenleri budanıp tımar edilerek has bahçede yetiştiriliyordu ve gerektiği zaman vazolara taşı­nıyordu. Diğeri ise kırların berrak coğrafyasında suyunu yağmurdan, gıdasını rüzgârdan devşirerek, dikeniyle, budağıyla kendi başına yetişiyor, ama hiçbir vakit vazoya girme şansı olmuyordu. İkisi de güzel kokuyordu, ikisi de renk renk idi, ama insanlar yine de bahçıvanınkine itibar ediyorlardı. Çünkü o, yüksek medeniyeti temsil ediyordu; diğeri ise bozkırı. Biri şehirliliğimizin (medeniyet); diğeri köylülü­ğümüzün dışa vurumu idi. Ve her köylünün sonunda şehirli olmak istemesi yahut şehre özenmesi ka­çınılmaz idi. Bu yüzden olsa gerek, halk şairlerinden hangisi bir parça eğitim görmüş ve mürekkep yalamış ise, aruz ölçüsüyle ve divan şairleri gibi şiir yazmaya yeltendiler. Çönkler arasındaki semailer, selisler, kalenderîler, satranç yahut vezn-i aharlar bunun sonucunda türetilmiş nazım şekilleridir. Buda bize, Osmanlı'nın gül-i rânâ'yı nasterenden daha kıymetli tuttuğunu göstermeye kâfidir ki çeyrek asırlık Osmanlı şiir tecrübemin sonunda ben de hakikatin böyle olduğunu itiraf etmeliyim.

Garip olan şu ki, bizim sonraki nesillerimiz Osmanlının kendisi gibi yüksek kültürünü ve o kültürü taşıyan şiiri reddettiler. Onu halktan uzakmış gibi göstermeye, fildişi kulelerde ahbab-çavuş pazarlıklarının metaı gibi tanıtmaya çaba harcadılar. Tek haklı iddiaları, dilinin artık anlaşılmaz olmasıydı; ama yazık ki bu da onlardan (şairlerden) değil, bizden (okuyamayanlardan) kaynaklanıyordu.

DİVAN ŞİİRİNİN HAKİKATİNİ BİLMEK

Türk klâsik edebiyatı, atalarımızın gündelik hayatından efsanesine, biliminden kültürüne, dilinden folkloruna kadar pek çok detay malzemesini zabtetmişti. Medhiyesinden hicviye veya mersiyesine, şehrengizinden surnâme veya gazavatnâmesine, tezkiresinden sefaretnâme veya siyasetnâmesine, seyahatnamesinden münşeat veya letâifnâmesine kadar hemen bütün edebî türler, kendi zamanlarıy­la, zamanlarının düşünce ve yaşayışıyla, kısaca tarihle birebir alâkadar iken Türk klâsik edebiyatını yalnızca mey ü mahbub gazelleri derekesinde işleme reva görmek bilimselliğin gereğini yerine getir­memekten öte ne yarar sağlar bize. Oysa tarihçiler, eski devirlere ait eserleri, bunlar içerisinde özellik­le dinî, edebî, efsanevî nitelikli olanlarını "târih kaynağı" olarak değerlendirmek zorundadırlar. Saz şairlerimizin bazı manzumeleri ve destan nazım şekliyle yazdıkları şiirler, bugünkü nesil için en az millî destanlar, anonim hikâyeler ve mitler kadar önemlidir. Konu Türk klâsik edebiyat ürünlerine gelince, tarihi yapan ve yazan kişilere yakın olmak bakımından durum daha da önem kazanmaktadır. Kaldı ki daha gazeller ve kasidelerden başlamak üzere divanların dizeleri arasında görülen de topyekûn bir Türk varlığından başkası değildir. Bugün Osmanlı'dan kalma mabedlerin, sebillerin, hamamların yahut taş binaların alınlarına kazınmış olan kafa kâğıtları tarihlerini okumadan yahut meselâ Sürurî mecmu­asını kullanmadan Osmanlı'nın tarih ve mimari geçmişini ne tadar inceleyebileceğimiz, kendi benliği­mizi idrakimizle ne kadar başarılı olabileceğimiz şüphelidir. Tarihimize ait kültür ve bilgi birikimini, ede­bî metinlerdeki ipuçlarından hareketle değerlendirip anlamadan; atalarımızın hassasiyetlerini, ruh çır­pınışlarını, kısaca duygularını ve duygulanışlarını irilmeden tarihi, bir kronolojiler zinciri olmaktan nasıl kurtarabiliriz ki?!..

ŞİİR; MEDENİYETİN SÖZCÜSÜ

Türklerin İslâmlaşması yaklaşık dört asır sürmüştür. Farklı coğrafyalarda ve değişik medeniyet bi­rikimlerinden süzüle süzüle yaşanmıştır bu macera. Iran gibi bir fetih ile Müslüman oluvermedik biz, Dolayısıyla Fars ve Arap kültürlerinin ortak argümanları edebiyatımıza yansırken ekseriya bir din ek­seninde şekillendi ve İslâm medeniyeti ile özdeşleşti. Başka bir ifadeyle klâsik şiirimiz, tamamen İslâmî bir medeniyetin sözcüsü olmak zorundaydı. Bu bakımdan kaynakları hep o ortak şark kültüründen süzülmüştür.

Bütün ortaçağ edebiyatları gibi Türk klâsik şiiri de Rahmanî idi, alegorik idi. Bir şehir edebiyatı olmasının başken nedeni de işte bu Rahmanîliktir. Sözü kelâm mertebesinde kullanması ve kelâma aşırı önem vermesini de bunun sonucu olarak düşünüyoruz biz. Önlerinde semavî kelâm bütün haş­metiyle dururken eğitimli ve elit şairlerin de sözü alelade söylemeleri elbette düşünülemezdi. Kudemanın düzyazıdan çok şiire önem vermesinin; kaim sözü süsleyerek söyleme endişesinin altında bu sır yatar. Kaldı ki Osmanlı şairleri sözlüğü olmayan bir Türkçenin şiirini yazıyorlardı. Bu yüzden üç dil ile konuştular çoğunlukla. Vatka ki Necatî, Bakî, Nedim gibi şairler geldi ve bu dağınık dili kentli kıyafetine soktular ve her defasında bir kat daha olgunlaşırdılar ondan sonra şiirde mecazları ve mazmunlarıyla billurlaşmış bir dil ortaya çıktı. Bu şairlerin büyüklükleri de galiba bu dil yoğunluğunun imkânlarını kullanmaktan geliyordu.

Türk klâsik şiiri mücerret fikirlerle örüldüğü için her çağa hitap eden bir özelliğe sahiptir. Aşk, tabi­at, zamandan şikâyet, sosyal aykırılıklar, rufa dünyası, gönül çalkantıları vs. hep onların tercihli konu­ları arasında yer aldı. Bunun etkisi, divan şiirine dekoratif bir görünüm kazandırdı. Batı sanalında hey­kel gibi, resim gibi bütüne dayalı estetik anlayış zirvelere çıkarken divan şiiri beyitlerde ince sanatkârlı­ğın izini sürüyordu. Parça güzelliği, lokal düşüncelerin çoğalmasına ve beyitin güzelleşmesine, dolayı­sıyla fikirlerin ve hayallerin derinleşmesine kapı aralıyordu. Şair, en güzeli söylemek için evvelce söy­lenenleri bilmek, evvelce söylenenleri geçmek zorunda hissetti hep kendini. Lirizmin zenginliği, bu derinlik duygusuyla izah edilebilir.

ŞARK ŞİRİ LİRİZMDEN İBARETTİR

Şarkta şiir lirizmdir ve lirizm, aşk. Klâsik şiirin aşka verdiği önem bu yüzden hiç eksilmedi. Gerçi bu anlayış, toplum için sanatın gelişmesini ve kısmen de şiirde teori ve tenkit eksikliğini besledi ama ne ki bu coğrafyada aşkın her çeşidi en üst seviyelerde yaşanıyordu. İsteyen burada istediği aşkın görüntüsünü seyredebiliyordu. Her okuyucu, o şiir bahçesinde dimağına sarhoşluk veren bir koku el­bette bulabilirdi. Galib'i, Nailî'yi, Yahya'yı herkes farklı bir ruh haliyle ve ayrı bir hayal dünyasına gide­rek okuyabilirdi. Söz gelimi Fuzulî'yi anlamak, bir bakıma Fuzulî gazellerinin makes(karşılık) bulacağı gönle sahip olmakla mümkündü. Ancak o zaman şiirin güzelliğini, derinliğini anlayabilir bir okuyucu. Zira şiir görülmez, ancak kalbe doğabilir ve bu doğuş şair kadar okuyucu için de önemlidir. Eğer bu vecde dönüşüyorsa okunan şiir, bütün Rahmaniliği, bütün lirizmi, bütün, aşkı ile kendini muhatabına açmış, okuyucu ile bütünleşmiş demektir. Tabiî olarak böyle bir şiir bize bugün ne kadar güzel geli­yorsa, birkaç asır sonra da-birilerine o derece güzel gelecektir. Elbette her şiirin dili, fikri, zevki, hatta mazmunu eskiyebilir, ama eskimeyen, her dem taze kalan lirizmi ve inancı onu asırlar boyunca vitrine çıkarmaya yetecektir.

MİLENYUMUN ŞİİR SERGİSİNDE

Nurullah Ataç, Güncelerinden birinde "Gerçekten devrimci miyiz; kapatacağız geçmişi. Yeni ben­liği edininceye kadar olsun, eski divanları okumayacak, eski musikîyi çalıp dinlemeyeceğiz." der. Ka­patmayı istediği sadece divanlar da değildir üstelik. Emrah'ı, Dertli'yi de inkâr eder. Fuzulî'yi, Bakî'yi çok sevdiğini inkâr ile bu sevgileri içine ata ata, sırf devrimcilik adına böyle bir söyleme mahkûm olma­sı ne acıdır onun için. Sanırız divanları her gördükçe içi cızz etmiştir.

Kudemamızın şairleri, her çağda olduğu gibi şimdi de henüz keşfedilmemiş yıldızlar gibi kendi semalarında şaşaa ile parlamaktalar. Biz, gelişmiş teleskoplar icat etmeye bakalım, yeter.

2000 yılının bir şiir sergisi açılsa, Türk medeniyetini sanırız oy birliği ile Fuzulî veya Nedim temsil ederdi. Durum böyle iken Türk klâsik edebiyatını (Divan Edebiyatı) modern Türk düşüncesinin ilgi alanı dışında bırakmak hiç de onu küçültmez; belki Türk aydınlarını ve aydınlanmacılığını küçültür.

O hâlde geliniz, "Osmanlı şiiri" deyince bir tekerleme gibi yalnızca "fâilâtün, fâilâtün." demekten vazgeçip bu şiiri tanımaya niyetlenelim. Kulaktan dolma karalamalar ve yüzeysel söylemler ile onu bir kenara itmeden evvel, gerçekten bu şiir neyi anlatıyor, kimi anlatıyor, bir bakalım. Eğer sevmezsek, yine sevmeyelim, ama önce onunla tanışalım.

Korkmayınız, tanıştığınız zaman bu dizelerle tarihin satır aralarına girecek, belki de büyük büyük dedelerinizden birine rastlayacaksınız ve diyeceksiniz ki; "Gerçekten de bu şiir bizi anlatıyormuş!.."

iSKENDER PALA, HECE DERGİSİ, SAYI: 53-54-55, MAYIS-HAZİRAN-TEMMUZ 2001, s.15-18.

 

SON EKLENENLER

Üye Girişi