Kullanıcı Oyu: 5 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin
 

BÂKİ

XVI. yüzyılın büyük sanatkârı ve bütün bir Türk edebiyatının en önde gelen şairlerinden birisi olan Bâki'nin asıl adı Muhammed Abdülbâkî'dir. Fâtih camii müezzinlerinden Mehmed Efendi adında fakir bir adamın oğludur. Bâkî'den bahseden bütün kaynaklarda onun babası hakkında sadece "Fatih camii müezzinlerinden biri" diye bahsedilmiş, fakat adı hakkında herhangi bir bilgi verilmemiştir. Baki, Fezâil'i Mekke adlı eserin ketebesinde kendisinden "Abdülbâki ibn Muhammed" diye bahsetmiş ve böylelikle babasının ismini de zikretmiştir. Daha hayatta iken "Sultânü'ş-şuarâ" unvanına hak kazanan Mahmud Abdülbâki 1526'da İstanbul'da doğmuştur. Fakir bir aileye mensup olması sebebiyle çocukluğunda bir müddet çıraklık yapan Bakî, daha sonra okuma ve öğrenmeye karşı içinde büyük bir arzu duyduğu için fıtrî kabiliyeti onu medrese eğitimine doğru yönlendirmiş ve böylelikle iyi bir tahsil görmüştür. Bakî devrin tanınmış âlimlerinden ders gördü. Bilhassa Karamanîzâde Ahmed ve Mehmed Efendilerden büyük ölçüde istifade etti. Ders arkadaşları arasında sonradan edebiyatta büyük şöhret kazanan Nev'i, Vâlihî, müverrih Hoca Sâdeddin gibi kabiliyetli gençler de vardır. Kaynaklarda zikredildiğine göre Bâkî'nin medrese arkadaşları arasında on üç şair bulunmaktaydı. Bâkî'nin istidadı bu verimli şiir ve ilim ortamında giderek gelişti. Şairimiz henüz 18-19 yaşlarına geldiğinde İstanbul'un genç şairleri arasında iyi bir şöhret sahibi bulunuyordu. Zâtî'nin dikkatini de çeken Bakî, onun takdir ve iltifatlarına mazhar olmuştu. O yıllarda ömrünün son ve en acı dönemlerini yaşamakta olan büyük şair Zâtî'nin Bayezid Camii avlusunda açtığı küçük remilci dükkânı devrin bir nevi şairler mahfeli idi. Genç şairler yazdıkları şiirleri bu dükkânda Zâtî'ye okuyorlar ve onun tenkitlerinden istifâde ediyorlardı. Bakî, bu dükkâna en sık uğrayanlardan ve genç şairler içerisinde Zâtî'nin en çok beğendiklerinden birisi idi. Hasan Çelebi Tezkiresi'ndeki bir kayda göre Bakî, şair Zâtî'ye:

 

Her kaçan gönlüme fikr-i ârız-ı dilber düşer

Gûyiyâ mir'âta aks-i pertev-i hâver düşer

 

beyti ile başlayan gazelini gösterdiğinde ihtiyar Zatî bunun bu yaşta birisi tarafından yazılabilece­ğine inanmak istememiş ve ona intihalin (bir nevi şiir hırsızlığı) çok kötü bir şey olduğunu ısrarla söy­lemesi üzerine kendi divanını açıp onu imtihan etmiş ve

 

Gülşen istersen işte meyhane

Gül-i handan gerekse peymâne

matlalı gazelini de görünce Bâkî'nin şairlik kabiliyetine gerçekten inanmıştır. Hattâ Zatî, Bâkî'nin bir beytini tamamlayarak gazel haline getirmiş, buna itiraz edenlere de "Bakî gibi bir şairin şiirini almak ayıp değildir" tarzında bir cevap vermiştir.

Bakî, hocası Mehmed Efendi için kaleme aldığı;

 

Urunup farkına bir tac-ı mücevher sünbül

Oldu ilklîm-i çemen tahtına server sünbül

matlalı 47 beyittik kaside ile genç yaşta şöhrete ulaşmıştır.

 

Baki, o tarihlerde yapılmakta olan Süleymaniye medreselerinden birine tayin edilen ve devrin en büyük âlimlerinden biri olan Kadızâde Ahmed Şemseddin Efendinin talebesi olmak ve onun gerçekten değerli himayesini kazanmak talihine erişmiştir. Böylelikle, bazı devlet büyüklerine intisab yollarını bulmuş, sanatını da bu yolda bir vasıta olarak kullanmayı şuurla sürdürerek Şeyhülislâm Ebussuud Efendi ve Sadrâzam Semiz Âli Paşa'ya tanıtıldıktan başka, Mîrâhur Ferhad Ağa vasıtasıyla da Kanunî Sultan Süleyman'a takdim edilmek imkânına kavuşmuştur.

 

Bakî, herhalde hocası Ahmed Şemseddin Efendi'nin yardım ve himayesi sayesinde olacak, bir müddet için, yapılmakta olan Süleymaniye camiinin binalarının inşasına nezaret etti. Daha sonra Halep kadılığına tayin edilen hocasından ayrılmayarak onunla birlikte Halep'e gitti ve aşağı yukarı dört sene sonra hocası ile beraber tekrar İstanbul'a döndü. İstanbul'a dönerken, Konya'da Şeyhülislâm Ebussuud Efendi'nin oğlu Mehmed Çelebi ile tanıştı. Ondan, babasına hitaben bir tavsiyename aldı. Muhtemelen Şeyhülislâm Ebussuud Efendi için kaleme aldığı "Lâmiye" kasidesini de bu mektup ile beraber takdim ederek, ona sokulma yollarını aradı. O yıllarda sadrazam, Rüstem Paşa idi. Bakî, Rüs- tem Paşa'nın şeyhi olan Filibeli Mahmud Efendi'ye intisaba ve belki de onun yardımı ile sadrazama yaklaşmaya çalıştı. "Rızâî" mahlası ile de basit şiirler söyleyen Mahmud Efendi'ye iki kaside yazdı. Şairlerden hoşlanmayan Rüstem Paşa ölüp yerine Semiz Ali Paşa sadrazam olunca Bakî için şöhret ve ikbal kapılan birden bire açılıverdi. 969 Saferinde (1561) dânişmend oldu. Bir yandan yeni sadra­zama kasideler yazarak onun gözüne girmeye çalışırken, diğer yandan Mîrahor Ferhad Ağa vasıtası ile de Kanunî'ye yakınlaşmanın yollarını arıyordu. Muhtelif kasideleri ile Sadrazam'ın ilgisini kazanan Bâkî'nin 1563'te 25 akçe mülâzimetle bir medreseye tayini hakkında ferman çıktı. Rumeli kazaskeri,, bunu usulsüz ve kanunsuz bularak uygulamak istemedi ise de Padişahın mükerrer ve kat'i hatt-ı hü­mâyunu neticesinde, Bâkî'yi 30 akçe ile Silivri'deki Piri Paşa medresesine tayine mecbur kaldı. Ertesi yıl, eski tahsisatının bir misli ile İstanbul'da bulunan Murad Paşa medresesine naklolundu. Bir yıl sonra da Padişahın son bir lutfuna mazhar olarak tahsisatına 10 akçe daha zam yapıldı.

 

Bâkî'nin, İstanbul'a gelmesi ile birlikte, devlet ve hükümet ricaline yaklaşma gayretleri semereleri­ni vermiş, şiirini de bu yolda ustalıkla kullanan şair, başta Kanunî olmak üzere devletin diğer ileri ge­lenlerinin takdir ve iltifatlarını kazanmıştır. Kanunî Sultan Süleyman'ın saltanat yıllarında şöhretinin ve itibarının zirvesine çıkmıştır. Kendisi de şair olan ve "Muhibbi" mahlâsıyla şiirler yazan Kanunî, o tarih­lerde sanat hayatının en şaşaalı dönemini yaşayan Bâkî'yi çok beğeniyor, kendi şiirlerini ona gönde­rerek bunlara nazire yazmasını istiyor, şaire sık sık lütuf ve ihsanlarda bulunuyordu. Bu nazireler içeri­sinde en meşhuru Kanunî'nin

 

Ahum irdi göklere ey mâh-ı tâbânum meded

İşidüp feryâdumı rahm eyle sultânum meded

 

beyti ile başlayan gazeline; Eylesün la'lini derman dil-i bîmâre meded Dostlar işte ben öldüm bana bir çâre meded matla'lı gazeli ile yazdığı naziredir.

 

Tarihçi Selâniki'nin, Mîrahor Ferhat Ağa'dan naklen bildirdiğine göre Kanunî, Bakî gibi bir kabili­yeti ortaya çıkarıp ona lütuf ve ihsanlarda bulunmasını, saltanatının çok haz duyduğu birkaç hâdise­sinden biri olarak görmekte imiş. Meşhur şair Nev'i de bir şiirinde:

 

"Bâkî'yi Sultan Süleyman etti Selmân-ı zaman" demiştir.

Bâkî'nin, Hükümdarın ve devlet adamlarının böyle takdir ve iltifatlarına mazhar olması en yakın arkadaşları ve saray ricalinin kıskançlığını üzerine toplamıştı.

 

Şairimizin bu mesut devresi fazla uzun sürmedi. Büyük hâmisi Kanunî Sultan Süleyman'ın ölümü ile bu parlak ikbal ve istikbâli, yerini meçhul bir devreye bırakıyordu. İşte bu büyük acı ve teessürle kaleme aldığı "Kanuni Mersiyesi" ile hükümdarına karşı duyduğu sevgiyi ve ölümünden duyduğu bü­yük acıyı samimi mısralarla dile getirmiştir. Bu mersiye klasik edebiyatımızın en güzel eserlerinden birisidir.

 

Ey pây-bend-i dâmgeh-i kayd-ı nâm ü neng

Tâ key hevâ-yi meşgale-i dehr-i bî-direng

 

gibi tumturaklı bir ifade ile başlayan bu manzume sekiz bendden oluşan bir terkib-i bend'dir. Bakî, mersiyesinde Kanunî'nin ölümünden duyduğu üzüntüyü beşinci bendde şu şekilde dile getirmiştir:

 

Gün doğdu şâh-ı âlem uyanmaz mı hâbdan

Kılmaz mı cilve hayme-i gerdun-cenâbdan

 

Yollarda kaldı gözlerimiz gelmedi haber

Hâk-i cenâb-ı südde-i devlet-meâbdan

 

Reng-i izârı yatur kendi huşk-leb

Şol gül gibi ki ayru düşüptür gülabdan

 

Gâhî hicâb-ı ebre girer Husrevâ felek

Yâd eyledikçe lûtfunu terler hicâbdan

 

Tıfl-i sirişki yerlere girsün duam odur

Her kim gamından ağlamaya şeyh ü şâbdan

 

Yansun yakılsun âteş-i hecrinle âfitâb

Derdinle kara çullara girsün sehâbdan

 

Yâdeylesün hünerlerini kanlar ağlasun

Tiğın boyunca kareye batsun kırâbdan

 

Derd ü gamınla çâk-i girîbân idüp kalem

Pîrâhenini pârelesün gussadan alem

 

Şâirimiz bu manzumenin son bendini yeni pâdişâh II. Selim'e ve Sadrazam Sokullu Mehmed Paşa'ya tahsis etmeyi de ihmal etmedi. II. Selim'in tahta çıkması vesilesi ile bir cülûsiye kasidesi yazan Bakir, Padişahtan beklediği ilgiyi görmedi. Bir kaç ay sonra Murad Paşa medresesinden de azledildi. Epey uzun süren bir azil döneminden sonra 1569 senesinde Mahmut Paşa medresesine, 1571'de de Eyüp müderrisliğine tayin edildi. Bu sefer, Sokullu Mehmed Paşa'nın yakın adamı ve Münşeat sahibi Feridun Bey vasıtası ile Sokullu'nun himayesini temin etmeye çalışan Bakî, bunu temin ettikten sonra sırası ile terfi ederek 1573'te Sahn müderrisi olmuş, aynı yıl Padişah'ın hususi meclislerine davet olunmaya başlamıştır. Bakî, "Selim" ve "Selîmî" mahlaslarıyla şiirler söyleyen II. Selim'in iki gazelini tahmis etmiş, bazı gazellerine de nazireler yazmış, türlü vesilelerle Sultan Selîm'e medhiyeler takdim etmiştir.

 

III. Murad devrinde de mevkii sarsılmayan Bakî, 1575'te Süleymaniye müderrisliğine yükseldi. Fakat bu tayinden bir kaç ay sonra bütün ikbal hayallerini alt üst eden bir iftiraya kurban gitti. Kendisini çekemeyenler, Nâmî mahlaslı eski bir şairin bir gazelini tahrif ederek bu gazelin içindeki:

 

Gına bezmindeki mağruru nâ-âsûde serverden

Fenâ bezminde hâb-âlud oları mestânemiz yeğdir

beytini III. Murad aleyhinde bir telmih gibi gösterdiler. Bundan Bâkî'nin, sarhoşluğu ile meşhur olan II. Selim'i III. Murad'a tercih ettiği neticesini çıkarmışlardı. Bu duruma fena halde hiddetlenen III. Murad, Bâki'yi derhal azletti. Sürüleceği sırada Bâkî'nin hamileri bunun Nâmî adlı eski bir şaire ait ol­duğunu Padişah'a söyleyerek şairi sürülmekten kurtardılar. Buna rağmen Bakî, bir müddet için İstan­bul'un dışında çalışmaktan kurtulamadı; önce 1576'da Edirne Selimiyesi'ne müderris, sonra 1579'da Mekke ve 1580'de de Medine kadılıklarına tayin olundu. Nihayet 1581'de bu görevinden azlolunarak 1582'de uzun zamandır hasretini çektiği İstanbul'a döndü. Mekke'de iken Kutb Mekkî'den tercüme ettiği Mekke tarihine dair Fezâil-i Mekke ile birlikte bazı kaside ve gazeller takdim etmek sureti ile Pa­dişah'a tekrar sokulmaya çalıştı. Eski hâmisi Ferhad Paşa ve Siyavuş Paşa ve ayrıca eski dostu Hoca Sadedin gibi şahsiyetlerin himayelerini elde etti. Bu sayede 1584 senesinin Ramazanında Kadir gecesi İstanbul kadılığına tayin olundu. Bir ara azledilerek Üsküdar'da ikâmete mecbur edildi ise de 1585'te tekrar vazifesine iade edildi. Aynı yıl içerisinde Anadolu kazaskerliğine terfi ettirildi. İki sene hizmetten sonra azledildi. Fakat 1590'da tekrar Anadolu kazaskeri oldu ve 1591'de terfien Rumeli kazaskerliğine getirildi. Bâkî'nin bütün emeli şeyhülislâmlık makamına ulaşmaktı. Bu makama oldukça yaklaşmış bulunduğu halde bir türlü emeline nail olamadı. Aynı yılın şevvalinde tekaüde ayrıldı. Artık ihtiyarlamış ve makam hırsına kendini iyice kaptırmış olan şaire bir köşede unutulmuş olarak yaşamak pek fazla dokunuyordu. Nihayet III. Mehmed'in tahta geçişi ile Bakî tekrar ümide kapıldı. Devrin en tanınmış şairi olarak ona takdim ettiği birçok kasidelerle tekrar mevki ve makama geçmek arzusunu ortaya koydu. Kendisine diğer padişahlardan daha fazla kaside takdim ettiği III. Mehmed, imparatorluğun her tarafın­da Sultanü'ş-şuarâ diye tanınan ve bilinen, şöhreti hattâ imparatorluk hudutlarını bile aşmış bulunan bu ihtiyar kazaskerin arzusunu karşılıksız bırakmadı. Bu padişahın devrinde iki defa Rumeli kazasker­liğine getirilen Bakî, bütün arzu ve ihtirasına, hattâ bu yolda birtakım entirikalara iştirak etmiş bulun­masına rağmen Şeyhülislâmlık makamını ele geçirmeden vefat etti (7 Teşrinisani 1600). Büyük şairin vefatı İstanbul'un fikir ve sanat çevrelerinde derin bir teessür uyandırdı. Bütün devlet adamları, vezir­ler, âlimler ve şairler bu imparatorluk şairinin cenaze namazını kılmak üzere Fatih camii avlusunda toplandılar. Cenaze namazını devrin Şeylülislâmı Sun'ullah Efendi kıldırdı. Sun'ullah Efendi, Bâkî'nin tabutu önünde onun

 

Kadrini seng-i musallada bilûp ey Bakî

Durup el bağlayalar karşına yârân sâf sâf

beytini okumaktan kendini alamadı. Tabut, büyük bir cemaatin iştiraki ile Eyüb'e giden yol üstün­de bulunan La'lî Efendi çeşmesi civarında hazırlanmış bulunan kabrine defnolundu.

 

Evliya Çelebi'nin bildirdiğine göre şairin mezar taşı üzerinde, manzum tarihler söylemekte devri­nin üstadları arasında bulunan Hâdî'nin meşhur bir kıt'ası kazılmış bulunuyordu. Bu kıt'anın son mısra- 'ı:

 

Bakî Efendi gitdi ukbâya bin sekizde

 

şeklinde idi.

 

Bâkî'nin aile hayatına ait muasır kaynaklarda herhangi bir bilgiye tesadüf edilmez. Yalnız Süley­man Faik Mecmuasında, Kanunî Sultan Süleyman'ın saray kadınlarından, aynı zamanda şiir de yazan Tûtî adındaki bir cariyeyi Bâkî'ye verdiği yazılıdır.

 

Muahhar kaynaklar, uzun süre bekar yaşayan Bâkî'nin, hayatının son zamanlarında evlendiğini, iki oğlu olduğunu kaydederler. 1586-1629 yıllları arasında yaşayan büyük oğlu Mehmed, muhtelif mü­derrisliklerde ve kadılıklarda bulunmuştur. Bu zat, Şeyhî mahlası ile birtakım manzumeler de kaleme almıştır. Bâkî'nin, doğum tarihini bilmediğimiz ikinci oğlu Abdurrahman da çeşitli müderrislik ve kadılık vazifelerinde bulunduktan sonra 1635'te vefat etmiştir. Bu Abdurrahman'ın oğlu olan Esad (1616- 1665)da Faizî mahlasıyla şiirler yazmıştır.

 

Bâkî'den bahseden eski kaynaklarda, onun hususi hayatı, şahsiyeti ve mizacı hakkında bilgiler bulmak mümkündür. Bâkî'nin muasırı olan kaynaklarda ve gerekse daha sonraki edebî ve tarihi vesi­kalarda bulunan bu bilgileri derleyip toplayarak aydınlatıcı bir kompozisyon halinde sunan Fuad Köprü­lü, İslâm Ansiklopedisinde yazdığı "Bâkî" maddesinde şairin mizacı ve ruh hali hakkında şöyle demek­tedir:

 

"Bakî, daha gençliğinden beri, açık tabiatlı, şuh, şen ve laubali mizaçlı bir adamdı; düşündüğünü hemen söyler, sırası gelen bir nükteyi, her nerede olursa olsun, sarf etmekten kendini alamazdı. Zevk ve safa âlemlerinde ne kadar serbest, neşeli ve atılgan ise, en ciddî meclislerde de aynı serbestliği ve aynı neşeyi göstermekten çekinmez, tenkit ve tarizlerini esirgemezdi. Zamanın ricalinden birçoklarını darıltması- mesela Şeyhülislâm Bostanzâde gibi-, muhtelif zamanlarda türlü türlü ağır ithamlara mâruz kalması, hep bu nükteci, geveze ve dedikoducu mizacından ileri geliyordu. Mamafih bu zarif ye şakacı mizacı ona birçok dostlar ve hamiler kazandırmış, İstanbul'un en yüksek meclislerinde onun vücudunu daima aratmıştır. Eski mecmualarda ve kitaplarda onun bir takım latifelerine, nüktelerine tesadüf edil­diği gibi, bunlardan bâzıları ağızdan ağıza asırlarca intikâl edip durmuştur. Onun meclisinde bulunmuş olan Nev'î-zâde Atâ'î başta olduğu halde, bütün kaynaklar bu hususta ittifak etmektedirler. Açık tabiat­lı, temiz yürekli, nazik ve kibar mizaçlı olduğu için, nükteli tarizlerinde zerafet haddini aşmaz, herkese iyi muamele eder ve istemeyerek kalbini kırdığı kimselerin gönlünü almağa çalışırdı. Bakî ile Halep'te görüşmüş olan Âzerî şâiri Sâdıkî, Mecma'u'l-havâss adlı tezkiresinde, onun bu meziyetini bilhassa kaydetmektedir ki, şâir muasır kaynakların ifadeleri de bunu te'yit eder..."

 

"Bakî, daha talebelik hayatında, o devrin bütün genç şâirleri gibi, zevke ve eğlenceye düşkündü; kışın bozahâne sohbetleri, hususî işret meclisleri, Tahtakale gezintileri, Balat, Samatya ve Galata meyhaneleri, yazın Kağıthane, Bahariye, Tophane âlemleri, boş zamanlarını dolduruyordu. Rind ve lâubâlî mizaçlı genç şâir taze gazellerini sarığının arasına sokarak, bütün muhitleri dolaşıyor, birçok genç şâirler ile tanışıyor, etrafına bir yığın takdirkârlar ile beraber, rakip ve muarızlar da topluyordu..."

 

"Bakî, zevk ve sefaya düşkün, lâubâlî mizacına rağmen harabat âlemlerinden kendini kurtarama­yan bazı arkadaşları gibi, serseri ve perişan bir hayat geçirmedi. Ölçülü ve hesaplı bir adam olduğu için, daha ömrünün ilk çağlarından beri ruhuna hâkim olan yükselmek ihtirasını tatmin maksadı ile meşru gördüğü her vasıtaya başvurdu; her devirde, kendisine hamiler bulmak için, bütün zekâsını sarf etti..." (İslâm Ansiklopedisi, c. I, s. 246-7).

 

EDEBÎ ŞAHSİYETİ:

 

XVI. asrın en büyük şâirlerinden biri olan ve bütün bir Türk edebiyatının şüphesiz en büyük şâirle­ri içerisinde ilk sıralardan birini işgal eden Bakî, divan şiirine yeni bir ses ve ahenk getirmiş kudretli bir sanatkârdır. Kendisinden sonra gelen şairlerin hemen hepsinde kuvvetli tesirler bırakan Bakî bazı şairler tarafından İran'ın kudretli şâirleri gibi kendisine özenilen ve ulaşılmaya çalışılan bir sembol ola­rak kabul edilmiştir.

 

Bâkî'nin edebi şahsiyeti hakkında bilgi vermeye çalıştığımız bu bölümde yine Fuad Köprülü hoca­mızın, İslâm Ansiklopedisinde yazdığı adı geçen maddede yer alan ve kendisinden sonra gelen edebi­yat tarihçileri tarafından bazen tamamıyla aynı ile tekrarlanan hükümlerini aktarmakla yetineceğiz:

 

"Dînî ve tarihî mevzulara âit tercümeleri ve mektupları bulunmakla beraber, Bâkî'nin edebi şahsi­yetini yalnız şiirlerinde aramak lâzımdı. O, şâir birçok muasırları gibi, mesnevi tarzında uzun manzu­meler yazmadı; kemiyet bakımından çok zengin olmayan eserleri, kaside ve mersiyeler ile gazellerden ibaret gibidir; zamanında pek moda olan lügazler, muammalar ve tarihler yazmaya hiç ehemmiyet vermemiş, mesnevi tarzından hiç hoşlanmamıştır. Kasidelerinde gösterdiği büyük muvaffâkiyete rağ­men, onun asıl sevdiği ve en çok muvaffak olduğu tarz, gazel tarzıdır. Yer yer şâirin hayat görüşünü gösteren fikirler ve tabiat tasvirleri ile süslenen bu aşk ve şarap şiirlerini tetkik edecek olursak, onun edebi hüviyetini kolayca anlayabiliriz. Fikir ve hayat felsefesi bakımından, Bâkî'de yeni ve derin bir şey yoktur; dünyayı iyi ve fena türlü hâdiseler ile dolu bir efsâneye benzeterek, zevkin ve elemin bir hayâlden ve bir rüyadan ibaret olduğuna inanan şâir, bu mütemadi akıp giden günlerden, kabil olduğu ka­dar, fazla bir zevk hassası çıkarmak ister."

 

"...XVI. asrın bir çok şâirlerinden meselâ Fuzûlî'de, kuvvetle kendini gösteren tasavvuf felsefesi ahlâkı, Bâkî'de hiç göze çarpmaz; onda ara sıra görülen bâzı sufiyâne tâbirler, telâkkiler, çok mahdut ve umûmî mâhiyette şeylerdir... "

 

"...Onun yarattığı hayal âlemi ve yaşattığı tabiat, ne Fuzûlî'ninki gibi sübjektif ve mücerret, ne de Şeyh Gâlip'inki gibi fantezisttir; kendi muhiti ile daha çok alâkalı olan Bâkî'de İstanbul'un bahar, mehtap, kış manzaralarını görmek, mısralarında Kanunî Süleyman ordularının zafer naralarını duymak kabildir."

 

"...Hayat görüşü basit ve ilhamı mahdut olan Bâkî'nin daha sağlığından başlayarak, asırlarca bü­yük bir şâir sıfatı ile tebcil edilmesinin, okunup sevilmesinin sırrı nedir? Bunu, bir kaç satır ile hulâsaya çalışalım. Geniş bir edebi kültüre ve ince bir zevke mâlik olan şâir, bir taraftan edebi ananeye sâdık kalmakla beraber, nazım diline yeni bir ahenk, yeni bir selâset getirmiş, nazım tekniğini zamanının verdiği imkân derecesinde mükemmelleştirmiş ve o devre kadar bir çok büyük şâirlerin bile caiz gör­dükleri nazım kusurlarından kurtulmuştu; lisânında bâzı eksikliklere tesadüf olunmakla beraber, eski ve çağdaş şâirlerinkine nispetle, bu dil daha temiz, daha kusursuzdur ve bilhassa ahenk bakımından, Acem örneklerine daha yakındır.. ." (İslâm Ansiklopedisi, c. II, s. 248-9).

 

ESERLERİ:

 

1. Dîvân:

 

Bâkî'nin manzum eseri sâdece Dîvân'ıdır. Şairimiz mesnevi tarzına rağbet etmemiştir. Bakî Dîvâ­nı, Türk edebiyatının en çok okunmuş, en fazla istinsah edilmiş eserlerinden biridir. Türk ve dünya kütüphanelerinde ve hususi ellerde sayısız nüshası bulunan Bakî Divânı, ayrı ayrı dört defa basılmış­tır. Bakî, şiirlerini ilk olarak Kanunî'nin emri ve ricası ile bir divan tarzında toplayıp tanzim etmiş, daha sonra yeni birçok manzumeler yazmış bulunduğundan divanını tekrar tertip ve tasnif etmiştir.

 

İçerisinde münacaat ve naat gibi dini mevzulara hiç tesadüf edilmemesi bakımından şairin tema­yülünü ve fikri yapısını da aksettiren divanda Arapça ve Farsça bâzı manzumeler de yer alır. Edebi bakımdan kıymet ifade etmeyen bu Arapça ve Farsça manzumeler, devrin bir ananesine uyarak her üç dilde de şiir yazabildiğim ispat sadedinde divana dahil edilmişlerdir.

 

Dîvân'da 27 adet kaside vardır. Bunlardan birisi kıt'a nazım şekli ile yazılmıştır. Kasidelerden on yedi tanesi, devrinde yaşadığı padişahlar hakkındadır. Bunlardan dördü Kanuni Sultan Süleyman'a; biri II. Selim'e; üçü III. Murad'a ve dokuzu da III. Mehmed'e sunulmak üzere kaleme alınmışlardır. Ge­riye kalan 10 kasidenin memdûhlara göre dağılışı şöyledir: Semiz Ali Paşa için 2 kaside; Kubad Paşa için 1; Ebussuûd Efendi için 1; Baba Efendi (Filibeli Mahmud Efendi) için 2, Kadızâde için 1, Ahizâde Karamanlı Mehmed Efendi için 1, Ebussuûd Efendi'nin oğlu ve Şam Kadısı Mehmed Çelebi için 1, Feridun Bey için 1 kaside.

 

Bakî Dîvanı"nda ayrıca iki adet terkib-i bend (ki bunlardan birisi Kanuni mersiyesi ve diğeri de Mihrümâh Sultan mersiyesidir); III. Murad'ın cülusu üzerine yazılan 1 terci'-i bend, 1 muhammes, 6 tahmis yer alır. Gazeliyyât kısmında ise 619 gazel mevcuttur. Bunlardan başka 1 kıt'a-i kebîre (ki bu manzume Bakî tarafından kendisine hediye edilen bazı kıymetli kitaplara karşılık bir teşekkür mahiye­tinde Kanunî Sultan Süleyman için kaleme alınmıştır); 19 kıt'a, 4 nazm, 1 tarih ve 38 beyit; ayrıca 8 farsça gazel, 3 tahmis, 3 mesnevi ve 3 matla da divanın sonlarında yer alır.

 

Bakî Dîvânı dört defa basılmıştır. ...

 

2. Me'âlimü'l-Yakîn fi-Sireti Seyyidi'l-mürselîn:

İmam Kastalânî'nin Hz. Muhammed hakkında yazdığı el-Mevâhibü'l-ledünniye adlı eseri esas alınarak meydana getirilen bir siyer kitabıdır. Bakî bu tercümeyi Sokullu Mehmed Paşa'nın emri ile, yüzden fazla kaynağa başvurarak, genişletmek ve değiştirmek suretiyle yapmıştır. İstanbul'da iki cilt halinde basılmış bulunan Me'âlimül-yakîn Bâkî'nin şerî meselelerdeki bilgisini de aksettirmektedir.

 

3. Fezâilü'l Cihâd:

Ahmed b. İbrahim'in Meşâriü'l-eşvâk ilâ Mesârii'l-uş-fâk adlı eserinin tercümesidir. Bu tercüme de Sokullu'nun emri ile gerçekleştirilmiştir. Otuz üç babdan meydana gelen ve Müslümanları cihada teşvik eden kitabın baş taraflarında Bâkî'nin bazı manzumeleri de bulunur. Önsözü ağır bir dille kaleme alı­nan eserin asıl tercüme kısmı sâde ve gazel bir Türkçe örneğidir.

 

4. Fezâ'il-i Mekke:

Kutbeddin Muhammed b. Ahmed el-Mekki'nin El-İlâm fi-Ahvâli Beledi'llâh'il-harâm adlı eserinin yine Sokullu Mehmed Paşa'nın emri ile yapılmış tercümesidir. Bakî bu tercümeyi Mekke kadısı iken 1579 Nisan'ında tamamlamıştır. Eser basılmamıştır.

 

5. Hadîs-i Erbain Tercümesi:

Bâkî'nin Eyüp müderrisi iken yaptığı bu tercüme, Ebu Eyyûb Ensârî'nin rivayet etmiş olduğu ha­dislerden kırkının tercüme, şerh ve izahıdır. Nevi-zâde'nin Şakayık Zeyl'nde bahsettiği bu eser bugüne kadar ele geçirilememiştir.

 

MUHAMMED NUR DOĞAN, BÂKÎ, ŞULE YAYINLARI,

İSTANBUL 1998, s.9-27

SON EKLENENLER

Üye Girişi